Yukarı Çık




8   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   10 

           
Sonuç
Ve böylece dava kapandı.
Bu sefer, ölenlerin sayısı fazla olsa da insanlar zamanla unutacaktı. Tayfun ya da elektrik kesintileri olduğu zamanlar gibi, hasar çoktu ama kimse olanların gerçek nedenini bilmiyordu.
Elbette, Avrupalı memurların beklentileri de destek sağladı.
Gazetede yer alan haberlerde Yokohama banliyölerindeki mutlak yıkımın nedeninin illegal organizasyon Liman Mafyası ile düşman örgütleri arasında çıkan büyük çaplı bir çatışma olduğu belirtildi. Ateşli silahlar, el bombaları ve ortada uçuşan dehşet verici miktardaki patlayıcılar yüzünden çevredeki arazinin şekli tanınmaz haldeydi. Bunlar dışında ne fazlası ne de eksiği yazılmıştı.
Ama tabii ki çıkan hasarın miktarıyla birlikte yetenek kullanıcılarının işlediği suçlarda uzmanlaşan, Liman Mafyası gibi yasadışı organizasyonların doğal düşmanı olan askeri polisin harekete geçtiği belliydi.
Ancak yarım ay içinde askeri polisin soruşturması, göz açıp kapayıncaya kadar aniden kesildi. Bu davanın Liman Mafyasını kökünden kurutacağı düşünüldüğünden olaya dahil olan herkes dikkatleri toplamıştı. Liman Mafyası güçlüydü ama ülkenin en güçlü soruşturma teşkilatı, askeri polisi susturacak kadar güçlü değildi. Öyleyse Liman Mafyası nasıl bir sihir yapmıştı?
Sihir falan kullanmamışlardı. Zaten gerek de yoktu.
İngiliz ve Fransız kamu güvenliği ajansları, Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla Adalet Bakanlığının kararnamelerine müdahale etti ve böylece olay, süpürge ve faraşla halı altına süpürüldü. Ne de olsa dünyanın en güçlü iki silahı savaşmış ve birbirlerini yok etmişti. Japonya Hükümetinin bu davayı ucundan dahi görmesi istenilmiyordu. Avrupa’daki süper güçlerin bu çıkan yangını söndürmesiyle dava kapanmadan önce bir iki mafya üyesi para cezasına çarptırıldı ve hapis cezaları askıya alındı.
Ve nihayetinde, Liman Mafyasını kasıp kavuran Suikastçılar Kralı davası sona erdi.

...

Davadan iki ay sonra Koyun’un eski üyesi Shirase Buichirou, limanda saatine sabırsızca bakıyordu.
Yokohama Vapur İskelesindeydi. Turistler rıhtımda ellerinde valizlerle dolanıyordu. Shirase bir vapurun girişinde bekliyor, yine iskelenin diğer tarafına bakmak için dönmeden önce İsviçre menşeli saatine göz atıyordu.
Shirase birisini bekliyordu. Çok geçmeden iskelenin diğer tarafından büyük bir motosiklet göründü. Yolda süren arabaların arasından geçen koyu kırmızı motor, kaldırıma çıkan yayalardan kaçınarak iskelenin kenarında durdu. Sürücü motordan inip Shirase’ye doğru yürüdü.
"Hey, umarım çok bekletmemişimdir."
Gelen kişi Chuuya’dı.
"Geciktin, Chuuya!" Shirase bağırdı. "Cankurtaranın yelken açmaya hazırlandığını bilmiyor musun? Neredeydin ve ne yapıyordun?!"
"Bekle biraz."
Chuuya motorunun portbagajından bir şapka çıkardı ve parmak uçlarında tuttu, şapkayı kenarlarından döndürürken yürümeye başladı.
"Ne o, şapkayı çok mu beğendin? Onun şapkası değil mi bu?"
"Öyle."
Chuuya başına takmadan önce şapkayı biraz daha döndürdü. "Ağabeyimden kalma olduğu için biraz sinir olsam da işe yarıyor. Ne zaman gidiyorsun?"
"Beş dakika sonra." Shirase yine saatine baktı. "Chuuya, tütsü kokuyorsun. (1) Yine mezar ziyaretine gittiğin için geciktin, değil mi? Off, bir türlü geçmişi geçmişte bırakamıyorsun. Sürekli başkalarının yükünü taşıyorsun, Chuuya. Yorulmadın mı?"
"Aksine, yeterince yük üstlenmeyen sensin Shirase." Chuuya yanında durdu. "Geçmişi geçmişte bırakmamamla alakası yok. Motor için teşekkür etmeye gittim sadece."
Chuuya motorunu çenesiyle işaret etti. Aerodinamik açıdan mükemmel bir şekle sahip olan motor, soğuk ve sessizdi.
"Hmm, neyse."
Shirase belirsiz bir cevap verdi ve ellerini cebine soktu.
Chuuya vapura bakarken kısa bir sessizlik sürdü. Gemi eski olmasına rağmen büyük, beyaz renkli ve sağlamdı.
"Demek Londra’ya gidiyorsun, huh?" dedi Chuuya, parıldayan vapura bakarken.
"Kıskandın mı? Geleceğin kralına büyük toprakları fethetmek yakışır!" Shirase kibirli bir kahkaha attı. "Bu sefer bir şey fark ettim. Ölü dedektif de Suikastçı Kral da delinin tekiydi! Dünyada görülecek çok şey var! Laboratuvardan çaldığım mücevherleri satarak kazandığım parayla Londra’da şöhret kazanabilirim! Liman Mafyasından çok daha büyük bir organizasyonun kralı olduğumda geri döneceğim. Zamanı geldiğinde hizmetlerimden faydalanabilirsin Chuuya."
Chuuya başını sallamadan önce bıkkınlıkla iç çekti. "Dört gözle bekliyorum."
Tam o sırada yola çıkma zamanını bildiren buhar düdüğü öttü. Ayrıca insanları gemiye binmeye çağıran bir kadının sesi de duyuldu.
"Vakit geldi."
Shirase çantalarını alıp merdivenlere ilerledi.
Shirase yürürken Chuuya sesini yükseltti.
"Kendine dikkat et, Shirase! Londra’da geberip gidersen kıçını kurtarmak için orada olamayacağım!"
"Hahaha! Aynısı senin için de geçerli, Chuuya! Yokohama’da ölürsen kıçını kurtarmak için burada olamam!"
"Aynen aynen." Chuuya istemsizce gülümsedi.
"Bekle. Söylediklerimi geri alıyorum. Çoktan hayatını iki kez kurtardım; ilki dokuz yıl önce köprünün altındayken ikincisi de araştırma tesisindeyken. Unutmadın, değil mi?"
"Beni bıçaklayarak öldürmeye çalışmamış mıydın?"
"Hayatını kurtardığım anlardan birisini sıfırlıyor ama hala artı bir puanım var!"
Chuuya ve Shirase güldü.
Shirase, Chuuya’ya dönmeden önce merdivenlere adım attı ve yumruğunu uzattı. Chuuya, onu yarı yolda yakalayıp yumruklarını hafifçe vurdular. Aynı şeyi zıt yönde tekrarlamadan önce yumruklarını aşağı yukarı kaldırdılar. Son olarak dirseklerini birbirine vurdular, birbirlerinin göğsüne yumruklarını koydular.
Bir zamanlar Koyun üyeleri arasında kullanılan bir tür selamlama şeklini yapmışlardı.
"Bay bay."
Chuuya ile Shirase birbirlerine arkasını döndü ve yürüdüler.
İkisi de bir kez olsun ardına bakmadı.

