Işık beni korkutuyordu. Dışarıdan süzülen o ışıkla birlikte, pek çok korkunç şey de içeri sızıyordu. Ama acıktığımda, gelmesini diliyordum. “Acıktım.” “…Ben de.” “Acaba akşam yemeği ne zaman gelecek?” “Gece olmadan gelmez.” “…Ama biz hep buradaysak, gecenin ne zaman geldiğini anlayamayız ki.” “…Keşke çabucak gelse.” O andan sonra, kelimeler tükendi. Yerini, homurdanarak isyan eden mideler aldı. İkimiz de gözlerimizi karanlığa dikmiş, boş boş baktık.
Ta ki o ışık, karanlığın içinden sızıp soğuk parmaklarıyla üzerimizde gezinene dek.
“Şöyle yaz gitsin işte: Müdürün adı Fujiwara Mototsune, öğrenci konseyi başkanı Sugawara Michizane, 11. sınıfların danışman öğretmeni de Tachibana Hiromi. Öylesine bir şeyler yani,” dedim. “Ve bu herhangi bir şekilde kimin ilgisini çekecekmiş, ha?” diye homurdandı Kaneko, önerimi yüksek sesli bir iç çekişle çöpe atarak. Ben de iç geçirmek istedim. Bütün gün kafa patlatsam bile, sorusuna doyurucu bir cevap bulabileceğimden şüpheliydim. Kaneko, gelecek yıl okula başlayacak birinci sınıflara dağıtılacak tanıtım broşürlerinden sorumlu sınıf temsilcisiydi. Sınıf içinde dolaşıp, broşüre eklenecek “okulumuzun güzel yanları” hakkında fikir topluyordu. Ben de, sınıf kapısının orada yakalandığım için şimdiki kurbanıydım. Sorun şu ki, ne okulda ne de yaşadığımız kasabada övgüye değer tek bir şey bile yoktu. Belki de okul kadrosundaki kişilerin isimleri, bu okulda garip olan tek unsurdu—öyle tuhaflardı ki, sanki aileleri onları özellikle dalga geçmek için bu şekilde adlandırmış gibiydi. Elimden gelen en iyi öneri buydu. “Ne bileyim… belki geçen gün bir öğrencinin doğranarak öldürüldüğünü falan da eklersin?” dedim ardından. “Onu yazamam,” dedi Kaneko, yüzünde ekşi bir ifadeyle. Belki de böyle bir şey önermek bile yersizdi. “O zaman direkt ‘Okulumuz özgür ve açık bir atmosfer sunar’ falan yaz işte,” diye bitirdim sözümü. Bu da özgünlükten ve derinlikten yoksun, ikinci sınıf bir katkıydı. Kaneko yüzünü buruşturdu, o fikri milyon kez duymuş birinin suskun şikâyetiyle gülümsedi ve iç çekti. “Zaten bu işi yapmak gibi bir niyetim yoktu, biliyor musun? Kulüp faaliyetlerine yetişmem lazım aslında.”
“Kulüp mü? Bu sıralar ne kadar tehlikeli olduğu düşünülürse, tüm kulüp faaliyetleri askıya alınmadı mı?”
“Bizim kulüp için geçerli değil o yasak; hele ki turnuva bu kadar yaklaşmışken. Kulüp kaptanımızın antrenmanları durdurmasına imkân yok. Geceleri idman yapıyoruz, ta gece yarısına kadar. Ama gayriresmî olarak, tabii ki.” Kaneko, gece geç saatlere kadar uyanık kalmakla övünen bir ilkokul çocuğu gibi konuşurken, arkasında bir kız belirdi — sınıf arkadaşımız Misono Mayu. Kaneko’nun girişteki engelini umursamadan omuzuyla onu iterek koridora çıktı. “Hey, bekle!” diye seslendi Kaneko. Misono-san durdu ve genelde sergilediği soğukkanlı ve mesafeli havaya tamamen zıt biçimde, onu buz gibi bir bakışla süzdü. “Ne?” “Şey… Umm…” Misono-san’ın sert ve baskın tavrından afallayan Kaneko, zorlama bir sırıtışla yüzünü kaçırdı. Ardından yardım ister gibi bana baktı ama görmezden geldim. Gözüm hâlâ Misono-san’ın üzerindeydi. “Ne var?” diye yineledi. Bu kez yüzü, belirgin bir hoşnutsuzlukla buruşmuştu. Misono Mayu oldukça hoş bir kızdı. Yok, dürüst olmak gerekirse güzeldi; hatta, dur düzeltmem gerek — gerçekten göz kamaştırıcıydı. En azından benim gözümde. Kısacası… etkileyiciydi. Tam puan. Saçlarının arasındaki kahverengi ışıltılar, eskiden saçını boyadığını ama sonra sıkılıp doğal siyaha geri döndüğünü belli ediyordu. Ceketinin altından sarkan gömleğinin uzun kolları, Ekim ayının bunaltıcı nemine inat, sanki bilerek yanlış seçilmişti.
“Üzgünüm, planım var,” dedi, kısa ve soğuk bir ifadeyle.
Misono-san, sınıf arkadaşlarıyla konuşurken her zaman gereğinden fazla kibar davranırdı—öyle bir mesafeyle ki, bu kibarlık aslında insanları kendisinden uzaklaştırıyordu. Bana kalırsa, bu onun başkalarına karşı duyduğu temkinliliğin bir yansımasıydı. Misono-san bana, ürkek ve küçük bir hayvanı andırıyordu. “Yolunu kestik, kusura bakma. Eğer acelem var diyorsan hiç sorun değil,” dedim Kaneko’nun yerine. “Anladım,” diye mırıldandı ve doğrudan merdivenlere yöneldi—hızlı ama kararsız adımlarla. Onun uzaklaşan siluetini izleyen Kaneko, omuzlarını gevşetip derin bir nefes verdi. “Misono hep bu kadar korkutucu muydu?” diye homurdandı. “Bilmiyorum… Belki de Setsubun[1]’da oni (iblis) rolünü oynamaya hazırlanıyordur,” dedim saçma bir espriyle. Ama şunu da söyleyeyim, gerçek nedeni neredeyse %100 biliyordum. Kaneko başını yana eğerek kafa karışıklığını belli etti; aslında bir süredir o hâlde dolanıp duruyordu. “Bir de son zamanlarda hep erkenden çıkıp gidiyor…” diyerek şüphe dolu bir bakışla sınıfa döndü. Ben de onun hareketini takip ederek göz ucuyla sınıfa şöyle bir baktım. Kitaplarını çantasına sıkıştıranlarla arkadaşlarıyla ayakta sohbet edenler arasında hâlâ oldukça kalabalıktı içerisi. Bu açıdan bakınca—özellikle de Misono-san’ın sırasının kapıya en uzak köşede olduğunu düşünürsek—gerçekten de erkenden çıktığını söylemek yerinde olurdu. “Planı olan biri için gayet normal bir şey bence,” dedim omuz silkerek. “Her gün mü?”
“Elbette. Belki de annesi hastanededir falan.”
Hadi oradan. “Zaten sorsan da, büyük ihtimalle sıradan bir cevap alırsın,” dedim. Kaneko, merak anı çoktan geçmiş gibi alnını kaşıdı ve sonunda boynunu dikleştirdi. “Evet ya, haklısın. Ama şunu da söylemeliyim ki, şu meşhur ‘özgür ve açık okul atmosferi’ denen şey… hani Misono’ya bakınca pek de inandırıcı gelmiyor.” “Doğru diyorsun,” dedim yarım ağızla. Gerçekteyse, bu pek de doğru değildi. Ama bu tür yorumlara karşı çıkmak fazlasıyla kolay olmasına rağmen, ona katılmanın sohbeti hızlıca bitirmenin en kestirme yolu olduğuna karar vermiştim. “Neyse, ben de artık çıkayım.” “Tamamdır, yarın görüşürüz.” Birbirimize tembelce el salladık ve ben, öğleden kalma ılık güneş ışığının içeri sızdırdığı boğucu havayla dolu koridora doğru yöneldim. Sessizliğe gömülmüş o koridorda hızlı adımlarla yürürken, zaman zaman yan sınıfa göz ucuyla bakıp basamakları ikişer ikişer atlayarak merdivenlerden indim. Bina çıkışında, Misono-san’ın ayakkabılarını beceriksizce değiştirdiğini gördüm. O okul kapısından çıkarken içimden ona kadar saydım, ardından mesafemi koruyarak peşinden yürüdüm.
Bu öğleden sonra için planım basitti: küçük bir dedektiflik oyunu oynamak.
Son zamanlarda, cazibe kırıntısı bile taşımayan bu kasaba, ulusal televizyonlarda birkaç kez anılma “şerefine” nail olmuştu—ve bu da haliyle dikkat çekmesine neden olmuştu. En çok da polisin dikkatini. Tüm bunların sebebi, yakın geçmişte yaşanan iki önemli olaydı. Gerçi “iki” diyorum ama, büyük ihtimalle bu olayların failinin aynı kişi olduğu düşünülürse, ayrı vakalar mı yoksa tek bir zincirin parçaları mı oldukları kişisel yoruma kalmış diyebiliriz. Bahsettiğim olaylar, bir dizi cinayet vakası ve bir kayıp kişi olayıydı. Bu dehşet verici hadiseler, son birkaç aydır kasabanın üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü. Özellikle de seri cinayet vakası, kasabanın tarihinde görülmemiş türden bir sarsıntı yaratmıştı. Çünkü burada birinin öldürülmesi, neredeyse samurayların kılıçlarını kuşanarak sokaklarda dolaştığı dönemlere uzanacak kadar nadir bir şeydi. Gerçi bu biraz abartı olabilir. Ama kesin olan şu ki, sekiz yılda bir yaşanan bir şeydi.
