Batıya doğru iki günlük araba yolculuğunun ardından, kafası biraz havada olan doktorun memleketi olan köye vardılar. Köy, ülkeyi ikiye bölen büyük nehrin kaynağının aşağısında, dağlar ve bir ormanın eteklerine kurulmuştu. Nehir boyunca uzanan arklar vardı ama tarlalarda yalnızca yabani otlar yetişiyor gibi görünüyordu.
Maomao dikkatle baktı. Laf söylemeyi seven doktor, Basen’e saygısından olsa gerek sesini alçaltarak açıklamaya başladı. Basen çaprazlarında oturuyordu; Jinshi onun yanındaydı. Ama doktor hâlâ onun kim olduğunu çözememişti.
“Arpa onlar,” dedi.
“Arpa mı, efendim? Ama bayağı iyi sulanıyor gibi görünüyor.” Arklar tarlaların her yanında dolanıyordu ama Maomao, arpanın bu kadar suya ihtiyaç duyduğunu sanmıyordu.
Maomao (kedi olan), ayaklarının dibindeydi. Sepetinde seyahat etmekten bıkmış, ya doktorun dizlerinde yayılıyor ya da pencerenin kenarından dışarıyı izliyordu. O, Jinshi’nin kim olduğunu anlamış gibiydi; ara sıra adamın bileklerine sürtünüyor, tatlı tatlı kıvrılıyordu. Basen ondan uzak duruyordu—belki de daha önce hiç kediyle uğraşmamıştı. Zaten baş etmekte zorlandığı başka şeyler de vardı belli ki.
“Yaz dönemi pirinci için onlar. Burada yılda iki ürün alınıyor, hem pirinç hem de arpa yetiştiriliyor,” dedi doktor.
“Ah, öyle mi.”
“Sulak pirinç tarlalarında ısrar edersen, toprağı yormadan aynı tarlada bir ürün daha yetiştirebilirsin,” diye ekledi.
Yılda iki ürün almak demek, topraktan iki kat fazla besin çekmek demekti. Ancak pirinç tarlalarında biriken su, toprağa bazı besinleri geri kazandırdığından, bu tür tarım toprak tükenmesini engellerdi. Su zengini bölgeler için oldukça verimli bir yöntemdi bu.
Tarlalardan çıkınca orman göründü; köy, hemen civarına kurulmuştu.
“Görünüşe göre burada doğal kaynaklar epey bol,” dedi Maomao. O kadar çoktu ki, diye düşündü Maomao, insan neden ille de kâğıt yapımına odaklansın ki? Ama devrede başka etkenler de vardı.
“Biz buraya geldiğimizde ova başkalarının elindeydi,” diye açıkladı doktor. “Ama ormana dönüp bakan olmamıştı.”
Yakındaki dağlardan akan sularla beslenen o orman, köyün kâğıtçılık sanayisi için gereken kaynakları sağlıyordu. Kitle üretim yapacak kadar çok değildi belki, ama köy halkı kaliteye odaklanarak başarı elde etmişti. Nehir, aynı zamanda ürettikleri malları taşımak için de uygun bir yoldu. Üstelik iki taraf da farklı şeyler ürettiğinden, köylülerle bu toprakların önceki sakinleri gayet iyi geçiniyordu.
“O zamanki toprak sahibi epey iyi bir adamdı,” dedi doktor.
Yine de Maomao’nun içine bir şey kurt düşmüştü. Tarlaların yanından geçerken, arpaları çiğneyen bir çiftçiyle göz göze gelmişti. Bu, başakları kuvvetlendirmek için yapılan bir yöntemdi ama adam sanki öfkeyle tepiniyormuş gibiydi. Maomao’ya attığı bakış sert ve karanlıktı.
Maomao hiç görmemiş gibi yaptı ve yeniden doktora döndü.
Köye vardıklarında, onları kırklı yaşlarında görünen bir kadın karşıladı. Gözlerinin yumuşak ifadesi ve hafifçe düşüklüğü, Maomao’ya doktorun kendisini hatırlattı. Bu kadın herhâlde onun küçük kız kardeşiydi.
Doktor, kediyi kadına uzattı. Kadın gülümsedi ve tüylerini okşadı. Demek ki doktor, hayvanı yanında getireceğini önceden haber vermişti. Ama belli ki yanında koca bir heyet getireceğinden bahsetmemişti; çünkü kadın, Maomao ve diğerlerine şaşkınlıkla baktı.
“Ah, Ağabey... Hoş geldin,” dedi.
“Evet, sağ ol. Geri dönmek güzel.” Doktorun sesi oldukça sakindi ama gözlerinin kenarında yaşlar birikmişti. On yılı aşkın süredir görmediği evine yeniden kavuşan bir adamdı nihayetinde. “Mezarlığa gitmek istiyorum,” dedi. “Hani, Baba ve...”
Demek ki sarayda görevdeyken vefat etmişlerdi. Burnunu çekti.
“Elbette... Ama bir şey soracağım,” dedi kadın, göz ucuyla Maomao ve diğerlerine bakarak. “Bunlar... arkadaşların mı?” Maomao, kadının yüz ifadesini izlerken bir ev kadınının kafasından geçen şeyleri açıkça görebiliyordu: Akşam yemeğini nasıl çıkarırım?
“Ah! Demek iş yerinden üstün ve yardımcın geliyor. Daha önce söyleseydin ya.”
Yani şimdi onun yardımcısı oldum ha. Bu tam anlamıyla doğru değildi ama yalan da sayılmazdı. “Üst” kelimesi için de aynı şey geçerliydi, ama Basen hiçbir şey demeyince belli ki oyunu sürdürecekti.
Maomao’nun içinden Teyze Şarlatan diye geçirdiği kadın (adını söylemişti ama Maomao duyamamış ya da çoktan unutmuştu) sofrayı hızla donatmakla meşguldü. Buharda pişmiş otlu tatlı su balığı, sepet içinde baozi’ler ve altın gibi parlayan kavrulmuş pilav... Tüm yemekler harika görünüyordu. Sayıca bu kadar kalabalık bir ekibe hazırlıksız yakalanmış olsa da, ortaya çıkan şeyler tam anlamıyla mükemmeldi. Hatta Maomao (kedi olan), balık ve pirinç lapasından oluşan ayrı bir mama kabıyla ödüllendirilmişti. Ve bu mamayı, kedilere özgü asaletin zerresini göstermeden büyük iştahla mideye indirmişti. Eğer fırsatını bulsa, sofradaki balıkları çalıp kaçmaktan da çekinmeyeceği ortadaydı.
“Doğrusu, bir hadımın böyle güzel bir gelinle eve döneceğini hiç düşünmezdim.”
“Ha ha ha! O kadar da değil.”
“Sanmam ben de!”
Bu takılmalara eşlik eden tak! diye bir ses dikkatleri dağıttı. Maomao döndüğünde, Jinshi’nin tepsisini düşürmüş olduğunu gördü.
“Aman Tanrım! Dert değil, hemen yenisini getiririm,” dedi Teyze Şarlatan yüzünde rahatsız edici bir yanık izi olan adama aldırmaksızın. Maomao’nun görüşüne göre, Jinshi gerçekten bir hizmetkârı canlandıracaksa, arabada kalıp tarlada yenilen basit erzaklarla idare etmeliydi. Büyük ihtimalle Basen buna izin vermemişti. Jinshi’nin kılığı kusursuzdu—Maomao, böyle küçük bir sakarlığın kimliklerini ele vermesinden endişeliydi.
Tüm yemekler sofraya dizildikten sonra Teyze Şarlatan’ın ailesi de gelmişti. İkisi genç, biri başında bez bağlı orta yaşlı üç adam. Orta yaşlı olan herhâlde kocasıydı, diğer ikisi ise oğulları.
“Enişte... Uzun zaman oldu,” dedi koca, başındaki bezi çıkarıp doktora saygılı bir selam vererek.
“Evet, oldukça uzun zaman oldu,” diye yanıtladı doktor, gülümseyerek.
Oğullardan biri babasını taklit edip doktora saygıyla selam verdi—ama diğeri, doktoru tamamen görmezden gelerek doğruca sofraya oturdu ve iştahla yemeğe girişti.
“Yapma şunu! Selam bile vermeden nasıl böyle davranırsın?!” diye çıkıştı Teyze, oğluna öfkeyle bakarak.
“Abi...” dedi diğer oğlan, öfkeyle değil ama gözleriyle yalvarırcasına. Demek ki sessiz olan küçük kardeşti, kaba olan ise büyük.
Birinci Numara Kuzen Şarlatan, eline aldığı bir baozi’yi ortadan ayırıp bir ısırık aldı. İçinden sulu mu sulu domuz eti çıkmıştı—Maomao’nun ağzı sulandı.
“Amcama saygı mı duyayım yani? O bir hadım. Onca yıldır evi yüzü görmemiş. Şimdi ne işi var burada? Bir de arkasında bir sürü misafir sürüklüyor!”
Bunun üzerine doktor, artık alışkanlık hâline getirmiş olduğu o düşük kaşlı, mahcup gülümsemelerinden birini takındı. Onca yıldır hadım olduğu için alaya alınmaya alışmıştı belki ama bu hakareti öz yeğeninden duymak herhâlde oldukça ağırına gitmişti. Maomao bile oğlanın tavrından rahatsız olmuştu. Gerçekten bu pişkin herifin boş boş konuşmasına katlanacak ve sofranın en güzel yemeklerini silip süpürmesine göz yumacak mıydı? Elbette hayır. Sandalyeye kararlı bir şekilde oturdu.
“Soğumadan başlasam olur mu?” dedi, sonra da tam yeğenin uzandığı lokmayı ustalıkla kapan bir hareketle ağzına attı. Oğlan ona kötü kötü baktı ama Maomao aldırmadı. Onun gibilerden çok daha iri, çok daha haşin hizmetkârlarla ve askerlerle muhatap olmuştu. Basen bir şey söylemek ister gibi görünmüştü ama Maomao’nun durumu hallettiğini görünce içi rahatlamış gibiydi. Jinshi ise ifadesini hiç bozmadı.