...

Chuuya iskeleye dönüp tam motoruna binmek üzereyken siyah bir araba yavaşça kendisine yaklaştı. Arka koltuğun camı usulca açıldı ve içerideki kişi "Chuuya," diye seslendi.
Dazai’ydi.
Nadiren giydiği kıyafetlerden giymişti. Boynuna kravat taktığı siyah bir takım elbise giyiyordu. Kıyafeti, sanki onur konuklarını ağırlayacakmış gibi resmiydi.
"Beş dakika içinde işe koyulmalıyız."

...

Dazai ile Chuuya lüks bir yolcu gemisinin rampasının altında durdu.
Lüks gemi, yüksek donanımlı bir yolcu gemisiydi. Az önce Shirase’nin beraberinde ayrıldığı vapur bu şeyin boyutuyla kıyaslanamazdı bile. Beyaz boyalı duvarlarında tek bir çizik yoktu, beşinci kattaki konuk odaları beş yıldızlı oteli andıran dekorasyonlarla süslenmişti ve yetenekli tur rehberleri yolcular nereye giderse gitsin eşlik ediyordu. Bu geminin yelken gücü yolcu gemilerinin iki katıydı ama buna rağmen geminin içindeki sarsıntılar diğer gemilerin onda birinden daha azdı.
Geminin adı "Bosverian"dı.
Yalnızca üst düzey hükümet memurlarının binmesine izin verilen, hükümet kullanımındaki bir gemiydi.
Geminin rampası aşağıya indi ve delegeler iki çocuğun önüne geldi. İlk gelen, her bir tarafına dikkatle bakınan takım elbiseli bir bekçiydi. İnenlerin hepsinin bellerinde tabancanın kaba izleri görülebiliyordu.
Daha sonra hükmet memurlarına benzeyen sakallı adamlar çıktı. Adamlar yetkin, tecrübeli, ne düşündükleri anlaşılmayan grimsi kahverengi gözlere ve yüksek kaliteli kıyafetlere sahipti. Elinde inci desenli alton baston taşıyan bir adam, kargaşada kendisine yardım etmeye çalışan mürettebat üyelerini bastonunun ucuyla sanki yoldan sokak köpeğini uzaklaştırıyormuş gibi, lakayıt bir tavırla itekledi.
"Soylu kılığına girmiş İngiliz zebanileri de geldi." Dazai sadece Chuuya’nın duyabileceği bir sesle mırıldandı.
Vaka sonrası soruşturma için gelen üst düzey hükümet yetkilileriydi bunlar. "Suikastçı Kral" davası devlet sırlarını birbiri ardına derliyordu. Basit bir suç vakasından çok daha fazlası olan bu önemli olayı incelemeleri ve hükümete rapor göndermeleri için Japonya’ya soruşturma ekibi gönderilmişti.
Ve davaya karışmış taraflardan birisi olan Liman Mafyası, soruşturma ekibini onur konukları olarak ağırlamak ve işbirliği yapmak için öne çıkmıştı. İllegal organizasyon Liman Mafyası, İngiliz hükümetinin soruşturma ekibiyle görüşecekti.
Tuhaf bir durum olsa da patronun hesaplarının altında mantık yatıyordu.
İlk ve en önemlisi, olan bitenin aslını gören ne Japonya Dışişleri Bakanlığı ne de askeri polisti –bizzat tanık olan Liman Mafyasıydı. Avrupa hükümeti daha en başından bu davayı Japonya hükümetinden gizli tutuyordu. Ve liman Mafyasının bakış açısına göre gözü, süper güç olan İngiliz hükümetinin üstünde tutmanın bir nedeni vardı.
Ve o neden de devlet sırrından kaynaklanan Suikastçılar Kralı davasını örtbas etmek için hükümetin olaya karışan herkesi ortadan kaldıracağına dair şüphelerin olmasıydı.
Elbette Liman Mafyasının bu davanın gerçeğini ya da sırlarını açıklamak gibi bir niyeti yoktu ama İngiliz hükümetinin de yasadışı bir organizasyonun sözlerine inanıp inanmayacaklarını bilemezlerdi. Bu yüzden Dazai’yi onur konuklarını karşılaması için gönderdiler. Eğer davaya karışanları öldürerek susturmak gibi niyetlerini belli ederlerse Dazai müzakerede bulunup onları durduracaktı. Müzakereler başarısız olursa soruşturma ekibi mafyadan kurtulamadan önce mafya, soruşturma ekibinden kurtulacaktı. İşte bu yüzden Chuuya, Dazai’nin yanında gelmişti.
Karşı tarafın tutumuna göre bu buluşma Liman Mafyasını tamamen içine alan ülkeler arası bir anlaşmazlığa dönüşebilirdi.
"Şimdi kim kimi önce kandıracak oyunumuza başlayabiliriz." dedi Dazai, sevinçle ekibe yaklaşırken.
Bekçi kendisine yaklaşan figüre tepki gösterip hemen elini belindeki tabancaya yerleştirdi.
"Büyük Britanya İmparatorluğundan buralara kadar gelmek zor olmuş olmalı." Dazai eğildi ve biraz öncekinden bambaşka, kibar ve net bir sesle konuştu. "Görünüşünüze bakarak hepinizin soruşturma ekibi olduğunuzu tahmin ediyorum? Biraz ani sorduğumun farkındayım fakat hanginizin temsilciniz olduğunu öğrenebilir miyim?"
"Temsilci mi?" Dazai’nin konuştuğu bekçi kafası karışmış gibi başını salladı.
"Soruşturma ekibinin teknik danışmanları olduğunuz için temsilcinizin Profesör Wollstonecraft olduğunu sanıyordum ama..."
Profesör Wollstonecraft mı?
"Ah!" dedi Dazai sanki bir şeyi hatırlamış gibi. "Bu adı daha önce duymuştun. Dedektif Adam Frankenstein’i yapan yetenekli mühendislersiniz, değil mi? Hm... Profesör Wollstonecraft siz misiniz?"
Dazai, bekçinin ardında soruşturma ekibinin en saygın, yaşlı adamına baktı. Dağınık beyaz sakalı ve askerinin teknik bilim bölümünde elde ettiği başarıları sergileyen göğsüne iliştirilmiş iki nişanıyla açık alnı vardı. Yaşlı adam Dazai’nin kendisine seslendiğini fark edip neşeli bir hohoho sesi çıkardı.
"Hayır, Profesör Wollstonecraft ben değilim. Refakatçiyim sadece. Profesör şimdi gemiden inmek üzere."
Dazai ve Chuuya yaşlı adamın üstteki rampaya bakışlarını izledi. Tepedeki büyük boy yolcu valizini taşıyan...
...Kimse yoktu.
"Merhaba, selam, ben Dr. Wollstonecraft! ...Oh, geldiğimiz ülke burası mı? Haritada gözüktüğünden daha büyükmüş."
Valizin arkasından ortaya çıkan küçük beden, neresinden bakılırsa bakılsın...
"Kaç yaşındasın sen?"
...küçük bir kız çocuğuydu.
Sarı saçları vardı ve laboratuvar önlüğü takıyordu. büyük valizine karşın figürü, valizin arkasında gizlenecek kadar ufaktı. Yüzünün yarısını kaplayan yuvarlak gözlükleri vardı ve bilimdeki başarılarından dolayı aldığı 20 nişan göğsünde sallanıyordu.
"Yapma ama..." Chuuya’nın yüzü ekşidi.
"Galiba işler ilginçleşti." Dazai neşeyle güldü.
Küçük kız rampadan valizini taşırken –daha doğrusu valiz onu taşıyorken- inmekte zorlandı.
"Huff, ben, huff, Profesör Mary Wollstonecraft, huff Godwin Shelley." Çocuk attığı her adımda ağır valizine yapışıyor ve konuşuyordu. "Bazıları dahiyane beyne sahip bir çocuk olduğumu söylüyor, huff, ama bunu söyleyenler gerçeği göremeyenler, huff. Başarılarım istediğim her şeyi tasarlamama imkan sağlayan yeteneğim sayesindeydi. Huff, geri kalanı da dahi olduğum için."
"Hey, valizi taşımasına yardım edelim mi?" Daha fazla dayanamayan Chuuya yanındaki yaşlı adama sordu.
"Hohoho, Profesör kimsenin bagajına dokunmasına izin vermez." Yaşlı adam neşeyle güldü. "Hatta Majesteleri bile dokunamaz, dokunmaya kalkarsan da kendisinden on yaş küçük bir çocuk gibi çileden çıkar."
"O kadar geriye gidersek anne rahminde olmaz mı-?" dedi Chuuya bıkkın bir ifadeyle.
"Söylemeye gerek bile yok, tavırlarına karşın bu geziyi dört gözle bekliyordu. Valizi en sevdiği temel seyahat eşyalarıyla dolu. Kimse elinden alamaz."
"İhtiyar! Beni küçük bir kızmışım gibi gösteriyorsun. Kısa olabilirim ama yetişkin sayılırım... ve bitti." Profesör Shelley sonunda rampadan indi, alnındaki teri sildi ve elleriyle kıyafetlerini düzeltti. "Oh... En içten selamlarımı sunuyorum Japonya halkı. Bir bakalım... sen Adam’ın baktığı Chuuya-kun’sun, değil mi?"
Adam’ın adını duyunca Chuuya acı bir şey yutmuş gibi bir ifade takındı. Ve sonra konuştu. "Sanki... ona yardım eden bizdik."
Kız devasa gözlüğünü yüzünün ortasına doğru düzeltti ve Chuuya’ya baktı.
"Beni kurtarırken öldü... Profesör, Adam en muhteşem icadınızdı, değil mi? Onu kırdığım için özür dilerim."
"Hmm."
Profesör Shelley, Chuuya’nın sağ tarafına geçip onu incelemeye başladı. Daha sonra yüz yüze gelip gözlerini dikmeden önce sol tarafına geçip yine aynı şeyi yaptı. Sanki onu büyüleyici bir araştırma nesnesi olarak görüyordu.
"Dediğin gibi, Adam en muhteşem icadımdı." Kız kollarını çaprazlayarak konuştu. "Adam’ı beş para etmeyen bir ada ülkesini soruşturmaya göndermek yerine tesiste sürüm yükseltmeleri için araştırmaya devam etmek istemiştim."
Chuuya sessizce dinledi. İfadesinden, gözünde canlandırdıklarının şimdide değil de geçmişten bir sahne olduğu belli oluyordu.
Profesör Shelley çocuksu sesiyle açıklamaya devam etti. "Adam’ın en güzel özelliği, kendi kendine düşünme ve muhakeme edecek zekaya sahip olacak şekilde tasarlanması. Yani Adam kendi düşünce ve kararıyla kendisini feda etmeyi seçti." Profesör Shelley gülümsedi. "Belki de buna değmişsindir. Adam’a inanıyorum. Özrünü takdir etsem de üzülmene gerçekten gerek yok."
Chuuya bir şey söylemek için ağzını açsa da kelimeler ağzından çıkmadı. Yüzündeki şaşkın ifadeyle, evinin yolunu unutmuş bir çocuk gibi yerinde öylece kalakaldı.
Dazai Chuuya’nın yüzüne bakıp istemsizce ufak bir kahkaha attı.
"Bilesin diye söylüyorum, başından beri Adam’ın işe yaramaz bir davada kullanılmasına karşıydım." Profesör Shelley asık suratla kollarını birbirine geçirdi. "Ama hükümet işte; soruşturmaya makine dedektifleri gönderip görevlerini tamamladıktan sonra her bir gizli bilgiyi bir kenara atıyorlar. Yabancı bir toplumda karşılıklı çıkar alışverişleri en iyi deney verileri olmuyor mu! İnsan hayatı uğruna bilimi görmezden mi gelecekler?!"
Hem Dazai hem Chuuya’nın gözleri ahlak karmaşasını yansıtırken Profesör Shelley astlarına "onu" getirmelerini emretti. Elinde yaklaşık bir kol büyüklüğünde siyah bir tüpü tutuyordu.
"Ve delinin teki olduğum için kalıcı belleğe sahip takılıp çıkarılabilir bir işlemci yerleştirmiştim. Bunu hükümetten sır olarak sakladım."
Sonra siyah tüpün içindekini çıkardı.
"Al."
Kol büyüklüğündeki tüpün içinde... gerçek bir kol vardı.
Chuuya Guivre’nin içinden kaçtığı sırada Adam’ın kopan sağ koluydu.
"Bu..." Chuuya’nın yüzü soru işaretleriyle doluydu. "Olaydan sonra bu kolu her yerde aradık ama bulamadık. Neden sende?"
"Asıl bende olması gerekmiyor mu zaten?"
Profesör Shelley aşırı büyük valizini işaret etti. Bazı hayati bilgiler doğrulandıktan sonra otomatik kilit açıldı. Bavulun içinden bir figür çıkıp kolu aldı. Figür kolu yine yerine takarken şunları söyledi:
"Robot şakası duymak ister misiniz, Chuuya-sama?"
Chuuya şok içinde donakaldı, o kadar şaşırmıştı ki ağzı bir karış açık kalmıştı. Yavaşça derin ve uzun bir nefes aldı. Sonra gülerkenki ifadesi patlamış gibiydi.
"Hahaha!"

