Yukarı Çık




113   Önceki Bölüm 

           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 4: Eve Dönüş

Maomao, Jinshi’nin gelin ve ailesiyle nasıl başa çıkacağını bilmiyordu. Her şey bittikten sonra Jinshi, Gyokuen ile bir süre sohbet etmişti; ancak bu, Maomao’nun katılabileceği bir konuşma değildi. Elinden gelen tek şey, en kötü ihtimalin gerçekleşmemesini dilemekti. Cariye Lishu artık gözetim altında değildi, ancak onun üvey kız kardeşiyle ne yapılacağı bambaşka bir meseleydi.

Böylece, batı başkentindeki altıncı gününde ve ertesi gün dönüş yolculuğu yaklaşırken, Maomao’nun aklındaki tek şey şuydu:
Hiç gezmeye çıkamadım bile.

Hepsi buydu. Soğuk görünebilir, ama Maomao’nun mizacı, olumsuz düşüncelere takılıp kalacak türden değildi. Aksine, moralini tazelemek için dışarı çıkıp biraz hava almak istemişti—ama bunun yerine dönüş hazırlıklarının başladığı söylendi. Böylece, yorgunluğu yüzüne yansımış hâlde kendini kaktüs bahçesinde buldu. Bitkilerin başkentin iklimine uyum sağlayıp sağlamayacağını bilmiyordu ama en azından biraz tohum ya da küçük bir kesim parça rica etmek istiyordu. Gyokuen bir adım öteye giderek tüccarı bizzat çağırmıştı, bu kadarı için bile minnettardı.

Ve bu notla, batı başkentindeki konaklaması sona erdi.

“Bu da neyin nesi?” diye sordu Lahan. Dönüş yolunda arabada ilerlerken elinde tuttuğu, ucu sivriltilip karartılmış bir kuş tüyünü gösteriyordu. Batı tarafında fırça yerine metal “kalemler“ ya da buna benzer tüylerin kullanıldığı söyleniyordu.

Maomao başını hafifçe yana eğdi. “Sanırım bunu o falcının evinde bulmuşlardı.” Orada pek eşya yoktu ama bu tüy, az sayıdaki kanıt arasında yer alıyordu. “İmparator’un muhterem küçük kardeşi, bunun ne tür bir tüy olduğu konusunda oldukça ilgiliydi. Sizce hangi kuşa ait olabilir?”

“Hımm… Çok küçük. Su kuşlarına ait olduğunu sanmam,” dedi Lahan.

Tüy gri renkteydi ve yazı aracı olmaya pek uygun gibi durmuyordu. Muhtemelen biri, lazım olursa diye rastgele bir yedek olarak yanına almıştı.
Lahan bir süre düşündükten sonra, “Güvercin olabilir mi, dersiniz?” dedi.

“Ne kadar sıradan,” dedi Maomao.

Güvercin eti pek çok kişi tarafından yenirdi ve kutlamalarda bu kuşların gökyüzüne salınması gibi bir gelenek vardı. Lahan biraz hayal kırıklığına uğramış görünüyordu; belli ki daha egzotik bir şey ummuştu.

Maomao gözlerini pencereye dikti. “Geri dönerken tekneyle gideceğimiz söylendi, değil mi?”

“Evet,” dedi Lahan. Yanında oturan Rikuson’un yüzünde geniş bir gülümseme vardı. Ne düğüne ne de cenazeye katılmak zorunda kaldığı için biraz etrafı gezme fırsatı bulmuştu ve Maomao’ya aldığı ipek bir kumaş parçasını uzattı. Maomao, kendisine verilen her şeyi memnuniyetle kabul ederdi ama işin içinde bir adaletsizlik hissi vardı. Hafif pis pis bir bakış atmadan duramadı.

“Keşke sen katılsaydın da ben gezseydim,” diye homurdandı.

“Ah, o ailenin ortamına asla uymazdım,” dedi Rikuson. Bu sözler alçakgönüllü gibi dursa da, yüzündeki gülümsemeye rağmen Maomao onun tamamen dürüst olup olmadığını kestiremiyordu.