Teyze Şarlatan’ın öfkesi gözlerinden okunuyordu; çünkü getirdiği lapa ve çorba tabakları, büyük oğlu hariç herkese dağılmıştı. Kocası ve küçük oğlu ise, akıllılık edip bu durumu sessizce kabullendiler. Büyük oğul ise, ailesinin kendisine böyle davranmasına içerlemiş olacak ki bir baozi daha kapıp sessizce odadan çıkıp gitti.
Oğlan gittikten sonra, Teyze Şarlatan’ın kocası kafasını kaşırken, utanç içinde doktora doğru eğildi. “Kusura bakma, enişte. Senin bu köy için ne kadar uğraştığını, nelerden vazgeçtiğini bilmiyor. Hem bir de üstün karşısında...”
“Ah, hiç önemli değil. Ben alınmam. Böyle şeylere alışığım zaten,” dedi doktor, her ne kadar Basen’in varlığının fazlasıyla farkında görünse de. Maomao, parmağıyla Basen’i dürttü. O da irkildi ve ardından, “Asıl biz özür dilemeliyiz; böyle habersiz geldik,” dedi.
Demek ki gerektiğinde kibar olabiliyormuş. Bu iyiye işaretti. Jinshi’nin ona yönelttiği delici bakışlar da muhtemelen dikkatli davranmasını sağlamıştı.
“İyi, iyi, o zaman mesele yok,” dedi doktor, lapasından bir yudum alıp keyifle içerek.
Onun için “Böyle şeylere alışığım,” demek belki sıradan bir cümleydi ama Teyze Şarlatan bu sözlerden epey rahatsız olmuş görünüyordu. Zira doktor, kız kardeşinin arka saraya satılmasını engellemek için gönüllü olarak hadım olmayı seçmişti. Hem de ebeveynlerinin bir oğlu olduğuna ne kadar değer verdiği ortadayken.
“Yalnız...” dedi doktor, sesi biraz daha ciddi çıkıyordu şimdi. “Ben sadece akşam yemeği yemek için gelmedim buraya. Anlatmak istediğiniz bir şey yok mu?” Masadaki sessizlik bir anda yoğunlaştı. Demek ki gelişinin asıl sebebine gelinmişti.
Maomao içinse bu tamamen bir seyirlikti; o yüzden yemeğine devam etmekten yana en küçük bir tereddüt göstermedi. Buharda pişmiş balığın tuzu tam kararındaydı ve otların aroması harikaydı. Bu yemeği nasıl yaptığına dair Teyze’ye sonra mutlaka soracaktı.
Teyze’nin kocası yavaşça yemek çubuklarını kenara bıraktı, doktora baktı—sonra da kısa bir duraksamadan sonra başını eğdi. “Enişte, senin artık sarayda bile adın duyulmuş bir hekim olduğunu duyduk. Hatta İmparator’un çocuğunu senin doğurttuğunu söylüyorlar. O hâlde mutlaka Majesteleri’nin kulağına erişebiliyorsundur... ve senden çok özel bir rica istiyoruz.”
“Ha?!”
İmparator’un çocuğunu o mu doğurttmuş? Maomao içinden güldü. Aslında doğumu gerçekleştiren kişi evlatlık babası Luomen’di—ama doktorun, yazdığı mektuplarda hikâyeyi biraz abartması pek olasıydı. Yine de... Maomao’nun içinde o an, susmayı seçmek dışında bir seçenek yoktu. Basen’in kaşları hafifçe çatılmıştı, Jinshi ise gözlerini uzaklara dikmiş gibiydi.
Doktor da bu sözler karşısında yemek çubuklarını bırakmış, kaşları her zamankinden bile daha fazla düşmüştü. “Majesteleri’ne derdini anlatmak... benim gibi biri için haddini aşmak olur,” dedi.
“Kraliyet cariyesinin doğumunda bile bulundun ama?”
Bu mümkün değildi. En yüksek rütbeli memurlar bile İmparator’la yalnızca nadiren görüşebilirdi; bizzat bir görüşme talep etmek bile saygısızlık sayılır, doktorun kellesine mal olabilirdi. Maomao’nun kendisi bile İmparator’la yalnızca birkaç kez konuşma şansı elde etmişti—o da yalnızca Majesteleri’nin bizzat izin verdiği durumlarda. Üstelik artık Gyokuyou yalnızca bir cariye değil, İmparatoriçe’ydi. Ona ulaşmak daha da zor olacaktı.
Bu gidişle, o istenmeden de olsa doktorun sırtına yıkılacak gibiydi bu iş—ve Basen çıkıp garip bir söz söyleyecek olursa işler daha da sarpa sarabilirdi. Bu yüzden, Maomao söze girmeye karar verdi.
“Arka saraydaki önceki doktor, kendisini ilgilendirmeyen bir işe burnunu sokmuştu da, cezalandırıldı: organları kesildi ve saraydan sürüldü,” dedi.
Masadakiler afallamıştı.
“Dedikodulara göre, bilmemesi gereken bir şeyi öğrenmiş. Başını da bu yüzden yakmış.”
Elbette bu sözler, doğrudan doğruya kendi babasına atıftı—ama tam anlamıyla yalan sayılmazdı. Bu kadarını söylemek güvenli miydi, emin değildi ama Basen ve Jinshi’den herhangi bir tepki gelmeyince, en azından bir tatsızlık çıkmadığına sevindi.
Şarlatan Teyze ve ailesi yutkundu, birbirlerine tedirgin bakışlar attılar. Omuzları düştü.
Fakat doktor öne doğru eğildi, elini salladı. “Majesteleri’yle konuşamam belki ama ulaşabileceğim başka insanlar da var. Ne olduğunu anlatın bakalım.”
Teyze ve kocası göz göze geldi. Maomao içinden, “Acaba burada bulunmakla fazla mı ileri gittim?” diye düşündü ama madem bu kadarını duymuştu, sonrasını da öğrenmek istiyordu. Jinshi ve Basen de aynı fikirde olacak ki, kımıldamak gibi bir niyetleri yoktu.
“Lütfen, anlatın,” dedi Basen. “Ne kadar yardımcı olabiliriz söz veremem ama... en azından sizi dinleyebiliriz.” Bu sözler aslında Jinshi’ye ait olmalıydı ama burada onun adına konuşan Basen olmuştu.
Doktor, onlara baktı, başını salladı ve “Bu insanlara güvenebilirsiniz,” dedi.
Ender rastlanan bir şekilde—tam zamanında doğru cümleyi kurmuştu.
“Pekâlâ… Madem öyle,” dedi Teyze Şarlatan yavaşça ve anlatmaya başladı. “Sorun, köydeki toprak haklarıyla ilgili.”
Köyün kurulu olduğu toprakların aslında kiralık olduğunu söyledi. Arazinin sahibi, yakınlarda oturuyor ama kendisi kullanmıyordu; bu yüzden toprağı ucuza kiralamaya razıydı—fakat yıllar geçtikçe iki taraf da toprağın tamamen satışı konusunu konuşmaya başlamıştı. O zamanki malik, köylülerle iyi geçinen yumuşak huylu bir adamdı, dedi Teyze.
Ne var ki birkaç yıl önce o adam ölmüş, yerine oğlu geçmiş—ve işler değişmeye başlamış. Babasının aksine, yeni malik yabancılardan nefret ediyor ve zanaatkârları hor görüyordu. Köy, saraya kâğıt tedarik etmek için imparatorluk siparişi alınca buna tahammül edememiş.
“Eskiden kâğıdın kalitesi düşünce borcu tahsil etmek için birkaç kez geldi,” dedi İkinci Oğul, yüzünde acı dolu bir ifadeyle. “Sürekli suyu kirlettiğimizi, bu yüzden pirinç veriminin düştüğünü söylüyordu. Pirinç için yeterli su kalmadığını iddia ediyordu.”
“Son zamanlarda daha da ileri gitti. Borcu hemen ödememizi ya da toprağını terk etmemizi istiyor.”
Sözleşmenin bitmesine daha beş yıl vardı. Köyün beş yıllık ödemeyi bir anda toplaması imkânsızdı, üstelik bu kadar kısa sürede. Ama malik onların ev sahibiydi. Nasıl Maomao yaşlı madame kafa tutamıyorsa, köy de dikkatli davranmak zorundaydı.
“Eğer ayrılmak zorunda kalırsak, evlerimizi ve içindekilerin çoğunu burada bırakmak zorunda kalacağız. Yeni bir yer bulmamız kim bilir ne kadar sürer?”
“Bizi köyden çıkarmak, sonra da gelip kâğıt işini kendileri devralmak istiyorlar,” dedi Birinci Oğul. “Biz pirinç yetiştirmeyi bilmeyiz, onlar da kâğıt yapımını. Herkes işine baksın diye düşünürsünüz ama…”
“Neden böyle yapsınlar ki? Onlar pirinç yetiştirmeyi, biz kâğıt yapmayı biliyoruz; herkes işini yapsa ya,” dedi Doktor, ince bıyıkları titrerken. Kedi Maomao, yemeğini bitirmiş, sıkılmış hâlde bıyıklara atılmak üzere tırnaklarını geçirdi.
“Öyle dersiniz,” dedi Teyze başını sallayarak. “Ama bu yıl tahıl vergisi birden arttı.”
“Bizim kâğıda uygulanan vergi ise birkaç yıl önce düşmüştü. Bunun ilişkileri düzeltmediğine emin olabilirsiniz.”
Demek mesele buydu.
Kâğıt vergisinin düşürülmesi, okuryazarlığı artırmak için kâğıdı yaygınlaştırma isteğinden kaynaklanmış olmalıydı. Pirinç vergisinin artışı ise muhtemelen yılda iki mahsul alan bu bölgeye fazla yük olmaz düşüncesiyle; aynı zamanda yaklaşan zorluklar için rezervleri güçlendirmek adına.
Maomao, gizlice Jinshi’ye baktı. Jinshi sakin görünse de hafifçe kıpırdanıyordu.
