Yukarı Çık





           
İç sarayın derinliklerinde, Kuzgun Gözdesi olarak bilinen bir kadın yaşardı. Resmiyette “gözde” unvanını taşısa da, o diğerlerinden farklıydı. İmparatora hiçbir gece eğlencesi sunmaz, tam tersine kendini saklar, günlerini kapkara sarayının içinde geçirir, nadiren dışarı adım atardı. Onu gördüğünü iddia edenler olmuştu, fakat anlatıları birbirini tutmazdı—kimine göre yaşlı bir kadındı, kimine göreyse genç bir kız. Fısıltılar arasında onun ölümsüz olduğu, yahut korkunç bir hayalet olduğu konuşulurdu. Hatta gizemli büyü güçlerine sahip olduğu söylenir, kendisinden dileyeceğiniz her işi yerine getirebileceğine inanılırdı. Nefret ettiğiniz birine ölümcül bir lanet yağdırmaktan ölülerin ruhlarını çağırmaya, kaybolan eşyaları bulmaya kadar her şeyi yapabilirdi. İç sarayda ikamet eden bir gözde olmasına rağmen imparator kendisini asla ziyaret etmezdi… ya da en azından etmemeliydi.

Ne var ki bir gece, iki gölge figür sarayına doğru ilerledi.

“Yamei Sarayı denmesi ne kadar ironik, değil mi?”

Asılı fenerlerin aydınlattığı yolda yürüyen Ka Koshun, önünde yükselen saraya gözlerini dikti. Bu saray—Yamei Sarayı—



“Gece parıltısıyla ışıldayan saray” anlamına gelen Yamei Sarayı’nın duvarları ise, çevresini kuşatan karanlıktan bile daha koyu bir siyaha bürünmüştü. Eğer bu gece ay görünseydi, mavimsi, parlak sırla kaplı kiremitleri ışıl ışıl parlayacaktı, ama ne yazık ki bulutlar ay ışığını örtmüştü.

“Bunun tek sebebi, fenerlerin henüz yakılmamış olması,” dedi elinde bir kandil taşıyan Eisei. O bir hadım ağasıydı. Sesi ince ama berrak, yüz hatları ise güzeldi. Yamei Sarayı’nın önünde fenerler sıralanmıştı, fakat hiçbiri yanmıyordu.

“Hadım enstitüsünden kimse Yamei Sarayı’na yaklaşmaya cesaret edemez. Fazlasıyla korkuyorlar. Seni uyarmıştım,” diye sürdürdü Eisei.

“Neden?” diye sordu Koshun, sesini alçaltma çabasına girmeden. Zira bu, çevresinden dolayı yaptığı bir şey değil, onun doğal konuşma tarzıydı. Tonu derin olsa da soğuk değildi; aksine, kış gününde ağaçların arasından süzülen ışığı anımsatıyordu.

“İçeride uğursuz bir kuşun beklediğini söylüyorlar, kanat çırpmaya hazır.”

“Ne tür bir kuş?”

“Altın tüyleri olan kocaman bir kuş. Saraya fazla yaklaşırsan sana saldıracağı söyleniyor.”

“Öyle mi.”

Koshun, Eisei’nin sözlerini kabul eder gibi başını salladı, fakat pek ilgi göstermemişti. Gözleri hâlâ simsiyah saraya kilitlenmişti.



Mütevazı görünümlü yapının içinden tek bir ışık bile sızmıyordu; bu yüzden tamamen terk edilmiş bir hâli vardı. Eisei, yanında yürüyen Koshun’un korkusuz yüz ifadesine göz attı.

“Efendim, gerçekten Kuzgun Gözde’yi ziyaret edecek misiniz?”

“Buraya geliş sebebim bu,” diye yanıtladı Koshun, kısa ve kesin bir ifadeyle.

Bir hadım ağası birini bu şekilde hitap ediyorsa, Sho ülkesinde yalnızca tek bir kişiden söz ediyor olabilirdi: imparator.

“Gözdemi ziyaret etmemde yanlış bir şey göremiyorum.”

“Fakat Kuzgun Gözde, diğer gözdeniz gibi değil. Onunla görüşürsen başınıza felaket gelir.”

Koshun derin bir kahkaha attı. “Seni bu söylentilere inanmış görmek, hiç beklemediğim bir şey, Sei.”

Eisei sessiz kaldı.

