Yukarı Çık




2   Önceki Bölüm 

           
BÖLÜM 1 KISIM 3: YEŞİM KÜPE

 

Bunu daha iyi bilmeliydi; ama yine de bunun yalnızca bir zaman meselesi olduğunu da biliyordu.
 
JusetsuYamei Sarayı’na dönene kadar başını örtülü tuttu. Eve vardığında dolabından bir sandal ağacı kutusu çıkarıp masanın üzerine koydu. Ardından mutfaktaki raftan eczacı havanını aldı. Bu alet, esas olarak tıbbi bitkileri ezmek için kullanılıyordu. Jusetsu kutunun kapağını açtı ve içine biraz kurutulmuş yeşil akçaağaç meyvesiyle areka cevizi attı. Sonra, bunu sanki milyonlarca kez yapmış gibi, malzemeleri ezmeye başladı.
 
Meyveleri ve cevizleri toz hâline getiriyordu—ne kadar ince olursa o kadar iyiydi. Tüm dikkatini vererek ezmeye devam ederken, ayaklarının dibinde oturan Shinshin birden kanatlarını çırpmaya ve ortalığı birbirine katmaya başladı. İrkilerek Shinshin’e dönüp ne olduğunu sormak üzereydi ki, onu huzursuz eden şeyi gördüğünde neredeyse çığlık atacaktı.
 
Orada birisi duruyordu—Eisei.
 
“N-nereden çıktın sen?” 
 
Ön kapıları kimse açmamıştı.
 
“Dikkat çekmemek için arka girişten girdim,” diye açıkladı, yüzünde buz gibi bir ifadeyle. Eisei eczacı havanına kısa bir bakış attı ama hemen ilgisini kaybedip bakışlarını Jusetsu’yaçevirdi. “Kıyafetler işine yaradı mı?”
 
Jusetsu, üzerindeki saray hanımı kılığına baktı. Şoktan kalbi hâlâ hızlı hızlı atıyordu ama Eisei fark etmesin diye yalnızca başını salladı. “Evet, yaradı.”
 
“Ne şekilde?” diye kibarca sordu; planın nasıl ilerlediğini duymak istiyordu.
 
Jusetsu kaşlarını çattı ama olanları anlatmaya devam etti. “Saray hanımlarından birinden biraz bilgi topladım. Küpeli hayalet, önceki imparatorun saltanatı sırasında ölen ötercariyeye ait olabilir.”
 
Öter cariye…” diye mırıldandı Eisei
 
“Bu isim sana bir şey çağrıştırıyor mu?”
 
“Buraya geldiğimden beri efendinin kişisel hizmetkârıyım, bu yüzden önceki imparatorun iç sarayı hakkında bilmediğim çok şey var—özellikle de imparatorun veliahtlıktan düşürüldüğü dönemde olanlar.”
 
“Bu durumda, onun hizmetinde çalışan nedimelerinin ve hizmetçilerinin şimdi nerede olduklarını öğrenebilir misin?”
 
Eisei’nin yüzü karardı. “Bunu yapmak için iç saray sicillerini incelemem gerekir ve bunun için de bir gerekçe lazım. Sebepsiz yere erişmeye çalışırsam şüphe çeker. Efendi dün sana da bunu söylemişti, değil mi? Ne yaptığımızı başkalarının öğrenmesini istemiyoruz.”
 
Ne zahmet ama, diye düşündü Jusetsu, bıkmış bir hâlde. “O zaman başka bir yol deneyelim,” diye önerdi.
 
Eisei, ilgisini çekmiş gibi ona baktı.
 
“Bana bir nedime tahsis edilmesini istiyorum.”
 
“…Bir nedime mi?” Eisei tedirgin bir şekilde tekrarladı. Bunca zamandan sonra mı? diye düşündü, niyetlerinden kuşkulanarak.
 
Jiujiu adında bir kız olsun istiyorum. Saray mutfağında çalışıyor. Soyadını bilmiyorum.”
 
“Ne?” diye haykırdı Eisei.
 
“Bunu, bana bir nedime seçmek için saray hanımı kayıtlarına bakıyormuşsun gibi gösterebiliriz. Bana gerçekten bir nedime verecek olman yalan olmaz; dolayısıyla bunda tuhaf bir durum da olmaz. Ne dersin?”
 