Bu, muhtemelen böcek zararıyla başa çıkma meselesiyle ilgili, diye düşündü Maomao. Verimli bölgelerden hasarı en çok gören yerlere ürün gönderilmesi, daha az insanın aç kalması anlamına gelirdi. Jinshi ve tüm hükümetin elinden geleni yapmaya çalıştığını biliyordu, ve bunun yanlış bir çaba olduğunu da düşünmüyordu—ama vergileri artırılan halkın da bu durumdan hoşnutsuz olması anlaşılırdı. Aradaki farkı kapatmak için bir yol bulmaları gerekiyordu. Mesela bu köye baskı kurarak.
Ama Doktor’un da belirttiği gibi, öyle pat diye bu köye yerleşip kâğıt üretmeye başlanamazdı. Bunun için bilinmesi gereken pek çok şey vardı; nasıl yapılacağını bilmeden, işin altından kalkmak kolay değildi.
“Asıl mesele şu, bir de başka bir sorunumuz var—şu çocuk,” dedi koca, huysuz tavırlı genç adamı kastediyordu belli ki. “Bazı nedenlerden ötürü, burada çiftçilerin tarafını tutuyor.”
“Kardeşim, o...” dedi küçük kardeş, mahcup bir tebessümle. “Nasıl desem... Gözü kör olmuş gibi.” Bu sözleri söylerken zorlanıyor gibiydi.
“İtiraf etmesi zor ama çocuk pek bir şey bilmiyor. Bütün memurları aynı sanıyor.” Demek ki o yüzden Doktor’a patlamıştı—hadımların da vergileri artıran bürokratlarla aynı olduğunu sanmıştı. “İşte bu yüzden yardımınıza ihtiyacımız var.”
İstedikleri şey şuydu: Vergilerin düşürülmesi.
Olmaz, diye düşündü Maomao. Bu mümkün değildi, Jinshi orada oturuyor olsa bile. Sabah verilen bir emrin öğleden sonra iptal edilmesi, tüm ülkenin düzenini bozar. Bu insanlar ölüm kalım meselesiyle karşı karşıya olsaydı belki düşünülebilirdi, ama gördüğü kadarıyla o kadar kötü bir durum yoktu.
Bu, Doktor’u da oldukça zor bir duruma sokuyordu. Gerçekten de yapabileceği bir şey yoktu. Kedi, onun dizinde oturmuş, titreyen bıyıklarına patiler atıyor, çenesine tırmıklar atıyordu.
“Ben sadece bir hadımım sonuçta...” dedi Doktor mahcupça.
Aile, duydukları karşısında omuzlarını düşürdü. Ancak koca, hayal kırıklığını bastırarak, “Yarın bir toplantı yapılacak. En azından bize eşlik eder misiniz?” dedi.
“Elbette, bunu yapabilirim...” Doktor, Maomao’ya baktı. Maomao da bakışı Basen’e devretti.
“Ben de katılabilir miyim acaba?” dedi Basen. Sözde umursamaz görünüyordu ama, kendince meseleye doğrudan dahil olduğu için ilgilenmemesi zordu. “Bağımsız bir gözlemci olarak orada bulunmak isterim,” diye açıkladı.
“Şey...” diye başladı koca, ama fazlasını söylemedi. Muhtemelen Basen’in gelmesine karşı bir itirazı yoktu, ama ev sahibinin buna karşı çıkabileceğini düşünüyordu.
“Sadece arka tarafta durur, müdahale etmem. Diğer taraf fazla ileri giderse ancak o zaman konuşurum,” dedi Basen. Bunun üzerine koca, hâlâ biraz isteksiz görünse de başını salladı.
“Ben de orada olacağım, tabii ki,” dedi Doktor.
Ama işe yarayacağını sanmıyorum, diye düşündü Maomao. Yine de kendi katılıp katılamayacağını merak etti. O sırada, diğer Maomao’yu Doktor’un dizinden aldı—tam kedi yeni bir tırmık daha atmak üzereyken.
Köy Muhtarı olan Teyze Şarlatan’ın kocası, evlerini birkaç misafiri ağırlayacak kadar geniş tutmuştu. Maomao ve yanındakiler aslında bir han odasında kalmayı planlamışlardı ama sonunda olduğu yerde konaklamaya karar verdiler. Maomao’ya küçük bir oda verildi. Şarlatan ise ana yatak odasında kaldı; Jinshi ve Basen de geniş misafir odasında. Yanlarındaki muhafızlar ise ayrı bir müştemilata yerleştirildi. Vergi zamanı gündelik işçilerin de kaldığı düşünülünce, fazlasıyla yatak ve yatak takımı vardı.
Teyze Şarlatan, misafirlerine banyo hazırlamayı teklif etti—sonuçta onlar konuktu—ama Basen, daha fazla zahmete sokmak istemediklerini söyleyerek nazikçe geri çevirdi. Maomao açıkçası yıkanmak istiyordu ama Jinshi’den gelen sessiz bir talimatı yerine getiren Basen’e karşı çıkamazdı.
Bunun yerine Maomao, odasına bir kova sıcak su getirilmesini istedi ve el havlusu ile üstünkörü temizlendi. Sadece terini aldı—su fazla soğuktu—ama saçları yağlanmaya başladığı için onları yıkamaya karar verdi. Kovaya sadece bir bardak kadar sıcak su koydu, saçlarını çözdü ve tamamen ıslanınca sabunla köpürttü. Baş derisini nazikçe ovalayarak kiri çıkardı.
Köpükleri duruladıktan sonra saçını bir havluyla sardı. Ayakları üşüdüğü için hâlâ ılık olan suya soktu. Saçını özenle kurularken, kapısı tıklatıldı.
“Girin,” dedi ama dışarıdan bir yanıt gelmedi. Şaşırarak kapıyı araladı. Yanık izi olan rahatsız edici görünümlü bir adamla karşılaştı.
Hiçbir şey söylemeden kapıyı ardına kadar açtı ve o rahatsız edici adam—yani Jinshi—içeri girdi. Oda penceresi kapalıydı—Maomao yıkanıyordu sonuçta—ve yan oda Jinshi ile Basen’e aitti. Daha ötedeki odalar uzaktaydı.
“Konuşabilirsin. Bizi kimsenin duyacağını sanmıyorum,” dedi Maomao.
“Yıkanmanı mı böldüm?” diye sordu Jinshi. Sesi her zamanki gibi tanrısal tınılıydı. Demek bu kez sesini değiştirmeyi tercih etmemişti; demek ki bu yüzden bu kadar sessiz kalmıştı.
“Sadece saçımı. Kusura bakmayın, biraz dağınığım,” dedi Maomao, başını kurulamaya devam ederek kovayı odanın köşesine itti. Oda dardı, oturulacak yer olarak sadece yatak vardı. Bu yüzden ayakta kalıp Jinshi’ye baktı.
“Oturmalısın,” dedi Jinshi.
“Saçım hâlâ ıslak,” diye karşılık verdi. Bakışı da “Neden geldiniz ki siz şimdi?” demekti.
Jinshi, yanağındaki yanık izine dokunarak bezle sarılmış bir paket çıkardı. “Şu şeyi bir süreliğine çıkarmak istiyorum. Makyajı tekrar yapabilir misin?”
Pakette kırmızı boya, yapıştırıcı ve beyaz bir pudra vardı. Yapıştırıcı, özenle ezilmiş pirinçten yapılmış ve oldukça yapışkandı. Jinshi’nin yanık izine dikkatlice baktığında, terlemenin de etkisiyle makyajın yavaş yavaş silinmeye başladığını fark etti. Soğukta bile insan terliyordu, hele de yatarken.
“Muhtemelen yapabilirim,” dedi Maomao. Boyanmış yapıştırıcıyla deriyi büzüştürebilir, üzerine beyaz pudra uygulayıp gölgeler ekleyerek yüzüne sapsarı bir görünüm verebilirdi. Yeterince inandırıcı olurdu.
“Öyleyse çıkar onu. Şimdi,” dedi Jinshi ve mendili kovadaki suya batırdı.
...Ah.
“Bir şey mi oldu?”
“Taze su getireyim,” dedi Maomao çabucak.
“Hayır, bu kadar zahmete gerek yok. Bu yeterli.”
Maomao başka bir şey söylemedi ama kovanın içine uzun uzun baktı. Çok pis görünmüyordu ama...
“Bir sorun mu var?” diye sordu Jinshi.
“Hayır efendim, bir şey yok,” dedi Maomao. Ayaklarını yıkadıktan sonra kovaya sokmuştu, ama bunu kendine saklayabilirdi. Jinshi kullanılmış sudan rahatsız görünmediğine göre, gidip yenisini getirmesine gerek yoktu.
Islak mendili alıp yüzünü nazikçe silmeye başladı. Yepyeni pamuklu mendil hızla boya ve yapıştırıcıyla kirlendi; Maomao bunun israf olduğuna karar verdi—kırmızı lekeler ne kadar çitilerse çitilesin çıkmayacaktı. Keşke elinde bu iş için böyle temiz bir bez yerine eski püskü bir paçavra olsaydı.
Jinshi gözlerini kapattı, ılık ve nemli bezin teninde dolaşmasından keyif alıyormuş gibi hareketsiz duruyordu. Öylesine gardını indirmişti ki, sanki başı kesilse haberi olmayacaktı; suikastçı kahkaha atarken bile.
—Ayak mantarı yüzden bulaşmaz herhâlde, diye geçirdi içinden. (Not: Kendisinde ayak mantarı yoktu.)
Yapıştırıcı eriyince Jinshi’nin çıplak teni açığa çıktı; pürüzsüz ve sağlıklıydı ama yanağını enine kesen gerçek yara hâlâ seçiliyordu. Kızıllığı biraz kalmıştı; zamanla solar ama asla tamamen kaybolmazdı—ömür boyu onunla yaşayacaktı.
“Jinshi-sama?”
“Evet?”
“Neden baş hekimin evine uğruyoruz? Üstelik beni de yanınızda götürüyorsunuz.”
“Zaten gideceğimiz yere giden yol üzerinde. Madem geçeceğiz, uğrasak fena olmaz diye düşündüm.”