Ah-Duo ile Cariye Lishu başka bir arabada seyahat ediyorlardı; eve birlikte döneceklerdi. Zaten batı başkentinde daha fazla kalmalarının anlamı yoktu. Lishu’nun babası Uryuu, kızı Lishu’yu eve kendisinin götürmek istediğini söylemişti ama Ah-Duo bunu reddetmişti. Son on beş yıldır yüzüne bile bakmadığı kızına bir anda şefkat göstermesi… pek de inandırıcı değildi doğrusu.

“Birkaç kez tekne değiştirmemiz gerekecek ama dönüş yolu, gelişin yarısı kadar sürecek. Üstelik yılın bu zamanı rüzgâr arkamızdan eser,” dedi Lahan.

Teknelerin, at arabalarının aksine, sık sık durup dinlenmeye ihtiyacı yoktu. Geliş yolunda ise nehir yukarı doğru ilerlenmişti ve rüzgâr da karşıdan esiyordu; yani bu oldukça zaman alan bir yolculuktu. Ama şimdi, Büyük Nehir’in bir kolundan aşağı doğru ineceklerdi ve bu da başkente ulaşmayı oldukça kolaylaştıracaktı.

Jinshi ve Basen ise hâlâ batı başkentindeydiler; erteledikleri işleri tamamlamak üzere kaçınılmaz olarak orada kalmak zorunda kalmışlardı. Normalde Maomao’nun da onlarla kalması gerekirdi ama Lahan, Jinshi’ye şöyle demişti:
“Ufak kız kardeşimi biraz ödünç alabilir miyim?”

Maomao o sırada orada olsaydı itiraz edebilirdi:
“Ben senin kardeşin değilim.”
ya da
“Beni sapık planlarına bulaştırma.”
Ama orada olmadığı için mesele onun fikri alınmadan karara bağlanmıştı. Duyduğuna göre, Jinshi başta hayır demeye niyetliymiş ama sonra fikrini değiştirip kabul etmiş.

Maomao, ziyafet gecesinden beri onunla düzgün şekilde konuşma fırsatı bulamamıştı. Kabul etmek gerekirse, Jinshi’nin yanında kendini biraz garip hissediyordu ve bu bakımdan kurtulmuş olmaktan memnundu.

Her ne kadar erkenden eve dönüyor olmaktan mutlu olsa da... içini bir huzursuzluk kaplamıştı. Kıyafetlerini bohçaya sarıp yastık yaparken, Lahan’a yakın olmak yerine Ah-Duo ile uyumayı mı tercih etse diye düşündü. Arabadaki uyku köşesini o kadar uğraşıp rahat ettirecek şekilde hazırlamışken, şimdi her şeye baştan başlamak zorundaydı.

“Biraz utanma denen şeyden haberin var mı, ufak kardeşim?” dedi Lahan.

“Ne demek istiyorsun, hiç anlamadım.”

Lahan ve Rikuson birbirlerine anlamlı bir bakış attılar ama Maomao’nun umurunda değildi. Gözlerini kapattı ve uykuya daldı.
İki günlük araba yolculuğunun ardından kıyıya vardıklarında, Maomao’nun “hafif kötü” olan hissi, yerini “çok kötü” bir hisse bıraktı. Yukarı akıntıya doğru giden nehir daracıktı ve onları bekleyen tekne, gemiden ziyade bir sandal gibiydi. Tüm eşyaları tek bir tekneye sığdıramadıkları için, bagajları taşımak üzere ikinci bir sandal daha hazırlanmıştı.

“Gerçekten bunda mı gideceğiz?” diye sordu.

“Ticaretin güvenilir olduğunu biliyorum,” dedi Lahan. “Hırsızlık gibi bir sorun çıkmaz.”

“Ben onu sormadım.”

“Biliyorum. Sakın söyleme.” Gözlerini ondan kaçırıyordu; demek o da daha büyük bir tekne hayal etmişti.

“Ah ha ha ha ha! Ne kadar da eğlenceli!” Bu neşeli çığlık, gruptaki tek keyifli kişi olan Ah-Duo’dan geldi. Diğer herkes, bağırmaya ya da haykırmaya fırsat bulamayacak kadar sandala tutunmakla meşguldü. Kaptan, şelalelerin yalnızca ilk bir li boyunca olduğunu söylese de, daha oraya varmadan devrilmeleri işten bile değildi.

