“Hepsi erkek!” dedi Jusetsu. Merakla etrafına bakıyordu. Eisei ona baktı; bakışları adeta ee, tabii ki der gibiydi. Koshun ise hiçbir şey söylemedi. Koto Enstitüsü’nün koridorlarında yürüyorlardı. Bilginler gelip gidiyordu. Ev sahipleri, asıl adı Kajun olan ve Meiin olarak bilinen bir bilgindi. Zeki görünümlü, en az kırklı yaşlarında bir adamdı. Jusetsu ile Jiujiu’yu hadım kıyafetleri içinde görünce, sadece Koshun’a doğru kısa bir bakış attı; yüz ifadesi hiç değişmedi. “Bu taraftan,” dedi Meiin ve grubu belirli bir odaya doğru yönlendirdi. Gittikleri yer kitap deposuydu. Duvarlardaki raflar bambu tomarları ve parşömenlerle ağzına kadar doluydu; eski mürekkebin keskin kokusu havayı kaplamıştı. Odanın ortasında bir masanın üzerinde daha da fazla tomar ve kâğıt yığılmıştı; köşede ise genç bir adam oturuyordu. Koshun’u fark eder etmez yerinden fırladı, telaşla diz çöktü. “Sen Kakuko musun?” “Evet, Majesteleri.” Koshun bir sandalyeye oturdu. Jusetsu ise Kakuko’nun yüzünü gördüğü andan itibaren olduğu yerde donup kalmıştı. “Sen…” diye başladı Jusetsu, şaşkınlık içinde. Koshun arkasını döndü, Kakuko da onunla birlikte Jusetsu’ya baktı. Bir an kafası karışmış gibi göründü, sonra tanımanın verdiği ani bir ünlemle irkildi. Yüzü o kadar hızlı ve yoğun bir şekilde bembeyaz kesildi ki, sanki kanın çekilişini duymak mümkündü. Ona tek bir bakması yetmişti. Düşük göz kapaklarından ve dostça yüz ifadesinden hemen anlamıştı. Şimdi bir saray görevlisinin kıyafetlerini giyiyor olabilirdi ama birkaç gün önce Jusetsu’ya saldırı sırasında yardım eden hadımın ta kendisiydi. “Bu nasıl olabilir? Sen o hadım değil misin? Burada ne işin var?” “Şey, yani…” Kakuko’nun yüzünden terler boşalmaya başladı, dudakları titriyordu. Sonra gözlerini sımsıkı kapatıp yere kapandı. “Lütfen en içten, en derin özürlerimi kabul edin!” “Ne oluyor burada?” diye sordu Koshun, Jusetsu’dan bir açıklama istercesine—ama onun da bildiği ondan fazla değildi. “O hadımlar bana saldırdığında bana yardım eden kişiydi,” dedi Jusetsu. “Ah,” dedi Koshun kaşlarını kaldırarak. “Demek iç saraya gizlice girmiş.” “Öyle mi?” dedi Jusetsu, yüzü bembeyaz kesilmiş genç adama bakarak. Hiç mazeret üretmemesinden, imparatorun haklı olduğu anlaşılıyordu. “Böylesine aptalca bir şeyi neden yaptın?” diye azarladı Meiin onu. “Yakalanmış olsaydın neler olabileceğini kim bilir!” “Yani… beni kurtarmak için açığa çıkma riskini göze aldı.” Jusetsu, yerde çömelmiş duran Kakuko’nun yanına yürüdü ve onunla birlikte diz çöktü. “İç saraya gizlice girmenin sebebi neydi?” diye sordu. Kakuko başını eğdi. Gerçeği söyleyip söylememekte tereddüt ediyor gibiydi. “Han Ojo’yla mı ilgiliydi?” Kakuko şaşkınlıkla başını kaldırdı. “Bunu nereden…?” “Onun nişanlın olduğunu duyduk,” dedi Koshun. “S-siz her şeyi biliyor musunuz?” “Bize onun nedimesi anlattı.” “Nedimesi…” Kakuko’nun yüzündeki korku ifadesi silindi. Koshun’a doğru hamle yaptı. “Nerede o?!” Eisei hemen ikisinin arasına girerek Kakuko’nun fazla yaklaşmasını engelledi. Kakuko konuşmaya devam etti. “Onunla konuşmak istiyorum. Eminim nedimesi de bilir ki Shosui asla zehirlemezdi…” Kakuko o kadar heyecanlandı ki Eisei onu geri itmek zorunda kaldı. Jusetsu da yere yığılmış hâlinden kalkmasına yardım etti. “…‘Shosui’, Han Ojo’nun asıl adı mıydı?” diye sordu Koshun sakin bir sesle. Bu dingin ton, Kakuko’nun da biraz toparlanmasına yardımcı oldu. “Evet.” “O zamanki Saksağan Eşi’nin zehirlenmesiyle ilgili olarak onun nedimesiyle konuşmak mı istiyordun?” “Evet. Shosui’nin böyle bir şey yapması imkânsızdı—hele kendini asması hiç…” Kakuko’nun sesi titredi, gözlerini yere indirdi. “Onu bulmak için mi iç saraya gizlice girdin?” “Evet… Shosui’nin gerçek ölüm sebebini öğrenmek istedim.” Sonra dizinin üzerinde yumruğunu sıktı. “Shosui’nin öldüğünü duyduğumda kimse bana kendini astığını ya da başka bir cariyeyi zehirlediğinin iddia edildiğini söylemedi. Babası yalnızca bir hastalıktan öldüğünü söyledi. Fiziksel olarak zayıf olmadığını biliyordum ama salgın hastalıklardan insanların ölmesi de nadir değildir. O zamanlar, herkesin yapacağı gibi sadece yas tuttum.” Onun ölümüne dair ayrıntıları ancak saray görevlisi olduktan sonra öğrenmişti. “Önceki imparator hakkında pek çok söylenti duydum—cariyelerle ilgili, dul imparatoriçeyle ilgili. Shosui’nin adının geçtiği hikâyeler anlatıldığında, duyduklarıma inanamadım.” Kakuko dudağını ısırdı. “Shosui, birini zehirleyecek en son kişiydi. Böyle bir şeyle suçlandığı için kendini öldürmesi de mümkün değildi.” “…Bu yine de sana iç saraya gizlice girme hakkı vermez,” dedi Koshun. Kakuko yeniden başını öne eğdi. “Bunu asla anlayamazsınız, Majesteleri. Nişanlınızın