...

Profesör Shelley’in teknik danışma ekibi geldikten üç gün sonra Avrupa soruşturma ekibinin –ana ekibi- geldi. Sonrasında konuyla ilgili titizlikle soruşturma açıldı.
Özellikle ormandaki savaş bölgesine odaklandılar. Operasyonda hesaba katılmayan tekillik silahı Guivre ile savaşın gerçekleştiği yer burasıydı. Daha da kötüsü tarihte ilk kez iki tekillik silahı savaşıp birbirlerini yok etmişti. Kapsamlı bir soruşturma yürütüldü ve kaydedilen kayıtlarla ifadeler dahil olmak üzere değerli belgeler elde edildi.
Liman Mafyası, misafirlere konaklama imkânı sunarak ve seyahatleri için şoförler sağlayarak baştan sona işbirlikçi davrandı. Ekibin soruşturma için herhangi bir ekipmana ihtiyacı olduğu durumlarda o ekipmanı hemen getirdiler. Tüm astlara işbirliği yapmaları konusunda kesin emirler verilmişti.
Soruşturma ekibi ayrıca N’nin çalıştığı yer altı araştırma tesisine erişim istese de Japon hükümeti reddetti. Ne de olsa tesis, yetenek araştırmalarına ilişkin sırların her yere dağıldığı bir yerdi. Soruşturmaya politikacılar da dahil edildi ve büyükelçiliğin üst düzey memurlarıyla yapılan görüşmeler sonucunda Japonya’nın davanın ayrıntılarıyla ilgili yazılı bir rapor sunması konusunda anlaştılar.
Bir ay süren geniş çaplı soruşturma sonucunda iki soruşturma ekibi de bir anlaşmaya vardı.
Verlaine ölmüştü. Tekillik yaşam formu iç enerjisi tükenene kadar yoluna çıkan ne varsa her şeyi yok etmiş ve ardından yok edilmişti. Geride tek bir pençesi dahi kalmamıştı.
Tekilliğin silahının tekillilik yaşam formu üstünde işe yaramadığı gerçeği soruşturma ekibine şok olmuştu. Bu belgelerin Avrupa silah araştırmalarını ilerleteceği sonucuna vardılar. Beklemedikleri sonuçlardan memnun kalmışlardı, Liman Mafyasına işbirlikleri için teşekkür ettikten sonra ayrıldılar.
Soruşturma ekibinin limandan ayrıldığını gördükten sonra patron, Mori Ougai, derin bir nefes verdi.
"Off, yoruldum artık." Mori hükümet gemisinin ufukta gitgide küçüldüğünü seyrederken omuzlarına masaj yaptı. "Ordudayken bürokratlarla uğraşmaya alıştığımı sanıyordum ama şimdi.. tek istediğim bir fincan sıcak yeşil çay."
"Aman aman, orduda mıydınız patron-dono?"
Kızıl saçlı ve geleneksel Japon kıyafetleri giyen bir kadın Mori’nin yanında duruyordu. Kouyou’ydu.
"Daha önce bahsetmemiş miydim?" Mori, Kouyou’ya bakarken hafifçe gülümsedi. "Ee? Sığınak ne durumda?"
"Kimse girmedi ya da çıkmadı." Kouyou konuşurken gözlerini kıstı. "Şöhrete susamış soruşturma ekibinin üst düzey memurlarının fark ettiğini sanmıyorum."
Bunları söyledikten sonra Kouyou soğuk bir gülüş takındı. Soğukkanlı bir hayvanın gülümsemesiydi bu, beline taktığı bıçaktan çok daha soğuktu.
"Verlaine’in içeride, hayatta olduğunu öğrenemediler."

...

