Black Snowflake - Türkçe Çevrimiçi Oku
Yukarı Çık




17   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   19 


           
  Bugün büyük gündü. Eğer Galzz ‘ı yenersem bana kılıç alacağını söylemişti. Kendime çok güveniyordum. Artık çabalarımın sonuçlarını almak istiyordum. Onu beklerken kılıcımla konuşuyordum.
“Başarıcaz! Bugün onu yenicem! Yapabilirim!”
Kendimi motive etmek için çabalarken sesini duydum.
“Bir kılıçla konuşanı da ilk defa görüyorum.”
  Yüzümün kızardığını hissettim. Ona dönüp kendimden emin bir şekilde konuştum.
“Ben hazırım. Hadi başlayalım.”
  Ciddi bir suratla önüme geçti. Sonra bana elinde tuttuğu tahta kılıcı uzattı.
“Bence bu dövüşü tahta kılıçlarla yapalım. Yaralanabilirsin.”
  Sinirlenmeye başladım. Ama sesimi kontrol edip sakince cevap verdim.
“Beni hafife mi alıyorsun? O kadar güçsüz mü görünüyorum?”
  Kaşlarını biraz daha çattı. O soğuk ve ciddi ifadesi değişmeden konuştu.
“Seni hafife almıyorum. Şuan seni rakibim olarak gördüğüm için ‘bir kız olarak sana acıyacağımı düşünme olabildiğince ciddi dövüşeceğim o yüzden bir yerlerin kırılabilir' demeye çalışıyordum.”
  Bir anda irkildim. Kararımı çabuk verdim. Fark etmeden o küstah gülüşü yeniden yapmıştım.
“O tahta kılıcı atabilirsin. Oyuncak silahlarla daha fazla oyun oynamak istemiyorum. Eğer beni küçümsersen bunu sana ödetirim.”
“İyi. Dövüşün kuralları basit. Kim diğerinin kılıcını düşürürse ya da onu küçükte olsa yaralamayı başarırsa kazanır.”
“Tamam. Başlayalım o zaman!”
  Kılıcı sıkıca tuttum. Derin bir nefes aldım. İlk saldırıyı o başlattı. Kılıcın gelen gücüyle sarsıldım. Savunma pozisyonuna geçtim. Kılıcı zayıf noktalarıma doğru savurup duruyordu. Hepsinden kaçınmayı başardım. Saldırılarından kaçıp ilk atağımı yapmak istiyordum. Ama hiç açığı yoktu. Saldırıları kuvvetli ve uyumluydu. Zar zor nefes almaya fırsat buluyordum. Yorulma belirtisi bile göstermiyordu aksine ben daha çok stres oluyordum. Sırtımdan gelen soğuk terleri hissettim. Böyle kazanamazdım. Dövüş uzadıkça ayakta durmam zorlaşıyordu. En son ki atağından kılıcını sallamadan bedenimle sıyrıldım. Onun dediği gibi kız olmanın bir avantajı da bedenimin hafif olmasıydı. Eline ayağımla sert bir darbe indirdim. Ama hiç bir şey olmadı. Geri çekilip ben saldırdım. Saldırımı karşılayıp beni yere itti. Gerçekten çok güçlüydü. Bir an umutsuzluğa düştüm. Yerden yuvarlanarak ayağa kalktım. Karın kısmına doğru hızla koştum. Beni diğer eliyle tutup arkasına savurdu. Arkamı ona dönmeden ayağına yerden bir hamle yaptım. Ondan da kurtuldu. Dişlerimi sıktım. Yanaklarımdan süzülen terleri hızla elimin tersiyle sildim ve doğruldum. Bir kez daha kılıcımı ona doğrulttum. O da pozisyonunu aldı. Aynı anda koşup kılıçlarımızı tokuşturduk. Ellerim titremeye başladı. Geri çekildim ve tekrar saldırdım. Kılıcı kulağımı sıyırdı. Döndüm ve omzundan kuvvet alıp kafasına tekme attım. Diğer eliyle ayağımı avucuna alıp beni yere savurdu. Kılıçsız elimi yere bastırıp dengesiz bir takla attım. Sandığım kadar kolay olmayacaktı. Belki akşama kadar böyle sürebilirdi. Ama pes etmeyecektim. Tekrar ona koştum bu sefer tuzak saldırı yaptım. Beline tekme atacak gibi yapıp kılıcı ayağına saplayacaktım. Ne yapacağımı anladı. Ayağını çekip kılıcının tersiyle karnıma vurdu. Bir kaç adım geri çekildim. İstemsizce elim karnımdaki acıya gitti. Ona baktım ve gülümsedim.