“Yol üzerinde mi?” Bu, dönüşün gelişten de uzun süreceği anlamına geliyordu. Nereye gidiyoruz biz böyle?
“Doğrusunu istersen, zamanlama gayet uygun. Artan vergilere halkın tepkisini yerinde görme fırsatı,” dedi Jinshi. “Hemde burada tuhaf bir şeyler dönüyor.”
“Nedir o tuhaflık?”
“Açıkçası tam bilmiyorum. Yalnızca senin kuzenin hesap makinesini konuşturmuş, bir gariplik olduğunu söylüyor.”
Sayı takıntısıyla meşhur Lahan yanılmazdı. Eğer meseleyi Jinshi’ye taşımışsa mutlaka bir bit yeniği vardı.
“Son yıllarda gönderilen pirinç miktarında sapma varmış. İşte bu yüzden geldim. Fakat gördük ki başka dertler de çıkmış; kâğıt ustalarını, işten anlamayan çaylaklarla değiştiremeyiz tam üretimi artırmaya hazırlanırken.”
Yani burası basit bir gezi değil, gerçek bir görevdi. Maomao, Jinshi ayak suyuyla yüzünü yıkarken kendini daha da suçlu hissetti.
Jinshi galiba uykusu gelmişti; yavaşça yatağa kaydı. Onun ne kadar zahmetli biri olabildiğini düşünerek Maomao yanına oturup saçlarını okşamaya başladı. Jinshi parfüm kullanmıyordu ama üzerinden hafif çiçeksi bir koku yayılıyordu. Gerçekten de gökten inmiş bir peri gibi, diye geçirdi içinden.
“Yanık izini şimdi mi yenileyeyim? Yoksa sabahı mı bekleyelim?”
“Şimdi, lütfen.” Uykulu sesi normalden bile daha baştan çıkarıcıydı. Eğer şu anda onu odadan kovarsa tam bir felaket çıkaracağını biliyordu. Maomao boyayı ve yapıştırıcıyı parmağıyla karıştırdı. Biraz su ekleyip kıvamını ayarladı, sonra yara izinin çevresine dikkatle sürmeye koyuldu.
Bunu ilk kim düşündü acaba? diye geçirdi Maomao içinden. Makyaj oldukça gerçekçi görünüyordu. Yağmurda bozulabilirdi ama neyse ki kuru mevsimdeydiler—yağmur neredeyse hiç yağmazdı bu zamanlarda.
“Bunu Basen-sama yapamaz mıydı?”
“O kadar yetenekli değil.”
“Yani beni sırf bu yüzden mi getirdiniz?”
“Tek sebep bu değil.”
Jinshi fiziksel temastan hoşlanıyor gibiydi. Parmak uçlarıyla yapıştırıcıyı yüzüne sürdükçe gözlerini bir çocuk gibi kapadı.
“Uyuyup kalma,” diye uyardı Maomao. “Yoksa Basen-sama’yı çağırırım.”
“Çağırırsan ne kadar faydalı olacağını sanıyorsun?”
Açıkçası pek de faydalı olmazdı. Babası Gaoshun’un aksine Basen henüz bu işin inceliklerini kavrayamamıştı. Jinshi’nin yardımcısı olarak bir parça yetersiz kalıyordu.
“Peki neden o senin yardımcın?” dedi Maomao, laf ağzından çıkmadan önce. Aslında Gaoshun’u uzun zamandır görmediği için böyle hissediyor olabilirdi; o orta yaşlı adamın insanı dinginleştiren varlığını özlemişti. Bazen yaptığı yaramazlıkları bile...
Jinshi yavaşça gözlerini biraz daha açtı, siyah gözbebeklerinde belli belirsiz bir şaşkınlık belirdi. “Hmm. Öyle görünse de, aslında... iş ciddiye bindiğinde gayet yetkindir.”
“Bunu söylerken pek de inandırıcı gelmiyorsunuz, efendim.”
Belki de Jinshi Basen’e karşı fazla yumuşaktı; ne de olsa sütkardeştiler. Öte yandan, Jinshi’nin yanında bu kadar rahat olabilmesi de kendi başına bir yetenek sayılabilirdi.
Maomao yanık makyajını bitirdi ve elini yıkamak üzereyken aklına bir fikir geldi. Temiz eliyle eşyalarının arasından bronz aynasını çıkardı ve boyayı ağzının etrafına sürmeye başladı. Dişlerini göstererek sırıttı—tam bir canavara benziyordu.
“Bu tam anlamıyla korkunç,” dedi Jinshi kahkaha atarak. Maomao boyayı sonradan silerim diyerek gözüne ve yanaklarına da sürdü. Bronz aynadaki yüz artık neredeyse bir cesedi andırıyordu.
Jinshi ise kendini tutmakta zorlanıyordu. Gülmemek için resmen çırpınıyordu. Maomao ona acıdı bir an—adam adeta işkence çekiyor gibiydi—ama yine de eğilerek işi tamamlamak üzereydi ki...
Tam o sırada kapı çaldı ve Basen’in sesi duyuldu: “İçeri giriyorum.” Kapı uyarıyı beklemeden açıldı.
Basen’in gözleri karşılaştığı manzara karşısında kocaman açıldı: Jinshi, acı içinde kıvranıyor gibi görünüyordu, Maomao ise ona doğru eğilmişti; yüzü ve elleri kırmızı bir maddeyle kaplıydı.
Hiçbir şey demedi.
Onlar da bir şey demedi.
Ama az sonra Basen hiçbir şey diyemez hâle geldi.
Tam bağırmak üzereyken Maomao elindeki mendili ağzına tıkıverdi, Jinshi ise onu yere bastırdı. Tanıştıkları günden bu yana yaptıkları en uyumlu hareketti bu.
Ertesi gün geldiğinde, Maomao da görüşmeye katılanlar arasındaydı. Toplantı, kâğıt üreticilerinin köyüne çok da uzak olmayan, toprak sahibi olan adamın yaşadığı köydeki bir lokantada yapılıyordu. Yürüyerek gidilse muhtemelen bir saati bile bulmazdı.
Kasvetli lokanta aslında oldukça büyüktü. Aynı zamanda han olarak da hizmet veriyor olmalıydı; muhtemelen köylülerden çok, yoldan geçen seyyahlara hitap eden bir mekândı. Aslında dün gece şarlatanın evinde kalmamış olsalar, Maomao belki de burada konaklayacaktı.
Toplantıya katılanlar arasında şarlatanın eniştesi ve iki oğlu vardı; yanlarında da köyden üç orta yaşlı adam. Maomao, Basen ve Jinshi’yle birlikte sayı ona tamamlanıyordu. Maomao, iş çığırından çıkarsa Basen’in Jinshi’yi ne kadar koruyabileceğinden pek emin değildi ama Jinshi’nin kendi başının çaresine bakabilecek biri olduğu da ortadaydı. Herhâlde bir sorun çıkmazdı.
Karşılarında ise en az on beş iri yapılı adam oturuyordu. Bu adamların ortasında ise, sakalını okşayarak oturan bir orta yaşlı adam yer alıyordu—belli ki toprak sahibi buydu.
Lokantayı işleten yaşlı karı koca olan biteni açıkça memnuniyetsizlikle izliyordu. Bu mekânın seçilme nedeni muhtemelen ortalığın karışma ihtimaliydi, ama böyle bir seçimin mekân sahiplerini sevindirmemiş olduğu kesindi.
Şarlatan gözle görülür şekilde titriyordu. Lokanta sahibinin karısı dışında orada bulunan tek kadın Maomao’ydu, bu da belli ki onu endişelendiriyordu. Ancak etraftaki kimse, aralarına karışmış bu cılız tavuğa benzer kızı pek de ciddiye almış görünmüyordu; hatta bazıları kendi aralarında onun ne işi olduğunu sorgulayıp kıs kıs gülüyor gibiydi.
Gerçek şu ki, Maomao’nun toplantıya katılması kolay olmamıştı. Şarlatanın kız kardeşi onu durdurmaya çalışmış, pek gösterişli olmasa da nihayetinde evlenmemiş bir genç kadın olduğunu, böyle bir ortamda başına gelebilecek kötü bir olayın feci sonuçlar doğurabileceğini söylemişti. Her şeyden önce, Maomao’nun bu toplantıya ait olmadığını düşünüyordu.
Ama şarlatan Maomao’ya öyle acınası gözlerle bakmıştı ki, genç kız kıyamamıştı. Üstelik Maomao, bu sözde kontratla ilgili bir hayli meraklanmıştı. “Bu tür konularda bilgili birkaç tanıdığım var,” demişti sonunda. “Gördüklerimi onlara aktarabilir miyim?” Azıcık abartmıştı belki, ama idare ederdi.
Bu sözleri duyunca, kadın Maomao’nun yasa işleriyle ilgilenen memur tanıdıkları olduğunu hayal etmiş olmalıydı ki, istemeyerek de olsa izin vermişti. Oysa Maomao’nun kastettiği kişiler zaten yanında bulunan Jinshi ve Basen’di. Ama bunu söylemeye hiç lüzum yoktu.
Ve böylece Maomao, ana grubun biraz uzağında bir sandalyeye oturmuş buldu kendini. Mekânın kadını ona çay getirmişti, ama içerisi kesif biçimde alkol kokuyordu—muhtemelen burası aynı zamanda bir meyhaneydi—ve Maomao kendini güç bela bir bardak sipariş etmekten alıkoymuştu. Jinshi ve Basen de onunla aynı masada oturuyordu.
“Burada olman gerçekten şart mıydı?” diye sordu Basen, Maomao’nun gelişinden önce Şarlatan ile yengesi arasında geçen ve uzadıkça uzayan tartışmayı yeniden gündeme getirerek. Madem itirazı vardı, o zaman dile getirmeliydi.
“Şarlatan beni özellikle çağırdı; öylece sıvışıp gitmek insanlık dışı olurdu,” dedi Maomao.
