2 Okuduğum kitap yastığımın yanında duruyordu. Kitap, doğu kültürü hakkında bir çeşit uzman olduğu varsayılan Amerikalı bir detektif hakkında bir polisiye romanıydı. Tüm önemli karakterlerin, New York'ta, bir Japon restoranında, akşam yemeği için buluştuğu bir sahneye işaret parmağımı koymuştum. Dedektifin İtalyan olan müşterisi yemekten sonra bir espresso sipariş etmek ister ama dedektif onu durdurur. Dedektif, Japon restoranlarında yemekten sonra yeşil çay getirdiklerini, böylece de bir şey sipariş etmenin lüzumsuz olduğunu anlatmaya başlar. Sonra, yeşil çayın soya sosuyla ne kadar iyi gittiğinden ve neden Hindistan'da sütlü çayı baharatlandırdıktan söz eder. Davaya dahil olan herkesi nihayet tek bir yerde toplamıştır ama cinayet hariç her konuda çok konuşmuştur. Gözlerimi ovuşturdum. Elimi tişörtümün üzerinden geçirerek kumaşın arasından karnımı okşadım. Yarım yıl önce orada olmayan, henüz şekillenmiş bir karın kası seçebiliyordum. Ne yara izi vardı, ne de kömürleşmiş bir et. Sağ kolum da tam olması gereken yerdeydi. Her türlü iyi bir haber. Ne boktan bir rüyaydı. Kitabı okurken uyuyakalmış olmalıydım. Deli Wargarita, polisiye romanları hakkında gevezelik etmeye başladığında, bir şeyler olduğunu anlamalıydım. Sırf kanın tadına bakmak için tüm Pasifik Okyanusu'nu aşan Amerikan Özel Harekâtçılarının son zamanların en çok satan kitaplarını okuyacak zamanları olmazdı. Eğer boş zamanları olsaydı, muhtemelen ceketlerini düzeltmek için harcarlardı. Başlangıç için ne kadar da güzel bir gün ama. Bugün benim ilk gerçek savaş deneyimim olacaktı. Neden birkaç kötü adamı havaya uçurmayı, bir ya da iki kademe rütbe almayı düşlemedim ki? Üstümdeki ranzada basları patlamış bir radyo, ciyak ciyak bir müzik—yaşlı babamın bile tanıyamayacağı kadar eski bir çeşit antik rock parçası—çalıyordu. Üssün canlanma seslerini, her yönden gelen anlaşılmaz konuşmaları ve hepsinin ötesinde DJ'in aşırı kafeinli sesinin hava durumu tahminleriyle cıvıldadığını duyabiliyordum. Her kelimenin kafatasımı deldiğini hissedebiliyordum. Adalarda hava dün olduğu gibi açık ve güneşli, öğleden sonrası içinse morötesi ışın uyarısı var. Güneş yanıklarına dikkat! Barakalar, birbirine tutturulmuş ateşe dayanıklı dört tahta levhadan fazlası değildi. Duvarlardan birinde bronz tenli, bikinili bir hatunun posteri asılıydı. Birisi onun kafasının yerine, başbakanın gazeteden yırtılmış bir fotoğrafını koymuştu. Bikinili hatunun kafası, yakındaki başka bir posterde maço bir kaslı adamın üzerindeki yerinden boş boş sırıtıyordu. Kaslı adamın kafası ise kayıptı. Ranzamda uzandım. Kaynaklanmış alüminyum yatak iskeleti isyan edercesine gıcırdadı. “Keiji, imzala burayı.” Yonabaru üst ranzanın kenarında boynunu uzattı. Az evvel kazığa oturulduğunu gördüğüm bir adama nazaran gayet iyi görünüyordu. Rüyalarda ölen insanların sonsuza dek yaşayacağı söylenir. Jin Yonabaru benden üç yıl önce orduya katılmıştı. Üç yıl daha yağlarını eritmiş, üç yıl daha kas yapmıştı. Sivilken bir fasulye sırığı kadar zayıftı. Şimdi ise taş kesilmişti. O bir askerdi ve öyle de görünüyordu. “Nedir bu?” “Bir çeşit doğrulama. Sana bahsetmiştim.” “Dün imzalamıştım.” “Harbi mi? Enterasan.” Yukarıdan sayfaları karıştırdığını duyabiliyordum. “Yok, yazmıyor burada. Pekâlâ, benim için bir kere daha imzalar mısın?” “Beni kandırmaya mı çalışıyorsun?” “Eğer bir ceset torbası içinde geri dönersen diye. Ayrıca, sadece bir kez ölebilirsin, kaç kopya imzaladığın ne fark eder