“Yeni adın Emma Walkins. Saygın bir aileden gelen nazik bir hanım, son günlerde adını duyurmuş bir yazarsın.” Isabella hafifçe kaşlarını kaldırıp elinde kırmızı bir dosya tutan Daniel’a baktı. “Adını duyurmuş bir yazar mı?” “Merak etme, kitabın çoktan basıldı ve çok satanlar listesinde bir numara.” “Danee,sen gerçekten inanılmazsın. Bunu nasıl yaptın?” Daniel birkaç beyaz tutamın süslediği sarı saçlarını hafifçe düzeltip kadına gülümsedi. “Başaramayacağım şey yok,biliyorsun tatlım.” Izzy kıkırdadı ama birkaç saniye sonra neşeli ifadesi üzgün bir ifadeyle gölgelendi. “Emma…” Kadın bakışlarını ellerine indirdi. “Artık Isabella herkes için ölü değil mi? Senin için de öyle…” Daniel elindeki dosyayı kapatıp oturduğu deri koltuktan kalktı ve karşısındaki kadına ulaşıp yanına oturdu. “Emma, her şey bittiğinde…” Dosyayı kadının kucağına bırakıp yüzünü avuçları arasına alarak parlak gümüş gözlerini kendisine çevirdi. “Kimse seni tanımasa bile tekrar benim sevgili Izzy’m olacaksın.” Uzanıp kadının yanağını öptü. “Sadece benim olacaksın, bana ait.” Kadın dolan gözleriyle sevgiyle Daniel’a baktı. “Ben zaten sana aitim Danee…” Daniel acımasız sırıtışını hafif bir gülümsemeyle bastırdı. Bu durumdan öylesine zevk alıyordu ki karısının kıskanç tavırları bile onu rahatsız edemezdi. Gerçi son günlerde karısının Abel’a olan tavrı içten içe onu deli ediyordu ama biraz daha sabretmeliydi. İkinci karısının da ani bir şekilde ölmesi çok dikkat çekerdi. Sadece bir süre daha basının üzerindeki ilgisini kaybetmesini bekleyecekti. Sonrasında ondan kurtulabilirdi. Daniel kadının yanından kalktı, çalışma masasının üzerindeki ithal içki şişesiyle bardağını doldurdu ve deri koltuğunun arkasında geniş bir alan kaplayan pencereye yönelerek gözlerini bardaktan boşanırcasına yağan yağmura dikti. Yağmur damlaları camı döverken içkisinden bir yudum aldı. “Yarın hastaneye yerleşeceksin. Geçirdiğin bir kaza yüzünden uzun bir müddet hastanede kalacaksın. Bu şansı iyi değerlendir. Adamlarım Ian’ın eski karısını detaylıca araştırdı, ayrıca Ian’ı etkilemen için gerekli olan her türlü bilgi kucağındaki dosyada mevcut.” Isabella kucağındaki dosyayı yeni fark ederek sırtını dikleştirdi. “Senin için bunu başaracağım ve-” “Abel!” Isabella irkilerek sustu. Daniel birden öfkeden deliye dönmüştü. Kızıl içkisiyle dolu bardağını masasına çarpmış ve askılıktaki paltosunu dahi almadan kendini odadan dışarı atmıştı. Izzy ise şaşkınlıkla oturduğu koltukta kalakalmıştı. Tina, Bay Rose’un bağırışını duyup üçüncü kattan koşturarak alt kata indiğinde Daniel çoktan bahçeye çıkmıştı. İri yağmur damlaları sarı saçlarını koyulaştırıp tenini yalayıp geçerken hızlı adımlarla bahçeyi çevreleyen gül fidanlarının ötesinde beliren siluete ulaştı. Felix’e. Ve sırtında taşıdığı biricik oğluna. “Abel!” Felix nefes nefese sırılsıklam olmuş kıyafetleri ve sırtında Abel’la yere çöktü. Daniel öne atılıp oğlunu kucakladığında Tina kendisi gibi olup biteni anlamaya çalışan-yeni adıyla- Emma ile birlikte adamın arkasında dikiliyordu. “Tina! Doktor Quinet’i çağır!” Tina