Her şey, kırklı yaşlarında bir adamın, toplum merkezinin yanında ölü bulunmasıyla başladı. Cesedi tam anlamıyla paramparçaydı. Teknik olarak ölüm sebebi göğsünden koparılmış et parçasıydı, ama gerçekte, başka şekillerde de vahşice parçalanmıştı. Gözleri oyulmuştu, sol elinin parmakları kesilmişti, kulağının bir kısmı yarılmıştı. Görünen o ki, katilin “oyun” olarak gördüğü bir yöntem vardı ve toplum doğal olarak failin ruh hâlini tartışmaya başladı. Sonraki kurban, henüz yedinci yaşına basmamış bir ilkokul çocuğuydu. Bu vakada, çocuğun yüzü öylesine çok bıçak darbesi almıştı ki, tanınamaz hâle gelmişti. O günden sonra ilkokul çocuklarının grupla okula gitmeleri ve gün ortasında derslerin bitirilmesi, bir tedbir olarak zorunlu hâle getirildi. Mahalle derneği ve polis, katilin yarattığı tehdidi azaltmak amacıyla düzenli devriyeler başlattı. Fakat tüm bu önlemlere rağmen, bırakın failin yakalanmasını, kimliğini ortaya çıkarma konusunda bile en ufak bir ilerleme kaydedilememişti.
Yakın zamanda gerçekleşen diğer olay ise, iki kardeşin ortadan kaybolmasıydı. Dördüncü sınıfa giden bir erkek çocuk ile ikinci sınıftaki kız kardeşi, bir gün güneş batarken kaybolmuştu. Son zamanlarda havanın kararmasından sonra dışarıda dolaşmama konusunda sık sık uyarılar yapılmasına rağmen, bu vakada bu uyarıların pek de işe yaramadığı anlaşılıyordu. Ancak, önceki vakalardaki kurbanlardan farklı olarak, bu iki çocuğun cesetleri asla bulunamamıştı. Bu sıra dışı durum, insanların bunun bir cinayet değil, bir kaçırılma vakası olduğu yönünde spekülasyonlar yapmasına neden olmuştu. Polis, iki olayla ilgili de herhangi bir somut iz ya da ipucu bulamadığı için, bu suçların gerçekten aynı kişi tarafından mı işlendiği konusunda net bir yargıya varamıyordu.
Bununla birlikte, geçenlerde okuduğum bir haftalık dergide, polisin sonunda bu olayları iki ayrı vaka olarak değerlendirme kararı aldığı yazıyordu. Bahsi geçen dergi, özellikle kardeşlerin kaybolduğu vakayı ön plana çıkararak, bunu geçmişteki başka bir olayla zorla ilişkilendirmeye çalışmıştı.
“……” Misono-san’ı takip etmeye başlamamın üzerinden yirmi dakika geçmişti. Ne yazık ki, bu hayatımda ilk kez birini gizlice izlemeye çalışışımdı. Açık konuşmak gerekirse, bu konuda tam bir amatördüm; daha önce birini gölge gibi izleme konusunda hiçbir tecrübem olmamıştı. Takip ederken ne kadar mesafe bırakmam gerektiğini bile kestiremiyordum. İçimden “Keşke bu konuyla ilgili bir kitap alıp okusaydım,” diye geçirirken, pişmanlık dolu bir iç çekiş eşlik etti bu düşünceme. Misono-san’ın bana olan uzaklığı o kadar fazlaydı ki, baktığımda silueti neredeyse bir sözlük büyüklüğündeydi. Ancak, dümdüz uzanan kırsal manzarada, göz alabildiğine sadece pirinç tarlaları yer aldığından, saklanacak tek bir yer bile yoktu. Arada bir dönüp arkasına bakma ihtimaline karşı bir su kanalına atlamaya cesaret edecek hâle gelmem gerekiyordu. Neyse ki, Misono-san yürürken arkasına dönüp bakmak gibi bir alışkanlığa sahip değildi. Eve doğru aceleyle yürürken başını hiç geriye çevirmiyordu. Ona göre hızlı sayılabilecek adımları, gerçekte oldukça dengesizdi. Ateşi olmamasına rağmen, yürürken sağa sola sallanıyordu.
Yol bir noktadan sonra asfalt bir patikaya dönüştü, ve çevremizden geçen evlerin sayısı da yavaş yavaş artmaya başladı. Bu yeni bölgeye adım atar atmaz, sanki bir başkasının hayatının sınır çizgisini geçmişim gibi bir his kapladı içimi.
İleride, Misono-san yanağındaki ve ensesindeki terleri sildi. Bu bunaltıcı havada, kısa kollu yazlık okul üniforması bile insanı serin tutmaya yetmezdi; belli ki sıcaktan kavruluyordu. Yine de adımlarını hiç yavaşlatmadı; kamburlaşmış hâliyle, öne eğilmiş biçimde yürümeye devam etti. Yol boyunca, köpeğini gezdiren yaşlı bir adam ona nazikçe selam verdi ama görünüşe bakılırsa, Misono-san’ın dar görüş alanı bu adamın varlığını hiç içine almadı. Gözünü bile kırpmadan yoluna devam etti. Adamın görmezden gelinmesine içim burkuldu. Yanından geçerken, hem onun için hem de kendim için iki küçük selam verdim başımla. Yaşlı adam kafasını hafifçe eğip bana şaşkın bir bakış attı, sonra da gözlerini köpeğine çevirdi — sanki cevapları orada bulabileceğini sanıyordu. “…Beklediğimden daha uzakmış,” diye mırıldandım kendi kendime. Geldiğimiz mesafe o kadar fazlaydı ki, bu yolu yürümek yerine bisikletle gitmek çok daha mantıklı olurdu. Ama onun bisiklet süremediğini biliyordum. Denge hissi neredeyse yok gibiydi; derinlik algısı da aynı derecede bozuktu. Bu yüzden merdivenleri çıkarken ya da inerken trabzanlara tutunmak zorundaydı. Voleybol oynarken topa neredeyse hiç dokunamazdı. Basketbolsa tam bir felaketti — pasları yüzüyle karşılardı, yaptığı atışlar potayı geçtim, çoğu zaman panoya bile değmezdi.
…Şunu da baştan belirteyim — onun hakkında bu kadar şeyi biliyor olmam kesinlikle bir tür takipçilikten kaynaklanmıyor. Elbette şu anda yaptığım şey, dışarıdan bakınca stalker’lık gibi görünebilir ama aslında bu tamamen farklı bir şeydir. Gerçekten.
Sonunda, nihayet konut bölgesine ulaştık. Bir zamanlar ülkenin büyük toprak sahipleri tarafından yüksek meblağlarla satın alınmış bu kırsal arazi, şimdi dört bir yanında “Satılık” tabelalarıyla bezeli hâlde duruyordu. Gerçi bu tabelalar yıllardır burada asılı; ama sayılarında en ufak bir azalma olduğunu hatırlamıyorum — tam anlamıyla bir fiyasko. Bu projeyi onaylamadan önce, o şirketin yöneticileri burada yaşamayı hayal edip edemeyeceklerini bir düşünmeliydi bence. Misono-san, terk edilmiş evlerin oluşturduğu kümeyi geride bırakıp, kavşağın öteki tarafında kalan süpermarkete yöneldi. Trafik lambası olmayan bu yoldan geçerken, sağ ayağını sol bacağına taktı ve sendeledi. Kendimi zor tuttum — yumruğumu sıkarak, onu tutmak için ileri atılma isteğimi bastırdım. O ise hiçbir şey olmamış gibi sendeleyerek yoluna devam etti, markete doğru yürüdü. Marketin dışında, çiçek ve sebze reyonlarının önünde birkaç müşteri vardı sadece — muhtemelen saatin geçliğindendi. Ben peşinden içeri girmek yerine, yakındaki bir otomatın önünde ne alsam diye düşünüyormuş gibi yaparak dışarıda beklemeye koyuldum. Otomatı az önce doldurmuş olan genç görevli, ben yaklaştıkça kenara çekildi.
“……”
Kayıp çocuklar—hem şu anki vakada hem de önceki olayda ortadan kaybolanlar—yakındaki bir ilkokulun öğrencileriydi. Sekiz yıl önce de benzer bir kayıp vakası yaşanmıştı. Otuzlu yaşlarında bir adam, ilkokul üçüncü sınıfa giden bir kız ve bir erkek çocuğunu kaçırmış; onları bir yılı aşkın bir süre boyunca evinde alıkoymuş, hem fiziksel hem de cinsel şiddete maruz bırakmıştı. O olay, sonunda adamın ölümüyle sona ermişti. Şimdi yaşanan yeni vaka, o eski olaya fazlasıyla benzediği için kasabada “yeni bir kaçırma adamı”nın ortaya çıktığı yönünde fısıltılar dolaşıyordu. Başka bir deyişle, bu sadece basit bir kayıp vakası olarak değil, doğrudan bir adam kaçırma olayı olarak görülüyordu. Ne var ki, bu söylentiler bana oldukça itici geliyordu. Failin doğrudan erkek olarak varsayılması başlı başına ayrımcılıktı. Mesela, eğer bu kaçırma olayının motivasyonu para ise, pekâlâ fail bir kadın da olabilirdi. Hatta eğer niyet işkence edip öldürmekse bile, bunu gerçekleştirenin kadın olması ihtimali dışlanamaz. Bu tür önyargılar kadınlara saygısızlık anlamına gelir. Sözde toplumsal cinsiyet eşitliği dedikleri şey bu işte. Misono-san’ı beklerken, otomatlardan aldığım soğuk çayı yudumladım ve toplumun karşı karşıya olduğu türlü meseleleri düşündüm.