imparator tarafından elinizden alınmasının ne demek olduğunu bilemezsiniz.” “Ne saygısızlık,” diye homurdandı Eisei. Kakuko’nun konuşma tarzı Eisei’nin ona öfkeyle bakmasına neden olmuştu. Koshun elini kaldırarak onu durdurdu. “Çocukluğumuzdan beri nişanlıydık. Hiçbirimiz evlenemeyeceğimizi bir an bile düşünmemiştik. Sonra birden, iç saraya gideceği için onu bir daha göremeyeceğimi öğrendim. Başkente gitmeden önceki gece, Shosui ailesinden gizli bir şekilde beni görmeye geldi. Küpelerinden birini çıkarıp hatıra olarak almamı söyledi. Annesinden kalan bir yeşim küpeydi.” Yüzü buruştu, ağlamak üzere gibiydi. “Onu da iç sarayda kaybettim…” diye fısıldadı. Jusetsu ona boş boş baktı. “Affedersin?” İç sarayda mı kaybetmişti? Bu mümkün olamazdı. Jusetsu, kuşağında sakladığı küpeyi çıkardı. Kakuko’nun gözleri yerinden fırlayacakmış gibi açıldı. “B-bu o! Metal tokası hasarlıydı… Evet, bu o! Bu Shosui’nin küpesi!” Titreyen eliyle küpeyi aldı; heyecandan yüzü kızarmıştı. Demek nişanlısında olan küpe buydu, diye düşündü Jusetsu. Bu onu şaşırtmıştı—küpenin iç sarayda bulunan ve Han Ojo’nun orada birine verdiği küpe olduğundan emindi. Sonuçta orada bulunmuştu. Nişanlısının gizlice iç saraya girip küpeyi düşürmüş olabileceği aklına bile gelmemişti. “Onu bulan sen miydin?” “Hayır. Bu adamdı,” dedi Jusetsu, Koshun’a bakarak—gerçi aslında onun casusu olduğunu biliyordu. Tam o anda Jusetsu, Koshun’un küpeyi düşüren kişiyi neden aradığını hatırladı—çünkü o kişi bir tanıktı. Bu da tanığın Kakuko olduğu anlamına geliyordu. Ama Koshun şimdiye kadar bu konuya dair tek kelime etmemişti. Bunu gündeme getirmek Jusetsu’ya düşmezdi, bu yüzden sessiz kaldı. Jusetsu’nun imparator hakkında bu kadar rahat konuşması Kakuko’yu afallatmıştı ama kimse onu azarlamıyordu. O da durumu kavramış gibiydi. “Elinde tuttuğun küpeye bir hayalet musallat olmuş. Bu adam onu kurtarmak istiyor, o yüzden beni de zorla işe dahil etti.” “İmparator mu istiyor bunu?” Kakuko Koshun’a, sonra tekrar Jusetsu’ya baktı. “Bir dakika… ‘hayalet’ mi dedin? Shosui’nin hayaletini kastetmiyorsun, değil mi?” “Evet.” Kakuko ona acıyla baktı, sonra gözlerini küpeye dikti. “Öldükten sonra bile hâlâ acı mı çekiyor…?” diye fısıldadı ve Jusetsu’ya doğru eğildi. “Eğer ruhunu kurtarmaya ‘zorlandıysan’, o hâlde sen… sen Kuzgun Eşi’sin, öyle değil mi? Büyülü güçlerin olduğunu duydum…” “Evet, öyledir,” dedi Jusetsu mağrur bir şekilde. “Yani Shosui’yi kurtarabilir misin?” Bu soru Jusetsu’yu afallattı. “Ben… emin değilim,” diye dürüstçe cevap verdi. Kakuko’nun yüzü gözle görülür biçimde düştü. “Eğer pişmanlıklarını ortadan kaldırabilirsek, yardımımıza gerek kalmadan cennete geçebilir. Ama eğer öldürülmesinin intikamını almak istediği için hayalete dönüştüyse, o zaman bu kini hafifletmenin bir yolu olabilir.” Jusetsu onay istercesine Koshun’a döndü. “Var, değil mi?” Koshun başını salladı. “Onu öldürten hadımı tutuklamak için hazırlık yapıyoruz.” Kakuko’nun dudaklarından çığlıkla iç çekiş arası bir ses çıktı. “Yani… Shosui kesinlikle masumdu? V-ve… öldürüldü mü? Gerçekten mi?” Sanki tüm gücü tükenmiş gibi yere yığıldı. Yüzü öfke ve çaresizlikle buruştu. “Ama neden? Neden Shosui böyle bir kaderle karşılaştı?” “Hedefleri Saksağan Eşi’ydi. Han Ojo, aynı sarayda yaşadığı için suçlu ilan etmek açısından en uygun kişiydi. Hepsi bu.” Kakuko yüzünü elleriyle kapattı. İçinde kabaran sınırsız öfkeyi bastırmak için derin derin nefes aldı. Sonunda başını kaldırdı, doğruldu ve tekrar Jusetsu’ya döndü. “Yalvarıyorum sana, Kuzgun Eşi.” “Nedir?” “Lütfen… onun hayaletini görmeme izin verir misin?” Bir çocuğun annesinin eteğine sarılması gibi Jusetsu’nun koluna sıkıca tutundu. “Yalvarıyorum,” dedi, gözlerinde tarifsiz bir acıyla. Jusetsu ne yapacağını bilemedi. Hayalet, Kakuko’nun bir zamanlar tanıdığı güzel Shosui’den çok uzaktı. Boğularak öldürülmüş olduğu için hâli perişandı. Jusetsu, Kakuko’nun onu bu hâlde görmesine izin vermekte tereddüt ediyordu. “O hayalet, senin tanıdığın Shosui’ye benzemiyor. İntikamı alınmamış kini ve pişmanlıkları bir hayalet hâlinde vücut bulmuş…” “Nasıl göründüğü umurumda değil. Onu bir kez görebileyim, bana yeter.” Kakuko’nun sesi giderek daha da hararetlendi. İç saraya izinsiz girmek ölümle cezalandırılan bir suçtu. Bunu biliyor olmalıydı; bu yüzden yalvarışı bu kadar çaresizdi. “Sadece son bir kez,” dedi. Jusetsu göğsünde yayılan acı bir sızı hissetti. “…Peki,” diye cevap verdi ve elini hızla önüne uzattı. Avucu ısındı. Üzerinde bir taç yaprağı belirdi—sonra bir tane daha, sonra bir tane daha. En sonunda hepsi birleşerek tek bir şakayık oluşturdu. Şakayık hafifçe parladıktan sonra yavaşça solgun bir aleve