Eisei’nin gözleri şaşkınlıkla biraz daha açıldı. Ardından eğildi. “Anlaşıldı.”
 
Konuşmaları bitince JusetsuEisei’nin gideceğini sandı; ama arka girişe yönelmeden önce ona yaklaştı ve kulağına bir şey fısıldadı.
 
“Bunlar yeşil akçaağaç meyvesiyle areka cevizi, değil mi?”
 
Jusetsu huzursuz bir ifade takındı.
 
EiseiJusetsu’nun saçına dokundu; sonra elini geri çekti.
 
Sen aslında kimsin?”
 
 
O gece geç saatlerde JusetsuYamei Sarayı’ndan çıktı ve sarayın batı tarafındaki küçük gölete doğru yöneldi. Asılı fenerlerin içinde hiçbir alev yoktu; çevresini yalnızca ay ışığı aydınlatıyordu. Ortalık sessizdi—otların arasında kıpırdayan böceklerin sesi dışında hiçbir şey duyulmuyordu.
 
Jusetsu ellerinde küçük bir kase tutuyordu. Kâsenin içinde yeşil akçaağaç meyvesiyle areka cevizinden yapılmış, kül ve başka maddelerle karıştırılıp sıcak suyla çözdürülmüş bir toz vardı.
 
Jusetsu, geceliğinin sırılsıklam olmasını umursamadan göletegirdi. Eğildi ve serbest bıraktığı saçlarını suya daldırdı. Yılın bu zamanında su hâlâ soğuktu; gecenin bu kadar geç bir saat olması durumu daha da katlanılmaz kılıyordu. Donacak kadar üşüse de Jusetsu saçlarını yıkamayı sürdürdü.
 
Yavaş yavaş, Jusetsu’nun siyah saçları rengini kaybetmeye başladı. Parmaklarını saçlarının arasından geçirirken, saçları ay ışığında parladı—ürkütücü derecede parlak bir gümüş rengindeydi.
 
Bu, Jusetsu’nun gerçek saç rengiydi. Yamei Sarayı’na getirildiğinden beri uzun saçlarını siyaha boyuyor, kirpiklerine ve kaşlarına da makyaj yapıyordu. Hizmetkâr olduğu dönemdeyse, yaptığı işten üzerlerine sinen toz ve kum saçlarını kirli ve griye dönük gösterirdi. Bu alışılmadık bir durumdu ama insanlar bunu yalnızca, yaş ilerledikçe saçların beyazlaması olarak yorumluyordu. Bu sayede, bu yüzden öldürülmekten kıl payı kurtulmuştu. Çünkü gümüş saç, önceki hanedanın imparatorluk ailesine mensup olunduğunun kanıtıydı.
 
Bu soy, kuzeyden buraya göç etmiş bir halktan geliyordu. Bir zamanlar bu toprakları yöneten bir klandan mı, yoksa eski bir rahip soyundan mı geldikleri söylenirdi; ama aslında kimse kökenlerini tam olarak bilmiyordu. Belki de bu hikâyeleri, kendilerini daha önemli göstermek için uydurmuşlardı.
 
Yüksek yaylalarda yaşayan bir azınlık halkıydılar; ancak rakip gruplarla yaşadıkları çatışmalar ve kendi içlerinde evlenme eğilimleri onları yok olmanın eşiğine sürüklemişti. Sonunda geriye kalanlar, topraklarını terk etmek zorunda kaldı.
 
Bu klanın üyeleri bazı ayırt edici özelliklere sahipti. Belirgin burunları, geriye çekik çeneleri vardı. Gözleri büyük, uzuvları uzun ve inceydi. Ama hepsinden önemlisi, başka hiçbir klanda görülmeyen gümüş saçlara sahip olmalarıydı. Bu soydan gelenlerin büyük çoğunluğu da gümüş saçlı olurdu.
 
Alev İmparatoru tahta çıktıktan sonra, önceki hanedanın imparatorluk ailesini tamamen yok etmeye kararlıydı. Bu da, kaçmayı başarmış olabilecek akrabaların bile izini sürmek anlamına geliyordu. En küçük çocuklar dâhil olmak üzere hepsini öldürttü.
 
