Yukarı Çık




3   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   5 

           
Çeviri: SaikiMood
☃ İyi Okumalar
Bölüm 4: İletişim Şart

Jiang kapının yanında duruyordu. Üstü başı sırılsıklam, saçları yana yapışmış, sol elinde kılıç, sağ eliyle kapıya yaslanmış şekilde Xu Qing’e bakıyordu. Sessizce. Gözlerini ayırmadan.

Aptal değildi. Sadece, bu dünyaya ait değildi.

Xu Qing’in söylediklerinin hepsi doğru muydu, yalan mıydı bilemiyordu. Ama ilk bakışta kötü biri olmadığını anlamıştı.

Adam sadece eve dönüyordu. Kapıda onu görünce, hava kararmak üzereyken, ona şemsiye uzatmıştı. Hepsi bu.

“Niye bana yardım ediyorsun?” diye ikinci kez sordu.

Xu Qing kafasını kaşıdı. Bu kız kolay lokma değildi.

“Doğruyu söylemek gerekirse... merak ettim. Bu tür şeyler normalde yaşanmaz. Düşünsene, ben senin zamanına gitmişim, seni görüyorum. Bin yıl sonradan gelen biri olduğumu fark ediyorsun. Ne hissederdin?”

“Bizim lider, öyle birini anında keserdi.”

“…”

“…”

Kısa ama tokat gibi bir sessizlik oldu.

“Zaman değişti,” dedi Xu Qing, gülümsemeye çalışarak. “Burada insanlar durduk yere öldürülmez. Barış, huzur önemli. Herkes barışçıl yaşamak ister.”

İçinden bir titreme geçti. Onu içeri almakla almamak arasında ciddi gelgit yaşıyordu.

Kalsın dese… tehlikeli. Gitsin dese… bin yıllık fırsatı kaçıracak.

Bu kız resmen tarih kitaplarından fırlamıştı.

“Nasıl buraya geldiğini bilmiyorum. Belki öğreniriz. Belki geri dönmenin bir yolu vardır. Ama o zamana kadar burada yaşaman lazım. İlk kural da şu: Sebepsiz yere kimseye zarar verme.”

Göz ucuyla duvardaki kırık televizyona baktı.

“Ve mümkünse eşya da kırma artık.”

Sonra kapıyı işaret etti:
“Bu kurallara uyarsan, ben de sana yardım ederim. Ama uymazsan… istersen şimdi çık git. Yalnız dışarıda da kimseye zarar verme. Her köşede polis var, ciddi anlamda güçlüler.”

Dışarıda yağmur çiselemeye devam ediyordu. Pencereden hafif damla sesleri geliyordu. Hava tamamen kararmıştı.

Jiang He başını kaldırdı, tavandaki lambaya baktı. Kararsızdı.

Burası hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Üzerindeki kıyafetler bile etraftaki kimseye benzemiyordu. Şehirden bile çıkamazdı. Şimdi gitse, nereye gidecekti ki?

Gurrr...

Karnı bir kez daha guruldadı.

Xu Qing birkaç saniye ona baktıktan sonra telefonunu aldı.

“Eğer tamam diyorsan, önce şu kılıcı bırak. Ben yemek sipariş ederim. Buraya getiriyorlar.”

Bir an durdu. Göz temasını bozmadı.

“Açık söyleyeyim, seni içeri almak benim için de risk. Her an bir yanlış anlaşılmayla beni kesebilirsin. İnsanlara da söyleyemem zaten... Anlıyor musun?”

Jiang He başını eğdi, düşündü. Sonra yavaşça onaylar gibi başını salladı. Elindeki kılıca baktı, biraz tereddüt etti ama sonunda...

Şang!

Kılıcı yere bıraktı. Gerçek, ağır bir demir kılıçtı. Yere çarpınca çıkardığı ses tok ve netti.

Xu Qing hafifçe gülümsedi ve telefonunu açtı.

“Normalde ne yersin sen? Belki tanıdık bir şey buluruz.”

“Bazlama.”

“…”

Kafasında menüyü taradı. “Tamam tamam. Pirinç lapası ve birkaç buharda çörek söyleyeceğim. Üzerin sırılsıklam, önce bir duş al. Yemek hazır olur o arada. Şey... iç enerjiyi kullanıp kuruma gibi bir şey yapabiliyor musun?”

Jiang He, “iç enerji” lafını anlamamış gibi baktı.
“Banyo nerede?”

“Gel, göstereyim.”

Xu Qing dövüş sanatları konusunu şimdilik pas geçti. Banyoya götürdü, ışığı açtı.

“Bu dünyada göreceğin şeyler biraz garip olabilir. Ama sakin kal. Söz veriyorum, sana zarar vermeyeceğim. Bak şimdi...”

Duşu çevirdi, su başlıktan akmaya başladı.

Jiang He bir an dondu. Sonra gözleri büyüdü.

“Sola çevirince sıcak su, sağa çevirince soğuk. Bastırırsan durur, yukarı kaldırırsan akar. Hadi dene.”