ki?” Cephe hattındaki BSK askerlerinin bir geleneği vardı. Harekâttan bir gün önce gizlice kantine girip biraz içki aşırırlardı. İç ve eğlen, sonuçta yarın ölecekler. Savaş öncesi verdikleri iğne, kan dolaşımında kalan asetaldehiti etkisiz hale getirirdi. Şayet yakalanırsanız, savaş bitip herkes üsse döndüğünde envanter sayımı yapıldıktan sonra sizi disiplin kuruluna—hatta çok fena sıçıp batırmışsanız askeri mahkemeye bile— çıkarırlardı. Tabii ki bir ölüyü askeri mahkemeye çıkarmak zordur. Bu yüzden savaştan önce hepimiz hırsızlığın nasıl bizim fikrimiz olduğunu açıklayan notlar bırakmıştık. Beklenildiği gibi, soruşturma başladığında, her şeyi planlayan kişi kendini öldürten zavallı bir ahmak olurdu. İyi bir sistemdi. Kantin işletenler bu işin farkındaydı, bu yüzden çok fazla fark edilmeyecek bazı şişeleri dışarıda bırakmayı unutmazlardı. Savaştan önceki gece herkese birkaç kadeh içki içireceklerini düşünürsünüz—hiç değilse moral olsun diye— ama hayır, her seferinde hep aynı eski şarkı ve dans. İyi fikirlerin iyi bürokrasi karşısında hiç şansı yoktur. Yonabaru'dan kağıdı aldım. “Garip, daha gergin olurum sanmıştım.” “Ne bu acele ha? Bunu o güne sakla dostum.” “Nasıl yani? Bunu öğleden sonra giymeyecek miyiz?” “Delirdin mi sen? O şeyi daha ne kadar giymeyi düşünüyorsun?” “Bugün giymeyeceksem ne zaman giyeceğim?” “Yarın? Yola çıktığımızda?” Az kalsın yataktan düşüyordum. Bir an için gözlerim yan ranzada yatan askere kaydı. Bir porno dergisini karıştırıyordu. Gözlerimi Yonabaru'nun yüzüne çevirdim. “Ne demek yarın? Saldırı ertelendi mi?” “Hayır dostum. Hiçbir zaman ertelenmedi. Ama bizim gizli sarhoş olma görevimiz bu gece saat 19:00'da başlıyor. Kör kütük sarhoş olacağız ve sabah müthiş bir mahmurlukla uyanacağız. Karargâh bile bozamaz bu planı.” Bekle. Dün gece kantine izinsiz girmiştik. Her şeyi hatırladım. İlk savaşım olduğu için gergindim, bu yüzden biraz erken tüymeye karar vermiştim. Ranzama geri dönüp polisiye romanını okumaya başlamıştım. Hatta Yonabaru kızlarla parti yapmaktan yalpalayarak geldiğinde yatağına kadar ona yardım ettiğimi bile hatırlamıştım. Peki—peki ya gördüklerim rüya değilse? Yonabaru sırıttı. “İyi görünmüyorsun, Keiji.” Romanı yatağımın üzerinden aldım. Boş zamanlarımda okumak için yanımda getirmiştim ama sondaj formasyonuyla o kadar meşguldüm ki çantamın dibinde öylece kalmıştı. Okumaya, muhtemelen öleceğim günden bir gün öncesine kadar vakit bulamamış olmamın ne kadar yerinde bir ironi olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Kitabı açıp kaldığım sayfaya geldim. Doğu kültürü konusunda uzman olması gereken Amerikalı dedektif, tıpkı hatırladığım gibi yeşil çayın inceliklerini anlatıyordu. Eğer bugün savaştan önceki günse, kitabı ne zaman okumuştum? Hiçbir şey mantıklı gelmiyordu. “Dinle. Yarınki harekât çok kolay olacak. Gözlerimi kırpıştırdım. “Çok mu kolay olacak?” “Sadece kimseyi arkadan vurmadan eve dön, bu kadar.” Cevap vermek için homurdandım. Yonabaru elini silah şeklinde büktü ve işaret parmağını kafasına doğrulttu. “Ciddiyim ben. Çok fazla düşünürsen bir yeme dönüşürsün —onlar daha beynini dağıtmaya fırsat bulamadan aklını kaybedersin.” Yerine geçtiğim adam biraz delirmişti, bu yüzden onu cepheden çıkardılar. İnsanlığın sonunun geldiğine dair haberler almaya başladığını söylediler. Ağır silahlı BSK ceket taşıyıcılarının dinleyeceği türden bir şey değildi. Düşman karşısında kaybettiğimiz kadar kayıp vermeyebiliriz ama her halükârda