“Kuzgun Gözde söz konusu olduğunda söylentiler, mantıklı teorilerden düpedüz saçmalıklara kadar uzanıyor. Ama ben biliyorum ki...”

Koshun adımlarını durdurdu. Önünde iri, simsiyah kapıların kapattığı taş döşeli bir merdiven yükseliyordu; kapılar, olası tüm ziyaretçileri geri püskürtecek şekilde sıkı sıkıya kapalıydı.

“Detayları sonra düşünürüz. Onun ölümsüz mü yoksa bir hayalet mi olduğunu, kendi gözlerimle gördüğümde anlayacağım.”

Ayağını taş basamağa yerleştirdi.



basamak. Eisei öne geçip kapılara itti, kapılar gıcırdamadan hafifçe aralandı. Bu sessizliğe şaşıran Eisei geriye çekildi, ama tam o anda, kapılar arasındaki gölgeli aralıktan keskin bir çığlıkla birlikte bir şey fırladı.

Eisei’nin elindeki şamdan yere düştü, etrafları karanlığa gömüldü. Hâlâ o tuhaf haykırışı ve kanat çırpışlarını duyabiliyordu, ama hava öyle karanlıktı ki yaratığın neye benzediğini seçemedi.

“Geri durun, majesteleri,” dedi Eisei, kanat sesleri ve keskin çığlıklar havada yankılanırken.

Bir süre sonra sesler kesildi; yalnızca kuşun güçsüzce kanat çırpışları kalmıştı. Koshun’un gözleri karanlığa alıştığında, Eisei’nin iri kuşu ensesinden yakaladığını gördü.

“Bir… tavuk mu?”

Eisei’nin kavradığı yaratık, tombul bir tavuğa benziyordu ama kanatları karanlıkta solgun bir şekilde parıldıyordu. Sanki altın tozuna bulanmış gibiydiler.

“Bu kuş neredeyse size zarar verecekti, majesteleri. İsterseniz boynunu sıkıp öldüreyim,” diye teklif etti Eisei, yaratığı boğmaya hazır bir tavırla.

“Hayır, bekle,” dedi Koshun, onu durdurmaya çalışarak.

Ama tam o anda…

“Hey, seni kaba herif. Shinshin’i bırak,” diye bir ses yükseldi.




bir ses duyuldu. Kapılar ardına kadar açıldı; o sakin ses içeriden gelmişti. Su yüzeyinde dalgalanan halkalar kadar dingin, genç bir kızın sesi gibiydi ve kulaklarında hoş bir tınıyla yankılandı.

Eisei o sese öyle kapıldı ki, tavuğun elinden kaçmasına fırsat verdi. Kuş kanat çırparak yeniden içeriye süzüldü.

Önlerinde geniş bir oda uzanıyordu; tavandan sarkan ince ipek perdeler sıralar halinde dökülüyordu. En uçta, perdelerin arasındaki bir aralıktan beyaz bir el göründü. Perdelerin önünde lotus çiçeği şeklinde fenerler asılıydı. Her birinden dökülen loş ışık, içinden çıkan kişiyi aydınlatıyordu.

Birkaç saniyeliğine hem Koshun hem de Eisei dilsiz kaldı. Loş ışığın altında belirginleşen siluet, solgun yüzlü, narin yapılı, olağanüstü güzellikte genç bir kıza aitti. On beş ya da on altı yaşlarında olmalıydı. Saçları, ensesinde fiyonk şeklinde toplanmış geleneksel bir modelle taranmıştı. Bu zarif saç düzeni, yürüdükçe sallanacak şekilde tasarlanmış altın süslemeler ve saç tokalarıyla bezenmişti. Saçının toplandığı yerdeki iri şakayık çiçekleri ise, neredeyse kızın küçük yüzü kadar büyüktü.

Fakat asıl şaşırtıcı olan, baştan ayağa kömür karası renkte oluşuydu. Hem giydiği cüppe hem de üzerine çekilmiş etek…


göğsüne kadar aynı koyu renkteydi. Bu kıyafet, shanqun denen, parlak saten dokumadan yapılmış siyah bir giysiydi. Üzerine ince yaprak desenleri işlenmiş, eteğine ise çiçek taşıyan bir kuşun göz alıcı motifi dokunmuştu. Omuzlarına doladığı şal ise ince siyah ipektendi; fakat akşam çiyi gibi parıldayan ışıltısı, ipliklerine obsidyen işlendiğini düşündürüyordu. “Kuzgun Eş” diye anılan biri için elbette ki uygun bir kıyafetti.

