Bir İnsan Hükümdarı’nın Günceleri - Türkçe Çevrimiçi Oku
Yukarı Çık




Sonraki Bölüm   2 


           
‘Bir barbarın kral olmasındansa Merkezi Ovalar’ın çökmesini yeğlerim’. Konfüçyüs’ün antik sözlerinden bir alıntı…
 ……
 Wang Chong dünyadaki görevini biliyordu! Ulaştığı bu uzay-zaman düzleminde, ‘Merkezi Ovalar’ın gerçek manada yok olacağını düşünmemişti!
 Üstelik, bu manzaraya bizzat şahit olacağı aklının ucundan bile geçmezdi!
 Gökler yanıyor, diyar sarsılıyordu. Sayısız cesedin etrafa dağıldığı, devasa dağlar oluşturarak okyanusları doldurduğu bir manzaraydı. Akan taze kanlardan kızıl bir nehir oluşmuştu. Hatta Wang Chong, Merkezi Ovalar’da yaşayan sayısız vatandaşın cesetlerinden yükselen ölüm aurasını bile hissedebiliyordu.
 Farklı bir taraftan ise, sayısız yabancıdan oluşan bir süvari ordusu akın etmekteydi.
 Bu süvarilerin nereden geldiğini kimse bilmiyordu. Neden bu dünyayı yok etmek istedikleri ise bir soru işaretiydi. Bildikleri tek şey şuydu: On yıl önce, ölüm auralarıyla kaplı bu yabancı süvariler ansızın ortaya çıkmış ve yalnızca birkaç yılda bütün imparatorlukları yerle bir etmişlerdi!
 Yabancı süvarilerin ortaya çıkmasıyla birlikte çöküş yaşayan dünya, sarsılan uzayın altında ezilmişti! On milyonlarca canlıdan geriye sadece bir grup kemik kalmıştı!
 O esnada, Wang Chong’un liderlik ettiği grup, dünyada kalan ve düşmana karşı koyabilecek güce sahip olan son gruptu!
 Wang Chong’un yönettiği grup, geniş ovaların merkezinde kalan son orduydu. Gölden yükselen yabani bir ot misali sonlarını bekliyorlardı.
 Yıllar yılı yaşadıkları zorluklardan sonra artık hepsinin kalbi çelikten bir parçaya dönmüştü. Yine de, kaderin onlar için belirlediği bu anda, titremeden edemediler.
 Hüzün, acı ve çaresizliğin iliklerine sızdığı o sırada, kendilerine acımıyorlardı. Bunlar, arkasında duranlar, Wang Chong’un son kardeşleriydi ve önlerinde, Merkezi Ovalar için, evim dediği yer için yapacakları son savaş vardı!
 “General, sizi yarı yolda bıraktığım için beni affedin!”
 “General, olayların bu raddeye gelmesi sizin suçunuz değil! Siz elinizden geleni yaptınız!”
 “Bizim için üzülmeyin! Hepimiz ölüme hazırdık. En nihayetinde, şükürler olsun ki Büyük Tang Hanedanlığı’nı utandırmadık! General, bu hayatta sizin yanınızda savaşmış olmaktan gurur ve onur duyuyorum!”
 “General, umarım kader bir sonraki hayatımda da bana sizi takip etmeyi lütfeder!”
 “Hadi, kahrolası yabancı bozuntuları! Son kez savaşalım! Hahahaah…”
……
 Tanıdık figürler birer birer geçiyor, kahkahayla kükrüyorlardı. Ucu bucağı görünmeyen yabancı ordusuna karşı ufacık bir grup… Korkmadan, sanki ateşe çekilen güveler gibi cenk ediyorlardı.
 “Bu sözlere gerek yok, kardeşlerim. Yakında elbet yeniden görüşeceğiz!”
 Gecenin kasvetli karanlığında kaybolup giden tanıdık figürlere bakan Wang Chong, gözlerinden akan yaşlara engel olamıyordu. Kelebek gibiydi ömrümüz, ertesi günü göremeden yitip gittik.
  Wang Chong bu dünyaya ait biri değildi. Hatta, o kaza olmasaydı, farklı bir uzay-zaman diliminde güneşin tadını çıkardığı, yağmurları keyifle karşıladığı ve üniversite eğitimi tamamladığı o huzur dolu hayatı yaşıyor olacaktı.
  Fakat otuz yıl önce ansızın kendini gösteren gizemli bir yıldız, onu bu dünyaya getirdi; burası Çin tarihinde geçen ve Büyük Tang’ın Merkezi Ovaları olarak bilinen yere çok benziyordu. Yine de bariz farklılıkları sahipti ve Wang Chong, bu dünyaya generaller yetiştiren bir ailenin on beş yaşındaki çocuğu olarak gözlerini açmıştı.