“……”
Toplumda şöyle eğri büğrü yorumlar yapılır: Stereotiplere göre, yalnızca kadınlar alışverişte saçma sapan uzun vakitler harcar; dolayısıyla bir erkeğin aynı şekilde zaman harcaması, onu “kadınsı” yaparmış. Ne var ki, bu bekleyişi bizzat yaşadığınız anda… bu tür görüşler bir anda daha anlamlı gelmeye başlıyor.
“……Nerede kaldı bu kız?”
Yedinci şişe çayımı da kafama diktikten sonra, boş şişeyi çöp kutusuna attım. Artık midem fena hâlde bulanıyordu. Alnım, bir keresinde havuzda boğulma tehlikesi geçirdiğimde olduğu gibi zonkluyordu. Son kırk dakikadır otomatın etrafında volta atıyor, litrelerce çayı mideye indiriyordum. Otomatı dolduran genç adam güzergâhı gereği yeniden uğradı ve beni görünce kısa süreliğine dondu kaldı — manzara değişmemişti ve dürüst olmak gerekirse epey şüpheli görünüyordum. Belki de beni çocuk kaçıran biri sandı. Ona örnek bir vatandaş gibi gülümsedim. Bu da belki gözünde beni doğrudan bir katile çevirmiş olabilir. Bu iç ısıtan (!) etkileşimden yirmi dakika sonra—yani saat başı süren bir çay seansı sonrası—Misono-san nihayet elinde bir poşetle binadan çıktı. Harcadığı zamanla aldığı şeylerin miktarı arasındaki orantısızlık, içimde tuhaf bir çöküş yarattı. Gerçi bu çöküş, midemde hâlâ dönüp duran çayın da eseri olabilir. Misono-san’ın beni görmemesi için otomatın gölgesine saklandım. Poşetinden dışarı taşan elmalar, yerçekiminin çağrısına birkaç kez karşı koyamadı. Misono-san, düşen elmalarını toplamak için birkaç kez duraksadıktan sonra, kavşağa vardı ve korna seslerinden oluşan kakofoninin ortasında sendeleyerek caddeyi geçmeye başladı.
Ben de hızla onun peşinden karşıya geçtim, kafamın içinde şu soruyu tartarak: Eğer az sonra bir araba çarparsa, yardıma mı koşarım, yoksa tam tersine koşarak uzaklaşır mıyım?
Misono-san kavşağı geçtikten sonra sağa döndü ve yeni inşa edilmiş konut bölgesinin merkezine doğru yürümeye başladı. Betonarme apartmanlardan oluşan bu “orman”ın ortasında, onun tek başına yaşadığı apartman yükseliyordu. Poşetinden düşen elmalara hiç aldırmadan, solgun maviye boyanmış, bakımsız görünümlü binanın içinde gözden kayboldu. Yerde bırakılmış elmalarını topladıktan sonra, camdan içeri göz attım ve asansöre bindiğini doğrular doğrulamaz, ben de otomatik kapılardan geçip içeri girdim. Binanın koridoruna bağlanan ana holü geçerken, çimlerle kaplı aydınlık ve açık bir avluya çıktım. Daha önceden fark ettiğim üzere, binanın zemin katında birkaç dükkân vardı: bir CD mağazası, bir kitapçı ve bir manga kafesi. Gerçekten de oldukça gösterişli bir yapıydı—bu kasaba için fazlasıyla lüks, tek başına yaşayan bir öğrenci içinse tamamen uyumsuzdu. Giriş kapısında otomatik kilit sisteminin bulunmamasına—binanın bu kasaba havasına ait tek özelliğine—minnet duyarak, binanın yan tarafındaki acil çıkış merdivenlerinden üçüncü kata, yani asansörün hedef katına koştum. Solgun mavi renkteki kapıyı açıp üçüncü kat koridoruna göz gezdirdim.
Misono-san çoktan odasına, 307 numaraya ulaşmıştı. Poşetini yanına bırakmış, anahtarını kapının kilidine takmıştı.
Bulunduğum yerden baktığımda, kapıyı açmakta zorlandığını gördüm. Anahtarı deliğe sokup çıkardıktan sonra bile, bileklerini defalarca çevirip tekrar deniyordu. Süpermarket dışında hiçbir yere uğramamış olmasından, eve dönmenin onun asıl amacı olduğu sonucuna vardım. Eğer bu doğruysa… keşke ben de kendimi evine davet edebilseydim. Ne var ki, planlarımın önünde büyük bir engel vardı: kapıdaki kilit. Doğal olarak, bu içeri girmemi engelleyecekti. Üstelik, açık konuşmak gerekirse, bir hırsız gibi davranmak gibi bir niyetim de yoktu—tek bir sebepten ötürü: beceremem. Ayrıca, Misono-san’ın kapıyı açıp bir misafiri içeri alması da son derece düşük bir ihtimaldi.
…Geriye tek bir seçenek kalıyordu.
Eğer kapıyı kendi başıma açmam mümkün değilse, o hâlde bu işi evin sahibine yaptırmam yeterliydi. Bu sırada Misono-san sonunda kapıyı açmayı başarmıştı; alnındaki teri silerken, anahtarını kapıdan çıkardı. Kapıyı yavaşça aralarken, ben usulca mırıldandım: “Zamanı geldi,” ve fiziksel olarak geri dönüşü olmayan noktayı geçtim. Adımlarımı hızlandırarak ona doğru yürüdüm, son derece doğal ve rahat bir ifadeyle poşetini alıp, “Şunu senin için taşıyayım,” dedim — ardından doğrudan evinin içine girdim. “……Ha?”
Misono-san ne olduğunu kavramaya çalışırken, ben sakince antreye ilerledim, ayakkabılarımı gelişigüzel fırlattım ve mümkün olduğunca sesli adımlarla salona doğru yürümeye başladım.
“Hey! Nereye gittiğini sanıyorsun?!” diye bağırdı Misono-san, ama ben ona aldırış etmeden, özenle düzenlenmiş oturma odasına doğru yürümeye devam ettim. Sekizinci adımımda birden döndüm ve izin bile istemeden poşetinden bir elmayı alıp ısırdım. “Burası hem geniş hem de oldukça temiz görünüyor, değil mi?” dedim ağzım doluyken. “Ama televizyonun üstünde biraz toz var. Belki de o kadar az eşya var ki, bu yüzden temiz görünüyor?” Konuşurken arkamı ona döndüm, ama yeniden yüzümü çevirdiğimde yüzündeki ifade artık şaşkınlık değil, düpedüz öldürme arzusuydu. Gözlerini kısmıştı, sanki gözbebeklerindeki parıltıyı saklamaya çalışır gibiydi. Elinde boş bir vazo vardı, sımsıkı tutuyordu. Muhtemelen onu silah olarak kullanmayı planlıyordu. Bir sınıf arkadaşını karşılarken sergilenmesi gereken tavır, kesinlikle bu değildi. “Sen nesin?” diye tısladı.
“Ne değilim, kimim. Ben senin sınıf arkadaşınım,” dedim kayıtsız bir edayla. Isırılmış elmayı masaya yuvarlayarak bıraktım, ardından göz ucuyla odanın arka tarafını süzdüm. Beton yapılı bu batı tarzı odanın bir köşesinde, koyu kırmızı renkte sıkıca kapatılmış bir fusuma kapı[2] göze çarpıyordu—ardındaki odaya geçişi reddedercesine. Yapının görünüşüne bakılırsa, orası geleneksel Japon tarzı bir odaydı.
“Şey… Eve gidebilir misin? Rahatsız ediyorsun,” dedi Misono-san, sakin görünmeye çabalasa da her birkaç saniyede bir o odaya kayıveren bakışlarını durdurmayı başaramıyordu. Eğer ben bir ilkokul öğretmeni olsaydım, bu dürüst tavrından ötürü onu alkışlardım. “Eğer istersen, elbette evime dönebilirim,” dedim. “Ama gitmeden önce, diğer tarafın da ne düşündüğünü duymak isterim.” “...Neyden bahsettiğini anlamıyorum.” “Şundan,” dedim ve Japon tarzı kapıya döndüm. Tam o anda, gerilen döşeme tahtalarının gıcırtısını duydum ve içgüdüsel olarak yana sıçradım. Kanepeye tutunarak bir takla attım ve aramızda biraz mesafe yaratmayı başardım. Şu anki konumumdan, az önce durduğum yerde Misono-san’ın elinde hem bir vazo hem de elektrikli bir şok cihazı tuttuğunu açıkça görebiliyordum.
“Bu biraz fazla değil mi sence de?” dedim, sakin ve neredeyse hayal kırıklığı dolu bir tonda. “Gerçekten yazık oldu, üstelik bu senin son şansındı. Beni kapıdan girerken saldırmalıydın aslında.”