“Bu yara sayılmıyordur herhalde?”
“Hayır. Ben buna sıyrık bile demem.”
“İyi. Ben daha pes etmedim.”
“Etseydin bundan sonra seni tanımıyormuş gibi davranırdım.”
  Bu sefer ikimizde gülümseyerek kılıçlarımızı doğrulttuk birbirimize. Yine koşup kılıçlarımızı tokuşturduk. Bir kez daha sahte bir vuruş yapmaya karar verdim. Bu sefer iki tuzak koyacaktım. Kılıcı düz bir şekilde karnına doğrulturken ayağına basacak gibi yapacaktım.
“Aynı saldırı iki kere işe yaramaz Rin!”
  Gülümsedim. Ayağını kaçındırmasını bekledim. Saldırıya kanmıştı. Ayağının yerini değiştirirken bakışları aşağı baktığı sırada kafamla sertçe çenesine vurdum. Geriye doğru adım atarken hiç beklemeden havada duran kılıcımı iki elimle tuttum ve saniyeler içinde kılıcına sapladım. Kılıç darbesiyle elindeki kılıcı düşüreceğini zannederken kılıcının çatlayıp küçük bu kısmının düştüğünü fark ettim. Çok şaşırdım. Bu mümkün müydü? Glazz da bana baktı. O da bunu beklemiyordu. Bir kaç saniye kılıca bakakaldık. Sonra Glazz doğrulup kafamı okşadı.
“Aferin Rin. Sen kazandın. Bu saldırıyı beklemiyordum. Saldırı ve stratejilere çok çalıştığın belli oluyor.”
“Ama seni yaralamadım. Kılıcı da düşürmedim. Bu adil mi?”
“Sen bunlardan daha iyi bir şey yaptın görmüyor musun? Bu kılıçlar çok kullanılmış eski antrenman antikaları. Şövalyeler bunları idmanlarda kullanırlar. Hırpalanmış olsalar da öyle çabucak kırılmazlar. Sen bu hale getirdikten sonra bu kılıcı  tek bir darbeyle güçlü bir insan ikiye bölebilir. Deneyelim mi?”
  Yüzüne baktım. Kılıcımı aldı ve iki eliyle tutup çatlak yere güçlü bir şekilde vurdu. Kılıç ortadan ikiye ayrıldı. Sonra döndü ve kılıcımı verdi.
“Gördün mü? Ben sana saldırsam bile kılıç buna dayanamazdı. Yani bir savaşta olsaydın çoktan kılıçsız bir düşmanı kolayca alt edebilirdin.”
Gözlerim parladı. Avuçlarıma baktığımda kızarmış olduklarını ve kılıcın kabzasının izini bütün parmaklarımın sardığını gördüm. Kazanmıştım. Sonunda istediğime ulaştım. Ona döndüm.
“O zaman hadi beni kılıç dükkanına götür.”
“Hemen şimdi mi istiyorsun?”
“Evet! Şimdi!”
“Tamam. Beni takip et.”
  Emirlerinden nefret ediyorum seni ihtiyar! Gülümseyerek ona baktım.
“Tabi ederim.”
  Beni arka bahçeye götürdü. Ne yaptığını anlamıştım. Küçük kulübeye girdik. Burayı hem depo olarak kullanıyorduk hem de Glazz atını burada tutuyordu. Atına biraz yem verdi ve onu okşadı.
“Bununla mi gideceğiz?”
“Belli değil mi?”
“At arabası tutsak olmuyor mu?”
“Parasını ödeyecek misin?”
“Yürüyerek gidelim.”
“Yürürsek dükkan çoktan kapanmış olur.”
  Somurttum. Atları pek sevmiyordum. Hatırladığım anılarımın birinde bir midilli saçımı yemeye çalışmıştı. Ayrıca sırtlarının rahat olduğu pek söylenemezdi. Uzaktan onları izledim. Glazz atın eyerini bağladı. Onu dışarıya çıkardı. Bende arkalarından onları takip ettim. Ata bindi bana da elini uzattı. Elinden yardım alıp arkasına oturdum. Bana yandan bir bakış attı.