 İhanetlerle, korkuyla dolu bir hayat yaşadı. Buraya ait değildi ve buradaki hiçbir şeyle bağlantısı yoktu.
  Ancak çöken o kıyamet sadece imparatorları yok etmekle kalmamış, aynı zamanda değer verdiği bütün insanları da çekip götürmüştü. Wang Chong bu yaşananlara kayıtsız kalamayacağını biliyordu!
  Ne yazık ki bunu biraz geç fark etmişti.
 Farklı farklı tecrübeler yaşadı. On yıl boyunca hedefsiz, gayesiz ve başı boş bir şekilde gezdiği için gelişimine odaklanamamıştı. Zamanla yaşadığı bir takım tesadüfler ve önceki hayatında oynadığı oyunlarda geliştirdiği stratejik yetenekler sayesinde, imparatorluğun farklı farklı üstatlarının dikkatini çekmeyi başardı.
 Üstatlar birleşerek Köken Enerjileri’ni ona aktardılar ve bu sayede genç adam imparatorluğun gördüğü son Büyük Mareşal oldu. Merkezi Ovalar’ın son umuduydu.
 Yine de her şey için çok geçti. Birçok fırsatı geri tepmiş ve çok şey kaçırmıştı. Bu nedenle, savaşlarda elinden geleni yapmasına rağmen zafer onun için uzak bir ihtimaldi.
  Kederle dolan kalbini dinleyen Wang Chong, yavaş yavaş gözlerini kapattı.
 Ölümden korkmuyordu ama ölmek için doğru bir zamanda olduğunu düşünmüyordu. Hala beklemekteydi. Bir düşmanı vardı; öyle bir düşmandı ki, onu öldüremezse bu dünyadan gözleri kapalı gidemezdi!
 Ah o düşman, her şeyin sorumlusuydu! O olmasaydı, imparatorluk eski gücünü yitirmeyecekti!
 Nefret!
 Wang Chong ondan nefret ediyordu!
 Bu nefret, sadece taze kanla yıkanıp atılabilirdi!
 Ama karşı taraf çok kurnazdı. Kendini kolay kolay göstermiyor ve Wang Chong’a saldırı fırsatı tanımıyordu. Bu kez ise farklıydı; Wang Chong buraya sırf o kahrolası adamı dışarı çekmek için gelmişti. Koskoca düzlüğün ortasında ufacık bir grupla beklemesinin sebebi buydu. Adamın böylesine cezbedici bir yemi görmezden gelemeyeceğini biliyordu.
 Zaten otuz yıldır saklanmaktaydı. Zaferi elde etmeye bu kadar yaklaşmışken, kesinlikle ortaya çıkacaktı!
 “Wang Chong, pes et. Kralla konuştum; boyun eğmeyi kabul edersen, seni bağışlayacak!”
 Aniden uzaklardan bir ses duyuldu.
 Sonsuzluğa uzanan yabancı süvarilerin arkasında, şişman mı şişman bir figürün vücudu belirdi. Gözlerinde açgözlü ve keyifli bakışlar vardı; ancak yakından bakıldığında korktuğu görülebiliyordu.
 Aslında korkak bir adam değildi. Fakat, karşısında duran Wang Chong’un ne denli mucizevi bir adam olduğunu iyi biliyordu. Elinde ciddi bir ordu gücü bulunmamasına rağmen, bu adam kendi birliğinden yüzlerce kat daha büyük birlikleri katletmiş bir adamdı!
  Merkezi Ovalar’ın ordusunu sadece son zamanlarda kontrol etmesine rağmen, sayısız yabancı süvariyi kesip biçmişti.
  Eğer bu adam olmasaydı, otuz yıl boyunca gölgelerde saklanmak zorunda kalmazdı.
 “Hain!!”
 Wang Chong nefretle alevlenen gözlerini açarak şişman adama baktı. Eğer onlara yardım edecek ve onlara rehberlik sunacak biri olmasaydı, bu yabancı süvariler nasıl olur da kısa sürede imparatorlukları alt edebilirlerdi?
 Her şey bu adamın başının altından çıkmıştı!
 “Hehe, Wang Chong… Merkezi Ovalar’ın Savaş Tanrısı’ndan daha azını beklemezdim! Wang Klanı’ndan çıkma bir veledin bugünlere geleceğini ve Büyük Mareşal olacağını kim düşünebilirdi ki! Gerçek, insanı hayrete düşürüyor! O yaşlı bunaklar otuz yıl önce seni seçmiş olsaydılar, Wang Klanı hala ayakta duruyor olabilirdi. Kim bilir, belki de Merkezi Ovalar umudunu bile yitirmeyebilirdi! Ama artık her şey için çok geç!!”
 Adam keyifle konuştu.