Lishu başını Ah-Duo’nun dizlerine yaslamıştı. Yolculuğun başındaki o amansız sallantı, ürkek genç kadının bayılıp kendinden geçmesi için yeterli olmuştu. Denize yuvarlanmasın diye vücudu halatla sabitlenmişti. Aslına bakılırsa, bu yolculukta en şanslı kişi o sayılabilirdi.

“B-ben...bu kadar s-sallayacağını...hiç düşünmemiştim...” Dökülen saçlarının arasından gözlükleri parlayan adam, yüzü bembeyaz kesilmiş bir halde mide özsuyunu köpüren suya boşaltırken konuştu. Oysa daha yeni, karadan gitmek yerine bunun en hızlı yol olduğunu böbürlenerek anlatıyordu. Demek ki karayolu ile nehir yolculuğunun farkını çoktan unutmuştu.

“Şöyle dönme! Üstüme sıçratacaksın!”

“Maomao, bana biraz mide ilacı ver...” Titreyen elini ona uzattı ama Maomao ne yapacağını bilemedi. Zaten daha önce ona bir mide ilacı vermişti—ama adam onu anında çıkarıvermişti. İkinci bir ilaç verse de, sonucu yine aynı olacaktı.

Rikuson, Ah-Duo kadar coşkulu olmasa da bir o kadar rahattı. Çevredeki hayvanlara gözlerini dikmiş, yüzünde kocaman bir gülümsemeyle izliyordu. “Şuraya bakın Bay Lahan, küçük bir kuş görebilirsiniz. Ah, buranın manzarası hiç sıkıcı olmaz; her zaman çok güzel.”

Manzara hiç değişmiyor demenin başka bir yolu, diye geçirdi içinden Maomao.

Suirei biraz rahatsız görünüyordu ama Lahan gibi ortalığı velveleye vermiyordu. Muhafızların hepsi de pek rahat sayılmazdı ama görev başında acınası bir halde görünmeye gönülleri razı olmuyordu.

Maomao, bildiğiniz Maomao’ydu: Bir şişe şarap bile onu sarhoş edemezdi, hareket halindeki bir araç da edemezdi. Yine de iyi bir yüzücü sayılmazdı, bu yüzden suya düşmemek adına sessizce oturmayı tercih etti.

“Halinize bakın siz!” diye homurdandı Lahan. Onu bu kadar kötü durumda görmek, kendi içinde nadir rastlanan bir keyifti ve Maomao, bundan fena halde eğlendiğini fark etti.

Yan kol nehre bağlandığında, akıntı genişledi ve bir sonraki tekneye geçtiler.

“Beni böyle hasta hissetmekten alıkoyacak hiçbir şeyin yok mu cidden?” diye sordu Lahan. Yüzü bembeyaz kesilmişti, bir kovaya tutunmuş haldeydi. Gemi biraz daha büyük olsa da, hâlâ pek iyi görünmüyordu—her ne kadar artık sürekli kusmuyor olsa da. Eh, bu da bir şeydi.

Teknedeki iki küçük kamaradan birindeydiler; burası kadınlara ayrılmış olan odaydı. Nihayetinde Ah-Duo ya da Cariye Lishu’yu herkesle yan yana yatırmak olacak iş değildi. Lahan bu halde buraya kadar gelmişse, artık deniz tutmasına gerçekten dayanamadığı anlamına geliyordu.

Lishu sonunda kendine gelmişti ama hâlâ Ah-Duo’nun dizlerine yaslanmış halde yatıyordu. Deniz tuttuğu bahanesiyle kendini şımarttırdığı gün gibi ortadaydı.

“Daha önce çıkardığın ilaç, elimde kalan son şeydi,” dedi Maomao. Ona son çare olarak ilacı vermişti ama ilaç henüz etkisini bile göstermeden hemen geri çıkmıştı. Bu ilaçları, arabaların sarsıntısı için hazırlamıştı; böyle bir yolculuğa ihtiyaç duyacağını aklına bile getirmemişti.

Teknelerin karaya göre avantajı, duraksamadan gitmeleri ve böylece daha hızlı varış sağlamalarıydı—ama bu aynı zamanda sarsıntının hiç durmaması demekti. Lahan’ın arabada hiçbir sorun yaşamayıp teknede bu hâle düşmesi, Maomao’yu biraz şaşırtmıştı.

Gerçi... anlayabiliyorum. Maomao, geminin sallanışına uyum sağlamak adına kendini yana eğdi. Lahan “İyy!” diye bağırarak bir direğe yapıştı; diğer eli hâlâ kovadaydı.