Guivre’nin ormanda ortaya çıktığı, Adam’ın kendisini yok ettiği ve Chuuya’nın canavarı yenmek için geçidini açtığı zamana geri dönelim.
Dört buçuk dakika sonra...
Olay, yıkılan otoyol üst geçidinde geçiyordu. Çelik demirler ve silindirik kalıplar üst üste yığılmış cesetler gibi kereste, beton, tel benzeri ezilmiş temel materyallerin üstüne dağılmıştı.
Ve Verlaine yok olma sürecindeydi.
Parmaklarını bükemiyordu, nefesi sığdı ve görüşü yıldızları göremeyecek kadar kararmıştı. Cebirsel denklemlerin mühründen başka bir şey olmayan Verlaine, asıl formu tekillikteyken yaşam enerjisinin tümünü yitirmiş ve bu yüzden kalbi durma noktasına gelmişti.
Verliane’in düşünceleri de nefesi de sığ ve yavaştı. Kalbi sıkıntılardan arınmış, ölümün pençeleri kendisini yutarken dilediği hiçbir şey kalmamıştı.
Demek ölüm bu, bilinci kararıp solarken düşündü Verlaine. Düşündüğüm kadar gösterişli olmadı. Acıyla inlemiyorum, pişmanlıklarımı haykırmıyorum, korkudan delirmiyorum. Bu uçsuz bucaksız boşluk huzurlu. Zaten pişman olmak için çok geç kaldım. Başından beri, asla doğmaması gereken bir yaşam formuydum. Pişmanlık gerektirecek şekilde yaşamadım.
Pek çok insanın başına yalnızca bela oldum. Fransa hükümeti, suikastçı hedeflerim, Liman Mafyası, küçük kardeşim... ve tüm bunlara rağmen yine elime bir şey geçmedi. Bunların hayatın izlerinde yalnızca bir leke olması ne üzücü.
Eh, neyse. Bu gidişle yakında öleceğim. Bu yüzden umarım affedilebilirim.
Parmak uçları artık soğuğu hissedemeyene kadar soğudu. Nabzı zayıfladı ve hafif bir sarsıntıdan sonra...
Kalbi...
Durdu.
On saniye geçti ve Verlaine hala nefes aldığını fark etti.
Görüşünün kenarlarında kırmızılık görüp gözlerini o yöne doğru çevirdi. Kızıl bir küp göğsünü delip kalbini çevrelemişti. Kalbini o şey çarptırıyordu.
Ne bu? Verlaine’in kafası karıştı. Küpün ne olduğunu bilmediği için değil, tam tersi bildiği için şaşırdı. Bunun burada ne işi vardı?
"Seni ilk kez bu kadar berbat bir durumdayken görüyorum."
Nostaljik bir ses duydu. Verlaine kulaklarından şüphe etti ama o görüşüne girdiğinde ayrıca gözlerinden de kuşku duydu.
"Olamaz." Verlaine fısıltıyla konuştu. "Burada olamazsın. Yok yerden ortaya çıkman mümkün değil."
"Doğru." Adam başını salladı. "Ancak ben imkansız yerlerde imkansız zamanlarda ortaya çıkabilen bir ajan değil miyim?"
Adam, Arthur Rimbaud’du.
Kırışmış kışlık kabanını giymişti ve boynuna kalın bir atkı sarılıydı. Yün kulaklıkları kulağının üstünde duruyordu ve uzun siyah saçları, kasvetli gözleri vardı.
Verlaine’i laboratuvardan kurtaran ve ihanet ettiği ortağıydı.
Kızıl küplerden oluşan alt uzay Rimbaud’un yeteneğinin kullanıldığının kanıtıydı. Alt uzayın içinde Rimbaud pek çok materyali istediği gibi kontrol edebilirdi.
"Paul, gizli istihbarat birimi sana ne öğretmişti?" dedi Rimbaud şok içerisinde. "Duygularını bir kenara bırakırsan görevini tamamlayabileceğini söylememiş miydim? Görevin neydi ve duyguların nelerdi? Nefretini insanlara kusmak mıydı yoksa kardeşini almak mı? Daha görevinin ne olduğu belli değilken düşünmeden hareket ettin. Şimdi ne olduğuna bir bak. Guivre’yi nasıl durduracağını söylemeseydin bu kadar çok nefret ettiğin insanlar tarafından öldürülebilirdin."
"Ah, şimdi anladım... sen Rimbaud’un halüsinasyonusun." dedi Verlaine, kendisiyle dalga geçer gibi bir sesle. "Şinigami’nin bana ölümün eşiğindeyken günahlarımı gösterdiği bir halüsinasyonsun. Yoksa bir yıl önce ölen Rimbaud benim karşıma çıkmazdı."
"Ne halüsinasyon ne de Şinigami’yim. Ben hayaletim." Rimbaud başını salladı. "Bu ülkede seni bekliyordum."
Verlaine gerçek benliğinin gerçekten de orada olup olmadığını anlamaya çalışıyormuş gibi Rimbaud’a sessizce baktı.
"Hayır, hayalet olamazsın." Verlaine kafasını salladı. "Bilime aykırı olduğu için değil, halüsinasyon değil de gerçekten hayalet olsaydın beni böyle kurtarmaya çalışmayacağın için. Kesin bana küfredip saydırırdın."
"Neden?"
"Çünkü sana ihanet edip seni öldürmeye çalıştım." dedi Verlaine, gecede yankılanan soğuk bir sesle.
Rimbaud cevap vermedi. Düşmüş Verlaine’e sakince baktı.
"Gözlerindeki o bakış ne öyle? Öfkelen, üzül, yumruklayıp tekmele ve gırtlağıma yapışmaya çalışsana Rimbaud!" Verlaine yatmaya devam ederken bağırdı. "Seni sırtından bıçakladım! Patlama benim yüzümden oldu ve bu yüzden tüm anılarını kaybettin! Bu yüzden kim olduğunu dahi bilmeden memleketinden uzak topraklarda öldün! Madem gerçekten hayaletsin, dirilmenin nedenlerinden biri bana duyduğun, iliklerine kadar işlemiş öfke değil mi Rimbaud?!"
"Tam tersi." Rimbaud kafasını salladı. "Senden özür dilemek için... seni bekledim."
"Özür mü? Neden?" Verlaine kaşlarını çattı, yüzündeki, ifade kafasının karıştığının kanıtıydı.
"Sana yardım etmek istemiştim ve ettiğimi de sanıyordum." Rimbaud uzanıp elini Verlaine’in göğsüne doğru uzattı. "Fakat sana verdiğim tek şey anladığını düşünen bir adamın sempatisi oldu... kuru bir özür dilemem yetmez. Kendimi sana nasıl affettirebileceğimi uzun zamandır düşünüyordum. Ve ölümün kıyısındayken cevap aklıma geldi."