“Sıkı tutun. Gidelim oğlum!”
  Ona vurmamıştı bile ama at onun emriyle hızla yola çıktı. Bir süre ara sokaklardan geçtik sonra geniş meydana çıktık. Burası farklı bir yerdi. Genişti ama etrafta hiç satıcılar yoktu. Bir sürü mağazayla ve at arabalarıyla doluydu. Ama Plomeria Meydanı buradan daha farklıydı. Orada hiç mağaza yoktu. Bir çok satıcı ve esnafıyla pazar yerini andırıyordu. Etrafıma bakındım. Halk hala taç giyme töreni için hazırlıklarla meşguldüler. Evlerin çatılarında duran insanlar balonlar ve süslemeler asıyorlardı. Her yer aynıydı. Nereye gitsek telaşlı insanlar vardı. At birden durdu. Glazz indi. Sonra arkasından ben atladım. Ahşap bir binanın önünde durduk. Dışarıdan çok kasvetli görünüyordu. İçeriye girince içinin daha farklı olduğunu anladım. Bir çalışan zırhları siliyordu. Sonra bizi görünce elindeki bezi bırakıp yanımıza koştu.
“Buyurun bayım. Ne istersiniz?”
“Kılıçlara bakmak istiyoruz.”
Sonra kasadaki sakallı yaşlı bir adam birden bize döndü. Boynunda asılı duran gözlüğü taktı.
“Komutan Glazz! Bu siz misiniz?”
Glazz gülümsedi. Kasa tarafına doğru yürüdü.
“Uzun zaman oldu Lavender. Daha emekli olmadın mı?”
“Evet. Hala bu eski yerdeyim. Sen neler yapıyorsun? Bu yanındaki kim?”
Hemen eğildim ve selam verdim. Kendimi tanıttım.
“Ben Rin. Glazz ‘ın otel çalışanıyım bir de kılıç öğrencisiyim.”
  Onların bana şaşkın bakışlarını fark ettim. Ben de onlara tuhaf bir şekilde baktım. Sonra Lavender denen adam sertçe koluma vurdu.
“Haha! Beni soylu falan mı zannettin? Önümde neden böyle eğiliyorsun? Ne tuhaf bir öğrencin var Glazz.”
Bir anda Japonya ‘da olmadığımı hatırladım. Biraz utanmıştım. Glazz konuyu değiştirince rahatladım.
“Bugün beni ilk kez yendi. Ona kılıç alacağıma söz verdim. Bana en iyi kılıçlarını getir Lavender.”
“Tabiki. Bir dakika bekleyin. Depoda çok iyi kılıçlarım var.”
  Etrafa bakındım. Her yer de zırhlar, silahlar, kalkanlar vardı. İçerisi dışarıya göre daha aydınlıktı. Sonra bizi karşılayan çalışanın tekrardan işini yaptığını gördüm. Adam geri geldi. Elinde iki kılıç kını vardı.
“Bunlar bu dükkandaki en iyi kılıçlardan biridir.”
Elinde yeşil kına sahip kılıcı açtı. Kabzasında ve balçağındaki zümrütler oldukça dikkat çekiciydi. Kılıç çok parlak ve kalındı.
“Bu kılıç uzak bir ülkeden gönderilen son derece değerli bir kılıçtır. Efsaneye göre eskiden ejderha avlayan bir kral bu kılıcı tam 5 yıl boyunca ülkenin en iyi kılıç ustasına dövdürmüş. Ne düşünüyorsunuz?”
“Rin kılıcı taşıyan sen olacaksın. Dikkatli karar ver.”
“Bunun bana göre bir kılıç olduğunu sanmıyorum. Bu kadar gösterişli bir kılıç istemiyorum. Gövdesi çok kalın. İnce ve zarif bir kılıç bana daha uygun.”
  Lavender kılıcı kınına soktu ve kenara koydu. Diğer kılıcı kınından çıkardı. Bu kılıç diğerine göre daha sadeydi. Kabzası siyah renkti. Hiç mücevheri yoktu. Balçağı kalındı ve işlemeliydi. Sadece Kılıcın üzerinde sarı renk desenler vardı.