Bu mesafe varken, yaptığı hiçbir saldırının başarıya ulaşması mümkün değildi. Ne kadar öfkeli olursa olsun, elinde ne taşırsa taşısın… Misono-san artık korkulacak biri olmaktan çıkmıştı. Yüzünde ifadesiz bir maske vardı, ama olduğu yerden bile bedeninden yayılan öfkeyi hissedebiliyordum. Kalem boyutundaki şok cihazını göğüs hizasında tutarak, zemini sürte sürte bana doğru ilerliyordu — içinde patlamaya hazır bir öfke taşısa da, öylece saldırıya atılacak gibi durmuyordu. “Biliyor musun?” “Elbette.” Tabii ki hiçbir şey bilmiyordum. Misono-san’ın neden bahsettiğini bilmiyordum. Adaletin ne olduğunu bilmiyordum. Toplumsal ahlâk nedir, onu da bilmiyordum. Etik neydi, onunla hiç tanışmamıştım. Misono-san’ın en sevdiği şeyi, insanlarla nasıl iletişim kurulacağını, hatta bir elmanın besin değerlerini bile bilmiyordum. Bunların hiçbirini bilemezdim. Gerçi… bunlardan biri yalandı. “Uğraşma bile. Elinde makineli tüfek olsa bile beni öldüremeyeceğinden eminim.” Blöf yapmaya bayıldığımı söylemiş miydim?
Misono-san, kapıya giden yolumu kapatacak şekilde konumlandı. Yalan söyleyemeyecek kadar dürüst tavırları, onun günlük hayatta bu hâliyle nasıl hayatta kaldığını düşündürdü bana.
“Demek ki senin için gerçekten önemli… Belki de mesele sadece o oda. Ya da içinde sosyal statünü, itibarını ya da maddi varlıklarını etkileyen bir şey saklıyorsun. Belki de, toplum içindeki konumunu kökünden sarsacak ölümcül bir şey…” Açık açık hiçbir şey söylemeden, sadece ima ederek lafı dolandırdım. Ama bu bile ondan en küçük bir tepki koparmadı. O an anladım: oyun kısmı burada bitmeliydi. Onun ne zaman deliliğin sınırına varacağını kestiremezdim. Dahası, ben bugün Misono-san’ı ziyaret etmişsem, onu sindirmek için değil… günahlarını yüzüne vurmak için de değil. “Uzun zaman oldu,” dedim. Sihirbazın illüzyonunu çözerkenki o kendinden emin tonda, ismini söyledim.
“Maachan.”
Misono-san’ın elindeki şok cihazı ve vazo yere düştü. Omuzları sessizce sarsılıyordu — dışarıdan bakan biri, onu zorbalığa uğramış biri sanabilirdi. O ise… annesini arayan yavru bir ceylan gibi, sendeleyerek bana doğru bir adım attı. Gözbebekleri titriyordu, bedeni daha da şiddetle sarsılmaya başladı. “Beni hatırlıyor musun?” diye sordum. Sesim kısılmıştı; kelimelerim neredeyse farkında olmadan dökülmüştü. “Mii…kun?” …O isim kulaklarımda çınladı. Sekiz yıldır duymadığım bir geçmiş, içimde dalga dalga yükseldi. “Maa-chan.” Misono Mayu’nun omuzları bu sefer şiddetle titredi. Onun ince, kemiksi bedenine sarıldım — sarsıntısını dindirmek ister gibi. Ter ve feminen bir kokunun karışımı burnumu doldurdu. “Mii-kun…?” diye mırıldandı bir kez daha, hâlâ olup bitene inanamaz halde. “Sakin ol… buradayım.” “Mii-kun.” “Sakin ol…” “Mii… kun…” Sırtını okşadım — kaybolmuş bir çocuğu teselli eden bir anne gibi. Ve sadece o kadarı yeterliydi, tamamen dağılması için. “
neeeeeeeee
Mayu aniden ve tümüyle çökercesine gözyaşlarına boğuldu. Serin damlalar boynundan ve omuzlarından süzülerek etrafını ıslatan küçük bir gölcük oluşturdu. “Mii-kun! Mii-kun, Mii-kun, Mii-kun, Mii-kun, Mii-kun!” Sırtı hâlâ kollarımın desteğinde titrerken, o ismi durmadan, tekrar tekrar haykırdı; sonra olduğu yere yığıldı, gözyaşları hâlâ yanaklarından akarken. O, sıradan bir sınıf arkadaşı değildi benim için.
Biz birlikte işkence gördük. Birlikte parçalandık. Ve birlikte delirdik.
İstenmeyen bir ilişki. Sekiz yıl önce, Misono Mayu ve ben o meşhur kaçırılma olayının kurbanlarıydık. [hr] Yarım saat sonra, vazodan geriye kalan parçaları temizlemiş, ortalığı biraz olsun sakinleştirmiştik. “Üzgünüm. Sadece seni biraz kızdırmak istemiştim,” dedim. Kanepede yan yana oturuyorduk; ben saçlarını okşuyordum. Mayu’nun gözlerinden hâlâ yaşlar süzülüyordu. Dudaklarını büzerek memnuniyetsizliğini belli etti ama ben ona sarıldığımda karşı koymadı. “Mii-kun, seni aptal… Az kalsın kalbimi durduruyordun.” “Aynı şeyi ben de söyleyebilirim.” Gerçekten de, kafamı ezmesine ve kemiklerimi un ufak etmesine ramak kalmıştı. “Bunu el koyuyorum.” Tehlikeli şeyler çocukların elinin altında bırakılmamalı. Şok cihazını yerden alırken Mayu tepki vermedi; belli ki artık umurunda değildi. “Salak. Aptal. Mii-kun, koca budala.” Kullandığı kelimeler, bir çocuğun sözcük dağarcığına dönmüş gibiydi. Okuldaki o sakin ve ciddi yüzü, yerini tamamen başka birine bırakmıştı. “Neden şimdiye kadar hiçbir şey söylemedin?” diye sordu. “Yakın zamana kadar fark etmemiştim. Soyadını bilmiyordum sonuçta,” dedim. Yalandı. Ama bu cevap, onun yüzündeki hoşnutsuzluğu dağıtmaya yetmedi.
“Yalancı. Küçükken hep birlikte oynardık. Beni fark etmemiş olman imkânsız.”
“Vay canına. Ne kadar akıllıca bir yargı. Ne kadar zeki bir kızsın sen.” Başını okşayarak şüphelerini savuşturdum. Ona nedenini anlatamamam, aslında anlatamayacak olmamdan değildi; sadece, büyük ihtimalle o bunu anlayamazdı. “Mayu, senin kafan ne kadar küçük... Tıpkı bir—” Cümlemin ortasında parmağını dudaklarıma bastırarak beni susturdu. Ardından dönüp bana doğru tam olarak döndü. “Mayu değil — Maa-chan!” dedi, parmağını serbest bırakırken. “Böyle bir lakap için fazla büyümedin mi sence?” diye sordum hafifçe alayla. “Hayır! Beni mutlaka Maa-chan diye çağırmalısın!” Mayu kollarını ve bacaklarını öfkeyle savurdu — bir çocuğun huysuzluk nöbetine kapılması gibi. Gerçi dürüst olmak gerekirse, onun şu anki zihinsel hâli gerçekten bir çocuğunkine dönmüş gibiydi. “Üstelik ‘Mii-kun’ kulağa miyavlayan bir kedi gibi geliyor.” Şikâyetlerim sürdü. “Kedilerden ne istiyorsun? Bir sorunun mu var?” Elbette var, diye düşündüm. “Mii-kun, Mii-kun’dur, Maa-chan da Maa-chan. Bu asla değişmeyecek!” Gözyaşlarının ağırlığıyla beslenen bu çaresiz ısrar, sözlerine derin bir ciddiyet katıyordu. Durumu kabullenerek başımı salladım. “Tamam, haklısın. Mii-kun ismi bana mavi bir robotu, Maa-chan ise bir maskotu hatırlatıyor,” diye saçmaladım biraz.
“Evet, evet! Mii-kun, sen bir dahisin!”
Gözyaşlarıyla ıslanmış yüzü gerilmiş halde, Mayu uzanıp başımı okşadı. İçimde bir yer, geri dönülmez bir hata yapmakta olduğumu sezdi. Ama zihnim, başka bir yol ya da çözüm üretmekten tamamen acizdi. Zaten böylesi bir durumda, serinkanlılıkla alternatifler düşünebilmek başlı başına tuhaf olurdu. “Seni çooook uzun zamandır bekliyordum. Mii-kun hayatıma büyük bir girişle geri dönsün, bana yine ‘Maa-chan’ desin diye,” dedi Mayu, boğuk bir sesle. “Ah… anlıyorum.” Cesaret verici olduğu söylenemezdi.
“…Şey,” dedim, başımı Japon tarzı odaya çevirerek. “Şu odanın içine şöyle bir göz atmamda bir sakınca var mı?”
“Tabii ki hayır!” diye çıkıştı Mayu, üzerimden kendini çekerek. Ne var ki ben ayağa kalkar kalkmaz, kollarını boynuma doladı ve sırtıma asıldı. Biraz boğucuydu, ama konaki-musume[3] misali, sırtıma binmiş hâlde Japon tarzı odaya doğru ilerledim; içimden yalnızca bir şey diliyordum: umarım tahminim yanlıştır. Hiç duraksamadan fusuma kapısını hızla açtım. Odada yalnızca, kaçırılan iki çocuk vardı. “…Hımm,” diye mırıldandım, fusuma kapısını sessizce kapatıp doğrudan kanepeye geri döndüm. Oturur oturmaz televizyonu açtım. Ekranda, hafta içi bir lunaparkta buluşan bir çift vardı. Dönme dolaba bindiler ve erkek, kız arkadaşının ayakkabısını kokladı. Mayu, hoplayarak kucağıma çıktı; ben de nefes düzenimi ona göre ayarladım. “Böyle aşklı meşkli dizileri sevmem,” dedi Mayu. Kumandayı elimden kaptı ve ‘8’e bastı. Ekran bir çeşit eğlence programına döndü ama ben, koltukta iyice yerleşip rahatlamadan önce, odada dolaşan o devasa fili artık görmezden gelemeyeceğime karar verdim. “Maa-chan,” dedim, saçlarını okşarken — umutsuzluğun içinde yarı kabullenmiş bir tonda. “O çocukları sen mi kaçırdın?”