 “Wang Chong, benden sana bir tavsiye. Yetenekli bir adamsın ve imparatorun dediklerini biliyorsun; boyun eğersen, hayatın bağışlanacak! Üstelik, seni onlardan biri yapmaya bile tamam dedi! Ne düşünüyorsun?”
 Ama Wang Chong bu sözleri duymamış gibiydi.
 “Kangya Luoshan!”
 Wang Chong kükredi. Kederi o denli büyüktü ki, adeta gözlerinden fırlayıp yükseliyordu. Onca zamandır beklediği fırsat nihayet gelmişti. Sonunda, bu alçak herif ortaya çıkmıştı!
 “Benimle birlikte, Büyük Tang’ın topraklarına gömüleceksin!!”
 Titreyen toprağın heybetli sesleri altında, Wang Chong’un mızrağından mucizevi bir ışık hüzmesi fırladı. O sırada, gökyüzünde sanki bir güneş daha belirmiş ve onu gören herkesi kör etmişti.
 “Geri çekilin! GERİ!!”
…….
 Rüzgar esiyor ve Wang Chong’u gören binlerce yabancı süvarinin kalplerindeki korku filizleri yeşeriyordu. Bir okyanus dalgası misali geri çekildiler.
 “Yüce Kahin’i koruyun!”
 Yabancı süvarilerden bazıları harekete geçti. Kangya Luoshan’ın etrafını sardılar ve etrafı ışıkla, kara ateşlerle çevrelediler. Ancak geç kalmışlardı.
 Boom! Süpernovalara taş çıkartan bir ışık hüzmesi göklerden inişe geçti ve semanın rengarenk tebessümünü yerle bir etti. Yüzlerce yabani üstadı ve aralarındaki figürleri kendi içine aldı.
 “Sen!”
 Keskin ama kısa süren bir çığlık duyuldu. Luoshan’ın şişman suratı ateşlerin karşısında korkuyla titrerken, adam kaşla göz arasında küllere dönüştü.
 Öldüğü anda bile gördüklerine inanamıştı; Wang Chong’un böyle zor bir durumda onu nasıl öldürdüğünü hala anlayamamıştı.
 Mızrağın karşısında ufacık bir çocuk kadar çaresizdi!
 “Sonunda başardım!”
 Wang Chong belki de bugüne kadar biriktirdiği onlarca duygunun arasında kayboluyor ve vücudu, daha önce varlığından bile haberdar olmadığı bir bitkinliğin pençesiyle boğuşuyordu!
 Baba, anne ve Merkezi Ovalar’da can veren bütün ruhlar; artık huzur içinde yatabilirsiniz!
  Wang Chong yaklaşan ölümün karşısında gülüyordu; vücudunu delip geçen sayısız mızrağa rağmen suratındaki sakin ifadede herhangi bir değişim olmadı.
 Boom! Son anda, dantianını yaktı ve toprağa doğru giderken yanındaki binlerce süvariyi de beraberinde götürdü…
 Efsanelerde, bir insanın son anı ebediyen sürer derlerdi. Meğerse, efsaneler doğru değilmiş!
 Kederle gülümseyen Wang Chong’un kalbine sükunet hakimdi.
 Yıllar yılı omuzlarına yüklenen o görevlerden nihayet kurtuluyordu. Fakat acıyan kalbine bir merhem bulamamıştı. Büyükbabası, büyük amcası, ebeveynleri, en büyük kardeşi, ikinci kardeşi, kuzenleri ve…
 Ah! Keşke o zamanlar dünyaya karşı kayıtsız olmasaydı!
 Keşke doğru zamanda uyansaydı da, ailesini ve evini koruyabilseydi!
 Ama çok geçti!
 Bütün sevdiklerini ve sevdiği her şeyi kaybetmişti!
 Onu sevenler ve ona değer verenler artık yanında değildi!
 Keşke! Keşke bütün bunlara en başından başlayabilseydi de, daha iyi bir insan olsaydı. Ancak, artık bunları düşünmenin bir anlamı yoktu! Her şey için çok geçti!
 Artık Çin’in Merkezi Ovaları, yabancı süvarilerin dört nala koştuğu av toprakları olacaktı. Bundan bin yıl sonra kimse Yanhuang diye bir ırkın varlığını bilmeyecek ve Büyük Tang ismini anımsamayacaktı.
 Wang Chong nefretle, pişmanlıkla ve kederle doluydu.
 “Böyle olmamalı! -------“
 Wang Chong’un gözlerinden pişmanlık yaşları akıyordu. Bir şansı daha olsaydı; bütün bu pişmanlıklarını düzeltebilseydi; her şeyini vermeye razıydı! Bütün benliğini bu davaya adamaya hazırdı!
 Boom!