“Konuşmana bak hele...” Basen konuyu deşmek ister gibi görünüyordu, ama Şarlatan o andan itibaren göz ucuyla Maomao’yu izleyip durduğu için meseleyi kapattı. Bunun yerine çevreye göz gezdirip, “Bu kadar küçük bir yer için bu kadar fazla içki biraz garip doğrusu,” diye mırıldandı.
Raflar ağzına kadar şarapla doluydu ama esas ikram mutfağın köşesindeki büyük fıçıda saklanan, bulanık, beyazımsı bir içkiydi—arıtılmamış, “köylü şarabı” denilen türdendi. Başkentte insanlar genellikle berrak, damıtılmış içkileri tercih ederdi. Belli ki, yolculara raflardaki şişelerden, köylülere ise bu fıçıdan içki sunuluyordu.
“Parayı getirdiniz mi?” diye sordu—elbette ki—o orta yaşlı, otoriter adam. Sesi tam bir üçüncü sınıf tiyatro kötü adamını andırıyordu. Maomao, çevresini saran haşin adamların gerçekten köylüler mi yoksa tutulmuş serseriler mi olduğuna karar veremedi. Şarlatanın eniştesi, oğulları ve köylü dostları güçlü kuvvetli adamlardı ama sayıca çok gerideydiler. Maomao içten içe, işler çığırından çıkarsa nereye kaçabileceğini hesap etmeye başladı.
“Henüz süremiz vardı. Biraz anlayışlı olamaz mısınız?” diye sordu enişte, sesi ürkek çıkıyordu. Onunla toprak sahibi arasında bir kâğıt parçası duruyordu; muhtemelen sözleşmeydi.
“Düşünecek ne var? O araziyi hayrına kiraya vermiyorum sonuçta. Ödeyemiyorsanız, çıkıp gidin,” dedi adam. Hiçbir taviz vermiyordu. Bu konuya daha önce de defalarca geldikleri belliydi. Adam devam etti: “Bakın, esneklik gösterdiğimizi düşünmek istiyorum. Gelecek seneye kadar beklemeyi teklif ettik. Bu arada da bize birkaç şey öğretmenizi istedik, hepsi bu.”
Saçmalık, diye düşündü Maomao. Yani ya hemen çıkacaklardı ya da bir yıl bekleyip, bu sürede kâğıt yapımının inceliklerini öğreteceklerdi. Ama sonunda yine evlerinden, topraklarından ve mesleklerinden olacaklardı. Belli ki başka gidecek yerleri yoktu. Ama beklemeyi seçseler bile, işin sonunda zanaatlarını kaptırmış olacaklardı. Görünüşe göre çiftçiler de imparatorluk siparişini kendi üzerlerine alıp, kâğıtçıların eski hayatına konmak istiyordu.
Bu başlı başına öfkelendirici bir durumdu—ama normal şartlarda böyle bir şey kolay kolay karşılıksız kalmazdı. Masanın üstündeki o sözleşme, bu işin kolay yutulmayacağının kanıtıydı.
Yine de bir şeyler garipti. Eğer niyet gerçekten kağıt yapmayı öğrenmekse, neden doğrudan sözleşmeyi koz olarak kullanıp zanaatkârları kendi köylerinde çalışmaya zorlamıyorlardı? Bu kadar mı nefret ediyorlardı yabancılardan? Maomao, ortada oturan o orta yaşlı adama baktı. Adam, kâğıtçı köyden gelenlere küçümseyici bir bakış atıyordu. Özellikle de oğullarına nefretle bakıyor gibiydi.
Maomao, usulca yürüyüp eniştenin arkasına geçti. Yanında Şarlatan vardı; adamın bıyığı titriyordu.
“Ne yaptığını sanıyorsun?” diye fısıldadı Basen, ama Maomao onu görmezden geldi.
Sözleşme on beş yıl kadar önce yazılmıştı, ama kâğıdın hâlâ son derece sağlam olduğu görülüyordu. Daha düşük kalitede bir kâğıt olsaydı, bu kadar yıl içinde çoktan yıpranır, kenarları lime lime olurdu. Sözleşmede gerçekten de yirmi yıllık bir süre zarfında belirli meblağlarla aylık ödeme yapılacağı belirtilmişti ve sonunda, ilgili kişilerin Huaya’sı bulunuyordu—imza yerine geçen, belgenin geçerliliğini ve resmiyetini gösteren “çiçek işaretleri”. Her şey bu kadar açıkken, Maomao, toprak sahibinin neden bu kadar ısrarcı davrandığını anlayamıyordu.
Durumu kavrayışlı ve sağduyulu bir adam olan küçük oğul sessizce ona durumu açıkladı. “Sözleşmenin geçersiz olduğunu söylüyor,” dedi—oysa sözleşme, bir kâtip tarafından yazılmıştı, her şey usulüne uygundu.
“Huaya’lar olduğu hâlde mi?”
“Evet. Mühürler gerçek ama... Eski toprak sahibi okuyamıyordu.”
“Okuma yazması mı yoktu?” diye sordu Maomao. Bu çok da şaşırtıcı değildi belki, ama kafa karıştırıcıydı. Toprak sahipleri genellikle evrakla uğraşmak zorunda kaldıklarından eğitimli olurlardı.
“Damadıydı.”
Ah.
Şimdi taşlar yerine oturuyordu. Ailenin işlerini devralması için içgüvey olarak alınmış biri olmalıydı. Muhtemelen çalışkan bir köylü ailesinin oğluydu—okumaya vakit bulamamıştı ve evlendikten sonra vakti olsa bile öğrenmek aklına gelmemiş olabilirdi.
“Normalde yazı işlerini karısı hallederdi. Ama bu sözleşme onun ölümünden sonra yapılmış.”
Hmmm. Maomao, bunun gerçekten geçerli bir sözleşme olduğuna inanmak istiyordu. Küçük oğul, çiçek mühürlerinin gerçek olduğunu söylemişti—bu da sözleşmenin önceki toprak sahibinin huzurunda imzalandığını gösteriyordu.
“Peki kâtip hâlâ hayatta mı? Ya da bir şahit?”
“İkisi de vefat etti, maalesef.” Sözleşme on beş yıl önce hazırlanmıştı ve o zaman bile ikisi yaşlı adamlarmış.
İş gittikçe sarpa sarıyor, diye düşündü Maomao. O olan biteni kavramaya çalışırken, toprak sahibi eniştenin önüne hâlâ imkânsız bir seçim koyuyordu. Diğer köylüler sinsi bir şekilde sırıtıyor, zanaatkârlar ise gittikçe içine kapanıyordu. Eniştenin büyük oğluysa dudaklarını ısırıyor, yüzü karmaşık bir ifadeyle buruşuyordu.
“Eğer hemen çıkamayacaksanız,” dedi toprak sahibi soğuk bir tonla, “geriye tek seçenek kalıyor. Yarın birkaç genci yollayacağız. Size yardım ederlerken siz de işi öğreteceksiniz. Seneye kadar öğrenmiş olsunlar.”
Zanaatkârların elleri öfkeyle titriyordu. Şarlatan da onlarla birlikte gelmişti ama hiçbir faydası dokunmamıştı; o da diğerleri kadar çaresizdi. İçlerinden yalnızca Maomao çevresine sakince bakınıyordu, diğerlerine kıyasla çok daha az endişeli görünüyordu. O gerçekten de o şarapla ilgileniyordu. Sonrasında kesinlikle bir kadeh istemeliydi—ama şu anda, bu ortamda, içki siparişi vermenin yeri olmadığını bilecek kadar da akıllıydı.
Kâğıtçılar sanki bir cenazedeymiş gibi surat asıyordu. Toprak sahibi ise kutlama havasındaydı; içki sipariş etmeye başladı. “Bana ve bütün çocuklara birer kadeh!” dedi, bu cömertliği çiftçilerden coşkulu bir alkış aldı. Mekânın hanımı gönülsüzce bir tepsi dolusu içkiyle geri döndü.
Maomao burnunu çekti. Hı? Çiftçilerin içtiği şaraba baktı. Bulanık halk şarabı değildi bu—bayağı berrak bir içkiydi. Toprak sahibi ise başka bir şey içiyordu: kehribar renginde, damıtılmış olduğu her hâlinden belli bir içki. Şişesi raflardan alınmıştı. Anlaşılan alkolü pek kaldırıyordu.
Toprak sahibinin damak tadı yüksek olabilirdi, bu anlaşılırdı. En sevdiğini içmesi doğaldı. Ama çiftçiler için de damıtılmış içki sipariş etmek—bu gereğinden fazla cömertlikti. Oysa içeride, kalitesiz sayılmayacak kadar düzgün, bol miktarda bulanık şarap da vardı.
Maomao bir an duraksadı, sonra—içkileri taşımaktan bıkmış görünen kadına üzülse de—elini kaldırıp onu çağırdı.
“Ne var?”
“Ben de bir kadeh istiyorum. Şaraptan.”
Kadın omuz silkti ve ona bir bardak uzattı.
“Genç hanım, tam da zamanıydı şimdi...” Şarlatan pes etmiş bir ifadeyle içini çekti, enişte ise suratını ekşitti. Tabii Basen de aynı şekilde bakıyordu ama Jinshi, Maomao’ya eliyle devam etmesini işaret etti.
Demek o da fark etti, diye düşündü Maomao. Ardından Jinshi ve Basen için de kadeh sipariş etti. Sonra kendi kadehini bir dikişte içti. Tatlı bir aroması vardı, gövdesi de iyiydi. Başkentteki içkiler kadar zarif değildi belki ama kötü sayılmazdı. Bu kadar yumuşak içimli olmasına rağmen, belirgin bir alkol yakıcılığı vardı.
Tadı kötü olsaydı, mesele anlaşılırdı. Ama öyle değildi... Maomao dudaklarını yaladı. Bir yandan huysuz müşterileri barındırmak zorunda kalan bir işletme, bir yandan da koca bir fıçı dolusu bulanık şarap. Yine de toprak sahibine ve çiftçilere onu sunmamışlardı. Demek mesele bu, diye geçirdi içinden. Ardından hâlâ surat asan enişteye döndü.
“Affedersiniz,” dedi, “buralarda bir içki imalathanesi mi var?”