“Evet!” dedi neşeyle.
Mayu, hiçbir şeyi umursamıyormuş gibi neşeyle ve özgürce cevap verdi. Göz göze geldiğimizde, yüzü gururla parlıyordu — sanki onayımı, takdirimi bekliyordu. Gerçekten de öyleyse, nasıl tepki verirdim acaba? Belki de başını okşardım sadece. “Mii-kun. Hey, Mii-kun. Neden sen de burada kalmıyorsun? Hadi birlikte yaşayalım.” Onun “sen de” derken ne kastettiğini anlamamış gibi yaptım. Bilmezden gelmeyi seçtim. Bunun yerine, “Hem istekte bulunup hem emir veriyorsun, bu adil değil,” dedim. “Ee? Ee? Ne diyorsun?” Mayu gözleri ışıl ışıl, beklentiyle bastırdı. Okuldaki kişiliği tamamen bir maske miydi acaba? Karşımda duran “küçük kızın” hareketleri, sahte olacak kadar düzgün değil, fazlasıyla doğal ve içtendi. “Düşünüyorum da… Birlikte yaşamak aynı evi paylaşmak anlamına geliyor, değil mi…?” Öğrenciler olarak, aramızdaki ilişkinin “saf” kalması beklenirdi. Ama ortada zaten kirli biri varsa, bu beklenti geçerli olur muydu? Üstelik teknik olarak hâlâ vasim olan amcamdan da izin almam gerekiyordu. “Beraber okula gideriz, birlikte akşam yemeği yeriz, birlikte yıkanırız, birlikte uyuruz… Ne kadar harika olurdu, değil mi?” diye ekledi Mayu.
“Evet, kulağa hoş geliyor ama… yaşam masraflarını kim karşılayacak?” dedim.
“Ben öderim, merak etme!” Mayu, bana adeta beslenen bir adam hayatını teklif ediyordu. Ama bu beni rahatsız etmedi. Zaten bu durum… geçici olacaktı. “Bugün gidip amcamla konuşurum. Olmaz derse… kaçarım.” Çocukça bir karara vardım. Mayu ise çoktan olmuş gibi davranıyordu; gözleri, rüyamsı bir hâlin içinde, uzak bir noktaya odaklanmıştı. “Ahh, keşke bunu daha önce bilseydim… O zaman sınıf gezisinde aynı grupta olabilirdik,” dedi, hayal kırıklığına uğramış bir sesle. Ama yüzündeki mutlu ifade, söylediğiyle çelişiyordu. Ben de oyuna katılıp sahte bir mahzunluk ifadesi takındım. “Peki, yeter bu baygın romantiklik,” dedim, boynumu çıtırdatarak. Japon tarzı oda, beklentilerimi karşılamıştı. Misono Mayu, kasabayı sarsan iki gizemden birinin yarısıydı. Şüphelerimi doğrulamıştım, evet — ama şimdi ne yapacağımı bilmiyordum. Zaten böyle olacağından neredeyse emindim ama… tahminimin doğru çıktığını kendi gözlerimle görmek yine de bir tokat gibi çarpmıştı. “Birlikte yaşamak denen şey, normalde sevinçli bir olay değil midir? Ama ben bu işe doğrudan bir suçun gölgesinde giriyorum…” Saçlarımı yolmak istedim. Sonra da başımı yerinden çıkarıp, yepyeni bir kafayla değiştirmek.
“Nya nya? İyi misin? Ölü gibi solgunsun,” dedi Mayu, rüyasından çıkıp yüzümü parmaklamaya başlayarak. “Nya” gibi çocukça sesler çıkarırken gözümün içine baktı, ardından bir süre düşündü… ve aniden ellerini çırparak bir aydınlanma yaşadı.
“Acıktın sen!” “Evet… Sorunlarımın sonu gelmiyor ama… en azından karnımı doyurabilirim.” Bu, yaşadığım her şeyi omuzlarımda taşıyıp çökme zamanı değildi. Televizyonun üstündeki saatin kısa kolu beşi geçmişti, uzun kolu ise sekizin üzerinde duruyordu. Amcamla yengem çoktan akşam yemeğini bitirmiş olmalıydı. “Mii-kun, sen her zaman bu kadar çok yiyorsun,” dedi Mayu, annesinin oğluna sitem eden sesiyle. Kucağımdan atladı, ellerini beline koydu ve gururla televizyonla arama dikildi. “Bu yüzden, ben — Maa-chan — sana yemek yapacağım!” Televizyon ışığı arkasından vururken, neredeyse ilahi bir hâli vardı. Diz çöküp ona tapınasım geldi. “Lütfen yap,” dedim. “Ne yemek istersin? Her şeyi yapabilirim!” “O zaman… senin sevmediğin ne varsa onu isterim.” Refleksle iğneleyici bir cevap verdim. Az önce durmuş olan gözyaşları, yeniden Mayu’nun gözlerinde belirmeye başladı. “Şaka yapıyorum, şakaydı. Esperanto şakası. Sen ne istiyorsan onu isterim, Maa-chan. Seni ne mutlu ediyorsa, beni de o mutlu eder. Gerçekten.”
O kadar içi boş bir iltifattı ki, neredeyse Shibuya sokaklarında gezinen o yüzeysel kızlar kadar sığdı. Ama buna rağmen, Mayu’nun gözyaşları dindi. “Bana bırak!” diye gururla ilan etti ve mutfağa doğru koşarak uzaklaştı — terliklerini bile giymeyi unutmuştu.
Çok etkili olmuştu. Mayu’nun mutfağa girdiği, tok bir “bump” sesiyle duyuruldu. Ne olduğunu anlamak için hemen peşinden gittim. İlk bakışta mutfak düzenli görünüyordu ama bu, sadece yüzeydi. Gerçekte durum oldukça başkaydı: eşyaların yerleştiriliş biçimi tamamen anlaşılmazdı. Çubuklarla bıçakların yan yana konduğu nerede görülmüş? Mayu, bir raftan önlüğünü alıyordu. Hafifçe kızarmıştı; üniformasının üzerine önlüğü geçirip, utangaç bir edayla bana döndü. “Ne dersin? Bana yakıştı mı?” diye sordu, başını hafifçe kaldırarak. Uygun bir iltifat bulamayınca onun yerine sarıldım. Görünüşe göre bu da yeterince iyi bir yanıt olmuştu. “Mii-kun, seni çoooook seviyorum.” Onu kollarımdan bıraktığımda, yüzü tatlı bir pembelik kazanmıştı ve ifadesi… o, gerçekten içten gelen çekici bir gülümsemeyle çiçek açmıştı. “Peki, düğünü ne zaman yapmak istersin?” “…Ne?” Birdenbire evliydik.
“İlk çocuğumuz kız olursa ne güzel olur, değil mi?”
Çocuklar mı şimdi de? Her şey “Cennet Gelininin Eli”ndeki[4.5] olaylardan bile daha hızlı gelişiyordu. İlişkimizin bu evrimini durdurmak adına dikkatimi dağıtacak bir şey aradım. Mutfakta işe yarar bir şey görünmüyordu ama aklıma sormayı unuttuğum bir soru geldi. “Peki ya o çocukların yemeği? Onlara da bir şey yapacak mısın?” Mayu, bu soruyla birlikte yanımdan uzaklaşıp buzdolabının kenarına asılı poşetten iki dilim ekmek çıkardı. “Bu, onlar için,” dedi sakin bir ifadeyle. “…Hayır. Bu yetmez.” “Ne? Nedenmiş?” “Öyle işte. Yemek yapabiliyorsun değil mi? En azından adam gibi bir şey ver onlara.” Mayu’nun bakışları aniden yere indi, yüzüne bariz bir hoşnutsuzluk yerleşti. Avucundaki ekmek dilimlerini nefretle ezmeye başladı. “Yeterli. Verdiklerim bu. Hatta eskiden bundan da az alıyorduk. Hem… istedikleri kadar su veriyorum onlara.” “Doğru… ama…”
Onun için standartlar artık yerin dibine inmişti.