dönüştü. Jusetsu, Kakuko’nun elini tuttu ve onun parmakları arasında tuttuğu yeşim küpeyi aldı. Ardından titreyen, soluk kırmızı alevin üzerine üfledi. Alev duman gibi kabardı ve yeşim küpeyi sardı. Önlerinde bir insan silueti belirdi. Kırmızı bir ruqun giymiş bir kadındı—Shosui. Yamei Sarayı’nda gördükleri hâliyle aynıydı: yüzü şişmiş ve morarmıştı, ipek şalı boynuna gömülmüştü. Bu manzara Kakuko’nun boğazını düğümledi ama yine de gözlerini ayırmadı. “Shosui… Shosui.” Elini hayalete uzattı ama ona dokunamadı. Shosui ona dönmedi, sadece boşluğa bakıyordu. Onu duyamıyordu. Kakuko başını önüne eğdi ve umutsuzca adını mırıldanmaya devam etti. O, küpelerine her dokunduğunda Kakuko’yu özlemle düşünürdü; ama hayaletinin ona dair hiçbir duygusu kalmamıştı. Ya da belki de bu küpe, Shosui’nin Kakuko’ya verdiğiydi—onu hatırlamak için taktığı küpe ise başka bir yerdeydi. Her hâlükârda, Şosui’nin iç sarayda birine verdiği küpeyi arayacak zaman yoktu. Kakuko’nun sesi bir şekilde ona ulaşabilir mi? Jusetsu bu düşünceyle bunalırken Koshun ona seslendi. “Jusetsu.” O adam her adını söylediğinde, içinde tuhaf bir his uyanıyordu. Koshun’un sesi yumuşak ve sakindi. Yüzünde hiçbir duygu belirmese de, sesinde soluk bir güneş ışığını andıran, ince bir sıcaklık vardı. Bu ses, Jusetsu’nun kalbini en derininden sarsmıştı. Göğsündeki hissi bastırmaya çalıştı; ürpertili, rahatsız edici bir duyguydu bu. Ona baktı. “…Ne var?” “Bunu al,” dedi ve göğsündeki cebinden bir şey çıkardı. Jusetsu refleksle elini uzattı ama avucuna bırakılan şeyi görünce gözleri şaşkınlıkla açıldı. “Anlamıyorum…” Koshun’un ona verdiği şey bir yeşim küpeydi—ucunda büyük, damla biçimli bir yeşim taşı sallanan bir küpe. “Bu küpe…?” Diğer yeşim küpeye çok benziyordu. Hayır—birebir aynıydı. Jusetsu iki küpeyi önünde kaldırıp karşılaştırdı. Gerçekten de bir çifttiler: altın küpeler ve uçlarında yeşim taşları vardı. “Neden sende vardı?” diye sordu Jusetsu, şaşkınlıkla. Shosui küpelerden birini Kakuko’ya, diğerini ise iç saraydaki birine vermişti. Birine. “Yani diyorsun ki…” “On yaşındaydım,” dedi Koshun yavaş ve alçak bir sesle. “Annemin cenazesinden sonra iç saraydaki bir bahçede onunla karşılaştım. Kim olduğunu bilmiyordum ama sadece tek küpe takıyordu. Bunu tuhaf bulup nedenini sordum. Bana diğerini özel biri için verdiğini söyledi. Bunu bu kadar açık yüreklilikle nasıl söyleyebildiğini bilmiyorum ama muhtemelen ağladığımı fark ettirmemek içindi.” Ağladığını son derece sakin bir şekilde itiraf ediyordu. Bu, Jusetsu’ya daha önce söylediği bir sözü hatırlattı. “Ben de annemi ölüme terk ettim.” Gözlerinden yaşlar süzülürken neler hissettiğini düşündü. “…Ona korkunç bir şey yaptım,” diye devam etti Koshun. “Küpesini bana vermesini istedim. Çok kıskanmıştım. Onun bu kadar önemsediği kişinin hâlâ hayatta olmasını—üstelik onu göremese bile—kıskandım. Buna dayanamadım.” Koshun’un sesi, suyun bir kayaya sızması kadar yumuşaktı. O an hissettiği duygular küçük dalgalar hâlinde Jusetsu’nun kalbine yayıldı. “Ve o da bu küpeyi bana verdi. Bunu yaparken gülümsedi. Onu bana veliaht olduğum için vermedi—ağlayan bir çocuk olduğum ve beni teselli etmek istediği için verdi…” Koshun bir an duraksadı. Gözlerini kırpıştırdı; gözleri dolmuştu. Hafif bir iç çekti, sonra konuşmaya devam etti. “Onun küpesini almaktan hep pişman oldum ama geri verme fırsatını kaybettim.” Koshun yeşime baktı. “Bir gün mutlaka geri verebilmeyi hep umut etmiştim.” İşte bu yüzden, küpeyi kimin düşürdüğüyle bu kadar ilgilenmişti. Nihayet, Koshun’un duyguları Jusetsu’ya anlamlı gelmişti. “Onu benim için kurtaramaz mısın?” diye sormuştu Koshun bir zamanlar—ve anlaşılan o ki bu yakarışı samimiydi. Jusetsu küpe çiftini Kakuko’ya uzattı. Kakuko onlara dikkatle baktı, sonra büyük bir özenle aldı. Elini küpelerin etrafında kapatıp göğsüne bastırdı; sanki onları kucaklıyormuş gibiydi. “Shosui…” Birden Kakuko irkilerek başını kaldırdı. Önündeki hayalet değişmişti. Morarmış, şiş yüz gitmiş; yerine ince, solgun ve güzel bir yüz gelmişti. Onu boğan ipek şal yok olmuş, dağınık giysilerinin yerini taze çimen yeşili, parlak renkli bir ruqun almıştı. Dudaklarının kenarı zarif bir gülümsemeyle yukarı kıvrıldı. Kakuko ayağa kalktı. Elini yanağına dokundurmak için uzattı ama elbette bu mümkün değildi. Yine de Shosui’nin gözlerini kısarak gülümseyişi, sanki dokunuşunu hissetmiş gibi görünüyordu. Uzun, narin, solgun parmağını uzattı; Kakuko’nun yanağından aşağı indirdi, dudaklarına dokundu. Ardından parmağını kendi dudaklarına götürdü. Bu bir öpücüktü. Shosui’nin gözlerinden yaşlar aktı ama hâlâ gülümsüyordu. O gülümseme, bundan daha mutlu olamayacağını gösteriyordu. Ve