Jusetsu’nun ailesi, kılıcın gazabından tek bir nedenle kurtulabildi. Annesi o sırada henüz bir bebekti ve bir hizmetçi kızın kızıydı—toplumsal statüsü son derece düşük bir konum. Bu yüzden resmî olarak kraliyet mensubu sayılmadı. Dolayısıyla imparatorun idam edilmesini emrettiği kişilerin listesine girmedi ve saçlarını boyayarak şehir hayatına karışabildi. Bu durumun içinde acı bir ironi de vardı.
 
Yıllar sonra, Jusetsu’nun annesi eğlence semtinde bir fahişe oldu ve Jusetsu’yu dünyaya getirdi. Jusetsu’nun saçları siyah olsaydı hiçbir sorun olmayacaktı… ama onun saçları da gümüştü.
 
Annesi, bu saç renginin bir lanet değil, bir nimet olması için dua etti—ve bu yüzden ona “uzun ömür” ve “kar” anlamına gelen karakterlerle yazılan Jusetsu adını verdi. Saçlarını boyadı, onu dış dünyadan saklayarak gizlice büyüttü.
 
Sırrın nasıl açığa çıktığını ya da nereden sızdığını bilmiyordu. Bir gün, geç bir öğleden sonra, genelev sahibi güney savunma ordusundan bazı askerleri geneleve getirdi. Diğer herkes, arkadaşlarının kaçmasına yardım etmek için zaman kazanmaya çalışırken, genç anne küçücük kızıyla birlikte kaçtı.
 
Askerler, kucağında çocuğuyla kalabalık ara sokaklarda kaçmaya çalışan Jusetsu’nun annesini kovalamaya başladı; fakat askerlerin asıl aradığı kişinin, Jusetsu değil annesi olduğu anlaşılıyordu. Jusetsu’yu gizlice büyüttüğünden haberleri yoktu. Genelevdeki diğer kızlar elbette bunu biliyordu; bu yüzden askerleri haberdar eden kişi mutlaka dışarıdan biriydi. Hatta Jusetsu’nun annesinin yarı yolda bıraktığı bir müşteri bile ihbar etmiş olabilirdi. Gerçeğin ne olduğu hiçbir zaman öğrenilemedi.
 
Jusetsu’nun annesi, askerlerin yalnızca kendisini kovaladığını fark edince, kızını kimsenin göremeyeceği bir yerde, bir şehir kapısının yanına oturttu. Ardından, kızına sert ve net talimatlar verdi.
 
“Burada saklan. Bir şey duysan bile sakın dışarı çıkma.” Annesi parmaklarını Jusetsu’nun omuzlarına sertçe geçirdi. “Olduğun yerde kal, kıpırdama. Ses çıkarma. Kapı kapandıktan sonra, hava kararmadan önce buradan ayrıl ve eve dön. Anladın mı?” diye aceleyle fısıldadı.
 
Sonra Jusetsu’nun annesi kızına sıkıca sarıldı ve kapıdan dışarı fırladı.
 
Kısa bir süre sonra askerlerin öfkeli haykırışları duyuldu ve ortalık bir anda karıştı.
 
Kâseler kırılıyor, çitler tekmeleniyormuş gibi sesler geliyordu. Birinin feryat ettiği de duyuluyordu. Jusetsu korkudan büzüldü. Bu annesinin sesi miydi? Bir şey yapması gerekiyormuş gibi hissediyordu ama bacakları onu dinlemiyordu. Öylesine titriyordu ki yerinden kımıldayamıyordu. Dışarı çıkarsa kendisi de yakalanacaktı. Neden kaçmasına izin verilmediğini anlamıyordu ama annesinin hâlinden, askerler onu yakalarsa başına çok kötü şeyler geleceğini sezebiliyordu. Korkmuştu. Eşyaların parçalanma gürültüsü ve vahşi erkeklerin bağırışları onu dehşet içinde dondurdu. Gidip annemi kurtarmalıyım, diye düşündü—ama ayağa kalkmayı bile başaramıyordu.
 
Bir çığlık daha duydu. Jusetsu iki eliyle kulaklarını kapatıp gözlerini sımsıkı yumdu. Titreyerek, her şeyin bitmesini bekledi.
 