“Elbette onları kendi isteğinle buraya getirdin, o halde en azından bu kadarını yapmalısın. Açlıktan ne kadar süründüğümüzü unuttun mu?” dedim sonunda. Bizim durumumuzda, yiyecek alabilmek için sahneye çıkmaya bile zorlanmıştık. Hayır, “yiyecek” kelimesi bile fazlaydı. O kadar kendimizi paralamamıza rağmen, elimize geçenler ancak birkaç kırıntıydı. Hayvandan farksız bizler için bu durumun bu kadar ironik olması da cabasıydı. Mayu başını hafifçe sallayarak onayladı ama yüzündeki ifade açık bir hayal kırıklığını ele veriyordu. “Mii-kun öyle diyorsa...” “Bu bir emir değil, Maa-chan — bir ricaydı. Onları kendi isteğinle doyurmanı istiyorum. Elbette, sadece bir rica olduğu için... reddedebilirsin.” Sahte bir nezaketle dolup taşan sözlerim midemi bulandırıyordu. Çünkü biliyordum ki, bunu bu şekilde söylersem, Mayu’nun beni geri çevirmesi mümkün değildi. Kalbimdeki bu çürümüşlükten kendim bile iğreniyordum. “Peki ama... aa, biliyorum! O zaman Mii-kun, sen de benim ricamı dinlemelisin!” Mayu’nun yüzündeki gülümseme yeniden doğdu; sanki dahiyane bir fikir bulmuş gibi parlıyordu. Teknik olarak onun isteğini geri çevirmekte özgürdüm, sonuçta bu da sadece bir ricaydı… ama duygularımı ezip geçen mantığın bana ne faydası olacaktı ki? Başımı eğerek kabul ettim.
“Yaşasın! O zaman bana bir saniye ver!”
Mayu, ikiye bastırılmış ekmek dilimlerini mutfak tezgâhına fırlatırken bu işe çocukça bir hevesle girişmişti. Ardından, bu heyecanla buzdolabının kapağını açtı. Bir süre onu izledikten sonra, ekmekleri elime alıp mutfaktan çıktım. Koltukta bıraktığım çantama uzanarak telefonumu çıkardım. Rehberimde defalarca çevirdiğim bir numarayı seçtim. Teyzem neredeyse anında açtı. Bir arkadaşımla akşam yemeği yiyeceğimi söyledim. O sırada muhtemelen en sevdiği atıştırmalığı – kurutulmuş kalamar – ile meşguldü, zira kulaklığıma sürekli bir çiğneme sesi geliyordu. Onayladı ve mümkün olduğunca erken dönmemi tembihledi. Telefonu çantama geri koyduktan sonra yere çömeldim. Gözlerimi kapayıp, Mayu’yla geçmişte yaşadığımız her şeyi bir kez daha aklımdan geçirdim.
İşimi tamamladıktan sonra Japon tarzı odanın sürgülü kapılarını sessizce açtım. Üzerime çevrilmiş bakışları görmezden geliyormuş gibi yaparak odanın ortasına ilerledim ve lambayı yaktım. “Memnun oldum… sanırım?” Çocuk programı sunucularına özgü yapmacık bir gülümsemeyle sıcak bir izlenim bırakmaya çalıştım, ancak bu odada gülümsemek bana düşmeyecek bir lükstü. Aydınlanan daracık alanı gözden geçirirken, içime işleyen ağır bir koku burnuma hücum etti. Böylesine keskin bir pislik, refleks olarak elimin burnuma gitmesine neden oldu. Bu çocuklar buraya geldiklerinden beri ne duş almışlardı ne de üzerlerindekiler yıkanmıştı; ayrıca tuvalet niyetine kullanılan kovaya da hiç dokunulmamıştı. Dolayısıyla odanın bu kadar ağır kokması şaşırtıcı değildi. Kokunun dışarı sızmaması için sürgülü fusuma kapıyı arkamdan kapattım. Bu zehirli havada nefes almak bile güçken, yüzüme nötr bir ifade yerleştirmek adeta insanüstü bir çabaydı. Odadaki iki sakin arasında, ağabey korku dolu gözlerle beni süzerken, küçük kız kardeşse zaten dar olan gözlerini daha da kısarak bana dik dik bakıyordu. Ortak noktaları yalnızca ayak bileklerinden yakındaki bir direğe kelepçelenmiş olmalarıydı. Hem direğin hem de bacaklarının üzerindeki küçük kesikler daha önce kaçmaya çalıştıklarının kanıtıydı. Nefeslerini tutmuşlardı, dudakları sıkıca mühürlüydü.
İkisine de karşı tam anlamıyla düzgün bir oturuşla, dikkatlice diz çökerek yerime geçtim. Biriyle ilk defa karşılaştığımda böyle oturmak alışkanlığımdı. Ağabeyin bakışları, gösterdiğim bu kibarlık karşısında hafif bir şaşkınlık barındırıyordu.
“İkeda Kouta-kun ve İkeda Anzu-chan, öyle değil mi?” İsimlerini söylerken yüz ifadelerini dikkatle inceledim. Ağabey, sanki korku yerçekimiyle karışmış gibi başını aşağı yukarı sallayarak yanıt verdi. Küçük kız kardeşi ise gözlerini duvardan ayırmadan sessizliğini koruyordu; benimle iletişim kurmaya dair en ufak bir çaba göstermiyordu. Eh, bu da gayet doğaldı. “Bana Onii-san[5] diyebilirsiniz. Onii-chan da olur tabii.” “Ş-şey… tamam,” diye mırıldandı Kouta-kun. “Ama gerçek adım sır,” diye ekledim, sıradan bir karaktere gizem katmaya çalışarak. Onların temkinli bakışlarını umursamadan elimdeki ekmekleri yüzlerine doğru uzattım. “Aç mısınız?” “Şey, yani, e-evet… Aslında hayır…” Kouta-kun’un cevabı ne dediği belli olmayan bir karmaşaydı. Duvara sabitlenmiş bakışlarını hiç kaçırmayan Anzu-chan ise, belli ki artık dayanamayarak konuştu. “Ne sandın, tabii ki açız. Bu sabahtan beri lokma geçmedi boğazımızdan. Hadi artık, ver şunu.”
Sesinde yalnızca açık bir öfke ve saldırganlık vardı. Hiç çekinmeden ekmeğe uzandı. Ben de onu küçük ellerine bıraktım. Anzu-chan, yırtık pırtık ekmeği tıpkı bir göletteki koi balıklarını besleyecekmiş gibi parça parça koparmaya başladı. Sanki içinde bir şey arıyormuş gibiydi ama ekmekte ne krem vardı, ne çikolata, ne de zehir.
“Bugün size gerçek bir akşam yemeği de hazırladık,” dedim.
Anzu-chan’ın ekmek otopsisi bir anda durdu. Gözlerini bana çevirdiğinde yüzündeki şaşkınlık apaçıktı; gözleri kocaman açılmıştı.
“Şey, ne demek istiyorsunuz?” diye sordu Kouta-kun. Yüzü kaygıyla doluydu; en ufak bir beklenti izi yoktu. “Sizi kaçıran kız şu an akşam yemeği hazırlıyor,” dedim. “Ne yaptığı hakkında bir fikrim yok gerçi.” “Ne yapıyor? Akşam yemeği mi? İçinde ne var? Zehir falan mı? Yoksa pişmiş hamam böceği mi yedireceksiniz bize?” diye çıkıştı Anzu-chan. Demek ki gerçekten de az önce ekmeği parçalayarak içinde zehir olup olmadığını kontrol ediyordu — bunu tahmin etmiştim zaten. O ihtiyatlılığı hoşuma gitmişti. Öyle ki, azıcık dalga geçme isteği bile uyandırmıştı içimde. Öte yandan, Kouta-kun tedirgin bir ifadeyle olup biteni izliyordu; belli ki kız kardeşinin beni kızdırmasından korkuyordu. “Zehir ve hamam böceği, ha… Öyleyse Anzu-chan—” “Bana öyle demeyin.” “O zaman Ikeda-san. Eğer içinde bunlardan biri olan bir yemek getirsem, yer miydin?” “Tabii ki yemezdim.” “Ya yemezsen öldürürüm desem?” “Yine de yersem de öleceğim, fark etmez.” Başımı iki yana salladım. “Ben onu demek istemedim. Eğer yemezsen, ölecek olan kişi sen değil… kardeşin,” diye düzelttim. Kouta-kun’un vücudu bir anda irkildi. Gözlerinde yaşlar birikmeye başladı. Anzu-chan ise acınası kardeşine aşağılayıcı bir bakış fırlattı. “Bir kararın sonuçlarını yalnızca sen taşıyacaksan, seçim yapmak kolaydır. Ama kararlarının kimleri etkilediğini düşünmelisin. Her davranışının sorumluluğunu alman gerekir.” Tıpkı benim Mayu’ya karşı taşıdığım sorumluluk gibi. Bu sözleri duyunca Anzu-chan başını öne eğdi. O sert, dikenli bakışlarından eser kalmamıştı. İkimizin arasında geçenleri izleyen Kouta-kun, sonunda söze karıştı. “Şey… ben yerim, o yüzden…” “Hmm?”
“Ben yerim, yani… lütfen… Anzu’ya öyle şeyler söylemeyin.”
Kekeleyerek konuşsa da Kouta-kun iradesini açıkça ortaya koymuştu. Gözlerindeki kararlılık, içime işledi — o an gerçekten bir ağabey olduğunu fark ettim. Anzu-chan, şaşkınlığını gizleyememişti; gözleri dolmuş halde Kouta-kun’un koluna sıkıca sarıldı. “Lütfen Anzu’ya kötü davranmayın,” diye yineledi Kouta-kun.