bu kadarı yeterliydi. Şosui’nin görüntüsü duman gibi titremeye başladı. Silikleşti, dağıldı ve tütün dumanı gibi yavaşça yok olmaya başladı. Kakuko elini uzattı; duman, gitmek istemezmiş gibi bir an parmaklarının üzerinde oyalandı. Sonra tamamen kayboldu. Yalnızca birkaç saniyeliğine kavuşmuş olabilirlerdi ama Shosui için bu, ruhunun kurtulmasına yetmişti. Bu sahne Jusetsu’nun göğsünü parçalayıcı bir acıyla doldurdu. Kakuko, küpeleri göğsüne bastırarak yere çöktü ve hıçkıra hıçkıra ağladı. Sessiz odada yankılanan tek ses onun ağlayışıydı. Bir süre sonra, hıçkırıkları dindiğinde Kakuko Jusetsu’ya döndü. “Çok teşekkür ederim,” dedi ve yüzünü sildi. Sonra Koshun’a döndü ve eğildi. “Onu pişmanlıklarından kurtardınız. İç saraya izinsiz girdiğim için ölümümle kefaret ödemeye hazırım. Ama ondan önce, Majesteleri, sizinle konuşma onuruna erişmek istediğim bir konu var.” Koshun’a söylemek istediği bir şey mi vardı? Jusetsu Koshun’a baktı ama imparator yalnızca kısa bir sözle Kakuko’yu devam etmeye teşvik etti. “Devam et.” Koshun’un yüzünde ciddi, dikkat kesilmiş bir ifade vardı. “İç saraya her gizlice girişimde, kendimi ördek ordusu’ndan biri gibi gösterirdim ve sarayın kanallarındaki çamuru temizleyen adamlarla birlikte girerdim.” Ördek ordusu, bedensel işlerden sorumlu alt rütbeli hadımlara verilen addı. Sayıları çoktu ve üyeleri sık sık değişirdi. İç saraya girip çıkarken kapı görevlileri onları tek tek tanıma zahmetine girmezdi. Kakuko, bu kalabalığa karışmanın içeri sızmayı kolaylaştırdığını açıkladı. Gelecekte iç sarayın güvenliğini sağlamak için bu tür ayrıntılar önemliydi. Ama ardından söylediği şey Jusetsu’yu sarsmıştı. “Saray hanımları dedikodu yapmayı sever. Ben de çalıların arkasında gizlenip konuşmalarını dinlerdim. Shosui’ye ne olduğunu öğrenmek istiyordum. Bunu yaparken bir gece, bir hadım ile bir saray hanımının konuşmasına kulak misafiri oldum. Kimse yoktu, bir ağacın altındaydılar. Başta söyledikleri net değildi, o yüzden tam kavrayamadım ama… Majesteleri, sizi gizlice zehirlemeyi planlıyor gibiydiler.” “Zehir mi?!” Ortam bir anda gerildi. Jusetsu, Koshun’a baktı; ancak o hâlâ tamamen sakindi, yüzünde en ufak bir duygu belirtisi yoktu. Belki de casusu onu çoktan bilgilendirmişti ve her şeyden haberdardı. “…Bunu nerede duydun?” diye yumuşak bir sesle sordu Koshun. “Kinko Sarayı’nın bahçesinde.” Kinko Sarayı—arşivlerin bulunduğu yerdi. “Hadım ile saray hanımı bir osmanthus ağacının altındaydı, ben de yakındaki bir çalılığın içindeydim.” Koshun bu cevaba başıyla karşılık verdi ve şöyle dedi: “Daha önce dul imparatoriçenin hizmetinde bulunmuş, şu anda ise aynı sarayda arşivlerde katalogcu olarak çalışan bir saray hanımı var. O hadım da eskiden dul imparatoriçeye hizmet ediyordu. Şimdi Hadımlar Enstitüsü’ne düşürüldü. Dul imparatoriçenin uşaklarının çoğu cezalandırıldı, ama hepsi henüz yakalanmış değil.” Koshun, hiç ara vermeden konuşmasını sürdürdü. “Bu yüzden dul imparatoriçeyle bir zamanlar bağlantısı olan tüm hadım ve saray hanımlarını casuslarıma izlettim. Bu kişilerle ilgili şüpheli gelişmeler olduğunun ben de farkındaydım. Ancak casuslarım kesin bir kanıt elde edemedi. Ta ki bir gece bir hadım ile bir saray hanımının gizlice konuştuğunu görene kadar.” İmparator, Kakuko’ya baktı. “Casuslarım bulundukları yerden konuşmayı duyamadı. İkisi konuşmayı bitirip ayrıldıktan sonra, yakınlardaki bir çalılıktan birinin telaşla kaçtığını gördüler. Bir hadıma benziyordu ama emin olamadılar. Peşinden gittiler, fakat gece karanlığında izini kaybettiler. Ancak kaçarken bir şey düşürmüş olmalı—panik içindeydi. Bu bir yeşim küpeydi.” Yani Koshun’un Jusetsu’ya getirdiği küpe buydu. Kakuko’nun ağzı şaşkınlıkla açık kaldı. “Yani… yani zehirleme planını zaten biliyordunuz?” “Hayır,” dedi Koshun. “Dediğim gibi, casuslarım kesin bir bilgi ya da kanıt elde edemedi. Bu yüzden sen önemli bir tanıktın. Bana anlattıkların son derece kıymetliydi. Lütfen içten teşekkürlerimi kabul et.” Kakuko, çelişkili bir ifadeyle yere baktı. “Efendim, ona teşekkür etmemelisiniz,” diye araya girdi Eisei soğuk bir sesle. “Eğer bu adam size baştan haber verseydi, küpeyi düşüren kişiyi bulmak için bunca zahmete girmenize gerek kalmazdı. Bu gerçeği bu kadar uzun süre saklamasının tek nedeni, iç saraya gizlice girdiğinin ortaya çıkmasını istememesiydi. Sizi korumaktan çok, kendi güvenliğini düşünüyordu.” Eisei’nin son sözleri özellikle sertti. Kakuko başını eğdi. “Ne konuştuklarını duyduğumda… bunu hemen size söylemem gerektiği aklıma gelmedi. Dürüst olmak gerekirse, imparatorluk ailesine karşı pek olumlu duygular beslemiyorum. Sonuçta nişanlımı benden alan onlardı.” Kakuko’nun