Maomao bu kez öbür yana eğildi.

“Seni neden deniz tutmuyor?” diye sordu Lahan, içten içe kıskanarak.

“Muhtemelen kolay sarhoş olmamamla aynı nedenden.”

Bu arada, Lahan alkolü hiç kaldıramayan bir adamdı. Maomao’nun en ufak bir rahatsızlık belirtisi bile göstermemesine içerlemiş gibi bakıyordu.

“Bundan sonra bir daha tekneye binmeyeceğim!” diye ilan etti, perişan bir hâlde—ama nehrin ortasında iyi bir araba bulmak pek mümkün değildi ve sonuçta bir sonraki tekneye de binmek zorunda kaldı. Ayrıca, Ah-Duo ile cariyeye eşlik etmesi gerekiyordu. Ah-Duo gemiyle seyahate adeta bayılmıştı; Lishu ise Ah-Duo’nun şefkatine bayılıyordu. İkisinin de arabaya geçmek için pek bir bahanesi yoktu artık. 
Zamanla üçüncü iskeleye ulaştılar. Maomao bir sonraki tekneye geçmek için inerken yüksek bir “GÜM!” sesi duydu. Ne olmuştu?

Meğer bir adam, iskelenin tam ortasında yere yığılmıştı. Bir denizci onu ayıltmaya çalışıyor, ama temkinli davranıyordu. Adam, yıpranmış bir pelerinin içinde, baygın yatıyordu.

Hasta mı acaba? diye düşündü Maomao, güvenli bir mesafeden izleyerek. İşe karışmak istemiyordu ama hasta ya da yaralı birini de yardım etmeden bırakamayacak kadar vicdan sahibiydi.

“Hey, beyim, iyi misin?” diye sordu denizci, adamı hafifçe silkeleyerek.

“Ben... b-ben iyiyiiim...” dedi adam, ama sesi hayli bitkindi.

Denizci onu yüz üstü çevirdi ama sonra inledi. “Ugh...”

Adam, vaktiyle hayli yakışıklı biri olmalıydı; yüksek ve düzgün burun köprüsü ile ince söğüt dalı gibi kaşları bunu gösteriyordu. Ama yüzünün yarısı çiçekbozuğu izleriyle kaplıydı; eğer yüzü bir daire olsaydı, temiz ve bozuk kısımlar yin-yang sembolü gibi bir şekil oluştururdu.
Denizci adamı kendinden uzaklaştırdı. Gelen kişi sendeleyerek ayağa kalktı.
“Affedersiniz efendim. Sizin tekneye binebilir miyim?” dedi. O çirkin suratında bir tebessüm vardı; Maomao onun uzattığı elinde birkaç bakır paranın bulunduğu bir kese gördü. Hâlâ gençti—yirmili yaşlarının ortalarında olmalıydı.

“D-Dur hele sen! Hasta filan değilsin, değil mi?” diye bağırdı onu az önce kaldıran denizci; adamla temas ettiği her yeri telaşla silkeliyordu.

Adam, yüzünde hâlâ aynı sırıtışla, harap olmuş yanağına dokundu.
“Ah, doğru ya!” Kendi kendine başını salladı, sanki her şey şimdi kafasına oturmuş gibiydi. Ayaklarının dibinde bir atkı duruyordu; bayıldığında düşmüş olmalıydı. Yerden aldı, ikiye katladı ve üçgen hâline getirip yüzünün yarısını örtecek şekilde bağladı. İlk bakışta sargı gibi bile duruyordu.

“Biliyorum! Çiçek hastalığı bu, değil mi?!” diye haykırdı başka birisi.

Çiçek hastalığı, vücudun her yerini irinli kabarcıklarla kaplayan korkunç bir hastalıktı. Son derece bulaşıcıydı—denirdi ki, hasta biri sadece öksürse bile, koca bir ülkeyi felç edebilirdi.

Genç adam aptalca bir gülümsemeyle yanağını kaşıdı.
“Yok yok, sorun yok! Bunlar sadece izler. Evet, bir zamanlar çiçek hastalığı geçirdim, ama şimdi turp gibiyim! Bakın işte!”

“Saçmalama! Az önce burada bayıldın be adam! Geri dur—uzak dur benden!”