Rimbaud’un avucunun altında kübik alt uzay büyümeye başladı. Başlangıçta küp, yalnızca Verlaine’in kalbini kaplamaya yetecek kadarken Verlaine’in tüm bedenini sonra Verlaine ile Rimbaud’u içine alana kadar büyümeye devam etti. Bu, Rimbaud’un alt uzay yeteneğiydi. Alt uzayda Rimbaud, ölüyü diriltmek hariç her şeyi yapabilirdi.
Ancak bu istisna, gerçekleşmek üzereydi.
Verlaine parmaklarını kolayca hareket ettirip bükebildiğini fark etti. İllüzyon görmüyordu. Gözlerini çevirdi, puslu görüşü yeniden netleşmişti.
"Bu..."
Verlaine kolunu kaldırıp bedenini eğdi, sonra oturdu. Avuçlarına, ellerinin arkasına baktı; ellerini sıkıca sıktı ve yeniden açtı. Kan damarlarına akın etti, parmaklarını ısıttı ve yeniden hissiyatını kazandırdı.
Verlaine yanındaki Rimbaud’a bakıp neler olduğunu sormayı denedi.
Rimbaud yanında değildi.
Verlaine’in hemen yanına düşmüştü.
"Nedir bu?" Verlaine hayretle sordu. "Ah, yeteneğini... kendin üzerinde mi kullandın?"
"Hayatımda yalnızca bir kez kullanabileceğim bir yöntem." dedi Rimbaud soluk bir gülüşle. "Ama işe yaradı."
İnsanları kendi yeteneğine dönüştürme gücü...
Arthur Rimbaud’un yeteneği buydu.
Ölü insanları, kızıl alt uzayda istediği gibi kullanmasına imkan veren bir yetenek formuna dönüştürebilirdi. Yeteneğine dönüşenler fiziksel becerilerini ve anılarını ve hatta kendi yeteneklerini bile koruyabilirdi. Sapkınlıkların en sapkını, Avrupa’nın en iyi ajanına yakışır bir güçtü.
Ve Rimbaud bu gücü kendisinde kullanmıştı.
"Endişelenmene gerek yok, zaten ölüyüm." Dedi Rimbaud zayıf bir sesle. "Geriye tek anılar kalmıştı. Ama buna rağmen hafiflemiş hissediyorum. Bunu sana bırakabilirim."
Rimbaud’un bedeni kırmızı parıldamaya başladı. Verlaine bedeninin yandığını fark etti.
Kızıla kayıyordu. (2)
"Bekle." Neler olduğunu anlayan Verlaine ellerini düşen Rimbaud’a doğru uzattı. "Bekle, Rimbaud, gitme."
"Sana verdiğim doğum günü hediyesini beğenmemiştin." Rimbaud özür diler gibi güldü. "Bu yüzden bu ikinci hediyeyi al. Mutlu yıllar. İyi ki doğdun."
Kübik alt uzay aniden çöktü ve Verlaine’in kalbine gömüldü.
Geriye enkazlar, Verliane ve soğuk gece rüzgarı kalmıştı.
Öylece bakakalan Verlaine iki, üç adım atıp çevresine baktı ve moloz yığınlarına geri çöktü.
"Ha...hahaha..." Verlaine başını dayadı, ağzından kuru kahkahalar çıktı. "Hey Rimbaud, bir yıl boyunca sırf bunun için mi bekledin? Sadece bunun için mi..."
Verlaine yaptıklarını anlıyordu. Kendisini kurtarmak için Rimbaud paradoksal tekilliliğe dönüşmüştü. Ve artık kendi yeteneğinin bir parçası olan Rimbaud yeteneğini tekrar kendisi üzerinde kullanıp tekillilik yaşam formuna dönüşmüştü. Sonra yeteneğini tekillilik üzerinde kullanmıştı. Bu sonsuz döngü paradoksal bir tekillilik yaratmıştı ve bu tekillilik, şeytani canavar Guivre yerine Verlaine’e verilmişti.
Verlaine ayağa kalkmaya çalıştı ama kolları gücünü yitirip yeniden molozlara yığıldı.
Gücü zayıftı. Normal paradoksal tekilliliğin enerjisinin aksine Rimbaud’un tekilliğinin sonsuz enerji çıkışı yoktu. Artık önceden yaptığı gibi yerçekimi gücünü tükenmeden kullanamazdı.
Ama Verlaine bunun üzücü olduğunu düşünmedi.
Bugün üzülecek daha büyük kayıpları vardı.
"Neden, Rimbaud?" Verlaine gökyüzüne baktı. "Neden son anına kadar gülümsedin? Sana ihanet etmiştim. Ve ihanetim yüzünden öldün."
Cevabı biliyordu, sadece anlamak istemiyordu.
Rimbaud, kendisini Faunus’tan kurtaran ve yaşama özgürlüğü veren adam... Rimbaud, ajan olmak için kendisini eğiten ve beraber tehlikeli görevlere çıktığı adam...
Rimbaud, kendisine doğum günü hediyesi olarak çekinerek bir şapka veren adam...
"Neden gülümsedin?" dedi Verlaine titreyen sesiyle. "Madem yeteneğine dönüştün, o zaman artık insan değildin. Anıları ve kişiliği olan somut bir bilgi parçasıydın sadece. Bu kadarını bilmen gerekirdi. O zaman neden... beni bekledin? Neden gelip gelmeyeceğimi bile bilmeden..."
Verlaine sonunda anladı.
O sırada, neden Chuuya’ya Guivre’yi nasıl yeneceğini anlatmıştı?
İnsanlardan nefret ediyordu. Hepsi ölüp gitse ne güzel olurdu. Buna rağmen Chuuya’ya Guivre’yi yok etmenin yolunu anlattı çünkü herkesin eşit bir biçimde ölmesi gerektiğini düşünmüyordu.
İstisna olan tek bir kişi vardı.
İnsanlığını kabul eden tek bir kişi...
"Özür dilerim Rimbaud." Verlaine sıktığı dişlerin ardından fısıldadı. "Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim, doğum günü hediyeni kabul etmediğim için özür dilerim. Artık ancak burada olmadığın zaman... üzülmeye başlıyorum."
Yüzü gökyüzüne dönük, gözleri kapalı ve konuşurken sesi titrerken Verlaine sessizliğe gömüldü.
Uzun, upuzun bir zaman boyunca yerinde kaldı; öylece gece göğüne baktı.
[img]https://img.wattpad.com/e4455b9966200ff868e3a69bd25e4616a9539d36/68747470733a2f2f73332e616d617a6f6e6177732e636f6d2f776174747061642d6d656469612d736572766963652f53746f7279496d6167652f74367a52585062615877526a62773d3d2d313431313336333534392e3137613733653630383731346663323236373139303637383232342e6a7067?s=fit&w=1280&h=1280[/img]