artık içinde ukde kalmamıştı; bu yüzden gerçek hislerini gizleme gereği duymuyordu. Eisei ve diğerleri kaşlarını kaldırdı. “Ama Shosui’yi kurtarmak için elinizden geleni yaptınız. Onun küpesine bunca yıl bu kadar iyi baktığınız için onu kurtarabildik. Bunun karşılığında, duyduğum her şeyi size anlattım. Ama… bütün bu çaba sadece beni bulmak için miydi, Majesteleri? Hepsi yalnızca ifademi almak için miydi?” Kakuko’nun gözlerinde çaresizlik vardı. Koshun cevap vermedi. Öyle olamaz, diye düşündü Jusetsu. Koshun’un Shosui’nin küpesini onca yıl saklamış olması ve Jusetsu’dan onu kurtarmasını istemesi gerçeği ortadaydı. Onu kurtarma isteği, Kakuko’nun izini sürme amacından bağımsız olmalıydı. Bu tamamen kişisel bir dilekti. Eğer tek amacı bir tanık bulmak olsaydı, casuslardan hiç söz etmeyebilirdi. O zaman Kakuko imparatora yalnızca minnet duyardı. Koshun bunun farkında olmayacak kadar aptal değildi. O hâlde her şeyi anlatmasının nedeni, bunun adil olan şey olması mıydı? Bu adam pek de kurnaz sayılmaz, diye düşündü Jusetsu. Sonunda olup biteni biraz olsun kavramıştı. Koshun duygularını ifade edemiyor, gerçek hislerini anlatmanın bir yolunu bulamıyordu. Bu, annesinin ölümüyle ya da veliahtlığının elinden alındığı dönemle ilgili olabilirdi—bilmiyordu. Jusetsu konuşmaya başladı: “…Eğer tek isteği seni bulmak olsaydı, bunu yapmanın çok daha etkili yolları vardı. Benden yardım istemesi gereksiz derecede dolambaçlı bir yoldu. Ama yine de yardım eden ben olmak zorundaydım, çünkü benden onu kurtarmamı istedi.” Asıl önemli cevap buydu. Kakuko, Jusetsu’ya baktı, ardından elindeki küpeye. Sakin kafayla düşünseydi, onun söylediklerini anlamaması mümkün değildi. “…Evet,” dedi birkaç dakika sonra başını sallayarak. “Kesinlikle haklısınız, Kuzgun Eş. İmparator sayesinde Shosui’yi bir kez daha görebildim. Saygısızlığım için içtenlikle özür dilerim.” Sonra başını tekrar eğerek Koshun’a saygıyla selam verdi. “Onun için yaptığınız her şey için teşekkür ederim.” “Ben sadece bir iyiliğin karşılığını verdim,” dedi Koshun ve ayağa kalktı. “Artık evine gidebilirsin—ve bu buluşmadan kimseye tek kelime etme.” “Ha?” Kakuko’nun gözleri büyüdü. “‘Evime mi gideyim?’ Beni adalet merkezine göndermeyecek misiniz?” Adalet merkezi, suçlulara ceza veren daireydi. “İç saraya izinsiz giren erkekler idam edilir. Ancak imparatorun izni varsa, içeri girmeleri serbesttir. Sen, o hadımın ne yapmayı planladığını öğrenmen için benim emrimle iç saraya girdin.” İmparator, adamın suçunu görmezden geleceğini söylüyordu. Kakuko gibi önemli bir tanığın öldürülmesine asla izin vermezdi. “G-gerçekten mi?” diye sordu Kakuko, imparatora bakarak. “Ama canımı kurtarmak için konuşmadım. Beni bağışlamanızı istemeye hiç niyetim yoktu…” Kakuko öfkelenmeye başlamıştı. Ne kadar duygusal bir aptal, diye düşündü Jusetsu, o an için ne kadar uygunsuz olsa da. Bunun bir kısmının kıskançlıktan kaynaklandığını fark etti—Shosui için bu kadar çok şey yapabilmiş olmasının nedeni, onun böylesine tutkulu bir adam olmasıydı. “Ben sana söylemiştim, değil mi? Han Ojo’nun benim için yaptıklarının karşılığını ödemek istiyordum. Sen de bunun bir parçasısın,” diye sertçe karşılık verdi Koshun. “Bu, Han Ojo’yu hayata döndürmeyecek, ama…” Ne kadar kaba olursa olsun, fısıldayarak söylediği bu son cümle derin bir hüzün taşıyordu. Kakuko’nun bile bunu fark etmiş olabileceğinden endişelenerek sustu. “Böylesine önemsiz bir şey yüzünden en yetenekli memurlarımızdan birini kaybetmek yazık olur. Ayrıca zehri nereye sakladıklarını da bulmak istiyorum.” Koshun, Eisei’ye baktı; fakat yardımcısı başını salladı. “Casuslardan gelen raporlara göre Kinko Sarayı’nda ya da saray hadımlar enstitüsünde zehre dair hiçbir iz bulunamadı.” Anlaşılan bu konu çoktan araştırılmıştı. “Zaten baştan zehri temin edebilecekleri bir fırsat da yoktu.” Casusların kendilerini izlediğini biliyorlardı; bu durumda dışarıdan zehir getirmeleri mümkün değildi. “Yine de planla ilgili konuşmalarından, bir şekilde zehir ele geçirdiklerini varsayabiliriz. Onlarla yüzleşmeden önce somut bir kanıt elde etmek istiyorum. Tutukladıktan sonra zorla yerini söyletebiliriz, ancak bilmediğimiz başka işbirlikçiler varsa, o arada zehri ortadan kaldırırlar. Yine de bu kadar önemli bir suikast aracını tamamen gözden uzak bir yere saklayacaklarını sanmıyorum,” dedi Koshun. Kararsız görünüyordu. Casusların fark etmeyeceği kadar sınırlı sayıda saklama yeri vardı. Başka işbirlikçilerle iletişim kurduklarına dair de hiçbir iz yoktu. Koshun ve Eisei bunları tartışırken, Jusetsu da kendi düşüncelerine dalmıştı. Sonra, zihninde alarm zillerini çaldıran bir şey dikkatini çekti. Kinko