hoş değil. Savaşta, bedenen ve zihnen sağlam değilseniz bir yüksünüz demektir. Cepheye daha yeni gelmiştim, hiç savaş görmemiştim ve şimdiden halüsinasyonlar görmeye başlamıştım bile. Kim bilir kafamın içinde hangi uyarı sinyalleri yanıp sönüyordu. Yonabaru sırıtarak, “Bana kalırsa, savaştan çıktıktan sonra az da olsa delirmeyen herkesin bir ya da üç vidası eksiktir.” dedi. “Hey, korkutma beni, daha yeniyim,” diye itiraz ettim. Aslında korkmamıştım ama kafam giderek daha da karışıyordu. “Ferrell'a baksanıza! Başarmanın tek yolu sizi insan yapan ne varsa kaybetmektir. Benim gibi duygusal, şefkatli birisi kavga etmek için yaratılmamıştır, doğrusu da budur.” “Çavuşta bir yanlışlık görmüyorum.” “Asıl mesele doğru ya da yanlış olması değil. Asıl mesele, tungstenden yapılma bir kalp ve beyne giden kanı kesecek kadar büyük kaslara sahip olup olmaması.” “Ben o kadar abartmazdım.” “Bir dahaki sefere bize Deli Wargarita'nın da bizim gibi bir avanak olduğunu söyleyeceksin.” “Aynen, aslında, onunla olan—” ve böylece muhabbetimiz her zaman olduğu gibi dönüp dolaşıp devam etti. Cavuş geldiğinde Rita'yı yerin dibine sokmamız tam anlamıyla zirveye ulaşmıştı. Çavuş Ferrell Bartolome müfrezemizdeki herkesten daha uzun süredir buradaydı. O kadar çok savaşa girmişti ki, bir askerden daha fazlasıydı, bölüğümüzü bir arada tutan tutkal gibiydi. Onu bir santrifüje koysanız, %70 ağabey, %20 taşak patlatan talim çavuşu ve %10 da çelikle güçlendirilmiş karbon çıkacağını gösterirdi. Bana kaşlarını çattı, ardından içki günahlarımızı alelacele paketlemekte olan Yonabaru'ya baktı. Kaşlarını daha da çattı. “Kantine gizlice giren asker sen misin?” “Evet, benim.” diye itiraf etti suçluluk duygusundan zerre kadar nasibini almamış dostum. Etraftaki yataklarda yatan adamlar, adeta ışıkta dağılan hamamböcekleri gibi çarşaflarının altına saklandılar; porno dergileri ve iskambil kâğıtlarını unuttular. Çavuşun yüzündeki ifadeyi anlamışlardı. Boğazımı temizledim. “Güvenlikle ilgili, uh . . . bir sorun mu var?” Ferrel'in alnı, sanki kafasının üzerinde bir yığın zırh plakasını taşıyormuş gibi büzüldü. Güçlü bir déjà vu hissi yaşadım. Tüm bunları rüyamda görmüştüm! Tam da Yonabaru ve suç ortakları kantine girdiği sırada, hiç alakası olmayan bir şey olmuştu. Güvenlik alarma geçmişti ve soygun, planlanan vaktinden önce ortaya çıkmıştı. “Nereden duydun bunu?” “Şansım yaver gitti sadece.” Yonabaru ranzasının kenarından dışarı doğru eğildi. “Ne tür bir sorun peki?” “Birisi dizine kadar domuz bokuna basmış. Şimdi bunun sizinle bir ilgisi olmayabilir ama her neyse, saat 09.30'da, beden eğitimi için dördüncü kademe ekipmanlarınızla 1 numaralı eğitim alanında toplanacaksınız. Müfreze dediğiniz diğer dangalaklara da haber verin.” “Yok artık! Yarın savaşa gideceğiz ve sen bizi eğitim için mi gönderiyorsun?” “Bu bir emirdir, onbaşı.” “Dördüncü kademe ekipmanlarımızla saat 09.30'da 1 numaralı eğitim sahasına intikal edeceğiz komutanım! Fakat bir sorum var çavuş. Bu içki baskınlarını yıllardır yapıyoruz. Neden şimdi bu kadar zorluk çıkartıyorsunuz?” “Bilmek istiyor musun gerçekten?” Ferrell gözlerini devirdi. Sertçe yutkundum. “Yok, cevabı zaten biliyorum.” Yonabaru sırıttı. Her zaman sırıtıyor gibiydi. “Buradaki emir komuta zinciri boka sarmış durumda değil mi?” “Kendin bulacaksın cevabı.” “Bekle, çavuş!” Ferrell nizami bir şekilde üç adım attı ve durdu. “Yapma ya, bir ipucu bile mi yok?” Yonabaru, metal karyola iskeletinin arkasında