“Sadece biraz aç kalmıştım da ondan bayıldım! Ne olur inanın bana!”

Bu konuşma, çevredeki herkesin adama biraz daha mesafe koymasına sebep oldu. Maomao gözlerini kısarak baktı. Eğer gerçekten hasta değilse, onun yardımına gerek yoktu.

“Olay nedir?” diye sordu Rikuson, tekneden eşyaları indirip diğerine taşıdığı sırada. Tuhaf derecede titiz görünüyordu. Maomao içinden ona “Gaoshun 2” adını taktı.

“Yüzünü sargıyla kapatmış şu adam tekneye binmek istiyor ama denizci onu bırakmıyor,” diye kısaca açıkladı.

“Hmm,” dedi Rikuson, genci dikkatle inceleyerek. Gerçekten, çiçekbozuğu izleri örtülünce hayli yakışıklı sayılırdı. Ve sesi de hafif şakacıydı.
“Problem ne? Bedavadan mı binmeye çalışıyor?”

“Hayır, parası var. Ama yüzünde izler var, bu yüzden denizci onun hasta olabileceğinden endişeleniyor. Gerçi gemi zaten dolu, bu yüzden mesele kapanmış sayılır.”

Zaten teknede Cariye Lishu bulunuyordu, bu da demekti ki korumalar da vardı. Rastgele bir yabancının tekneye alınması mümkün değildi.

Rikuson adamı gözlerini kısarak inceledi.
“Gerçekten hasta mı bu?”

“İyi soru.” Bu mesafeden emin olmak zordu ama Maomao’nun görebildiği kadarıyla adamın yüzünde kabarcık yoktu, sadece izler vardı. Yani muhtemelen doğru söylüyordu—bir zamanlar hastalanmış ama üstünden çok zaman geçmişti.
Peki neden Maomao bunu denizciye söyleyip araya girmiyordu?

Çünkü karışsam başıma iş açılacak da ondan.

İşin özü buydu.

Ama genç adam pes etmeye hiç niyetli görünmüyordu; neredeyse denizciye yapışmıştı.
“Yalvarıyorum, beni de alın! Bu kadar zalim olamazsınız!”

“Bırak beni! Uzak dur! Çiçek hastalığını kapacağım şimdi senden!”

Normalde, yüzünde yara izleri olan yakışıklı adamlar karanlık ve ağır başlı olurlardı—ama belli ki bu adam öyle değildi. Denizcinin iri ayaklarına yapışmıştı ve bir türlü bırakmıyordu. Diğer denizciler, arkadaşlarına yardım etmek isteseler de, bulaşıcı bir hastalık kapma korkusuyla oldukları yerden kımıldamıyorlardı.

Eğer biri bu adamı durdurmazsa, tekne bir türlü kalkamayacaktı.

Rikuson, Maomao’nun suratındaki ifadeden ne düşündüğünü anlamış olmalıydı ki, gülümsedi.
“Keşke şu tekne artık kalksa, değil mi?”

Maomao hiçbir şey söylemedi. Bu, “Sen bir şey yap da hallet şu işi,” demek miydi şimdi?

Mağlup bir ifadeyle derin bir iç çeken Maomao, tekneden indi ve o sırada epey perişan görünen denizciyle (burnundan sümük sarkan) genç adamın yanına gitti.

“Affedersiniz,” dedi.

“Evet?” dedi genç adam. Bu bir onay sayılmazdı, ama Maomao hiç istifini bozmadan onun yüzündeki atkıyı çekip aldı. İrinli yaralara dair en ufak bir iz görmedi; sadece yıllanmış çiçekbozuğu izleri vardı. İşin garibi, izli taraftaki göz bulanık görünüyordu. Göz bebekleri eşit değildi; büyük ihtimalle o göz kördü.

“Bu kişi hasta değil,” dedi yüksek sesle. “Yüzünde izler var ama hastalık bulaştırma ihtimali yok.” En azından çiçek hastalığı açısından. Başka bir hastalığı var mıydı, bilemezdi—ve o konuda sorumluluk da kabul etmiyordu.
Denizci, adamın düşürdüğü keseyi iğrenmiş bir ifadeyle dikkatlice yerden aldı. Keseyi ters çevirdi; içinden birkaç bozukluk şıkırdayarak yere döküldü.