Sarayı… Sarayda katalogcu olarak çalışan bir saray hanımı… Bir hadım. Kısa süre önce bununla ilgili bir şey duymamış mıydım? diye düşündü Jusetsu. Bağlamı neydi? “Sarayda katalogcu olarak çalışan bir kadın… Bir hadım…” diye mırıldandı, bu kelimeleri hafızasında geri izlerken. Unuttuğu bir şey olmalıydı. “Ah!” Jusetsu, beklenmedik derecede yüksek bir sesle haykırdı; bu da Koshun ve diğerlerinin ona dönmesine neden oldu. “Ne oldu?” diye sordu Koshun. Jusetsu cevap vermedi; bunun yerine arkasında duran Jiujiu’ya döndü. “Jiujiu,” dedi, “şu huysuz katalogcu saray hanımıyla bir soruna karışmıştın, değil mi?” “Ha? Ah, evet, doğru.” “O da senin gibi yeni mi?” “Evet, o da yeni.” “Anladım…” “Ne diyorsun sen?” diye sordu Koshun. Bakışlarını Jiujiu’ya çevirdi; Jiujiu utançla kızardı. “Hayır, sadece… Tanıdığım bir saray hanımı var, katalogcu olarak çalışıyor. Hien Sarayı’ndaki bir hadımla mektuplaşıyor ve… Dur, bunu kimseye söylemememi istemişti!” Jiujiu hemen sustu. Saray hanımları imparatora ait sayıldığından, hadımlarla aralarındaki romantik ilişkiler açıkça konuşulmazdı—gerçekte göz yumulsa bile. Ama o kadının Jiujiu’ya sırrını saklamasını istemesinin başka bir nedeni olmalıydı. “O sana, mektupları hadımla kendisinin değil, başkasının yazıştığını söyledi, değil mi?” diye teyit etti Jusetsu. “Evet,” dedi Jiujiu. “Başkaları da ondan mektup ulaştırmasını istiyordu. Ona böyle işler yaptırabildiklerine göre üstleri olmalılar ve muhtemelen bir tür çıkar alışverişi vardı.” Üstler—bu, kıdemli saray hanımlarını işaret ediyordu. Koshun sert bir bakış attı. “Jiujiu. O saray hanımı, sana bu mantıksız talepleri bir kılıf olarak dayatıyordu.” “Kılıf mı?” diye tekrarladı Jiujiu, afallamış halde. “O mektupları taşımak için bir kılıf.” Yeni biri olmasına rağmen her gelişinde Jiujiu’yu rahatsız etmesi Koshun’a zaten tuhaf gelmişti. Onun bu kadar sık görevinden ayrılabilmesi de şüphelerini artırıyordu. Eğer üstlerinden biri izin veriyorsa, bunu istediği gibi gizleyebilirdi. “Hien Sarayı’ndaki, mektuplaştığı hadımın adı neydi?” diye sordu Koshun, ağır ve alçak bir sesle. Jiujiu bu yoğun tonda irkildi. Yüzünde gergin bir ifadeyle cevap verdi. “A-adı Choeki.” “O hadım dul imparatoriçeye hizmet etmemişti,” dedi Koshun. “Peki mektupları devralan katalogcu kadın?” “Ri ailesinin on dördüncü kızı. Adı Shuyo. Babası ticaret komitesinde yardımcı.” “Mektupları teslim etmesini isteyen saray hanımının adını öğrendin mi?” “Hayır…” dedi Jiujiu, hatırlamaya çalışırken gözlerini sağa sola kaçırarak. “Ama… Bir keresinde kendisine çok iyi davranan başka bir saray hanımı olduğunu söylemişti. Bir gün onu, nedime olarak işe girmesi için iyi bir söz söylemeye ikna edeceğini söylemişti. Adı Shin’di.” Eisei, Koshun’a şok olmuş bir bakış attı. Koshun yalnızca bir anlığına kaşlarını kaldırdı; ardından Jusetsu, yüzündeki duygu dalgasının gelgit gibi çekildiğini gördü. “Shin, eskiden dul imparatoriçenin nedimesiydi,” dedi Koshun sakince. “Saray hadımlar enstitüsündeki kişiyle gizlice konuşan saray hanımı oydu. Choeki onun sevgilisi mi yoksa arkadaşı mı bilmiyorum ama ikisinin haberleştiğini gizlemek için bu yeni geleni paravan olarak kullandı. Belki de ona verdiği şeyler yalnızca mektup değildi. Sei, zehir Kinko Sarayı’nda ya da hadımlar enstitüsünde değil—Hien Sarayı’nda. Choeki’nin odasını arayın.” “E-emredersiniz, efendim,” dedi Eisei eğilerek ve odadan çıktı. Tanıdığı birinin bir suikast planına karıştığını öğrenen Jiujiu’nun benzi attı. “Shuyo, neye yardım ettiğini tam olarak farkında değildi,” dedi Jusetsu. “Böylesi bir cesareti olduğunu sanmıyorum. Ona yöneltilen ilgiyi yem olarak kullandılar.” “Evet…” diye bitkin bir şekilde başını salladı Jiujiu. Jusetsu, Koshun’a baktı. O, sanki bir şey düşünüyormuş gibi boşluğa bakıyordu. Shin adını duyduğunda yüzünden geçen o duyguyu hatırladı—neredeyse bir sevinç ifadesi gibiydi. Yandan bakıldığında, bakışlarını ileriye sabitlemiş bir ağaç kadar hareketsizdi. Gözlerinin ardındaki duyguyu anlamak imkânsızdı. Shin Hanım, katalogcu saray hanımı ve hadımlar enstitüsünden Kogen kısa süre sonra tutuklandı. Hien Sarayı’ndaki Choeki’nin odasında, zehirli bir bitki türü olan kalp kırığı otundan bir demet bulundu. Choeki bunun zehirli olduğunu da, imparatoru öldürmek için kullanılacağını da bilmiyordu. Sevgilisi Shin Hanım’ın, bulunmaması için saklamasını istediğini, bu yüzden gizlediğini söyledi. Shin Hanım’ın ailesi bir eczane işletiyordu ve bu bitkiyi gizlice saklıyordu. Bu, önceki imparator döneminde Koshun’un annesi Eş Sha’nın öldürüldüğü bitkiyle aynıydı. Dul imparatoriçe ev hapsine alındıktan sonra, Shin Hanım’a saray katalogcusu olarak rahat bir görev