“Hayır, bildiğim kadarıyla öyle bir yer yok…”
“Zaten tahmin etmiştim.” Maomao’nun dudakları sinsice büküldü. Elinde içki kadehiyle kalktı ve çene çalan, keyfi yerinde toprak sahibinin ve yandaşlarının önüne doğru yürüdü. Masaya kadehi tok diye ses çıkararak bıraktı ve bir yaban kedisini andıran bir gülümsemeyle onlara döndü.
“Ne var be ufaklık? Bize içki mi ikram edeceksin?” diye sırıttı toprak sahibi, ardından kahkahaya boğuldu.
“Y-Hanım evladım!” Şarlatan ona neredeyse yapışmıştı, ne yaptığını anlamaya çalışıyordu. Basen de ayağa kalkmak üzereydi ki, Jinshi hafifçe kolunu çekince oturduğu yere geri oturdu.
Maomao kıkırdayarak toprak sahibine seslendi: “Ne dersiniz, bir içki yarışması yapalım mı, beyefendi?” Göğsüne tokat atarak kendinden emin bir şekilde konuştu.
“İçki yarışması ha! Cidden cüretkâr çıktın, bunu kabul edeyim!” dedi toprak sahibi, karşısına dikilen arsız genç kadından eğleniyor gibiydi. Çiftçiler kahkahalara boğuldu, kâğıtçılar ise adeta yıkılmıştı. Şarlatan kendini kaybetmişti. Sadece Jinshi ve Basen, Maomao’nun alışılmış çıkışlarına aşina olduklarından, yerlerinden kımıldamadan izliyorlardı.
“Ciddi olamazsın!” dedi enişte. Kendisi ve oğulları endişeden kararmıştı.
“Endişelenmeyin. Ama bir şey soracağım: borcunuzda ne kadar kaldı?”
Adam birkaç saniye düşündükten sonra yanıtladı: “Yılda bin gümüş. Bu senenin yarısını ödedik, yani toplamda dört bin beş yüz kalıyor.”
Hmm. Gerçekten de öyle herkesin kolayca ödünç vereceği bir meblağ değildi bu. İmparatorluk siparişi olsa bile, köy büyük çaplı üretim için uygun değildi, dolayısıyla cepleri dolup taşmıyordu.
Maomao ise yalnızca “Anladım,” dedi. Kendinden emin bir tavırla toprak sahibinin karşısındaki sandalyeye oturdu. “Madem bu işe giriştik, ne dersiniz—bir bahis koyalım mı?”
“Bahis ha! Aferin sana!” Toprak sahibi artık tamamen işi eğlenceye vurmuştu. İçki konusunda kendine güveni tamdı. “Ee, ortaya koyacak neyin var bakalım?”
“Gördünüz zaten.” Maomao tekrar göğsüne tokat attı. “Eğer beni bir hayat kadını simsarlığına satarsanız, en az üç yüz gümüş ederim.”
Bazı çiftçiler ağızlarındaki içkiyi püskürttü, kâğıtçılar dondu kaldı. Jinshi sandalyesini devirecek gibi fırladı yerinden. Maomao ise sadece başını eğerek kendinden eminliğini gösterdi.
“Ha ha ha ha ha! Üç yüz mü?! Senin gibi cücük bir kız için fazla bile bu rakam! Pazarın nasıl işlediğinden haberin var mı senin?”
Elbette vardı. Zaten bu yüzden böyle konuşuyordu. Gördüğü, duyduğu hayat kadınlarının satışlarından yeterince tecrübesi vardı.
“Dünyanın en güzel cevheri bile yüz gümüş etmezken sen mi—” Toprak sahibi kahkahadan çatlayacaktı neredeyse. Ağız dolusu salyası fırlarken zevkten dört köşe olmuştu. Yanındaki adamlar da sarhoştu—tam da olması gerektiği gibi.
Maomao onlara baktı ve alayla güldü. “Pff!” Sesi açıkça küçümseyiciydi. Sarhoş adamlar bu sesi hemen anladı ve yarısı ona ters ters bakmaya başladı.
“Çünkü sizce tarladan yeni çıkmış bir turp elli gümüş bile etmez!” dedi Maomao. “Bu yüzden anlamıyorsunuz zaten!”
Bir anda yakasından tutulup yukarı çekildi, ayak uçlarında zar zor durabiliyordu. Ah: köy kızlarını kök sebzelere benzetmesi pek hoş karşılanmamıştı anlaşılan. Jinshi bir şey yapacak gibi olmuştu ama Maomao ona göz ucuyla öyle bir bakış attı ki, müdahale etmemesi gerektiğini anladı.
“Bir daha söylesene şunu!” diye bağırdı Çiftçi No.1. Yüzü kıpkırmızı kesilmişti, yumruklarını kaldırmış geliyordu. Tarlada çalışmaktan kararmış elleriyle vuracak olursa hiç hoş olmayacaktı.
Ama artık geri dönemezdi. Bu noktaya geldikten sonra, ne olursa olsun katlanacağım, diye geçirdi içinden.
Şarlatan yere yığılmıştı, köylülerin yüzlerinde ise dehşet dolu ifadeler vardı.
“Okuma yazmanız bile yok,” diye devam etti Maomao. “Heh! Size kağıdı öğretseler bile adam gibi yapamazsınız, zaten kullanmayı bile beceremezsiniz!”
Yumruk Maomao’ya doğru fırladı—ama ona hiç ulaşmadı. Onun yerine, masadan yankılanan sert bir şak sesi duyuldu. Yumrukla öne atılan çiftçiyle Maomao’nun arasına biri girmişti. Masanın üzerinde artık iri bir kese vardı—ve Jinshi ikisinin tam arasında duruyordu.
Kese bir anda ters çevrildi ve içinden gümüş sikkeler fırtına gibi döküldü. Şıngırtıları kulaklarda çınladı. Odadaki herkes, Basen dahil, hayretle bakakaldı. Basen’in ağzı açılıp kapanıyor, ne diyeceğini bilemiyordu. Ne yapıyor bu adam?! demeye çalışıyordu adeta.
“Bu kız için üç yüz gümüş ucuz bile kalır,” dedi Jinshi. Normalden daha tok bir ses tonuyla konuşuyordu; yakışıklı ama aynı zamanda rahatsız edici bir havası vardı, bütün odayı hâkimiyeti altına almıştı. Maomao’yu tutan adamın elini neredeyse aldırmadan itti.
Gümüşü ortalığa boca etme böyle!, diye geçirdi içinden Maomao, ama artık geri dönüşü yoktu. Yakasını düzeltti, bir ayağını sandalyeye koydu ve göğsünü (varsa) öne çıkardı. “Görüyor musunuz? Değer bilen adam, karşısındakinin ne olduğunu bir bakışta anlar.”
Az önce ona saldırmak üzere olan çiftçi dişlerini gıcırdatarak ona ters ters baktı. Maomao ve Jinshi ise çiftçilere meydan okurcasına sırıttılar.
“Buna katlanmak zorunda değiliz, çocuklar! Gösterelim bunlara kimle uğraştıklarını!” diye bağırdı diğer çiftçilerden biri. Fakat toprak sahibi elini kaldırdı: “Acele etmeyin,” dedi. Diğerleri hemen susup geri çekildi. “Gerçek parayı masaya koydunuz. Bana kalırsa, bu bahsi kabul ettim.”
Toprak sahibi oyuna gelmişti. Maomao hafifçe gülümsedi—bu anda fazlasıyla alakasız gibi görünen bir ifadeydi belki de—ve ayağını sandalyeden indirdi. “Çok güzel. Peki, kim başlıyor?”
Kâğıtçı köyden gelenler Maomao’ya, yaşananlara inanamaz gibi bakıyordu. Mekânı işleten karı koca ise en iyi ihtimalle tedirgindi. Şarlatan hâlâ yerdeydi. Jinshi, Maomao’ya buna ne gerek vardı şimdi?! dercesine bir bakış atıyordu; Basen ise Jinshi’nin bu haline üzülüyordu. Masanın üstündeki para dolu kese hâlâ yerindeydi.
“İlk ben yarışacağım bu kızla!” diye bağırdı az önce Maomao’ya saldırmaya kalkışan adam. Harika.
Boş içki şişeleri yerlerde yuvarlanıyor, üç iri adam sızmış halde yatıyordu—dördüncüsü de onlara yeni katılıyordu.
“Şaka mı bu?” dedi şarlatanın yeğeni, hâlâ kendinden geçmiş dayısıyla ilgilenirken.
“Vay vay, bu kadar mıydı?” dedi Maomao, elindeki kadehte kalan son yudumu içip bardağı masaya bırakarak. İçtiği şey damıtılmış, boğazı yakan türden bir alkoldü. Böyle taşrada pek bulunmayacak kadar kaliteli, ama Maomao gibi her türlü sert içkiye alışkın biri için neredeyse sudan farksızdı.
Onların hatası, Maomao’yu bu yüksek alkollü içkiyle hemen devirebileceklerini sanmalarıydı. Ama adamların kendisi bile böyle sert şeyleri içmeye alışkın değildi, dolayısıyla birer birer devrilmeleri kaçınılmaz olmuştu. (Gerçi sızdılar ama ölecek halleri yoktu.) Maomao’nun da onlara acımaya niyeti yoktu.
“Üç yüz mü? Fena sayılmaz,” dedi Jinshi kulağının dibinde. Onun yine “satın almaya“ kalkışma ihtimali, Maomao’nun bu iddiayı ne olursa olsun kaybetmeme kararlılığını perçinledi. Gerçi işin gerçeği şu ki, sıkı bir pazarlıkla bir köylü kızı yirmi gümüşe bile alınabilirdi. Jinshi’nin piyasa algısı epeyce çarpıktı.
Her neyse, Jinshi yanındayken Maomao ilk çiftçiyi alt etmişti. İkinci adam, onun sarhoş olmuştur artık diyerek zengin bir içkiyle saldırmıştı—ama tek bir kadehle o da gitmişti. Üçüncü ve dördüncü de aynı şekilde devrilmişti. Teorik olarak Maomao’nun ardı ardına rakip değiştirmesi onu dezavantajlı kılıyordu ama... ne yazık ki beklentilerin çok ötesindeydi.