Bir süre sonra gürültü dindi. Kulaklarını kapatmaktan acıyan ellerini indirdi. Küçük kız yavaşça ayağa kalktı. Kapıdan çıktı ve seslerin geldiği yöne doğru gitmeye çalıştı; ama ortalıkta yalnızca tezgâhlarının önündeki tabureleri kırılmış, somurtkan dükkân sahipleri ve kırılan kâseleri toplayıp ortalığı toparlayan çalışanlar vardı. İnsanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi işlerine devam ediyordu. Jusetsu annesinin yakalanıp yakalanmadığını, yakalandıysa nereye götürüldüğünü bilmiyordu. Ne yapacağını bilemeden amaçsızca dolaştı. Annesi geneleve dönmesini söylemişti ama saklandığı yere kucağında getirildiği için, dört yaşındaki Jusetsu geri dönüş yolunu bilmiyordu.
 
Böylesine kalabalık bir şehirde, başıboş dolaşan bir çocuğu kimse umursamıyordu. En fazla, tezgâh sahipleri yiyecek çalmasın diye onu kovuyordu. Küçük kız hâlâ sokaklarda dolaşırken güneş battı ve şehir kapısı kapandı.
 
“Anne…” diye mırıldandı Jusetsu.
 
O gece kapıya yaslanarak, ağlaya ağlaya uyuyakaldı.
 
Annesini ertesi gün buldular. Nereye götürüldüğünü kimse bilmiyordu—ama büyük ihtimalle darağacına.
 
Başı ibret olsun diye halka açık bir yere asılmıştı.
 
Saçları yeniden asli rengi olan gümüşe dönmüştü. Telleri kana bulanmış, yüzüne yapışmıştı. Kurumuş dudakları, sanki hâlâ kızına bir şey söylemeye çalışıyormuş gibi hafifçe aralıktı.
 
Önceki Kuzgun Eş daha sonra Jusetsu’ya, annesinin vatana ihanet suçuyla idam edildiğini söyledi. İmparator için bir tehdit oluşturmuş olabileceğini söylemişlerdi.
 
Jusetsu yol kenarında çömelmiş hâlde kaldı. Kaçtığından beri hiçbir şey yememişti ama açlık hissetmiyordu. Zihni midesinden bile daha boştu ve yerinden kıpırdayacak hâli yoktu.
 
Daha sonra bazı tüccarlar onu fark etti ve—soyadı “kavak” karakteriyle yazılan—Yo ailesine hizmetçi kız olarak sattılar. O zamana kadar boyalı saçının rengi tamamen akmıştı, ama çevresindeki herkes onun kirli beyaz saçlarının, maruz kaldığı ağır ve yıpratıcı işlerden kaynaklandığını sandı.
 
Yaklaşık iki yıl sonra, bir sonbahar günü, havada uçan bir ok gelip Yo ailesinin malikânesinin girişindeki çatıyı delip geçti.
 
Efendi Yo önce şaşkınlığa kapıldı, ardından öfkelendi; fakat imparatorluk sarayından bir haberci çıkagelince yüzünün rengi bambaşka oldu.
 
Ok altın gibi parlıyordu. Beklendiği gibi güzel değildi—aksine, parıltısında tuhaf bir şey vardı.
 
Haberci Jusetsu’yu imparatorluk yerleşkesine götürdü. Jusetsuöldürüleceğini düşündü ama karşı koyma isteği de yoktu. Annesini geride bıraktığı ve başının sergilendiğini gördüğü günden beri, içinde sadece bir boşluk vardı.
 
Yerleşkenin batı tarafındaki bir kapıdan geçtikten sonra, haberci Jusetsu’yu geniş arazinin içindeki büyük bir saraya götürdü. Burası Yamei Sarayı’ydı ve haberci bir hadımdı.
 
Sarayın içinde, üzerinde gösterişli bir kaftan bulunan yaşlı bir kadın vardı—o dönemin Kuzgun Eşi, ReijoJusetsu’ya, okun aslında altın bir tavuğun şekil değiştirmiş tüyü olduğunu ve bir sonraki Kuzgun Eş’i bulmak için gönderildiğini söyledi.
 
Reijo, gözlerinde hafif bir hüzünle Jusetsu’ya baktı.
 
“Bundan sonra burada, bu sarayda yaşayacaksın. Ne yazık bir kader,” dedi kederli bir iç çekişle.
 