bakışları kısa bir an yere yığılan Felix’e kaysa da söyleneni yapmak için hızla malikaneye geri döndü. Daniel de sıkıca sarıp sarmaladığı oğlunu malikaneye götürürken Isabella olduğu yerden bir santim bile kıpırdamamıştı. Şimdi yıllardır görmediği yeğeni ile arasında sadece öfkeli yağmur damlaları vardı.Yavaş adımlarla Felix’e ulaşıp yanına çöktü. Nazik bir hareketle çocuğun ıslak saçlarını yüzünden uzaklaştırdı. Charles’ın küçüklüğüne öylesine benziyordu ki… Ama şimdi eskiyi hatırlamanın sırası değildi. Uzanıp küçük çocuğu kucakladı ve tenine çarpan yağmur damlalarının ağırlaştırdığı bedenle malikaneye döndü. Tüm malikane çalışanlarının yüzünden Daniel’ın öfkeli tavırlarından kaynaklanan bir gerginlik okunuyordu.Hizmetçi kızlar titrek hareketlerle etrafta koşuşturuyor. Korumalarla beraber malikanenin sol kanadında revir görevi gören büyük odaya bir takım aletler taşıyorlardı. Isabella işlemeli duvarların çevrelediği geniş koridorda kucağında yeğeni ile ilerlerken koridorun sonundaki dönemeçten endişeli bir adam çıktı. Koyu kahve saçları omuzlarına dökülen adam hızlı adımlarla Isabella’nın yanına ulaşıp Felix’i kadının kucağından ayırdı. “Charles!” Izzy şaşkınlıkla revire yönelen abisine baktı. Onu hiç bu kadar endişeli görmemişti ayrıca kucağındaki çocuğa sarılan elleri öylesine şiddetle titriyordu ki Izzy hayal görüp görmediğinden emin olabilmek için gözlerini kırpıştırdı. O sırada Dr. Quinet revire taşınan Abel’ın yanına ulaşmıştı. Revirde onunla beraber Tina ve Daniel da vardı. “Tina, oğlumu çağır.” Genç kadın hızla odayı terk ederken Dr. Quinet yataktaki çocuğa yaklaştı. “Doktor,bir şeyler yap!” “Bay Rose,elimden geleni yapacağım. Lütfen öncelikle sakin olun ve Abel’ın kıyafetlerini çıkarmama yardım edin.” Daniel aceleyle doktorun söylediğini yapıp adamın oğlunu ıslak kıyafetlerinden kurtarmasına yardım etti.Birkaç dakika sonra kapı sertçe açıldı ve odaya Tina’yla birlikte genç bir adam girdi. “Will, oğlum…” Dr. Quinet koyu saçları dağılmış oğlunun yanına gitti ve eline şifalı bitkilerle hazırlanan özel bir ilaç karışımının yazılı olduğu eski bir kağıt parçası tutuşturdu. “Tüm malzemeler odamdaki dolabın ilk rafındaki kutuda. Ölçeklere dikkat et. Çocuklar için iki şişe olacak şekilde hazırla.” Will başını sallayıp odadan çıkmak için kapıya ulaştığında Daniel öfkeyle bağırdı. “Bir şişe olacak! Lanet olası tek bir şişe!” Dr. Quinet endişeyle bakışlarını Bay Rose’a kaydırdı. Tina kendisine Abel ve Felix’in hasta olduğunu söylemişti ve bu durumda eğer bir şişe ilaç hazırlanacaksa… “A-ama efendim, Felix-” “Umurumda değil! Anlıyor musun?Umurumda değil! O çocuk cezalandırılacak.” Will gergince kapı kolunu sıkıyordu. Hastanedeki görevi hala devam ediyordu ama bugün onun izin günüydü ve yine şu pisliğin acımasızlığını gözler önüne sermesini izliyordu. Dr. Quinet güçlükle yutkunup itaatkar bir şekilde başını salladı. “Bir şişe,Will.” Will yumruklarını Bay Rose’un suratına indirmemek için sıkarak odadan çıktı. Dr. Quinet boğazını temizledi ve bakışlarını üzgün bir ifadeye bürünen Tina’nın kalp