 Bu düşünceler zihninde şekillenirken; göklerin derinliklerinden yıldırımın kükremeleri duyuluyordu. Wang Chong’un vücudunda kalan son hayat ışığı yitmek üzereyken, aniden bir yıldız ortaya çıktı. Kuyrukluydu…
 Bu… Bu kuyruklu yıldız, onu Büyük Tang’a getiren yıldız değil miydi?
 [Kullanıcı uyandı. Kaderin Gücü aktifleşiyor!-----]
 Nereden geldiği belli olmayan, duygulardan tamamen arınmış mekanik bir ses duydu.
 “Kaderin Oğlu! O adam, Kaderin Oğlu! DURDURUN!!------“
 Karanlığın içinde duran sayısız yabancı süvariden panik ve korku dolu çığlıklar yükseliyordu. Ölüm bile bu yabancı yaşam formlarını böylesine korkutamazdı!
 Ama Wang Chong yaşananlardan bihaberdi. Karanlığın kucağına yuvarlanan Wang, hiçbir şey göremez oldu.
……
 “Sana neden ötediyarlı diyorlar?”
 Belki bir dakika, belki de sayısız yıl geçmişti; geçen zamanı takip edemeyen Wang Chong, aniden uyanıverdi ve kulağına meraklı bir fısıltı çalındı. Fısıltı hem uzaktan hem de yakından geliyor gibiydi ve gümüşi çanlar kadar cılız, bir o kadar da masum ve yetişkinlikten uzaktı.
 Sanki göle düşen bir taş parçası gibi, Wang Chong’un bilinci dalgalanmaya başladı.
 Kimdi? Bu ses kime aitti?
 Hani bir insan öldüğünde hiçliğe karışıyordu? Peki ya o halde, neden kulağında bir ses yankılanıyordu? Yoksa… Bu bir illüzyon muydu?
 “Hmph!”
 Wang Chong yaşananlara anlam vermeye çalışırken, kulağına hoşnutsuz bir ses daha çalındı. Wang Chong tepki veremeden önce, vücudu sarsılmaya başladı.
 Bir parmak!
 Bir parmak vücuduna bastırıyordu!
 Wang Chong hemen durumun farkına vardı.
 Bu işte bir iş vardı! Öldükten sonra nasıl olur da kişinin bilinci, hala bir vücuda sahip olabilirdi ki?
 Tabii…  Gerçekten ölmediyse, o zaman başkaydı!
 Veng! Bu düşünceye kapılmasıyla birlikte vücudu baştan aşağı titredi. Zar zor da olsa gözlerini açtı ve çok geçmeden berrak bir ışıkla karşılaştı.
 Artık karanlığın içinde değildi. Aydınlık manzaranın yakınlarında, ona hoşnutsuz ve memnuniyetsiz bir şekilde bakan, dudaklarını büke büke sitem eden on yaşında bir kız çocuğu duruyordu.
 “Sana beni görmezden gelmemeni söylemiştim!”
 Kız çocuğu ufacık parmağıyla bir kez daha Wang Chong’u dürttü.
 “Küçük kardeşim?!”
 Wang Chong gördüklerine inanamıyordu. Hilali andıran kaşlara, parlak gözlere ve bir tutam kızılın karıştığı naif bir tene sahip olan bu kız; giydiği gümüş-kırmızı deriden pantolanlarıyla yeşimden bir heykele benziyordu.
 Fakat, güneşe doğru bakan ve ikiye ayrılmış örgülü saçları, muzipliğini net bir şekilde ortaya koymaktaydı. Bu küçük kız çocuğu… Küçük kardeşinden başka kim olabilirdi ki?
 İyi de, küçük kardeşi çoktan ölmemiş miydi…
 Wang Chong boş boş ona baktı. Bir anlığına tepki veremedi.
 Ölmemiş miydi? Son anını hatırlıyordu; Kangya Luoshan’ı öldürmek uğruna sayısız düşmanın arasına atılmıştı. Peki o zaman, küçük kardeşini nasıl görebiliyordu?
 Ayrıca, kardeşi ufacıktı. On yaşındaki haline çok benziyordu ve Wang Chong, ondan sadece beş yaş büyüktü. Küçük kız kardeşi on yaşında olduğuna göre, o zaman Wang Chong…
 Wang Chong kollarını kaldırdı ve onlara baktığında, bir çift cılız ve beyaz kolla karşılaştı. Hatırladığı manzara bu değildi.
 Ne diyeceğini bilemiyordu. Yoksa… Yoksa hayata geri mi dönmüştü?
 Hem mutluluk hem de kaygılı düşünceler içerisindeydi. Biraz da korkuyordu.
 “Küçük kardeşim, beni çimdikle.”
 Wang Chong aniden konuştu.
……

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


Sonraki Bölüm   2 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.