“Peki, nereye gidiyorsunuz bayım?”

“Başkente! Ba-ş-ken-te gitmek istiyorum! Başkent!” Yumruklarını sıktı ve heyecanla salladı; büyük şehre yolculuğa çıkan köylü rolünü oynamaya çalışsa bu kadar başarılı olamazdı. “Ve oraya gider gitmez bir sürü ilaç yapacağım!”

“İlaç mı?” Maomao’nun kulakları dikildi.

“Evet! Öyle göründüğüme bakma, aslında epey yetenekliyimdir!” Adam pelerininin altından kocaman bir çanta çıkardı. Çantayı açınca kendine has bir koku yayıldı. Maomao, içinden bir toprak kap çıkarıp kapağını açtığında merhemlerle dolu olduğunu gördü. Etkili olup olmadığını söylemek zordu, ama belli ki büyük bir titizlikle hazırlanmıştı—şifalı otlar iyice öğütülmüş, kıvamı kusursuz şekilde ayarlanmıştı. Kullanılan otlardan çok, bu tür özenli bir hazırlık nihai ürünün kalitesini belirlerdi.

Maomao adama yeniden dikkatle baktı. Genişçe sırıtıyordu ve denizciye seslendi: “İster misin? Deniz tutmasına birebir!” Tabii ki, hiçbir denizci bu tarz bir ilacı satın almazdı.

“Cık, cimri. Neden birazcık almıyorsun ki?—Ah! Satın alma kısmını boşver. Tekneye binebilir miyim? Ne dersin? Bineyim mi?”

“Hayır. Bu gemi kiralık. Sonrakini beklemeniz gerekecek.”

“Ne? Ciddi misin? Beklemem mi gerekiyor?!” Adam hayal kırıklığına uğramış görünüyordu ama sesini çıkarmadan kabul etti. Sonra tekrar Maomao’ya döndü, sırıttı. “Yardımın dokundu, teşekkür ederim. Karşılığında sana şu deniz tutması ilacından vereyim!”

Konuşma tarzı bir hayli çocuksuydu ama davranışlarının aksine daha büyük görünüyordu. En azından Maomao’dan yaşça büyük gibiydi.

“Gerek yok. Deniz tutmaz beni,” dedi Maomao.

“Öyle mi? Yazık oldu.”

Tam ilacı tekrar çantasına koyacakken, Maomao’nun arkasından bir ses patladı: “Durun!” Lahan resmen gemiden uçarcasına indi. “İ-i-ilacı... B-bana verin…” dedi, nefes nefese kalmıştı.

Bu mesafeden bile bizi duyabilmesi etkileyici, diye düşündü Maomao. Oldukça uzakta duruyordu ve hiç de iyi görünmüyordu. Maomao bu düşüncelerle kendini oyalayarak gemiye bindi.

“Off, resmen hayatımı kurtardın! Hem hastalığımı açıkladın, hem de beni tekneye bindirdin!”

Bandajlı adamın adı Kokuyou idi. Pis pasaklı hali onu ele veriyordu zaten—bir gezgindi. Aynı zamanda bir doktordu… En azından kendisi öyle söylüyordu.

Kokuyou’nun yanında her türden ilaç bulunduğunu duyan Lahan, yolcunun gemilerine katılması konusunda fazlasıyla ısrarcı oldu. Seyahat düzenlemelerini baştan beri yapan kişi de Lahan olduğuna göre, eğer bu yeni gelen kişi Cariye Lishu’ya ya da başkasına zarar vermeyecek gibiyse, onu yanlarına alma hakkı da onundu. Fakat Kokuyou’ya başkente kadar eşlik etme garantisi verilmemişti; sadece Lahan’ın ineceği bir sonraki iskeleye kadar götürülecekti.

Kokuyou biraz tuhaf bir adamdı ve aynı zamanda tam bir gevezeydi; bir yandan ilaç hazırlıyor, bir yandan da kendinden uzun uzun bahsediyordu.

“Hmm. Uzun lafın kısası, beni köyden kovdular. ‘Uğursuzsun! Defol buradan! Grrraah!’ Ne kadar da acımasızlar, değil mi?” dedi Kokuyou. Gerçi ses tonunda bu yaşadıklarını ciddiye aldığını gösteren en ufak bir sertlik yoktu. Sanki köy çeşmesinde dedikodu yapan yaşlı bir kadın gibi laflıyordu.