...

Yokohama.
Liman Mafyası.
Geceler, gündüzler gibi birbiri ardına gelir geçer. Ve o gece geldiğinde Liman Mafyasının Yokohama göğünü süsleyen yıldızlar kadar çok gözleri vardır.
Suikastçı Kral davasında açılan yaralar daha kabuk bağlamamıştı. Silahlar, çalışanlar ve pek çok saldırı yeteneğine sahip yetenek kullanıcıları kaybedilmişti. Ayrıca hükümet yetkililerinin dikkatlerini de çekmişlerdi. İşte bu yüzden şimdilik kendilerini küçük ve sağlam tutmalı, etkinliklerini gözlerden uzakta saklamaları ve güçlerini korumaları gerekiyordu.
Ama tüm bunlara değerdi. Bir süre sonra Ejderha Başı Çatışması (3) yaşandı. Yokohama’nın yer altı topluluklarının en berbat 88 günü, her bir organizasyondan akan kanların oluşturduğu bir kan gölüydü. Liman Mafyası aktivitelerini yalnızca güvenilir olanlarla sınırlayarak Ejderha Başı Çatışmasının ilk aşamalarından nispeten zarar görmeden kaçabildi. Çatışmanın sonlarına doğru, orman yangınından sonra sağ çıkmış genç bir fidanın zar zor gün ışığı alarak süratle büyümesi gibi, hızlı bir şekilde güç topladılar ve yer altı dünyası kaos içindeyken organizasyonlar arasında etkilerini arttırdılar.
Ve Ejderha Başı Çatışmasından sonra mafya değişti ve yine büyüdü. "Soukoku" doğdu, Dazai yöneticiliğe terfi etti, Gülen Limon davası, Mimik olayı, bu olay yüzünden Dazai’nin Mafyadan ayrılması ve daha pek çok olay... 6 yıl sonra yetenekli organizasyon, Silahlı Dedektiflik Ajansıyla olan çatışmaları...
Zaman herkese eşit davranıyordu.
Verlaine ölmedi. Rimbaud bedenine hayat vermişti ve Liman Mafyasının sığınağında kendi rızasıyla hapis tutuluyordu. Dış dünyada Verlaine için yer kalmamıştı. Yerçekimi güçlerinin yarısından fazlasını kaybetmişti ve Avrupa’nın uzun, geniş ellerinden kaçabileceği tek yer o yer altı sığınağıydı.
Ayrıca dış dünyaya ilgisi de yoktu. Rimbaud dışında, öldürmek istediği insan ya da buluşmak istediği birisi yoktu.
Ve Rimbaud artık bu dünyada değildi.
Başta tek arkadaşları olan kitaplarla ve şiirlerle vakit geçirdi. Sonra bunlardan sıkılınca Rimbaud’un yaptığı şeyi yaptı, bir sonraki nesli eğitti.
Gin, Izumi Kyouka ve daha pek çoğu dahil, mafya elitlerine yer altı eğitim salonlarında bilgisini ve yeteneklerini aktardı. Kendisinden eğitim alan tüm mafya tetikçileri kısa zamanda birinci sınıf suikastçı oldular.
Verlaine artık niyetlerini kimseye açıklamadı. Patronu veya öğrencileri dahil kimse köşesine çekildiği bu rahatsız hayatı neden yaşamaya devam ettiğini bilmiyordu.
Öğrencilerini eğitmediği zamanlarda visterya sandalyesine oturur, beklerdi. Neyi beklediğini ise kimse söyleyemezdi. Birisi sorduğunda "Fırtınayı." diye cevap verirdi ve kimse ne demek istediğini anlamazdı.
6 yıl sonra Verlaine mafyadaki temel figürlerden, beş yöneticiden birisi arasına zorla terfi ettirildi. Şimdi bile hala visterya sandalyesinde sessizce oturup sabırla fırtınayı beklerdi.