şeklindeki yüzüne çevirdi. “Felix’in odasını hazırla.” Ardından gergin bir ifadeyle oğlunun başucunda oturan öfkeli efendisine baktı. “Bay Rose,en azından bu kadarına izin verin,lütfen…” Daniel buz mavisi gözlerini kısıp tiksinti dolu bir bakış atarken öfkeyle homurdandı. “İlaç yok.” “T-tamam efendim,teşekkürler.” Tina odadan çıkıp labirent gibi koridora daldığında kafası öylesine doluydu ki kucağında Felix’le karşıdan gelen Charles’ı fark edemeyerek ona çarptı. Özür dilemek için kafasını kaldırıp baktığında kendine hakim olamayarak sevinçle bağırdı. “Şükürler olsun! Charles benimle gel, yukarı,Felix’i odasına çıkaracağız.” Adamın endişeli ifadesini yumuşatmak için devam etti. “Merak etme, o iyi olacak. Onunla ilgileneceğim.” Charles derin bir nefes alıp yukarı kata çıkmak için uzun koridoru aşıp geniş merdivenleri tırmanırken Isabella hala abisinin onu son bıraktığı yerde dikiliyordu. Birden arkasında Bayan Thorn belirip onu küçümseyici bakışlarla süzerek omzuna dokunduğunda Izzy sıçrayarak birkaç adım öne doğru sendeledi. “Bayan Carpentio, şemsiye adlı aletin varlığından haberdar mısınız acaba?” Izzy o ana kadar bedenine yapışan ıslak siyah gömleğini unutmuştu. “Gerçi farklı bir amaçla üretilmişti ama neyse konumuza geri dönelim. Yağmurluk, onu da mı duymadınız?” Izzy cevap vermeyince dudaklarını büzdü.”Ah,ne yazık.” “Bayan Thorn, şaka yapmanın sırası değil.” “Ne-” “Oğlunuz hastayken nasıl bu kadar ilgisiz olabiliyorsunuz?” “Oğlum mu?” Güldü. “Jest gayet iyi-” “Abel’dan söz ediyorum.” “Ah, o mu? Neyi varmış?” “Siz…Gerçekten bilmiyor musunuz?” Bayan Thorn’un bakışları keskinleşti.Düşünceler zihninde gezindi. Evladı hastalanan bir anne… Abel’a olan ilgisini kanıtlamak ve onu ne kadar çok sevdiğini Daniel’ın gözüne sokmak için mükemmel bir fırsattı! “Abel,oğlum! Ona ne oldu, söyle!” Isabella kadının bir anda değişen tavrı karşısında irkildi. “Bayıldı-” “Nerede? Abel!” “Revirde.” Bayan Thorn her adımında içinden attığı sevinç nidalarıyla revire doğru koştu. Isabella ise onun arkasından bakarken tiksinti ifadesinin yüzünü şekillendirmesine izin verdi. Gidip üzerini değiştirmeliydi. Ve belki daha sonra yeğenini ziyaret ederdi. *** Jest annesinin,babasının ve doktorun revirden ayrılmasını beklemişti. O an geldiğinde de elini çabuk tutup sessiz adımlarla revire girdi. Büyük odadaki tek ışık Abel’ın yatağının yanındaki ekranın titrek mavi ışığıydı. Yavaş ve olabildiğince sessiz adımlarla Abel’ın yanına yaklaştı. Kardeşi… Sarı saçları ekranın titrek mavi ışığıyla parlıyor, yüzündeki boncuk boncuk terleri sıyırıp alnına,yanaklarına ve ensesine dökülüyordu. Jest dolan gözlerini kırpıştırdı. Ondan başka kimse…Hiç kimse bu anın varlığını bilmeyecekti. Elleri titrerken uzanıp Abel’ın göğsünde kavuşturduğu buz gibi ellerini tuttu. O kendisini sevmese bile Jest Abel’ı seviyordu. İlerde bu sevgisinin solup gideceğinden habersizdi tabii ama o an sadece kardeşinin kendisini hiçbir zaman sevmeyecek olsa bile iyileşmesini diledi. “Eğer çabucak iyileşirsen…” Yavaşça yanaklarından süzülen damlaların sıcaklığını