Maomao onu dikkatle izliyordu. Nereden geldiği belirsiz, çiçek hastalığı izleri taşıyan bir adamın hazırladığı ilacın işe yarayıp yaramayacağından haklı olarak şüphe duyuyordu. Kokuyou’nun hazırladığı mide bulantısı ilacında da öyle pek özel bir şey görünmüyordu. Daha iyi hissetmeye başlayan Lahan, Kokuyou’yu özel kamarasına çağırmıştı. Maomao da, bu adam gerçekten bir doktor olduğunu söylüyorsa, belki anlatacaklarından bir şeyler öğrenirim diye onunla birlikte gitmişti.

“Yıllardır aynı yerdeydim aslında. Geçen yıl köyde bir böcek salgını baş gösterdi. Sonra birdenbire köyün şamanı ortaya çıkıp bunun bir lanet olduğunu söylemeye başladı!”

Ve işte, Kokuyou’nun anlattığına göre, bu olaydan sonra köylüler onu kovmuşlardı. Doktorlarla şamanlar zaten pek geçinemezdi. Maomao’ya kalırsa da lanet gibi temelsiz şeylere inanmak tamamen aptalca ve saçmaydı. Ama bu görüşte olan pek az kişiden biriydi. Açıkçası, bu saçmalıklar onu sinirlendiriyordu.

Kokuyou’nun lakayt üslubuna rağmen hazırladığı ilaç epey etkili çıktı. O zamana kadar kovasından bir an olsun ayrılmayan Lahan, nihayet sohbete katılabilir hâle gelmişti. Belki de geminin artık eskisi kadar sarsılmıyor oluşu da işe yaramıştı ama ne olursa olsun Lahan oldukça memnun görünüyordu.

“Hmm. Demek başkente iş aramak için gidiyorsun, öyle mi?” diye sordu.

“Evet, yani… Evet. Sanırım öyle denebilir.”

Lahan bir kez daha “hmm”leyip çenesini sıvazladı. Hesap yapar gibi bir hâli vardı ama Maomao hemen dirseğiyle onu dürttü.

Bizi... garip işlere bulaştırma.

Adam biraz garip biri olabilirdi ama eğer tıbbi bilgisi gerçekten varsa, başkentte kolayca geçinebilirdi. Tabii... çiçek izlerini gizleyebilirse.

Ah-Duo ve Cariye Lishu ile hâlâ birlikte yolculuk ederlerken yanlarında garip bir adamın olması elbette ideal değildi. Bunu Lahan da biliyordu: Maomao’ya baktı, cübbesinin kıvrımlarından bir kâğıt parçası çıkardı ve hızlıca birkaç satır karalayarak, “Eğer bir gün bir şeye ihtiyacın olursa, bu adrese gel,” dedi. Yazdığı, başkentteki evinin adresiydi.

Kokuyou kâğıdı alıp saf bir gülümsemeyle güldü. “Ha ha! Vay be, ne iyi insanlara rastladım ama!”

İçinden gelerek yapmıyor bunu, diye geçirdi içinden Maomao. Lahan tam bir kurgu ustasıydı. Bu adamı bir şekilde işe koşabileceğini düşündüğü için ona adresini vermişti.

“Hazır laf açılmışken,” dedi Maomao, “geçen yılki böcek salgınına ne oldu?”

Kokuyou’nun tıbbi bilgisinin sınırlarını keşfetmek için onu sorguya çekmeyi çok isterdi ama bu soru öncelikliydi.

“Hmm! Öyle kökleri yiyecek kadar kötüleşmedi, ya da çocukların doyurulamayacak kadar para sıkıntısı yaşanmadı. Küçük çocuklar yetersiz beslenmeden dolayı zayıf düştü ama iş orada kaldı,” dedi Kokuyou ve uygun düşen bir hüzünle başını salladı. Yetersiz beslenme hastalıklara karşı daha hassas hale getirirdi insanı—ve hastaları kim tedavi ederdi? Doktorlar. Maomao, bu adamı köylerinden kovmuş olan insanların şu anda ne durumda olduğunu merak etti.

“Bu yıl hasat fena değilse idare ederler sanırım,” dedi Kokuyou. Maomao bunun pek olası olmadığını düşünüyordu, belli ki adam da öyle, çünkü ardından, “Umarım köylüler birbirlerine yardım etmeyi sürdürebilir,” diye ekledi.