Genç kız, kaçak tavuğu kollarına almış, yeniden firar etmesini önlemişti. Ardından uzun kirpiklerinin altından başını kaldırarak Eisei’ye baktı.

“Bu benim kıymetli sihirli kuşum. Eğer onu öldürseydin, hiçbir kefaret yeterli olmazdı. Daha dikkatli olmalısın.”

Koshun, kızın çok eski moda bir üslupla konuştuğunu fark etti—ve üstelik sesinde küçümseyici bir kibir vardı.

“Sen misin Kuzgun Eş, Ryu?”

Genç kız bu kez akik gibi siyah gözlerini Koshun’a çevirdi.

“Neden sadece hizmetkârını yanına alarak bana geldin? Bildiğin gibi, ben gece işlerine karışmam.”

“Ziyaretim sana önceden haber verilmiş olmalıydı.”

“Bana öyle bir şey ulaşmadı. Hem, Shinshin gönderilmiş her haberciyi zaten…”



uzaklaştırırdı.” dedi genç kız ve altın rengi tavuğu Shinshin’i ayaklarının dibine bıraktı. Zemini çiçek desenli halılar kaplıyordu.

Kızın sözleri ve tavrından dehşete düşen Eisei kaşlarını çattı, ağzını açıp ona haddini bildirecekti ki imparator elini kaldırıp engel oldu.

İkili odaya girerek üzerinde işlemeli bir örtü bulunan küçük bir masanın önünde durdu. Etraf, zarif bir gümüş buhurdanlıktan yükselen tütsü kokusuyla doluydu.

“Bir ricam olacak senden, Kuzgun Eş. Dinle beni.”

Niyetini belli eden Koshun bir sandalyeye oturdu. Genç kız kaşlarını çattı, yaklaşmak için en ufak bir çaba göstermedi.

Yılmadan cebine uzanan Koshun bir şey çıkardı ve masanın üzerine koydu.

“Duyduğuma göre senin görevin, ölümcül bir lanet, bir kutlama duası ya da kayıp bir eşyanın bulunması olsun, istenilen her işi üstlenmekmiş. Doğru mu?”

Kız daha da sert bir ifadeyle masaya bırakılan eşyaya baktı. Bu, yeşim taşından yapılmış bir küpeydi. Çift değil, tek başına duran bir küpeydi bu; altın bir kancadan sarkan iri, damla biçimli bir yeşim parçası vardı.

“Hiçbir işi üstlenmem. Ve bütün dileklerin bir bedeli vardır.”

“Bir bedel mi?”



“Bir söz vardır: ‘Bir başkasına lanet edeceksen, iki mezar kaz.’ Eğer birine ölümcül bir lanet koymak istiyorsan, bunun karşılığında başka bir hayat feda edilmelidir. Eğer istediğin kutsama ise, o vakit maddi varlıklarını adamalısın. Kayıp eşyaların bulunmasının bedeli ise müzakereyle belirlenir.”

“Peki ya ben sadece bu küpenin sahibinin kim olduğunu bilmek istesem?” diye sordu Koshun, yeşim küpeyi eline alarak. Tatlı su kadar parlak, koyu yeşil yeşim taşı, loş ışığın altında hafifçe parıldıyordu.

“Reddediyorum.”

“Nasıl olur?”

“Bu gizemi çok yakında kendin çözebilirsin—tek yapman gereken etrafta sormak. Bunun senin gücünü aşan bir tarafı mı var, yoksa vaktin fazla mı? Her ne sebeple olursa olsun, bundan iyi bir şey çıkacağını sanmıyorum. Böylesine önemsiz bir işe bulaşmaya hiç niyetim yok.”

Zeki kız, diye düşündü Koshun, karşısındaki genç kadın için.

“Halk senin ya ölümsüz ya da bir hayalet olduğunu söylüyor…”

Koshun küpeyi yeniden masaya bıraktı ve ayağa kalktı. Genç kıza yaklaşarak sessizce, “Ama sen normal bir kızsın, değil mi?” dedi ve onun elini tuttu.

Bu, sıcak ve insana özgü bir eldi. Genç kız birden kasıldı.









Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.