...

Shirase Londra’ya taşındı. Birkaç yıl sefalet içinde yaşadıktan sonra "Sokak Koyunları" adında yetenek kullanıcılarından oluşan bir organizasyon yaratma fırsatını yakaladı ve liderleri oldu. İngiltere’nin yetenekli topluluğunun sertliği yüzünden Yokohama’ya geri dönmeyi ne kadar çok istediği hakkında sürekli şikayet ederdi ama şimdilik kader, Avrupa’nın dışına çıkmasına izin vermeyecekti.
Pianoman, Albatross, Doc, Iceman ve Lippman dağlarda temiz bir mezarlığa gömüldüler. Şimdi bile anıtlarına sunulan çiçekler bulunabilirdi. Fakat hepsi, Liman Mafyası adındaki illegal organizasyonun neden olduğu ölümlerin ve şiddetin kurbanlarının uzun listesinde tek bir satırdılar. Eninde sonunda tarihteki diğer büyük adlarla beraber kayboldular, toprağa gömüldüler ve unutuldular.
Adam, gayretle zor davaları soruşturmaya başladı ve pek çok başarıya imza attı. 6 yıl geçmesine rağmen yalnızca makinelerden oluşan dedektiflik ajansı kurma hayali fark edilmedi –Bu fikri duyan herkesin içinde "kötü bir his" oluşuyordu- fakat başarıları göz ardı edilemezdi bu yüzden ikinci otonom, yüksek hızlı bilgisayar android, Eve Frankenstein ismindeki kadın bir yapay zeka yapıldı.
Eve’nin hiddetli bir kişiliği vardı ve Adam tamamen parmağında oynasa da ikisi bugün bile hala davaları çözmeye devam etti.
Ve Chuuya-

...