Yardım etmek. Ne kadar güzel bir düşünceydi. Ama her zaman birtakım şartlara bağlıydı. Kaynakların varsa komşuna yardım edebilirdin. Yiyeceğin yeterliyse, birazını başkasına da verebilirdin. Yardım etmek çoğu zaman bu anlama gelirdi; ama eğer kendin açken başkasına destek olmaya çalışıyorsan, bunun ne anlamı kalırdı? Elindeki her şeyi başkaları için veren bazı enayi tipler vardı, evet—ama onlar da genellikle hikâyelerdeki azizlerdi.

İnsanlar doktorlara ya da eczacılara böyle aziz muamelesi yapacaklarsa, onların hayatlarını da azıcık kolaylaştırmalılar ki adamların ruh hali tedavi yapacak seviyeye gelsin. Temel ihtiyaçları karşılanmamış birinin tıp uygulaması neye yarar ki? Doktorun kendisi hastalanacaksa ne anlamı var?

Bu adamı köyden kovanlar, şu sıralar bir doktora fena hâlde ihtiyaç duyuyor olabilirlerdi. Ama iş işten geçmişti. Dökülen su, bardağa geri konmazdı.

“Pekâlâ, görüşürüz o zaman!” Kokuyou, adresin yazılı olduğu kâğıdı dikkatle katlayıp cübbesine koydu. Ona sadece bu gemide birlikte gidecekleri iskeleye kadar eşlik edilecekti. Koruma görevlileriyle aynı kamarada kalacaktı—bu, onu göz altında tutmanın da bir yoluydu.

Şimdi şöyle bir düşününce…

Kokuyou’nun bahsettiği böcek salgını, Lahan’ın üstlendiği meselelerden birini aklına getirdi.

“Böcek salgını hakkında ne yapmayı planlıyorsun? Yani, o sarı saçlı kadının seninle konuştuğu mesele var ya…” Maomao, batı başkentindeki ziyafet sırasında elçi kadının söylediklerine atıfta bulunuyordu. Kadın Shaoh’a tahıl ihracatı istiyordu—olmazsa da siyasi sığınma talep etmişti. “Bu bize ne kazandıracak?”

İhracat fikri başlı başına riskliydi, sığınma ise düpedüz tehlikeliydi.

Bu konuşmayı yapabiliyor olmalarının nedeni, odada sadece Maomao ve Lahan’ın bulunmasıydı. Bu meseleyi Rikuson bile duymamıştı.

“Ne sanıyorsun? Kadın beni parmağında mı oynattı? Güzel diye, söylediklerini düşünmeden kabul mü ettim?” dedi Lahan.

“Etmez misin?” Maomao biraz da alay ederek söyledi bunu; sonuçta karşısındaki adam Jinshi’nin yakışıklılığından bahsetmeden duramayan biriydi. (Tabii, Lahan muhtemelen Jinshi’nin kendi dış görünüşüyle ilgili bazı hassasiyetleri olduğunun farkında değildi.)

“Benim de birkaç fikrim var,” dedi Lahan.

“Ne gibi?”

“Bu küçük nehir yolculuğumuz bir sonraki iskelede sona erecek. Ah-Duo Hanımefendi ve diğerleriyle yollarımı ayıracağım. Sorun olur mu?”

Belki artık deniz tutmasından bıkmıştı—ya da belki en başından beri Maomao’yu bu yüzden getirmişti.

“Ben onlarla birlikte yolculuğa devam ederim.”

“Dur hele,” dedi Lahan ve Maomao’nun devam etmesini engellemek için elini kaldırdı. “Gideceğim yeri duyunca çok ilgini çekeceğine eminim.”

“Nasıl yani?”

Lahan bir abaküs çıkardı ve boncukları tıkırdatmaya başladı. “Eh, belki de daha ortada yumurta yokken civciv sayıyoruzdur,” dedi. Ama sesi, yine de denemeye değer olduğunu söylüyor gibiydi.

Ve ardından şöyle dedi: “Babamı görmeye gideceğiz.”

Demek Lahan ona böyle diyordu. “Peder” gibi saygılı bir şey değil, düpedüz “babam.”

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


113   Önceki Bölüm