Ardından ReijoJusetsu’ya annesinin neden kaçmak zorunda kaldığını ve kendisinin neden annesiyle birlikte gümüş saçlara sahip olduğunu anlattı. Reijo her şeyi bilirdi; herkesi de.
 
Eğer insanlar Jusetsu’nun gerçekte kim olduğunu öğrenirse, annesiyle aynı akıbete uğrayacaktı. Ancak seçilmiş kişi olduğu için Jusetsu’nun Yamei Sarayı’nda ömrünü geçirmekten başka seçeneği yoktu.
 
ReijoJusetsu’nun saçlarını boyadı ve ona, kesinlikle gerekli olmadıkça saraydan asla ayrılmaması kuralını koyarak onu büyüttü. Ölüm döşeğindeyken bile Jusetsu’nun geleceği için endişeleniyordu. 
 
Genç kıza okumayı yazmayı, düzgün konuşmayı ve Kuzgun Eş olarak sahip olduğu yetenekleri nasıl kullanacağını öğretti. Jusetsu bu tuhaf güçlerle doğmamıştı; Yamei Sarayı’na geldikten sonra gizemli bir şekilde gelişmişlerdi. Reijo’nunrehberliğinde, onları dilediği gibi kullanmayı öğrendi.
 
Reijo sayesinde, bir zamanlar içi bomboş olan Jusetsu yeniden dolmuştu. Yaşlı kadın ona bilgi, bilgelik ve sevgi başta olmak üzere pek çok şey vermişti.
 
Yine de kalbinin derinliklerinde bir şey eksikti. Jusetsu, bunun hiçbir şeyle doldurulamayacağını düşünüyordu.
 
Jusetsu sudan çıktı ve sırılsıklam saçlarını sıktı. Şimdi onları yeniden boyayacaktı. Göletin kenarına diz çöktü ve boyanın bulunduğu kâseye uzandı—tam o anda birinin varlığını hissetti.
 
İrkilerek başını kaldırdı. Ardından yutkundu.
 
Göletin karşı tarafında Koshun duruyordu; arkasında ise Eiseivardı. Yüz ifadelerini okuyamayacak kadar uzaktaydılar ama ay ışığında parıldayan gümüş saçlarını net bir şekilde görmüş olduklarından emindi.
 
Jusetsu ayağa fırladı ve olabildiğince hızlı koşmaya başladı. Saraya geri döndü ve kapıları ardında kapattı. İçeri girer girmez yere çöktü.
 
Biliyorlar. Sırrımı biliyorlar.
 
İmparatorun, gümüş saçın ne anlama geldiğini bilmemesi mümkün değildi. Ne kadar da aptaldı. Daha dikkatli olmalıydı. Her şey acele etmesinden kaynaklanmıştı; saçını bir an önce yeniden boyaması gerektiğini düşünmüştü. Eisei, yeşil akçaağaç meyveleriyle areka cevizlerini işaret ettiğinde, ona bunun ilaç olduğunu söylemişti. Bu bütünüyle yalan sayılmazdı—sonuçta bu malzemeler ilaç yapımında da kullanılabilirdi. Ancak onun bunu özellikle dile getirmesi, Jusetsu’yu daha da telaşlandırmıştı. Kimse şüphelenmeden önce saçını hemen boyamak istemişti. Reijo ona her zaman acele etmenin başarısızlığın başlıca nedeni olduğunu söylerdi; ama bu kez hocasının öğüdünü hiçe saymıştı.
 
Her şey bitmişti. Jusetsu idam edilecekti.
 
Kapıya sessizce vuruldu. Jusetsu’nun bedeni gerildi.
 
Kaseni göletin yanında bırakmışsın. Buraya bırakıyorum, olur mu?”
 
Bu Koshun’un sesiydi. Birkaç saniyelik sessizlik oldu. Jusetsuyutkundu ve dikkat kesildi; Koshun’un başka bir şey söylemesini bekliyordu.
 
“Üzerini iyice kurula, tamam mı? Yoksa hastalanırsın.”
 
Sonra eve döneceğini söyledi ve kapıdan uzaklaşan ayak sesleri duyuldu. Jusetsu yerden kalktı ve kapıyı araladı.
 
Koshun, çıkan sesi duyunca arkasını döndü.
 
“…Başka söylemek istediğiniz bir şey yok mu?” diye sordu Jusetsu, sesi titreyerek.
 