“Dört oldu,” diye düşündü. Bir adam 300, ikinciyle 600, üçüncüyle 1.200 gümüş. Dördüncüyle birlikte 2.400 gümüşü bulmuştu. Kalan çiftçiler ise suratları kıpkırmızı, sinirle bakıyorlardı. Okuma yazma bilmiyorlardı belki ama biraz hesap yapabiliyorlardı. Sayıca hâlâ fazlalardı ama Maomao birini daha alt edebilirse, tüm borç kapanmış olacaktı. Kâğıtçı köyün borcu toplamda 4.500 gümüştü.
Diğer tarafların sarhoş olmasına seviniyordu; kimse fazla kafa yormadan dört ayrı sözleşmeye imza attırmayı başarmıştı. Çiftçiler için bunlar sıradan kâğıt parçalarından ibaretti—niteliklerinden anlamadıkları belliydi, çünkü saygıdeğer toprak ağası bile az önce kâğıtları buruşturup ıskartaya çıkaracakmış gibi davranmıştı.
Toprak ağası homurdandı, kaşları çatıldı, sonra karşısına geçip sandalyeye çöktü. “Bir de benle kapışmaya ne dersin?” Bıyıklı adam gülümsüyordu ama gözleri buz kesmişti.
Maomao karnını hafifçe okşadı. Bir rakip daha götürebilecek miyim acaba? Dördüncü adamı devirdikten sonra o bile içkinin etkisini hissetmeye başlamıştı. Ağanın, damıtılmış içkiye alışık biri olarak, rakı kadehini tutmayı iyi bildiği ortadaydı. Maomao’nun hafif sendelemesini görünce sırıttı, sonra sözleşmeye yan gözle baktı. “Beni de çerez zannetme,” dedi ve kalemi eline alıp kâğıdın altına karmakarışık bir imza attı. Ardından kâğıdı şak diye masaya yapıştırdı. “Ha kardeş,” diye de Jinshi’ye seslendi, “paramı ödememezlik etmezsin herhâlde?”
“Kimse kimseyi kazıklamayacak,” dedi Maomao. Sonra da elbisesinin katlarından küçük bir şişe çıkardı—başka seçeneği kalmamıştı.
Ağanın adamları homurdanmaya başladı. “Heey! O da ne?”
“Şu şarabın tadı baydı da biraz ferahlatayım dedim,” cevabını verdi Maomao; şişeden birkaç damlayı kendi kadehine damlattı.
Ağa eğilip baktı. “Yani demek içkine güç verici kattın, öyle mi?” Alaycı bir gülüşle şişeyi kaptı, içinde ne kaldıysa kendi kadehine boca etti. “Bakalım işe yarayacak mı?”
Maomao ifadesiz yüzle kadehini dudaklarına götürdü, tek seferde bitirdi. Ağa, genç kızın zerre etkilenmediğini görünce tekrar sırıttı; o da kadehini kaldırdı. Güp, güp, güp...
Şangırt! Toprak ağası yan devrildi. Çiftçilerden biri telaşla koşup adamı oturtmaya çalıştı, fakat orta yaşlı adamın gözleri boşluğa kaymış, dili dönmez olmuştu; belli ki ayakta kalacak hâli yoktu.
“Heey, sen!” diye bağırdı çiftçilerden biri, Maomao’ya parmağını sallayarak. “Ağamın içkisi ne kattın sen?!”
“Ben hiçbir şey yapmadım. Aynı şeyi kendi içkime de kattım—hepiniz gördünüz,” dedi Maomao, yüzünde hiçbir pişmanlık ifadesi olmadan. Toprak ağası tek bir sebepten dolayı yerde yatıyordu: ölü gibi sarhoştu. “Sanırım bu da bahsi kazandığım anlamına geliyor.”
Ortalığı bir sessizlik kapladı. Maomao, sakince yerinden kalktı; tek bir sendeleme bile olmadan, rakiplerinden aldığı imzalı sözleşmeleri topladı. Ardından doğruca Şarlatan Teyze’nin eniştesine gidip evrakları teslim etti. Son olarak da mekânın işletmecisi kadına döndü. “Affedersiniz, tuvalet nerede?”
“Şuradan çıkıp sağa döneceksin.”
“Çok teşekkür ederim.”
Maomao, hızlı adımlarla lokantadan çıktı. Şişelerce içki devirmişti; hâliyle biraz işemek istiyordu. Ve en azından, tüm küstahlığına rağmen kalabalığın ortasında paçayı sıvayacak kadar yüzsüz değildi.
“Şey... az önce tam olarak ne yaptın sen?” diye sordu enişte, elinde sözleşmelerle şaşkın bir ifadeyle.
“Öyle aman aman bir şey değil. Demiştim ya, tadı baymıştı, ben de biraz alkol ekledim.”
Maomao her zamanki gibi yanına bazı tıbbi malzemeler almıştı—bunlar arasında, sterilizasyon için kullanılan yüksek dereceli alkol de vardı. Normal içkilerden çok daha sert olan bu sıvı, ortalama bir adamı tek yudumda devirirdi. Toprak ağası ise hiçbir şeyden habersiz o sıvının tamamını kendi kadehine dökmüş, üstelik keyifle içmişti.
“Bir şey sorabilir miyim?” dedi adam, duraksayarak.
“Elbette.”
“O şişedeki şeyi... kendi içkine de kattın değil mi?” diye sordu, kaşlarını hafifçe çatarak.
“Evet. Benim kaldırabileceğim bir miktardı. Zaten bu işi çabucak bitirmeyi umuyordum.” Maomao, birazcık bile olağandışı bir şey yaptığında rakiplerinin bunu yutacağını baştan kestirmişti. Plan tıkır tıkır işlemişti. Tabii isterse geleneksel yolla da içerek adamı devirebilirdi... ama o kadar süre dayanacağından emin olamamıştı.
“En azından tuvalete vaktinde yetişebildim,” diye ekledi.
“Evet... bu da önemli tabii.” Adam biraz başını kaşır gibi yaptı, sonra ciddileşti. “Bak, güvenine hayran kaldım ama kendi özgürlüğünü riske attın—hem de bizim için.”
“Pardon ama sanırım burada ufak bir yanlış anlama oldu,” dedi Maomao ve katlanmış sözleşmeleri adamın elinden alıverdi. “Bunlar benim kazancım. Ama tabii, başlangıç sermayesini iade edeceğim.” Gülümsedi.
Adam konuşamadı. Ama yavaş yavaş kendine gelen Şarlatan Teyze, birden patladı: “Ş-Şimdi dur bakalım genç hanım! O sözleşmeler bizim geçim kaynağımız!”
“Olabilir, ama benim bu konuda herhangi bir mecburiyetim yok, değil mi?” dedi Maomao, serinkanlı bir ifadeyle. “Üstelik lafımı da bitirmedim daha.” Başını çevirip ağaya baktı—adam ayılmak üzere, yardımcısının desteğiyle ayağa kalkmaya çalışıyordu. Sağa sola yalpalıyor, başını tutuyordu. Yerdeki kusmuğa bakılırsa, ona kusturucu bir şey içirmişlerdi.
“Biraz daha uyusa daha iyi olmaz mıydı sence?” dedi Maomao, yüzünde küçümseyici bir sırıtışla.
“Bu bahis sayılmaz!” diye haykırdı toprak ağası. Ah. Bunu bekliyordum, diye geçirdi içinden Maomao. “Sadece içki eşliğinde biraz eğlenmek içindi. Ciddi değildim ki.”
“Ama elimde sözleşmeler var. Tanıklar huzurunda imzalanmış. Yoksa şimdi de ‘Ben bunları okuyamıyorum’ mu diyeceksiniz?”
“Kimin umurunda o kağıtlar?! Geçersiz diyorum ben, geçersiz!”
Maomao kollarını göğsünde kavuşturdu, lokantanın içindeki devasa şarap fıçısının önüne geçti. “Demek olay buraya geldi ha...” dedi, parmaklarıyla fıçının yanına tıklayıp Jinshi ve Basen’e anlamlı bir bakış attı. “O zaman, hükümete şarap vergisini kaçırdığınızı bildirmemiz gerekecek.”
Lokantada iğne düşse duyulacaktı. Ağa, ağzı açık kalmış şekilde Maomao’ya baktı. Ayakta kalmayı başaran birkaç çiftçi, şoktan sendeledi. Mekân sahipleri aynı anda hem gergin hem de rahatlamış görünüyordu. Kağıt ustaları ise önce birbirlerine, sonra Maomao’ya baktılar. Şarlatan Doktor ise kafasını yana eğip bir kuş misali merakla baktı.
İşte bu, Jinshi’nin başından beri tuhaf bulduğu sayısal uyumsuzluğun kaynağıydı.
“Vergi kaçakçılığı mı?! Bu da ne demek şimdi?” diye sordu en sonunda karşı koymaya çalışan büyük oğul.
“Şarap yapmak, hükümetten özel izin gerektirir. Kendi tüketimin için yapıyorsan ayrı konu ama bunu bir lokantada kar amaçlı sunuyorsan? Elbette vergiye tabidir.” Her işletme vergi öderdi ama lüks ürünlerde oran katbekat artardı. Bir meyhaneye kesilen vergi bir lokantadan daha fazlaydı. (Ve genelev işletiyorsan... Büyükannesi bu konuda söylene söylene bitiremezdi.)
Maomao, bu lokantanın neden bu tartışmaya ev sahipliği yapmayı kabul ettiğini merak etmişti. Belki ağa onların da toprak sahibiydi diye düşünmüştü. Ama asıl dikkatini çeken, bol miktarda yüksek kaliteli içkiydi. Böyle bir şey... Lokanta için nimet olurdu. Ucuza alınan kaliteli içkiler... Küçük bir baş ağrısıyla birlikte gelen büyük bir kazanç. İnsan kolay kolay geri çevirmezdi.