“Bu kılıç ise eski bir Kızıl Ay Şövalyeleri birliğinden askerin kılıcıydı. Büyük savaşta cesedini 3 kişi parçalayarak ölmüş. Bu kişinin arkadaşları eskiden kılıcında bu desenlerin olmadığını ve o öldükten sonra ortaya çıktığını söylüyorlar. Bazıları ruhunun kılıcının içinde olduğunu söylüyor. Çok iyi ve sevilen bir askermiş. Bu kılıçla bir çok görevi kazanmış. O yüzden bunun değeri de fazla.”
“Hımm. Açıkçası bu kılıç lanetli bir kılıca benziyor. Dışarıdan güzel gözüküyor ama gövdesi yine çok kalın. Bu kılıçta bana pek uygun değil. Ben hikayeleri olan özel kılıçlar istemiyorum. Kılıcımın kendi hikayesini yazmak istiyorum.”
  Lavender durdu ve sakalını kaşıdı. Kılıcı kınına koydu.
“O zaman sana kılıçların yerini gösteriyim ve sen seç. Buradaki kılıçlar genelde çalışmalar için ya da resmi askerler için alınanlar. Bazıları kullanılmış ama çoğu eski ve kullanılmamıştır. Hepsi birbirine benzer. Beni izleyin.”
  Kafa salladım ve onu takip ettim. Arkamdan Glazz ‘da geldi. Bizi kılıç dolu olan başka bir odaya götürdü. Durdum ve etrafa baktım. Bana yakın olan taraftan tek tek kılıçları inceledim. Kını sade ve ince olanları açıp gövdelerine de baktım. Başka bir kılıçla ilgilenirken kılıçların en arkasında duran tozlu bir kılıç gözüme çarptı. Diğer kılıcı bırakıp yerine koydum. Arkada duran kılıcı aldım ve tozlarını elimle sildim. Bu kılıcın kabzası işlemeliydi, oymaları hem zarif hem güzel duruyordu, ucunda aslan figürü vardı. Ayrıca inceydi. Balçağın orta kısmında siyah yakut, balçağın iki tarafında ise kükreyen aslan figürü vardı. En çok bunu sevmiştim. Kılıç görüntüsüyle bile güçlü olduğunu belli ediyordu sanki.
“Kararımı verdim. Bunu istiyorum.”
Glazz kılıcı birden elimden aldı. İncelemeye başladı.
“Himm. Güzel. Kullanışlı gibi duruyor. Hem çok ağır da değil. Kullanırken fazla yorulmazsın.”
“Senin görüşüne ihtiyacım yok. Zaten bunu seçtim. Sen sevmesen de umurumda değil.”
“Seni küstah velet -“
“Öyleyse ben dışarı çıkıyorum. Sen ödemeyi yaparsın.”
“Bana mi ödeteceğini söylüyorsun?”
“Sen demiştin ya ilk maaşınla alırsın. İlk maaşım hala sen de olduğuna göre...”
Ellerimi kaldırıp omuz silktim. Dışarıya çıktım. Kapıda hiç beklemediğim biriyle karşılaştım.
“Sen burada ne yapıyorsun?”
“Seni takip ediyorum.”
Bunu nasıl böyle umursamazca söyleyebilir?
“Sen ciddi misin? Gerçekten bu şövalyelerin hiç işi yok mu?”
Dudaklarını büzdü bilmiş bir ifadeyle konuştu.
“Seni takip etmek zaten işimin bir parçası. Bana hesap sormaya devam edersen seni buna pişman ederim. Unutma Kraliçe sana güveniyor olabilir ama ben hala güvenmiyorum.”
Kaşlarımı çattım. Ona bir süre dik dik baktım.
“Sana her şeyi açıklarsam ve beni normal bir insan gibi dinlersen bana inanacağına söz veriyor musun?”
“İnsan gibi derken? Sen beni ne cüretle aşağılarsın!”
Derin bir iç çektim.
“Bak. Çok çabuk sinirlenen bir yapın var. Senle düzgünce konuşan birini kılıcınla tehdit etmiş birisin. Bunu hiç normal bir insanın yaptığını görmedim.”
  Gözlerinin seğirdiğini görüyordum. Dişlerini sıkıp bana ürkütücü bir ifadeyle bakıyordu. Ama dostum ben bu bakışlara çoktan alıştım. Glazz çalışmalarımı azalttığımı gördüğünde ya da mutfakta fazladan yemek gediğimi gördüğünde bile bana daha korkunç bakıyor.
“Çok konuşuyorsun. Senin gibi bir insanın etrafta böyle kaygısız yürüdüğünü görünce daha çok sinirleniyorum.”