Koshun’un yüzü ifadesizdi. “Hayır,” dedi. “Bu gece hiçbir şey görmedim.”
 
Jusetsu nefesini tuttu. Sözlerini zihninde defalarca tekrar etti; ne demek istediğini anlamaya çalışıyordu.
 
Sanki onun aklından geçenleri okumuş gibi, Koshun ekledi: “Tam olarak söylediğimi kastediyorum.”
 
Ardından Jusetsu’ya arkasını döndü ve merdivenlerden aşağı indi. Alt katta bekleyen Eisei de onu takip etti; birlikte geçitlere geri döndüler. Jusetsu, gözden kaybolana kadar onları izledi.
 
 
Ertesi gün öğleden sonra Koshun onu bir kez daha ziyaret etti. Bu sefer yanında yalnızca Eisei değil, genç bir kız da vardı.
 
“İstediğin nedimeyi getirdik.”
 
Genç kız gerçekten de Jiujiu’ydu. Kısa bir süre önce apar topar saraya getirildiği için etrafına tedirginlikle bakınıyordu.
 
Jusetsu başını kaldırıp Koshun’un yüzüne baktı. Her zamanki ifadesi vardı. Yamei Sarayı’nı ilk ziyaret ettiğindeki o ifadesiz yüz ifadesi.
 
Kuzgun Eş kendi kendine düşündü: Acaba ne düşünüyor? Gerçekten de dün hiçbir şey görmemiş gibi mi davranacak? Peki neden?
 
Niyetlerinden iyice kafası karışan Jusetsu, düşüncelere dalmıştı—ta ki tereddütlü, kısık bir sesin adını söylediğini duyana kadar. Başını kaldırdığında Jiujiu’nun gözleri fal taşı gibi açılmıştı.
 
“Evet, benim,” diye yanıtladı Jusetsu. “Dün gösterdiğinnezaket için teşekkür ederim.”
 
Bu kez Jiujiu’nun ağzı da şaşkınlıktan açık kalmıştı. “Bir dakika… Ne? Tüm bunlar da ne demek? Bana saray hanımı olduğunuzu söylememiş miydiniz?”
 
“Ben Kuzgun Eş’imSeni kandırdığım için özür dilerim.”
 
“Ne?!” Jiujiu yine haykırdı ve şaşkınlıkla ellerini yanaklarına götürdü.
 
“Benim nedimem olmanı istiyorum. Gerçi sana yaptıracağım pek bir iş yok ama…”
 
“Nedimeniz mi…? Ama neden ben?”
 
Yamei Sarayı’nda çalışmak istediğini söylemiştin.”
 
“Evet, ama…” Jiujiu’nun kafası karışmış görünüyordu.
 
Seni yanlış mı anladım?” diye sordu Jusetsu.
 
Jiujiu’nun Yamei Sarayı’nda çalışma fikrine başta gösterdiği heves, Jusetsu’nun onun bu iş için uygun olacağını düşünmesine neden olmuştu; bu yüzden onu Eisei’yeönermişti.
 
“Aslında… o lafı gelişi güzel söylemiştim. Yani, anlık bir hevesti…” Jiujiu cümlesini bitiremeden huzursuzca odayı süzdü.
 
Demek öyleymiş, diye düşündü Jusetsu, başını eğerek.
 
Bir önceki günü Jiujiu’yla birlikte geçirdikten sonra, Jusetsuonunla biraz daha vakit geçirmenin eğlenceli olabileceğini düşünmüştü.
 
“Çok uzun sürmez. Ama bu fikre karşıysan…”
 
Jusetsu’nun aslında hiç nedime tutma niyeti yoktu. Bu sadece saray hanımlarının kayıtlarına bakabilmek için bir bahaneydi; ayrıca, nedimesi sürekli yanında olursa sırrını öğrenmesinden korkuyordu.
 
Sei, ver ona,” dedi, konuşmayı sessizce izleyen Koshun, yanındaki hadıma.
 
Eisei, üzerinde bir kaftan bulunan tepsiyi Jiujiu’ya uzattı. “Bu, nedime olarak giyeceğiniz kıyafet. Lütfen bunu giyin.”
 
Jiujiu kaftana baktı. “G-giymem gerçekten uygun mu? Çok gösterişli…”
 
“Ve sen onun nedimesisin,” diye araya girdi Koshun.
 