“……”
Sözleri, içimde kalmış son vicdan kırıntılarını tutuşturdu; derinlemesine bir yerimi kesti geçti. Bazen çocuklar acımasız olabiliyor. “Beni insanların onuruyla, hayatıyla oynamaktan zevk alan bir pislik sanmanızı istemem. Sadece mecazi bir soruydu. Özür dilerim. Lütfen bu kadar ciddiye almayın,” dedim ve kendimi yere kapanarak özürledim. “Ş-şey… ben de… özür dilerim.” Kouta-kun da benimle birlikte aynı şekilde eğildi. Elbette Anzu-chan böyle bir şey yapmadı. “Böyle saçma bir soru sormasaydın olmazdı,” diye homurdandı. Bana sorarsan, bu tür şeyleri gerçekten yapanlar suçludur, ama o düşüncemi kendime sakladım. Bu sohbeti uzatmanın bir anlamı yoktu. Karşılıksız da değildi elbette; ama kalbim, vicdanıma yükledikleri baskıya daha fazla dayanamayabilirdi. Gerçekten aç olmalıydılar; Anzu-chan’ın neredeyse un ufak ettiği o ekmeğe sessizce ama iştahla saldırdılar. Hiçbir şey söylemeseler de, birbirlerine dönük duruşlarından, paylaştıkları o kısacık anları ne kadar kıymetli bulduklarını anlayabiliyordum.
Ben sadece oturuyordum, bacaklarımı çaprazlamış, çenemi koluma yaslamış şekilde… ve onları izliyordum.
Ağabey, Ikeda Kouta, ilkokul dördüncü sınıf öğrencisiydi. Ten rengi, kat kat biriken kirin altında neredeyse seçilemiyordu. Vücudu incecikti, kaş hizasına inen saçları vardı. Kız kardeşinden iki yaş büyük olmasına rağmen, onun ruh haline karşı sürekli temkinliydi. Bu temkin, korkudan değil, fazla gelen bir şefkatten kaynaklanıyor gibiydi. Benim açımdan bu, “geçer not”tu. Küçük kardeş, Ikeda Anzu ise ilkokul ikinci sınıftaydı. O da baştan ayağa kir içindeydi. Omuz hizasındaki saçları uçlara doğru kıvrılmıştı; muhtemelen yatarken o hâli almıştı. İnattan ve gururdan yoğrulmuş bir çocuktu; konuşmalarına da bu erken olgunluk sinmişti. Mayu’nun kaçırdığı bu iki kardeş, gazetelerdeki fotoğraflarından çok daha zayıf görünüyordu. Yine de gözlerinin altında mor halkalar yoktu.
“Mrm, nee?” diye homurdandı Anzu-chan, ağzı tıka basa doluyken kaşlarını çatarak. Sincap gibi şişmiş yanaklarının arasından çıkan o ters bakış… garip şekilde iç ısıtıcıydı.
“Sadece… kız kardeşlerin aslında ne kadar tatlı olduğunu düşünüyordum.” Anzu-chan’ın yanakları, hâlâ ağzı yemekle doluyken, hafifçe kızardı ve başını başka yöne çevirdi. Ya da… yok, çevirmedi. Aksine, bana attığı bakış daha da tehlikeli bir hâl almıştı. “Ben… mm, senin kız kardeşin değilim ki,” diye homurdandı, ağzındaki lokmaların arasından kelimeleri sıkıştırarak. “Doğru. Ama bir köpek gördüğünde onu öldürmek istemezsin, değil mi?” “Mnnh? Ne diyorsun sen?” “Sen gerçekten iyi bir kızsın, değil mi?” Yüzümdeki o kendini beğenmiş ifadeden rahatsız olan Anzu-chan, ağzındaki ekmeğin kalanını zorla yuttu, sadece şunu söyleyebilmek için: “İğrençsin.” Kouta-kun boğazına kaçırmış gibi öksürdü ve hemen ardından başını eğerek kardeşi adına özür diledi. Ne tuhaf bir manzaraydık kim bilir—rahat tavırlı bir kaçıran ve onun özür dileyen kurbanı. “Her neyse… madem karnınız doydu, sizinle konuşmam gereken önemli bir konu var,” dedim.
“O sadece beni daha da acıktırdı,” diye lafı yapıştırdı Anzu-chan.
“Anzu, sus,” dedi Kouta-kun, kardeşini usulca uyararak. İkisine şöyle bir göz attım ve sözlerime devam ettim. “Bir ricam olacak. Sizi kaçıran kişinin ben olduğumu söylemenizi istiyorum. Gerçekten sizi kaçıran kızı… unutun. Onun varlığından hiç bahsetmeyin. Bunu bana söz verebilirseniz, o zaman…” Onlara, bu isteğimi kabul etmeleri hâlinde serbest bırakılacaklarına dair söz verdim. Elbette yalandı. Gerçekten böyle şüpheli bir şeye inanabilecek birinin, zihninde ciddi bir sorun var demekti zaten. Çünkü eğer bir insan bu kadar saf ve güven doluysa, bu aldatmacalarla dolu dünyada uzun süre hayatta kalamaz. Eninde sonunda… bu iki çocuğu öldürmek zorunda kalacaktım. Sonuçta ölüler konuşmaz. Ben de söylentilerdeki katil gibi davranacaktım. “Ş-şey,” dedi Kouta-kun, elini utangaçça kaldırarak. “Size nasıl yardımcı olabilirim, Kouta-kun?” dedim, abartılı bir kibarlıkla. “Şey, serbest bırakacağız derken… gerçekten, yani… gitmemize izin vereceğini mi kastediyorsun?” “Tam olarak onu kastediyorum.”
“Ha… anladım. Şey… t-teşekkür ederim sanırım…”
Kouta-kun’un ağzından dökülen kelimelerde bir gönülsüzlük vardı—sanki gerçekten gitmek istemiyordu. Beklenmedik bir şekilde, Anzu-chan da beklediğim kadar heyecanlı görünmüyordu. Sanki bilerek, isteyerek kaçırılmış gibiydiler. Kaçırılmak, öznel olarak, cinayetten bile beterdir. Cinayette acı, ölümle birlikte sona erer. Ama kaçırmada, mağdur özgürlüğüne kavuşsa bile yaşananlar onu takip etmeye devam eder. Geri kalan ömrünü akıl sağlığına musallat olmuş bir travmayla geçirmek zorunda kalır. Üstelik bu, bir daha asla onarılamayacak bir yaradır. Ve ölümden bile beter olabilir. Yine de… yaşamak zorundadırlar. Hayatta tutulurlar. Zihinlerinin çoktan terk ettiği bir dünyaya ait toplumsal kurallarla mücadele etmeye zorlanırlar. …Lanet olsun. Silinip gitmez bu şey. “O hâlde, tam olarak nasıl geldiniz buraya?” diye sordum, içimdeki kin dolu düşünceyi bastıran neşeli bir ses tonuyla. “Şey… dışarıda oynuyorduk, sonra o geldi ve, ııı… bizi buraya getirdi…” dedi Kouta-kun, çekinerek. Göz ucuyla Anzu-chan’a baktı. Anzu-chan her ne kadar arkasını dönmüş olsa da, elini Kouta-kun’un elinin üzerine koymuştu. Başımı salladım, anlamış gibi yaptım. Oysa içimden haykırıyordum: itiraz ediyorum![6.5] Bu kadar cinayet olmuşken, gerçekten dışarıda mı oynuyorlardı? Ciddi ciddi buna inanmamı mı bekliyorlardı?
Haberlerde öğleden sonra kayboldukları söylenmişti, yani gerçekten o sırada dışarıdalarmış. Ama aileleri onları bu ortamda sokağa oyun oynamaya bırakmış olabilir miydi…? Sanmıyorum.
Hikâyesindeki tutarsızlık zihnime mıh gibi çakılmıştı, ama içine dalmanın bana bir faydası olmayacağına karar verdim. “Ne yapıyorsun burada?” Fusuma kapısı hızla açıldı; arkamdan sert bir ses yükseldi. Döndüğümde, bir elinde kızartma tavası tutan, o sınıftaki soğukkanlı ve ciddi Mayu karşımdaydı. Az önceki yaş gerilemesinin üstünden sadece on beş dakika geçmişti ama şimdi öyle bir tavır sergiliyordu ki, sanki o çocuklaşma ânı baştan sona bir yalandı. Yüzünde sorgulayıcı bir ifadeyle odaya adım attı ve tatami minderine takılarak sendeledi. Hemen uzanıp onu yakaladım. Aldığım karşılık kuru bir “Sağ ol,” oldu. “Ne demek,” diye karşılık verdim, gereksiz bir kibarlıkla. Bakışlarımı tavaya çevirdim. “Yakisoba[7] yaptım,” dedi Mayu, tavasını uzatırken yüzüne neşeli bir gülümseme yayılmıştı. Ya en sevdiği yemekti ya da yaparken kendine en çok güvendiği. Sosun kokusu, odadaki pis havayla karışınca iştahım bir anda kayboldu. “Altına bir şey koyalım bari…” diye önerdim. Ama ne yazık ki Mayu Japoncamı anlamamış olacak ki, kızartma tavasını doğrudan tatamilerin üzerine bırakıverdi. Çimenin yanık kokusuyla birlikte cızırdayan bir ses yükseldi. Artık bu oda, iğrenç kokularla bestelenmiş bir senfoniden farksızdı.
“Burada yiyeceğiz.” “Neden?” “Çünkü bu yemeği onlar için de pişirdin, değil mi?” Mayu’nun dudakları aralandı, itiraz cümleleri hazır bekliyordu. Neyse ki, tepkisini yalnızca kısa bir iç çekişle sınırladı. Memnuniyetsizliği her hâlinden okunuyordu; ama buna rağmen itiraz etmeden usulca oturdu ve bana bir çift yemek çubuğu uzattı. Gözlerimle diğer ikisine de çubuk vermesini işaret ettim. Mayu bu çağrıyı duydu ama karşılık olarak çubukları ikisinin kucağına hoyratça fırlattı.