Chuuya’nın motoru küçük binalar arasında ilerlemeye devam etti.
San bölgesinin batı sokaklarında sürüyordu. Ufak, ahşap binalar yan yana dizilmişti ve Liman Mafyasının kan kokusu, uzaktaki bir manzara gibi, duyulabiliyordu.
İnsanlar miskince caddede yürüyor ve binaların diğer tarafındaki onsenin (4) beyaz buharı görülebiliyordu.
Chuuya siyah bir arabanın yanında durmadan önce asfalt yolda sürdü. Aracın penceresi indi ve içindeki kişi konuştu.
"Bugün iyi iş çıkardınız, Chuuya-san." Arabadaki iki insandan biri olan şoför koltuğundaki kadın konuştu. Bal rengi saçları olan bir mafya üyesiydi. "Hedef şu ana kadar kıpırdamadı."
"Anladım." Chuuya gözlerini arabanın baktığı yöne çevirdi. Mahallede sessiz sakin dikilen batı tarzı bir Heike(5) eviydi.
Özellikle göze çarpmıyordu. Üzerinde Klinik yazan eski bir tabelası vardı, geniş ve sessizdi. İçeriye girip çıkan hastalar yoktu.
"Chuuya-san." Araçtaki diğer kişi konuştu. Siyah saçı, siyah ceketi ve keskin gözleri vardı. "Patron bizi bu gizli gözetleme görevine atadı. Düşmanımız gerçekten bu kadar tehlikeli mi?"
"Cevabı zaten biliyorsun, değil mi?" dedi motorda oturan Chuuya. "Çok gizli."
Sert bakışlı adam gözlerini kapayıp başıyla hafifçe onayladı. "Sorum hadsizceydi."
"Bundan sonrasını ben devralıyorum. Geri dönmekte serbestsiniz."dedi Chuuya. "Ben yokken sıkı çalıştınız, teşekkürler."
"Benim için bir zevkti." Siyah ceketli adam ifadesiz yüzünü koruyarak başını eğdi, "Gidelim, Higuchi."
"E-evet efendim!"
Emri alan kadın gergin bir şekilde arabayı çalıştırdı, çevirdi ve yoldan kayboldu. Chuuya sessizce gözetlenen hedefi, evi izlemeye devam etti.
"Suikastçı Kral Vakası"ndan sonra Chuuya’nın itibarı organizasyonda patlamıştı. Mafyayı tek vuruşuyla yok edebilecek şeytani canavar Guivre’yi tek başına yenmişti. Adını bilmeyen kimse kalmamıştı ve astlarının sayısı göz ardı edilemeyecek kadar kalabalıktı.
Ama Chuuya astlarıyla ya da samimi iş arkadaşlarıyla geçmişini veya gerçek benliğini konuşmazdı.
Dazai dediklerinde haklıydı. Chuuya’nın insan mı yoksa içine işlenmiş bilgi işletim sistemi mi olduğunu kesin olarak anlamanın bir yolu yoktu. Yapay yetenekli yaşam formları orijinal bedendeki hücrelerin tekillik yaşam formuna –Chuuya’nın durumda Arahabaki’ye- aktarılmasıyla yapılıyordu. Bu yüzden tıbbi muayeneyle farkı anlamak imkansızdı çünkü fiziksel olarak ikisi de aynı insanlardı. Japonya’nın en iyi doktorları ya da biyoteknologları Chuuya’yı muayene etse bile gerçekten insan kişiliğine sahip yapay yaşam formu olup olmadığını söyleyemezlerdi.
Ama bu, Chuuya’yı rahatsız etmiyordu.
İçindeki bilgisayar dizisini yeniden başlatmaya karar veren kendisiydi. Bu seçimi yaptığı ana geri dönebilseydi şüphesiz yine aynı kararı verirdi. En azından Chuuya böyle düşünüyordu. Bu beden ona aitti. Zihni ve eti ayrılmaz bir bütündü. Saçları, tırnakları, hatta vücudundaki ufak tefek yaralar bile...
Chuuya deri motorcu eldivenlerini çıkarıp ellerine baktı.
Bu el bana ait. Parmak izleri, deri, mavi kan damarları, avucumdaki silik kırışıklıklar ve izler... bileğimin altındaki küçük yara izi bile benim.
Yara izi, koyu renkli bir bıçak yarasından kalmıştı. Pek çok savaşta savaştığında vücudu buna benzer yaralarla doluydu.
Chuuya yara izine daha sert baktı. İzi ne zaman aldığını hatırlamıyordu. Chuuya yerçekimi gücüne sahip olduğundan ve genelde saldırıları vurulmadan durdurduğundan böyle küçük yara izleri nadirdi. Bedenindeki çoğu yara izi kendisini öldürmeyi hedefleyen güçlü yeteneklerden ve sürpriz saldırılardan kaynaklanıyordu. Örneğin sırtındaki yara, Shirase’nin bıçağından hatıra kalmıştı.
Yara izlerinin gerçek benliğini gösteren bir simge olduğunu hissediyordu.
Chuuya aniden irkildi ve yukarı baktı.
Hedefteki evde bir hareketlilik vardı. İçeriden birisi çıkmıştı.
Çıkan kişi bahçe ağacının altındaydı. Gözlük takan, beyaz labarotuvar önlüğü giyen, kambur, orta yaşlı bir adamdı. Sıradan bir pratisyen doktora benziyordu.
Ardından geleneksel kıyafetler giymiş bir kadın geldi. Pratisyenle neredeyse aynı yaştaydı ve ahşap bankta yan yana oturmadan önce ağaçta adamın yanına ilerledi.
Mafyanın yıllardır takip ettiği hedeflerdi. Karşı taraf fark etmeden hedeflerine odaklanmak için aylarını harcamışlardı.
Chuuya buraya gelmeden önce, patron kişisel olarak hedeflerini açıklamıştı.
Hedefleri, karısıyla beraber birkaç yıl kırsalda yaşamış pratisyen bir hekimdi. Ancak doktor göründüğü gibi sıradan bir hekim değildi. Eski bir askerdi ve şu andan belediye meclisinde bir koltuğu vardı. Yani dikkatsiz birisi sayılmazdı. Karısı, samuray soyundan geliyordu ve üst sınıfın tüm etik ve görgü kurallarında ustalaşmıştı.
Çocukları yoktu. Zamanında bir tane varmış ama ölmüş.
Savaşa sürüklendiklerinden, kayıtlara böyle geçmiş.
Ele avuca sığmayan oğulları, ortaokulundan mezun olan kendisinden dört yaş büyük bir çocuğu ağız dalaşındayken dövmüş. Kavganın nedeni, küçük çocuğun ebeveynlerine hakaret edilmesiymiş. Elinde silah olarak kalemi olmasına rağmen küçük çocuk geri durmamış. Kalem kendisine saplanırken bile küçük çocuk kaçınmadan yumruklamaya devam etmiş.
Mori hikayeyi anlatmaya devam etti. Kurşun kalem ucu, yani karbon, tepkimeye girmekten kaçınır ve insan bedenine girdiğinde bile formu değişmesi zordur. Bu yüzden kalem ucu saplandığında ve insan bedeninde kırıldığında, karbon uzun bir zaman boyunca vücutta değişmeden kalır.
Kalemin saplandığı yer çocuğun sağ bileğiymiş.
Chuuya’nın kararmış yara izinin bulunduğu yerle tıpatıp aynı, sağ bileğinin altıydı.
Chuuya evli çifte baktı. Adam, furoshikiye(5) sarılı cennet hurmalarından birisini çıkardı. Yarısını karısına verdi ve sanki eski dostlarmış gibi yemeye başladılar. Kadın bir su şişesi çıkarıp kocası kendisine bir şeyler söylerken fincana çay dökmeye başladı. Kocası güldü. Chuuya ne dediklerini duyamadı.
Chuuya patronun açıklamasını hatırladı. Yapay yetenekli yaşam formu asıl bedenin hücrelerinden yaratılmıştı ve ne olursa olsun ikisini tıbben ayırt etmek imkansızdı.
Ama elbette, iki yaşam formunun yürüdüğü yollar farklıydı ve işte bu yüzden bedenlerine kazınmış tecrübesel farklar ister istemez şekil almıştı. Yara izleri gibi... orijinal beden erken çocukluk dönemine ait yaralara tekillik yeteneğinden önce sahipti. Ve yapay yaşam formu sonrasında yaratıldığından çocukluk döneminden kalan yara izleri olmamalıydı.
Chuuya ellerini ceplerine koyup sırtını motoruna dayadı ve gözlerini odaklamadan evli çifte baktı. Karşı yolun diğer tarafından aralarına arabalar gelip geçiyordu.
Kaç dakika öylece izlediğini merak etti.
İkisi cennet hurmasını yemeyi sonunda bitirdikten sonra kliniğe geri döndüler ve Chuuya sanki beklediği işaret gelmiş gibi sırtını döndü. Motoruna bindi ve telefonda birisini aradı.
"Patron, teyit etmeyi bitirdim. Geri dönüyorum." dedi Chuuya, kulağına dayadığı hoparlöre.
"Onlarla buluşmak istemediğine emin misin?" telefonda Mori’nin hayal kırıklığına uğramış sesini duyabiliyordu. "Yöneticiliğe terfiliğini kutlamak için onları bulalım diye o kadar zahmete girmiştik."
"Benim ailem Liman Mafyası." dedi Chuuya, yüzündeki ifade değişmeden. Sonra motosikletin motorunu çalıştırdı.
Kuru bir rüzgar Chuuya’nın yanaklarını okşayıp uzaktaki göğe doğru esti. Chuuya rüzgarı izlemek için döndü, sonra gözlerini gökyüzüne çevirdi. Bu gökyüzünde bir şeyleri arıyormuş gibi dikkatle baktı. Bu gök altında olan ve olacak şeyleri...
Chuuya baktığı gökte bir şeyi gördü ve gözlerini farkındalıkla büyüttü. Dikkatini yeniden telefona çevirip konuştu, "Patron... teşekkür ederim."
Telefonun diğer tarafında Mori’nin gülümsediğinden emindi.
Chuuya telefonu kapattı, kaskı kafasına taktı ve motoru hızlandırıp sokağın sonuna doğru sürdü.
Yalnızca ileriye baktı ve hiç geriye dönmedi.
Motor berrak gökyüzüne doğru ilerledi, gittikçe küçüldü ve sonunda gözden kayboldu.





(1)Japon ve uzak doğu geleneklerine göre mezarlarda ölen kişinin ardından tütsü yakılır ve hediyeler sunulur.
(1) ve kırmızıya kayma diye tanımlanan fenomen, bir cisimden yayılan ışımanın artmasıdır.
(2)Bahsedilen Ejderha Başı Çatışması, Dead Apple’da bahsi geçen çatışmaydı.
(3) Onsen, Japon geleneklerine göre yararlanılan bir çeşit kaplıcadır.
(4)Heike, geleneksel Japon evi çeşitlerinden biri
(5) Furoshiki (風呂敷); kıyafet, hediye ve benzeri eşyaların taşınmasında kullanılan geleneksel Japon paketleme kumaşlarıdır.


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


8   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   10 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.