“Eğer saray mutfağında çalışmayı tercih edersen, başka birini seçebilirim,” diye ekledi Jusetsu.
 
“Hayır! Saçmalamayın! Teklifinizi memnuniyetle kabul ediyorum.”
 
Jiujiu kaftanı göğsüne bastırdı. Koshun’un bakışlarıyla karşılaşınca utançla başını eğdi. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Jusetsu, anlaşmayı bu tek kaftanın—hem de bu kadar hızlı—kesinleştirmiş olmasından dolayı karmaşık duygular içindeydi.
 
Jiujiu, nedimelerin soyunma odasına gidip üstünü değiştirdikten sonra, Koshun konuşmaya başladı.
 
“Şimdi asıl meseleye gelirsek,” dedi her zamanki kayıtsız tonuyla, “senin sayende saray hanımlarının kayıtlarını inceleyebildik. Han Ojo’nun yanında iki saray hanımıçalışıyordu—biri nedime, diğeri ise ona hizmet eden bir hizmetçi. Hizmetçi hastalıktan öldü.”
 
“Bir hastalık mı…?
 
“Ayrıntılarını bilmiyorum. Nedime, Han Ojo’nun ölümünden sonra başka bir cariyenin yanına verilmiş, ancak şu anda arındırma koğuşunda.”
 
Arındırma koğuşu, yaşı ilerlemiş olan ya da bir suç işlemiş saraylı hanımların gönderildiği yerdi.
 
“Adı So Kogyo. Bu arada, başka hiçbir cariyenin kendini asarak ya da boğularak öldüğü görünmüyor.”
 
Bu durumda hayaletin Han Ojo’ya ait olması gerekiyordu. Jusetsu kaftanının kemerini okşadı. Yeşim küpe onun altına gizlenmişti.
 
“Öyleyse gidip onu görmeliyim.”
 
“Arındırma koğuşuna mı gideceksin?”
 
Koshun, ifadesiz yüzünde hafif bir şaşkınlıkla Eisei’ye baktı.
 
“Burası Kuzgun Eş’in ayak basması gereken bir yer değil,” diye açıkladı.
 
Jusetsu homurdandı. Bu, eski bir hizmetçiye normalde söylenecek türden bir söz değildi.
 
“Benim için sorun değil. Onu görürsek, o küpenin gerçekten Han Ojo’ya ait olup olmadığını anlayabiliriz.”
 
Tam o sırada Jiujiu, yeni üniformasını giymiş halde çıkageldi. Jiujiu, dışarı çıkıyoruz.”
 
“Hah? Nereye gidiyoruz, hanımefendi? Dur, hayır—yani, nereye teşrif ediyoruz, niangniang?” dedi Jiujiu, konuşma tarzını düzeltmeye çalışarak.
 
Jusetsu cevap vermedi ve odanın arka kısmını örten ince ipek perdeleri araladı. Daha önce çıkardığı saray hanımı kıyafetleri hâlâ yatağın üzerinde duruyordu.
 
“Şimdi üstümü değiştireceğim. Lütfen çıkın,” dedi Koshun ve Eisei’ye.
 
Koshun sessizce yerinden kalktı; Eisei’nin yüzünden ise kısa bir an için rahatsızlık geçti. Jusetsu’nun imparatora emir verdiğini duyan Jiujiu, şaşkınlıkla gözlerini sağa sola kaçırdı.
 
İki adam odadan çıkmaya bile fırsat bulamadan, Jusetsuperdeleri çekti ve kemerini çözdü.
 
“G-gerçekten oraya mı gidiyoruz, niangniang?” diye sordu JiujiuJusetsu’nun ardından giderken; gözleri dolmak üzereydi.
 
Niangniang, yalnızca kadın ilahlar için değil, aynı zamanda yüksek statüdeki kadınlara hitap ederken kullanılan bir saygı unvanıydı.
 
“Bunu en baştan söylemiştim. Bir de bana ‘niangniang’ demeyi bırak. Şu an ben bir saray kadınıyım; benimle normal konuş.”
 
“Ama…”
 
Jiujiu endişeyle kaşlarını çattı. Jusetsu’yla arasındaki mesafeyi ne kadar koruması gerektiğini, neyin uygun olacağını kestiremiyordu.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.

2   Önceki Bölüm