Kardeşler, kısa bir süre boyunca sadece gözlerini kırpıştırarak bakakaldılar. Ama bu uzun sürmedi; açlıklarına yenik düşüp bana döndüler. Başımla onlara izin verdiğimi belli ettim ve neredeyse aynı anda çubuklarını tavaya uzattılar.
“Aman dikkat edin, sıcak.” Ama ikisi de duymamış gibiydi; kafalarını tavanın içine sokmuşlardı. Zehirli olsa bile yerlerdi, bundan emindim. Hatta bana bir lokma alma fırsatı bile tanımadılar. “Harika olmuş!” “Evet, müthiş lezzetli!” Anzu-chan bile iştahla yemeğini yutarken dürüst bir övgüde bulunmuştu. Normal bir insan, yaptığı yemeğin bu kadar beğenilmesinden sevinç duyardı ama Mayu normal biri değildi. Yaptığı yemeğin böyle hunharca tüketilmesini öfkeyle izliyor, dişlerini gıcırdatıyor, tırnakları derisine geçecek kadar sıkı bir şekilde kolunu kavrıyordu. Onlara bağırmasından korktum, ama öyle bir şey yapmadı. Hayır… Mayu öyle sessiz kalacak bir kız değildi. Onun yerine yavaşça yemek çubuklarını kaldırdı. Sonrasında olanlar, içimi çekip gitmiş gibi hissettirdi. Bilek gücünün tamamını kullanarak, çubukların sivri uçlarını Anzu-chan’ın başına saplamaya kalktı. “Dur!” diye bağırdım, sağ elimi uzatıp çubukların önüne geçirdim. Maa-chan’ın rengârenk yemek çubukları, avucumun üstünden girip elimin arkasından dışarı fırladı. “...Ah… Sanki içimden bir uzaylı fırlayıp çıkmış gibi…”
“…Mii-kun?”
Mayu önce elimden çapraz şekilde dışarı fırlamış yemek çubuklarına, sonra da yüzüme baktı; kafası karışmış bir ifadeyle. Kardeşler de gözlerini elimden ayırmadan öylece bakıyordu ama… yemeği yemeyi bırakmamışlardı bile. Gerçekten ya çelik gibi sinirleri vardı, ya da açlık duygusu her şeyin önüne geçmişti. Mayu, ancak elimden fışkıran kanı görünce bir tepki verdi. “Yaranı sarmak için bir şey getireceğim,” dedi, ayağa kalkarken. Sesi o kadar hafifti ki… zerre kadar suçluluk hissetmiyordu. “Buna gerek yok aslında; bir yara bandıyla idare ederim ben…” “Hayır. Eğer mikrop kaparsa, elin kabarcık kabarcık olur.” Kabarcık, ha… Merak ettim. Derim mi kabarırdı, yoksa etim mi? “Bir de sana özel akşam yemeği yapacağım.” Bu, duymak istediğim bir şey değildi açıkçası. Herkes başka bir şey yerken sana farklı yemek sunuluyorsa, dışlanıyormuşsun gibi hissettirir. Mayu’nun odadan çıkmak üzere olduğunu görünce onu durdurdum. “Benim için bir şey yapmana gerek yok. Seni yormak istemem.” “Hiç sorun değil.” Ama benim için sorun.
“Şimdilik yeterince yedim zaten. Sonuçta biliyorsun… şey… bu gece seni yiyeceğim.”
Söz ağzımdan çıkar çıkmaz pişmanlık boğazıma oturdu. Yüzüm bir anda kıpkırmızı kesildi, hiç olmadığı kadar sıcak hissettim yanaklarımı. Çocuklar bana öyle bir bakış attılar ki… gözleriyle adeta hançer sapladılar. Ve inanın, o bakışlar elimdeki yaradan çok daha fazla acıttı. Yavaşça başımı çevirip Mayu’ya baktım, tepkisinden çekinerek. Fakat bu korkum yersizdi—yüzünde son derece sakin, adeta masum bir ifade vardı. Elimi tuttu—avuç içimden sarkan o iki yeni “parmak” eşliğinde—ve beni Japon tarzı odanın dışına çekti. Fusuma kapısını kapattıktan sonra ise, yüzünde ışıl ışıl bir gülümseme açtı. “Gerçekten mi?” “Hangi konudan bahsettiğini anlayamadım,” diye karşılık verdim, tuhaf bir şekilde kibar bir beyefendi edasıyla—Tanrı biliyor ya, neden böyle yaptım ben de bilmiyorum. “Yani yani, beni yiyecek misin? Bugün? Bu gece? Vaaay!”
Beklediğimden katbekat etkili olmuştu. Kollarını havaya fırlatarak kutlamaya başlamıştı. Genç kızların beyninde gerçekten sülfürik asit mi dolaşıyor acaba?
“Şey, o kısmı… sonra konuşsak olur mu? Şimdilik… yara bandı falan bulsak?” Avucumun ortasına kök salmış gibi duran yemek çubuklarına dikkat çekerek konuyu değiştirmeye çalıştım. Bu küçük oyun işe yaradı mı bilmiyorum ama Mayu, yüzünde bir tebessümle başını salladı ve kemik peşinde koşan bir köpek gibi fırlayıp gitti. Onu uğurladıktan sonra tekrar Japon tarzı odaya döndüm ve az önce oturduğum yere çöktüm. Serbest kalan elimle, elimin içinden “filizlenmiş” nesnelere uzandım. “Ahh, of ya. Neredeyse kemiğe sürtüyor. Of, of, of… Ah— çıktı işte. Tüylerim diken diken oldu.” Yemek çubuklarını avucumun geçici misafirhanesinden çıkarırken kendi kendime söylenip duruyordum. Elimde kanlı bir kubbe yükseldi, avuç çizgilerim koyu kırmızıya boyandı. Tatami minderlerini kirletmemek için elimi yalayarak temizlemeye çalışırken, üzerime sabitlenmiş bir bakışı fark ettim ve başımı yana çevirdim. O bakış Kouta-kun’a aitti. Ama asıl beni şaşırtan şey, yakisobadan geriye tek bir lokmanın bile kalmamış olmasıydı.
“Şey… teşekkür… ederim.”
“Ne için? Aslında Onee-san’a[8] teşekkür etmelisin. Yemeği o yaptı, yani minnettarlığını ona göstermen daha doğru olurdu.” “Hayır, ben onu demek istemedim,” dedi. “Anzu’yu korudun.” Utanarak gülümsedi, ardından küçük bir selam verdi. Bu tavrı, bana karşı olan yakınlığının arttığını hissettirdi. Anzu-chan ise her şeyi duymamış gibi yaparak yakisoba tavasında kalan son kırıntıları didiklemeye devam etti. Gülerek ikisine de rahat olmalarını söyledim. …Sanırım, Mayu’yla aramızdaki ilişki, böyle bir durumu gülüp geçilecek bir şey hâline getirecek kadar garipti.
Bu bağı tanımlayacak bir kelime… gerçekten yoktu.
Yaramı sardıktan hemen sonra, apar topar Mayu’nun evinden çıktım. Gözleri dolu dolu bakan bir Mayu’yla vedalaşmak kolay değildi elbette, ama hayatımı onun etrafında döndürecek lüksüm yoktu. Gerçi… bunun yarısı da yalandı. Apartmandan dışarı adımımı attığımda, gece havasının keskin soğuğu iliklerime işledi; esen rüzgâr, omuzlarımı ürpertti. “…Ne olaylı bir gündü ama.” Gerçekten de, hidroklorik asit gibi kokan bir gündü. Bandajlarla sarmalanmış elime şöyle bir baktım. Mayu, elinde ilk yardım bilgisi zerresi olmadan, neşeyle “Yara bandı kalmamış!” diye haber vermişti ve buna rağmen, yaranı sarmaya girişmişti. Uyguladığı tek “birinci sınıf“ tedavi, kullandığı bandaj miktarıydı. Hepsini söküp attım; ama ilaç kokusu sanki derime işlemişti. Bugün, kötü kokuların günüydü anlaşılan.
“Bir gün bir kez daha kaçırılma olayına karışacağımı hiç düşünmezdim…”
Ama bu sefer, kaçırılan değil—kaçıran bendim. Rollerin değişmesi gereken tek ilişki, çocukluk rakiplerinki olmalı. Kaçırılmış olan o iki kardeş de zihnimi meşgul etmeye devam ediyordu. Onları izledikçe, onlarla konuştukça, içimde hep bir şeylerin ters gittiği hissi büyümüştü. Bir çelişki vardı—durumlarını fazla kolay kabullenmiş gibiydiler—ama beni rahatsız eden şeyin ne olduğunu tam olarak çıkaramıyordum. “…Bekle.” Sormayı unuttuğum bir şey olduğunu fark ettim. Bakışlarım gece ışıklarıyla aydınlanan apartmana döndü; her odadan sızan loş parıltı, yapının gölgelerini karanlıkta devleştiriyor, adeta bir gölge tiyatrosuna dönüştürüyordu. Boş ver, yarın sorarım. Zaten öyle acil bir şey değildi. Sırf onu sormak için geri dönmeye değmezdi. Hem, dönersem Mayu’nun beni gece boyunca zorla yanında tutacağından emindim. Teyzem de sabah beni taş fenerle döverdi herhalde. Yarın sorarım. Eğer hatırlarsam.
Neden o çocukları kaçırdın, Mayu?
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.