hissetti.” Ben…ben mutlu olurum ve…” Olabildiğince sessiz bir şekilde hıçkırdı.” Sana tüm oyuncaklarımı veririm. O yüzden lütfen iyi ol…” Birkaç dakika yataktaki kardeşini seyretti ve birden yatağın solundaki komodinin üzerinde bir parlaklık gözüne çarptı,bir cam şişe. Cebe sığabilecek kadar küçüktü ve içi yeşil – sarı karışımı bir sıvıyla doluydu. Bu sözünü ettikleri o karışım olmalıydı. Jest babası bağırırken duymuştu. O çocuk cezalandırılacak demişti. O çocuk. Felix’ten bahsettiğini biliyordu. Ona ilaç verilmediğini… Bir elini Abel’ın elinden kurtarıp çocuğun alnına koydu ve ateşi olup olmadığına baktı. Derin bir iç çekti. Ateşi yoktu. Yani…Şimdilik ilaca ihtiyacı yoktu. İlacı paltosunun cebine koyarken “Sadece birkaç damla…” diye mırıldandı. Felix’in buna ihtiyacı vardı. Odayı terk etmeden önce tüm cesaretini topladı ve uzanıp Abel’ın yanağını öptü. O iyi olacaktı,buna inanıyordu. Ve geldiği gibi sessizce odayı terk etti. *** “Ona benden bahsetmedin değil mi?” Charles sıkıntıyla iç çekti. “Hayır.” Isabella bakışlarını Felix’ten ayırmadı. Felix’i daha önce sadece bir kez, bebekken görmüştü. Çocuğun solgun teni, açık kahve saçlarının dalgalı uçları,uzun kirpikleri… Evet,şimdi eskiyi hatırlayabilirdi. Ve yatakta yatan artık abisinin küçüklüğüydü. Bir zamanlar onun için bir şeyler ifade eden kişi. Bir zamanlar…. Eskiden, küçük bir çocukken,sadece üçü vardı: Daniel, Charles ve Isabella. Gül kokusunun çevrelediği malikane şimdiki haline göre daha neşeliydi. Belki de sadece Izzy o günleri neşeyle anıyordu. O günler… Isabella açık kahve bukleleri ensesinde sevimli bir kızdı. Abisini seven,ailesini seven tatlı bir kız. Babası Bay Rose’un, malikanenin o zamanlar efendisi olan Daniel’ın babasının, kahyası annesi ise aşçısıydı. Isabella genellikle abisiyle bahçede oyunlar oynar ve bu oyunları penceresinden izleyen Abel’a göz ucuyla bakardı. Her zaman ütülü takımlarıyla uzaktan dışarıyı seyreden Daniel, Izzy için büyük bir merak konusuydu. Izzy onun bu soğuk davranışlarını Bay Rose’a bağlardı. Çünkü Bay Rose öylesine sert bir adamdı ki bazen Daniel’ın gülümsemesini bile yasakladığı zamanlar olurdu. Ona göre bir soylu gülmezdi. Soylu… Charles bir gün tüm cesaretini toplayıp Daniel ile konuştuğunda aslında onun da kendilerinden pek de farklı olmadığını düşünmüştü. Sadece babasının emirlerine uyan zavallı bir çocuktu. Ama yanılmıştı. En azından Charles gerçekleri görebilmişti. Gerçekler. Charles, Daniel ile daha çok konuşmaya ve gizlice buluşmaya başladığında Izzy artık abisiyle vakit geçiremez olmuştu ve bir gün Charles, Izzy’i Daniel ile tanıştırınca küçük kızın tüm hayatı değişti. Izzy ona umutsuzca aşık olmuştu ama en kötüsü de Daniel’ın kendisine olan tavrıydı. Kesinlikle kötü değildi aksine o kadar iyiydi ki Izzy umutlanmadan edemiyordu. Belki Daniel da kendisini severdi. Belki babasının katı kurallarını umursamaz ve büyüyünce Izzy ile evlenirdi. Belki…Asla. Izzy hayallere dalıp gerçekleri göremeyecek kadar kör olmuşken her şey bir anda olup bitmişti. Isabella babasının cenazesini hatırlıyordu. Abisinin