saklandığı yerden seslendi ve elindeki günahları istifledi. “General, bu üssün güvenlik bahanesiyle kafayı yemiş durumda, o yüzden ne bana, ne de yüzbaşına hiç bakma. Hatta çenenizi kapatıp size söyleneni yapsanız daha iyi olacaktır.” İç çektim. “Oraya sepet örmeye göndermeyecekler bizi değil mi?” Yonabaru başını salladı. “Belki hep beraber birbirimize sarılırız. Siktiğimin puştu.” Bu işin sonunun nereye varacağını biliyordum. Tüm bunları rüyamda görmüştüm. Bir buçuk yıl önce Okinawa Sahil Savaşı'nda uğradıkları yenilginin ardından Japon Kolordusu, Boso Yarımadası açıklarında yer alan, Kotoiushi adı verilen küçük bir adayı yeniden almayı şeref meselesi haline getirmişti. Orada mevzilenen Taklitçiler, Tokyo'dan yalnızca iki adım uzaklıktaydı. İmparatorluk Sarayı ve merkezi hükümet geri çekilerek Nagano'dan yönetilmeye başlandı fakat Japonya'nın en büyük şehri konumundaki ekonomik gücü başka bir yere taşımanın bir olanağı yoktu. Savunma Bakanlığı, Japonya'nın geleceğinin bu harekâtın sonucuna bağlı olduğunu biliyordu, bu yüzden 25.000 ceket toplamanın yanı sıra, aşırı hevesli generaller de Boso Yarımadası'na inen Çiçek Hattı üzerindeki bu küçük üste toplanıyordu. Hatta ve hatta, Amerikalı Özel Harekâtçıları da işin içine katmaya bile karar vermişlerdi; ABD, Okinawa'daki eğlenceye davet edilmemişti. Tokyo'nun, dumanı üstünde tüten bir çöplüğe dönüşüp dönüşmemesi Amerikalıların muhtemelen umrunda değildi ama en hafif, en sağlam, kompozit zırh plakalarını üretmekten mesul sanayi bölgesinin Taklitçilerin eline geçmesi söz konusu bile olamazdı. Son teknoloji ürünü bir ceketi oluşturan parçaların %70'i Çin'den geliyordu ama yine de Japon teknolojisi olmadan bu giysiler yapılamazdı. Bu yüzden Amerikalıları gelmeye ikna etmek zor olmamıştı. Yabancı askerlerle birlikte daha sıkı güvenlik önlemleri alınıyordu. Birdenbire üs güvenliğinin görmezden geldiği kayıp alkol vakaları gibi şeyler kontrol edilmeye başlandı. Üst rütbeliler neler olup bittiğini öğrendiklerine çok sinirlenmişlerdi. “Şansa bakar mısın? Acaba kim batırdı?” “Biz değildik. Amerikalıların, kıymetli müfrezelerini şahinler gibi kollayacaklarını biliyordum. Balo gecesindeki bir bakire kadar izleniyorduk.” Yonabaru abartılı bir iniltiyle haykırdı. “Ahh, karnım . . . çavuş! Karnım çok kötü ağrımaya başladı! Sanırım apandisim yüzünden. Belki de eğitim esnasında yaralandığımda tetanoz olmuşumdur. Evet, bundan herhalde!” “Bu geceden önce geçeceğini sanmıyorum, o yüzden bol bol su iç. Yarına kalmaz geçer, duydun mu beni?” “Ah, tanrım. Acayip acıyor.” “Kiriya. Biraz su içsin.” “Peki, efendim.” Yonabaru'nun oyunculuğunu sürdürmesini görmezden gelen Ferrell, barakadan dışarı çıktı. Seyirciler gider gitmez Yonabaru ayağa kalktı ve kapıya doğru kaba bir hareket yaptı. “Götünde harbiden de bir çomak var adamın. Fıkra kitabıyla gelse bile espriden anlamaz. Yaşlandığımda böyle olmak istemiyorum. Öyle değil mi?” “Herhalde.” “Siktir, siktir, siktir ya. Gün, boktan bir güne dönüyor.” Her şey tıpkı hatırladığım gibi ilerliyordu. 17. kolordu, sonraki üç saatini eğitimde geçirecekti. Göğsü madalyalarla dolu bir subayın, yorgunluktan bitap düşmüş bir halde, görevden ayrılmadan önce bize yarım saat daha ders vermesini dinleyecektik. Ceketle güçlendirilmiş parmaklarıyla göt kıllarımızı tek tek yolmakla bizi nasıl tehdit ettiği hâlâ kulaklarımda çınlıyor. Rüyam, giderek daha fazla rüya olmaktan çıkıyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.