verilmişti. Kogen ona bir suikast planıyla yaklaştı ve o da buna katıldı. Ancak Koshun’un casuslarının dikkatli gözetimi nedeniyle planı hemen uygulayamadılar; bu yüzden Ri Shuyo’yu kullanarak zehri ona saklattılar. Kogen, dul imparatoriçenin kendisine rüşvet vererek imparatoru öldürme planına dahil ettiğini itiraf etti. Han Ojo’ya iftira atan ve onu öldüren hadım da aynı anda yakalandı. O da dul imparatoriçenin kendisine rüşvet verdiğini kabul etti. Yukarıda anlatılan olaylar sonbahar bakanlığında—adalet merkezinde—ciddi bir şekilde incelendikten sonra, dul imparatoriçe idama mahkûm edildi. Jusetsu birinin varlığını hissetti ve başını kaldırdı. Tam o anda kapılar açıldı ve Shinshin içeri uçarak girdi. Eisei, üzerine doğru süzülen büyülü kuşu ense tüylerinden kolayca yakaladı. Ardından Koshun içeri girdi. Jusetsu, ince ipek perdelerin ardında, yatağında otururken onların girişini izledi. Koshun perdeye yaklaştı ve Eisei’ye bir emir verdi. “Kuşu bırak.” Sonra perdeyi biraz araladı. Jusetsu ona sert bir bakış attı. “İçeri girmen için izin verdim mi?” “Rahatsız oluyorsan kapıyı kilitle.” “…Bugün burada ne işin var? Artık bana ihtiyacın olduğunu sanmıyordum.” Jusetsu’nun sert sözlerinden etkilenmeyen Koshun odanın içinde göz gezdirdi. Bakışları dolabın üstünde duran bir tütsülüğe takıldı. “Buraya ilk geldiğimde bu odadaki tütsü kokusu oldukça yoğundu. Bu, saç boyanın kokusunu bastırmak için miydi?” Jusetsu kaşlarını çattı. Bunu mu sormaya gelmişti? “Git.” Jusetsu saçındaki şakayık çiçeklerinden birine dokundu. “Hayır, bekle,” dedi Koshun rahat bir tavırla onu durdurarak. “Benim için bu kadar çok şey yaptın, sana bir ödül getirmem gerektiğini düşündüm.” “Ödül mü? Paraya ihtiyacım yok.” Koshun izin almadan perdelerin içine girdi ve Jusetsu’nun karşısında durdu. Jusetsu hafifçe irkilip geri çekildi. “Ne… ne var?” Koshun elini göğsündeki cebine soktu ve işlemeli bir büzgülü keseyi ona doğru fırlattı. Kese Jusetsu’nun dizine düştü. Ne tuhaf bir davranış, diye düşündü Jusetsu keseyi açarken. İçinden kurutulmuş hünnaplar çıktı. “Oldukça… yetersiz bir ‘ödül’ değil mi sence?” Bu, insanın bir çocuğa ev işlerini yaptığı için vereceği türden bir şeydi. “Bir süre önce aklıma geldi ve yanımda vardı. Resmî bir belgeyle birlikte uygun bir ödülü başka bir zaman ayarlayacağım.” “Gösterişli bir şeye ihtiyacım yok. Bu bana yeter,” dedi Jusetsu; bir hünnap alıp ağzına attı. Çiğnedikçe kendine özgü tatlılığı ağzına yayıldı. Koshun yatağa oturdu. “Niye oturuyorsun?” diye sordu Jusetsu, biraz yana kayarak. “…Bugün itibarıyla her şey bitti,” dedi Koshun alçak bir sesle. Jusetsu neredeyse ne demek istediğini soracaktı ama sonra anladı. Bugün, dul imparatoriçenin idam edildiği gündü. Koshun’un bakışları odanın içinde dolaştı. Yorgun görünüyordu. “Bunca zamandır onun ölmesini istiyordum,” dedi Koshun; sesi, duvardan kayan bir çamur parçası kadar sakin ve sessizdi. “O kadın annemi ve arkadaşımı öldürdü—hem de savunmasız bir böceğin kanatlarını koparır gibi, hiç zorlanmadan.” “Arkadaşın…?” Jusetsu, annesine ne olduğunu biliyordu ama onun bir arkadaşından ilk kez bahsettiğini duyuyordu. “Yine de onu nefretle öldürmemeye karar verdim. Doğru yoldan, yasaya uygun biçimde yargılatıp idam ettirmeyi seçtim. Arkadan dolap çevirmeyecektim. Sonuçta ben onun gibi değilim. Bu yüzden, onu sonunda ölüme götürecek bir kanıt elde edeceğimi düşündüğümde, tarifsiz bir sevinç duymuştum.” Gerisin geri yaslandı ve yatağa uzandı. Jusetsu, “Başkasının yatağına izinsiz uzandığını sanan kim?!” demek istedi ama Koshun o kadar bitkin görünüyordu ki gözlerini kapattı. İtiraz etmek için fırsat kalmamıştı. “Sonuçta,” diye mırıldandı, gözlerini hafifçe aralayarak, “birini öldürmenin doğru bir yolu yokmuş. Geriye kalan tek şey, hiçbirini kurtaramamış olmanın pişmanlığı. Bunca zaman, onu öldürme arzumla kendimi avutabiliyordum… ama artık onu bile yapamıyorum.” Koshun Jusetsu’ya baktı. “Kimseye kin beslemediğini söylemiştin, değil mi? Kendini nasıl ayakta tutabildin?” Jusetsu ona baktı, sonra gözlerini kaçırdı. “Bilmiyorum. Bir süre boşluk hissettim. Önceki Kuzgun Eş beni yeniden tamamlanmış hissettirdi.” “Anlıyorum,” dedi Koshun derin bir nefes alarak. “Demek ki şu an yaşadığım şey o boşluk.” Sesi kısıktı. Jusetsu bir şey söylemedi. Bu akşam neden buraya geldiğini çok iyi biliyordu ama onu doğru düzgün teselli edecek sözleri bulamıyordu. Koshun, onun ne düşündüğünü merak eder gibi elini uzatacak oldu ama kendini durdurdu. Ağır hareketlerle ayağa kalktı, gömleğinin yakasını gevşetirken konuşmaya başladı. “Sana saldıran o hadımlar hakkında…” “Ne?” Şimdi de bu nereden çıktı? diye düşündü Jusetsu; ama daha önce