kendisini bir kenara çekip Daniel hakkında söylediklerini. Gerçekler. Daniel ve Charles asla arkadaş olamazdı. Babaları Daniel yüzünden ölmüştü. Onun yüzünden. Izzy abisine öyle çok bağırmıştı ki boğazının o günkü acısını hala hatırlıyordu. Ona bir an olsun inanmamıştı,inanmıyordu. Abisi yalan söylüyordu,Daniel’ı kıskanıyordu. Daniel dışında herkes bunu yapabilirdi, herkes… Ama Danee asla. Cenazede birlikte ağlarken, sırtını sıvazlayıp onu avuturken Izzy nasıl böyle bir şeye inanabilirdi ki? Gerçekler… Charles babasının kafasına silah dayalıyken, çığlıkları siyah duvarlara çarpıp unutulmak üzere sonsuzlukta kaybolurken ve yanı başındaki Daniel’ın sözleri zihninde yankılanırken ona nasıl inanabilirdi peki? “Sadece ne kadar ileri gidebileceğini görmek istedim.” demişti Daniel babasına. “Neler yapabileceğini görmek istedim.” Daniel’ın Charles ve Izzy ile olan dostluğu bir yalan üzerine kuruluydu. Daniel’ın babasının gücünü sınadığı bir yalan üzerine. Daniel babasına karşı çıkmıştı,onun gücünü test etmişti, masum bir insanın ölümüne neden olmuştu. Bay Rose’a göre de bu bir dersti. Sevgili oğluna verdiği bir hayat dersi. “Duygular zayıflıktır.” demişti Bay Rose siyah takımlı adamına ateş emri verirken. Adamın tetiği çekişi, patlayan silahın gürültüsü,babasının kesilen çığlıkları ve Daniel’ın acımasız bir ifadeyle yükselen kahkahaları… Charles onun masum olduğuna nasıl inanabilirdi? Siyah zemini boyayan kanı-babasının kanını- temizlemesi için ona emirler yağdırırken nasıl… Hayır…Hayır. Daniel büyüyünce kötü falan olmamıştı. O hep kötüydü. Ama rolüne öyle güzel bürünüyordu ki kimse onun bir katil olduğuna inanmazdı,gerçeği görenler dışında tabii. Izzy de bu role inananlardandı. Ona göre Danee bir kurtarıcıydı. Babası öldükten sonra içine kapanan küçük kızı hayatta tutan tek şey. Isabella defalarca ona açılmış,defalarca reddedilmişti. Böylece umutsuz aşkını içine gömüp on sekizine geldiğinde malikaneden ayrılmış ve abisini sadece bir kez ziyaret etmişti :Karısı öldüğünde. Felix’i de o zamanlar görmüştü zaten.Bir bebekken. İlerde koyulaşacak olan ipeksi sarı saçları ve gümüş gözleri ile her şeyden habersiz bir bebek. Felix. Yeğeni… Izzy’nin düşünceleri tekrar zihnine dolandı. Charles, Felix’e neden kendisinden bahsetmemişti, bu ne demekti? Eski Izzy bunu abisinin kendisinden nefret etmesine yorardı ama şimdi anlıyordu ki abisi sadece oğlunun acı çekmesini istememişti. Eğer Felix, Izzy’nin varlığını öğrenmiş olsaydı onu sevebilir,ona bağlanır ve Izzy tekrar ortadan kaybolunca acı çeken yine o olurdu. Ne de olsa işler böyle yürürdü. Sevdiklerinizle bağ kurardınız ve bu bağ boynunuza dolanıp sizi boğana dek ne denli ölümcül olduğunu fark edemezdiniz. “Abel…” Felix aniden mırıldanınca Izzy irkildi. Charles ise endişeyle oğlunun elini tutup sıktı. “Felix,oğlum…” Çocuğun elini alıp dudaklarına bastırdı,sıcak nefesinin oğlunun solgun teninde dans etmesine izin verdi. “Canın yanıyor mu?” Felix onu duymuyordu. Yatakta yatan çocuğun tek düşüncesi Abel ile olan buluşmalarıydı. Gizli sığınaklarında ,gözlerden