Kız bir denemeyle hemen kavradı. Yüzünde meraklı bir ifade belirmişti.

“Bu saçını yıkamak için. Şuna basınca köpük geliyor. Saçına sür, köpürsün. Sonra durula. Bu da vücut için. Aynı mantık.”

Xu Qing, antik dönemden gelen misafirine banyoyu baştan sona anlattı. Tuvalet kullanımını bile tarif etti. Jiang He başını sallayınca içi biraz rahatladı.

Koltukta bir süre oturdu. Banyodan hâlâ su sesi gelmiyordu. Yatak odasına gidip biraz kıyafet aldı ve banyoya yöneldi.

Jiang He hâlâ yerinden kıpırdamamıştı. Kıyafetlerini çıkarmamış, hâlâ ona temkinli bakıyordu.

“Kadın kıyafeti yok evde, bunlarla idare et. Yarın alışverişe çıkarız.”

Sonra bir şey fark etti:
Kapıyı kilitlemeyi bilmiyor.

Kıyafetleri yere bıraktı.

“Gel, kapıyı nasıl kilitleyeceğini göstereyim.”

Şükür ki soyunmamıştı. Yoksa o banyonun önünde ceset olurdu.

Kapı kilidini gösterdi. Kız onaylayınca çıktı, derin bir nefes aldı ve koltuğa döndü. Nihayet içeriden duş sesi gelmeye başladı.

Xu Qing kendi kendine söylendi:
“Yani… bin yıl öncesinden gelen savaşçı bir kızla aynı evdeyim… Bu gerçek mi?”

Kendini çimdikledi. Acı hissedince, “Evet, gerçekmiş,” diye mırıldandı.

Yavaşça yerdeki kılıcı aldı. Kınından çıkardı. Soğuk, gerçek metal parladı. Kan oluğunda kurumuş koyu lekeler vardı. Hafif bir demir kokusu yayıldı.

Bu, oyuncak değildi. Gerçek bir silahtı.

Bir gün bir antikacıya götürürüm bunu...

...

Bir süre sonra Jiang He banyodan çıktı. Xu Qing masada bir şeyler yazıyordu.

Kız göz ucuyla masaya baktı. Kılıcı yerindeydi. Televizyon yerinden sökülmüştü. Önceden sapladığı hançer de çıkarılıp köşeye bırakılmıştı.

“Ne yazıyorsun?”

“Ha?” Xu Qing arkasına döndü. Jiang He’nin üstünde onun bol gömleği ve pantolonu vardı. Saçları hâlâ ıslaktı ama görüntüsü artık günümüz insanına benziyordu.

“Yani… çözmemiz gereken sorunları yazıyorum. Okuma biliyor musun?”

Jiang He gözlerini kıstı.
“Yazı garip. Tanımak zor.”

“Tamam, ben bitirince okurum.”

Gömleğinin yakasını çekiştiren Jiang He söylendi:
“Bu kıyafetler de çok garip.”

“Sana yakıştı ama… şey yani, burada iltifat etmek normaldir. Öyle hafifmeşrep bir şey değil, yanlış anlama.”

“Bence sen yine de dikkatli konuş.”

“Anlaşıldı.”

Xu Qing geleneksel değerlere saygı duyması gerektiğini anlamıştı. Böyle şeyler hemen değişmezdi.

“Şurada terlik var. Bu eski… şey, yani, şu saman terliklerini artık bırak. Yarın yenisini alırız.”

Jiang He parmaklarını kıpırdattı, sonra sessizce gidip terlikleri giydi.

Tak tak.

Kapı çaldı. Xu Qing daha tepki veremeden kız bir anda kapının arkasına sıvıştı.

“Korkma, sadece yemek.”

Kapıya gitti, aralıktan siparişi aldı. Her şeyi masaya koydu ve kıza işaret etti.

“Yemek hazır.”

Sofrada lapayla buharda çörek vardı. Yanında da biraz turşu.

Jiang He masaya gelip uzun süre hiçbir şey söylemeden yemeğe baktı. Sonra kafasını kaldırdı:

“İkinci komutan hep şöyle derdi…”

“Ne derdi?”

“Bir insan sebepsiz iyilik yapıyorsa, ya seni kandırmaya çalışıyordur ya da çalmaya.”

Kısa bir sessizlik oldu.

Sonra gülümsedi.

“Ama sen iyisin.”

“Tabii ki iyiyim,” dedi Xu Qing, aynı şekilde gülümseyerek. “Neyse ki yine kılıcını çekmedin.”

“Ya çekseydim?”

“Valla… bilemem.”

Gerçek şu ki, dövüşte şan
sı sıfırdı. Ama bir şeyi anlıyordu:

Bu kızla düzgün iletişim kurmazsa, onu burada tutması mümkün değildi.

Isıran bir sokak kedisi, ne kadar sevimli görünse de, eninde sonunda yalnız kalır.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

3   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   5