arınma dairelerine giderken uğradığı saldırı aklına geldi. “Beklediğim gibi, onları kışkırtan dul imparatoriçeymiş. Benim emirlerimle bir şeyler yaptığını öğrendi.” “Dul imparatoriçe bu kadar bilgiyi nasıl elde edebildi? Gözetimin…” …fazla gevşek, diyecekti ama cümlesini yarım bıraktı. Bu bilinçliydi. İnsanları tuzağa düşürmek için ağı gevşetmişti. “Bu taktikler sayesinde dul imparatoriçenin kalan destekçilerini de ortaya çıkardık. Yine de seni bu işin ortasında bıraktığım için özür dilerim. Gerçekten üzgünüm.” Sesi o kadar duygusuzdu ki, gerçekten pişman olup olmadığına inanmak zordu. Jusetsu sessiz kaldı; Koshun devam etti. “Bir koruman olduğunu bildiğim için iyi olacağını varsaydım. Bu benim hatamdı.” Kendi tarzında da olsa, pişmanlık duyuyor gibiydi. Yüz ifadesi hâlâ tamamen okunaksızdı. Sonra Koshun hafifçe gözlerini kırptı ve doğrudan Jusetsu’nun yüzüne baktı. “Ne?” dedi Jusetsu. “…Gerçek eşlerimden biri olmayı düşünür müydün?” “Ne?!” Jusetsu kaşlarını çattı. “Bu da nereden çıktı? Hâlâ yarı uykulu değilsin, değil mi?” “Bugüne kadar o kadar yoğundum ki doğru düzgün uyuyamadım… ama bunu söylerken uykuda konuşmuyordum.” “Kesinlikle konuşuyorsun. Ben Kuzgun Eş’im ve—” “İmparatorun, Kuzgun Eş’i kendi eşlerinden biri yapamayacağına dair bir kural yok.” “Bunun sebebi zaten bunun mümkün olmadığının kabul edilmiş olması.” Koshun’un bunu bilmemesi mümkün değildi. Tamamen saçmalıyordu ve bu Jusetsu’yu sinirlendirdi. Gerçek bir eş olamazdı; hiçbir yere gidemezdi; hiçbir şey dileyemezdi. Bu konumunun saçmalığını ona bağırıp çağırarak anlatmak hiçbir şeyi değiştirmezdi. Jusetsu yalnızca başını çevirdi. “Bu saçmalığa katılmayı reddediyorum. Hemen çık,” dedi soğukça; ama Koshun kıpırdamadı. Belki de zorla dışarı atmalıyım, diye düşündü Jusetsu—ama tam o anda Koshun elini uzatıp saçına dokunduğu için donup kaldı. “…Seni göletin kenarında gördüğümde, bir tanrıçanın nasıl görüneceğini hayal ettiysem öyle görünüyordun,” dedi Koshun, bakışlarını aşağı indirerek, sanki o anı hatırlamaya çalışıyormuş gibi. “Gümüş saçların ay ışığında parlıyordu. Hayatımda hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim…” Yukarıdan gelen bu yumuşak fısıltıya Jusetsu nasıl karşılık vereceğini bilemedi. Gözleri huzursuzca dolaştı, Koshun yaklaştı ve Jusetsu daha da afalladı. “Ne…?” “Ne yapıyorsun?” diye bağırmaya çalıştı ama Koshun eğik bir açıyla öne doğru devrildi ve doğrudan yatağın üzerine düştü. “Ha…?” Jusetsu tekrar baktığında, gözleri kapalı halde horladığını gördü. Derin bir uykudaydı. “…Hadi ama,” dedi Jusetsu; ama Koshun gözlerini açmadı. Konuşmak yerine, yalnızca huzurlu nefes alışını duyabiliyordu. Jusetsu panikle omuzlarını sarstı. “Hadi, uyan artık, olur mu! Burası benim yatağım! Burada uyuyamazsın!” Koshun kımıldamadı—üstelik Jusetsu’nun saçını tutuyordu. Çekmeye çalıştı ama bırakmaya hiç niyeti yok gibiydi; aksine, güçlü kavrayışı daha da sıkılaştı. “Ne?! Eisei? Eisei! Orada olmalısın. Bu aptal yatağımda uyuyakaldı! Al götür şunu!” Perdenin öte yanından sesi geldi. “Efendimi uyandırıp eve götürmem büyük bir saygısızlık olur; maalesef bunu yapamam. Anlayamazsınız. En azından, huzur içinde uyumasına izin vererek ona saygı göstermenizi rica ederim.” “Ne…? Şaka yapmıyorsan, ben nerede uyuyacağım?” “Belki de,” dedi gayet sakin bir şekilde, “nezaket gösterip başınızı yere koymayı düşünebilirsiniz.” Cevap beklemeden perdenin arkasından uzaklaştı. Jusetsu bir süredir farkındaydı ama Eisei’nin ona karşı tavrı son derece düşmancaydı. “Sen…” Jusetsu perdeye kaşlarını çatarak baktı, sonra acı bir ifadeyle Koshun’a döndü. Başkasının yatağı olsa da, son derece rahat görünüyordu. Üstelik saçını da bırakmaya hiç niyeti yoktu. Oysa onu dışarı atmanın, uykuda ya da uyanık olmasına bakmadan işe yarayacak kolay bir yolu vardı. Jusetsu ensesindeki şakayığa dokundu ve onu saçından çıkardı. Çiçeğe tek bir nefes üflemesi yeterliydi; Koshun kapının dışında olurdu. Jusetsu imparatorun uyuyan yüzüne baktı. Neden bu kadar huzurlu görünüyordu? Avucundaki şakayık soluk kırmızı bir aleve dönüştü. Jusetsu ellerini nazikçe etrafına sardı ve alevi Koshun’un başının üzerinde tuttu. Ellerini çektiğinde, alev hafifçe parıldayan sayısız taç yaprağına dönüştü ve yavaşça onun üzerine süzüldü. “Bu gece, yalnızca bu gece…” diye fısıldadı Jusetsu, “sana güzel bir rüya vereyim.” Taç yaprakları Koshun’un üzerine kondukça kayboldu. Jusetsu o gece onun nasıl bir rüya gördüğünü—ya da rüyasında neler yaşandığını—asla öğrenemedi.
______
Bu bölümle birlikte 1. ciltin 1. bölümü tamamlandı. Gelecek bölüm 2. bölümle devam edecek. Herkese iyi okumalar.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.