uzakta sadece yarım saat kalabilmişlerdi. Bay Rose’un tehditlerinden uzakta yarım saat… Ancak sonrasında zaten hasta olan Abel yağmurla beraber baygın düşmüş, Felix onu sırtında malikaneye kadar taşımıştı. Çoğu şeyi parça parça hatırlıyordu ve her şeyden öte Abel…O iyi miydi? “Abel…” Felix’in sayıklamaları arasında geçen birkaç dakikada Dr. Quinet içeri girdi. “Doktor…” “Charles, o iyi olacak endişelenme. Elimde ilaç yok ancak bir şeyler yapmaya çalışacağım. Şimdi onu biraz yalnız bırakın da dinlensin.” Lanet olsun. Charles Felix’i hastaneye götüremezdi.Malikane şehir merkezinden oldukça uzaktaki bir arazide kuruluydu. Arabası da yoktu. Bay Rose ise arabalarından birini kullanmasına kesinlikle izin vermezdi. Zaten o pislik adam Felix’e acı çektirerek onu cezalandırdığını düşünüyordu. Charles düşüncelerinden kurtulup belli belirsiz başını salladı ve Izzy ile doktorun peşinden odayı terk etti. Sanırım oğlu için yapabileceği en iyi şey buydu.
Jest bunu başarabilirdi. Bir süre önce malikaneye gelen kadınla beraber Charles ve doktorun odadan ayrıldığını gördü. Saklandığı köşeden usulca çıkarak koridorda birkaç saniye durup etrafına bakındı. Birine yakalanırsa bu iyi olmazdı. Etrafta kimsenin olmadığına kanaat getirdiğinde sessiz adımlarla Felix’in odasına girdi. Perdeler çekilmiş, yatağın yanındaki gece lambasının dışındaki bütün ışıklar söndürülmüştü. Odaya titrek mavi ışığını yayan makinelerden de yoktu. Zavallı Felix… Nazik adımlarla çocuğun yanına ulaştı. Jest, Felix’in kendisini sevip sevmediği konusunda emin olamıyordu. Çoğu zaman Abel’ı desteklese de Jest, Felix’in kendisinden nefret etmediğini düşünüyordu. Onu da seviyordu. Hayır! Hayır şimdi olmazdı. Aniden başına saplanan ağrıyla yere çöktü. Şimdi hayal göremezdi. Elleri hafifçe titrerken hızla paltosunun cebinden cam şişeyi çıkardı ve yataktan destek alarak ayağa kalktı. Zihni acıyla parçalanırken hafifçe eğilip ellerinin titrememesine özen göstererek şişeyi çocuğun dudaklarına bastırdı. Bir yudum olacak şekilde nazikçe ilacı ona içirdi. Daha sonra geri çekilip şişeyi cebine koydu ve son bir kez Felix’e bakıp odadan çıktı. Ucuz atlatmıştı. Sonrasında Felix gerektiğinden daha hızlı kendini toparladığında herkes şaşıracaktı. Özellikle de Bay Rose. Ve kimse bilmeyecekti… Jest o gün kendini gizli kahraman ilan etti. Hiç kimse bilmeyecek olsa da onlar iyileştikten sonra sanırım bu pek de önemli değildi. Ama içten içe onların bunu bilmesini isterdi. Onları sevdiğini… Jest sevmenin,sevilmenin ne demek olduğunu bilmediğini düşünürdü…Peki kalbinde yayılan bu sıcaklık da neyin nesiydi o zaman? Her ne kadar sevgisi narin bir çiçek gibi ilerde solacak olsa da… Baharı bekleyebilirdi değil mi? *** Blanie sonunda yüzündeki sargılardan kurtulacaktı. Heyecandan titreyen ellerini birbirine bastırarak beklemeye devam etti. Hemşire babasını getirecek ve Blanie’nin sargılarını çıkaracaktı.Sadece biraz daha beklemeliydi. Birazcık daha… Babası ve hemşire gelmeden önce yağmurun melodik sesini,rüzgarın çığlığını dinledi. Yağmuru her zaman sevmişti. Yağmur yağdığı