Ve bu da ağanın neden bu bulutsu şarabı kendine sipariş etmediğini açıklıyordu. Muhtemelen bu şarabı üreten zaten kendi çiftçileriydi. Zaten her gün içtiği içkiyi neden tekrar ısmarlasındı ki?
“Ve belki malzemelerin kaydı bile tutulmamıştır, ne dersiniz?” dedi Maomao, sesi gitgide daha kesin bir hâl alarak. Şarap yapmak için pirinç ya da arpa gibi tahıllar gerekirdi—bu durumda pirinçti. Bu da ona, ağanın daha önce öne sürdüğü bahaneyi hatırlattı: “‘Suyu kirletiyorlar, pirinç verimi düşüyor, yetiştiremiyoruz’...’ demiştiniz ya. Ama bu doğru değil, değil mi? Aksine, pirinç verimi hiç olmadığı kadar iyi bu sene.”
Tarlalarda yetişen pirincin üst bölgeden gelen suyla taşınan toprak ve yaprak artıklarından beslenmesi, toprağın yorulmasını engelliyordu. Kâğıtçılar suya zehirli ya da sağlıksız hiçbir şey karıştırmıyordu; aşağıya doğru giden tek şey, tutkallarında kullandıkları pirinç kepeğiyle kâğıdın ham maddesi olan odun talaşıydı. Maomao’ya göre bunlar da müthiş gübreydi. Önceki toprak sahibinin araziyi köylülere satmayı bu kadar ciddi biçimde düşünmesinin sebebi de muhtemelen buydu.
Çiftçiler pirinç hasadının neden birdenbire bu kadar iyi olduğunu tam anlamıyla kavrayamamış olabilirlerdi, ama verimin arttığını gayet iyi biliyorlardı — ve birileri kâğıtçıları burada tutmaya karar vermişti. Ne var ki bir noktada fazla geliri gizleyip bunu şaraba dönüştürmeye kalkmışlardı. Bu da çifte vergi kaçakçılığı demekti; oldukça ciddi bir mesele.
Bunların hepsini yüksek sesle söylemek, babasının öğüdüne ters düşeceğinden kendine sakladı; ama ağayla diğer köylülerin yüz ifadeleri, meseleyi doğru kavradığını açıkça gösteriyordu.
“D-Delilin var mı?” diye kükredi köylülerden biri. “Evet, öyle ya! Kanıtlayabilir misin?” diye eklendi bir başkası.
Kanıt mı? Belki vardı, belki yoktu. Fakat Jinshi orada duruyordu; tanık olarak fazlasıyla yeterdi.
“Merak etmeyin,” dedi Maomao. “Eğer masumsanız, bir görevlinin evlerinizi aramasından rahatsız olmazsınız herhâlde?” Bunu özellikle gülümseyerek söylemişti. Az önce yaygarayı koparan köylüler bir anda sus pus oldu. İşte bu!
“Cesaretine bak sen şu kızın,” dedi ağa, hâlâ başı dönüyor olmalıydı. “Ama böyle konuşup da paçayı sıyıracağını sanıyorsan…”
Maomao, ağaya tepeden bakarak, sakin sakin konuştu: “Aynı şeyi ben de size söyleyebilirim. Etrafınıza bakın, ondan sonra sözlerinizi tartın.” Adamlarının en az üçte biri içkiden bayılmıştı — kendisi de öyle. Ayakta kalanlarsa sarhoşluktan zor duruyordu. Buna karşılık Maomao’nun tarafında, tek damla içmemiş altı iri adam vardı. (Şarlatan’ı saymıyordu; o kavga çıkacaksa asla işe yaramazdı.) Hepsinden önemlisi, Jinshi ve Basen oradaydı — ve onlara en ufak tehdit gelirse dışarıdaki korumalar içeri dalacaktı.
İşletme sahipleri mümkün olduğunca olaya karışmamaya çalışıyordu. Maomao işi şiddete dökmeyi istemiyordu fakat çiftçiler yumruğa sarılırsa arkadaşlarının geri kalmayacağını biliyordu.
Sözleşmeleri köylülerin burnunun dibinde sallayarak küçümseyen bir gülümsemeyle konuştu: “İsterseniz gidip yardım çağırın. Biz de bu kâğıtları en hızlı atla resmî makamlara ulaştırırız.” O kadar keyifliydi ki neredeyse şarkı söyler gibiydi. Üstelik rastgele bir görevli yerine, ortada onlardan çok daha korkunç biri vardı.
“Genç hanım, bugün biraz… farklısınız,” diye fısıldadı Şarlatan, ama Maomao onu duymamış gibi yaptı. Bunun yerine ağa ve köylülere baktı; cevap verecek hâlleri kalmamıştı. Sonunda ağanın kulağına, buz gibi bir sesle fısıldadı: “Madem oyunu oynamaya kalktınız, karşılığını almayı da göze alacaksınız.”
Ağanın diş gıcırttısını adeta duyabiliyordu. Onu hâlâ yerde yatarken soğuk bir bakışla süzdü ve şöyle dedi: “Söylesenize, köylüler size ne yaptı da onlara böyle davranıyorsunuz?”
Genç kadının sözleri daha ağzından yeni çıkmıştı ki restoranın kapısı pat diye açıldı. Eşiğinde düzgün giyimli, genç bir kadın belirdi. İçerideki manzarayı görür görmez rengi soldu; hemen yıkılmış ağanın yanına koştu. Maomao onun adamı kaldıracağını sanmıştı ama genç kadın diz çöküp başını eğdi. “Babamın yine akıl almaz isteklerde bulunduğuna eminim,” dedi. “Ama lütfen! Böyle bir muameleyi hak etmiyor!” Başını daha da derin eğdi — ama Maomao’ya değil, kâğıtçılara.
“Şey… Biz yapmadık,” dedi küçük oğul, başını iki yana sallayarak. Ama genç kadın kımıldamadı. Alnı yerde, saçları darmadağın olmuş halde öylece kalmıştı.
“Çok üzgünüm. Lütfen onu affedin. Lütfen bu aptal, inatçı babamı affedin.” Başkalarının söylediklerini hiç duymuyormuş gibiydi.
İşte o anda ağabey harekete geçti. “Biz kimseye kötü davranmayız. Hele de babana asla.” Genç kadını omuzlarından tutarak sakinleştirmeye çalıştı ve başını kaldırmasını sağladı. Genç kızın gözyaşları hâlâ süzülüyordu ama ona bakıp başını salladı.
Ağa bunu görünce küplere bindi. “Sen! Kim olduğu belirsiz, köksüz serseri! Kızımdan uzak dur!” Ayağa kalkmaya çalıştı ama ayakları hâlâ yere basmıyor, tekrar yere yığılıyordu.
“Baba!”
“Kayınbaba!”
“Ben senin lanet kayınbaban falan değilim, hiçbir zaman da olmayacağım!”
Eh eh eh. Maomao o anda birden ayıldı. Şarlatanın yeğeni numara iki, ağabeyine hayal kırıklığı içinde bakıyordu.
“Yok artık…” dedi Maomao.
“Artık söylememe gerek bile kalmadı sanırım,” diye yanıtladı genç adam.
İşte o an her şey netleşti: Ağabeyin neden çiftçilerin safında yer aldığı, ağanın neden yabancılardan bu kadar nefret ettiği ve onları neden böylesine büyük bir hırsla defetmek istediği. Maomao gizemin çözülmesine sevindi ama bir yandan da içinden, “Keşke hiç öğrenmeseydim,“ diye geçirdi. Gözünün önünde kötü bir komedinin sahnelenmesini izlemek gibiydi. Anlatmaya bile değmezdi.
“Ağabeyim çok… içten biridir,” dedi Şarlatanın küçük yeğeni.
“Bütün köyü batırmak pahasına birine sadık olmakla ne hayır elde edecekse artık,” dedi Maomao, kâğıtçıların zihninden geçen düşünceyi yüksek sesle dile getirerek. Hepsi başlarını onaylarcasına salladı. Maomao, ağabeyin bu tartışmaya getirilmesinin başlı başına bir hata olduğunu düşündü — ama sonra hatırladı: O da Şarlatanın bir akrabasıydı. Eh, akraba dediğin, neyse odur işte.
Bekle... Cidden bu kadarla mı yetinecekti?! Koca bir köyün, saçma sapan bir tiyatro yüzünden silinip gitmesine seyirci mi kalacaktı?
Sorun şu ki, bu olayda yer alanların gözünde ortada bir tiyatro falan yoktu. Onlara göre yaşanan her şey tamamen ciddiydi. Bundan daha saçma, daha aptalca, daha budalaca bir şey olabilir miydi?
Sonunda, sabrının sonuna gelen Maomao kendini bir sandalyeye attı. “Bana biraz şarap getirin,” dedi, işletmenin hanımına sertçe işaret ederek.
“İçmeye devam mı edeceksiniz?” diye sordu kadın.
“Limitime daha çok var.”
O sözleri söylediğinde üstüne çevrilen inançsız bakışlar umurunda bile olmadı.
Belki gerçekten de şarap kafasını sandığından fazla bulandırmıştı: çünkü ayıldıktan sonra, o gece her zamankinden çok daha fazla konuştuğunu fark etmişti.
Sonuçta şöyle bir anlaşmaya varıldı: Zanaatkârlar köyü borcun kalan kısmını beş yıl içinde ödeyebilecekti, yani başlangıçta kararlaştırılan şekilde. Maomao’ya yapılacak “ödeme” meselesine gelince—bu iş de, ağanın önümüzdeki on yıl boyunca belirli miktarda pirinci düzenli olarak Yeşimhaneye göndermesi şartıyla halledilmiş sayıldı. Belki biraz fazla yumuşak davranılmıştı, ama her hâlükârda, çok geçmeden hükümetten yetkililerin gelip bir teftiş yapacağı kesindi. Gerçi geriye dönük vergi kayıplarının telafi edilmeyeceği söyleniyordu, bu da başlı başına büyük bir lütuftu.
Peki ya Şarlatanın yeğeniyle ağanın kızı ne oldu?
Umurumda mı?!
Söylenecek başka bir şey de kalmamıştı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.