zamanlar gökyüzünün yas tuttuğunu düşünürdü. Acaba bugün kimin için ağlıyordu? Kapı gıcırdayarak açıldığında Blanie hafifçe ürperdi. Gelmişlerdi. “Merhaba,tatlım.” “B-baba…” “Buradayım sakin ol. Sen… Hazır mısın?” Blanie yavaşça başını salladı. Eğer yağmur bu kadar şiddetli yağmasaydı belki babasının güçlükle yutkunduğunu duyabilirdi. Ian tekerlekli sandalyesini ileri doğru sürerek kızının yatağına yaklaştı. “Blanie, ne olursa olsun sen benim biricik kızımsın. Bunu unutma.” “B-Bu ne demek…” Ian uzanıp kızının titreyen ellerini tuttu. “Seni seviyorum,tatlım.” “B-baba?” Ian yatağın karşı tarafında dikilen hemşireye bakıp hafifçe başını salladı. “Şimdi sargılarını çıkaracağım,Blanie. Lütfen geriye yaslan ve sakinleş,canın acımayacak.” Blanie kadının yumuşak sesindeki tınıdan rahatsız olarak arkasına yaslandı. Babasının ona söylemediği şey neydi? Gizlemeye çalıştığı şey… Blanie yüzü havayla temas ettiğinde derin bir nefes aldı. Sargılı elleriyle yüzünü yoklamak istiyordu ama bunun yerine ellerini birbirine kenetledi ve dumanlı gözleriyle babasına baktı. Babasının yüzündeki ifade gözlerinin dolmasına yetmişti. Zoraki bir gülümsemeyle gerilen yüz hatları,kederli gözleri… Bir cevap beklercesine bakışlarını yanında dikilen hemşireye çevirdi. Kadının yüzündeki tiksinti ifadesini yakalamak ise sandığından daha kolay olmuştu. Ellerini yavaşça yüzüne götürdüğü sırada babası ona engel oldu. Şimdi adamın gözlerini süsleyen yaşları görebiliyordu. “B-baba?” “Blanie…” “Baba! Ayna…Bana bir ayna getirin!” “Yapma…” Blanie bakışlarını kadına çevirdi. “Bana bir ayna getir!” Kadın hafifçe başını eğip odadan çıkarken Blanie şiddetle titreyen ellerini yatak örtüsüne geçirmişti. Babası onu sakinleştirmek için uzanıp omuzlarından tuttu. “Sakin ol,Blanie!” “Bana ne oldu!” Şimdi gözyaşları biçimsiz suratında ilerliyordu. “Bana ne oldu, baba!” “Sakin ol,lütfen…” Blanie babasının omuzlarını sıkan kollarından kurtulmak için çırpındı, bacaklarını örten örtüsüne tekmeler savurdu ve yumruklarını babasının göğsüne indirdi. “Baba…” Birkaç dakika sonra hemşire elinde bir aynayla içeri girdi. Kızın yüzüne bakınca normalde bu görevi yapması gereken stajyer doktorun bugün neden izin aldığını anlıyordu. Hemşire yüzünü buruşturmamak için büyük çaba göstererek aynayı kızın eline bıraktı. Blanie aynaya bakmak için tüm cesaretini topladı. Ve bunu başardığında nefesi kesildi. Yanıklar,dikişler,soyulmuş bir deri ,kabarcıklar ve kısacık beyaz saçlar… Öğürdü. Aynanın hala elinde olduğunu fark ettiğinde de sanki elini yakan bir alev topuymuş gibi aynayı acılı çığlığıyla karşısındaki duvara fırlattı. “Blanie!” Babası kızına tekerlekli sandalyesinde olabildiğince yaklaştı ve ona sıkıca sarıldı. “Bu ben değilim!” Blanie nefes almaya çalışarak hıçkırdı. “İstemiyorum…Böyle olmak istemiyorum!” “Tamam,tamam…Her şey düzelecek,tatlım.” “İstemiyorum…” Blanie gözyaşları yağmura eşlik ederken gökyüzünün kimin için yas tuttuğunu anladı. Gökyüzü bugün aynadaki yaralı kız için ağlıyordu. Kendisi için.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.