“Bence yakın zamanda bir doktordan sakinleştirici haplar istemelisin. Bu şekilde hep gergin yaşamak çok zor olmuyor mu?”
Onu daha çok sinirlendirmiştim. Kılıcı kınından çıkarttığı sırada yanına kapüşonlu bir adam geldi ve onu durdurdu.
“Rodel bunu yapmamalısın. Gitmemiz lazım. Zaten şuan Komutan Glazz ‘la birlikte. Kötü bir şey yapmasına o engel olur.”
Onun elini itti. Bana döndü. Tam o sırada Glazz yanımıza geldi.
“Rodel? Luis? Burada ne işiniz var? Hala görevde misiniz yoksa?”
Şaşkınlıkla Glazz ‘a baktım.
“Sen onların görevinin beni izlemek olduğunu biliyor muydun?”
“Evet. Bunu bilmemem tuhaf olmaz mı? Merak etme. Tek görevleri bu değil. Sadece haftada bir kere seni kontrol etmeye geliyorlar. Çoğu zaman oteldesin zaten. Çocuklar artık gidebilirsiniz Rin benimle.”
“Hadi Rodel başka işlerimiz de var. Bugünlük bitti.”
“Luis sen birliğe geri dön benim işim daha bitmedi. Komutan Glazz izin verirseniz bu kızla konuşmam gerek. Bana söylemesi gereken şeyler var.”
Glazz bana baktı. Ben kafamı iki yana doğru salladım. Ama bana alaycı bir sırıtışla yanıt verdi.
“Çok da önemli değil. Sen beni bir casus olarak görsen de benim için pek fark etmez. Beni öldürmeye çalışan birinin güvenine ihtiyacım yok.”
Glazz bana yeni kılıcımı uzattı. Bir anda mutlulukla kılıcıma sarıldım. Glazz konuşmaya devam etti.
“Tamam Rodel. Ama eve gidelim. Orada konuşuruz. Ayrıca böyle birinin gerçekten casus olacağına mı inanıyorsun. Bütün gün benim gözetimim üstündeyken aylarca hiç bir şey yapmadığı halde. Buna sen de şahitsin. O sadece çalışmalarına odaklanıyordu.”
Rodel iç çekti.
“Tamam otelde konuşuruz. Ama onu şimdi bırakamam. Bir çok olaya karıştı. Ayrıca bu kılıç eğitimini orduya sızıp kötü kullanmak istediği için de öğrenmiş olabilir.”
“Her zamanki gibi çok şüphecisin Rodel.”
  Atlara binip otele geldik. Sonra Rodel 'le bahçedeki ağacın altına gittik. Ona anlatmaya başlamadan önce sadece beni dinlemesini ve sinirlenmemesini tembihledim. Koluma birden bir bilezik taktı. Mavi renk boncukları olan bir bilezikti.
“Bunu bana yaşlı bir büyücü verdi. Yalan söylediğinde bilezik rengini değiştirecek. Tamamen seni test etmek için aldım.”
  Bilezikle oynarken kafa salladım sonra başımdan geçenleri tek tek ayrıntılı bir şekilde anlattım ona.
“Bak bu söylediklerimin hepsi o gün buraya geldiğimde yaşadıklarım. Sana yalan söylemiyorum. Ailemin üstüne yemin ederim. Ayrıca bunları senden başka kimseye de anlatmadım. Nasıl ortaya çıktığımı sadece sen biliyorsun. Glazz hafızamı kaybettiğimi zannediyor. Lütfen onlara bunları söyleme. Daha onlara anlatmak için hazır değilim. Beni kendilerinden uzaklaştırmalarını ya da benden korkmalarını istemiyorum.”
“Yanılıyorsun. Bunu ben ve Kraliçe biliyor.”
“Kraliçe nereden biliyor? Heh! Tabi ya...”
 Bileziğin hiç renginin değişmediğini gördü. Derin düşüncelere dalmış gibiydi. Biraz durdu ve bir süre konuşmadı.
“Yani bir anda ortaya çıktın ve bütün bunları yaşadın. Peki hiçbir şey hatırlamadığın doğru mu?”
  Durdum. Bunu da anlatsam mı? Benden daha çok şüphelenebilirdi. Kim böyle bir hikayeye inanır? Kolumdaki bileziği kendi yararıma kullanabilirdim. Anlatırsam hiçbir şeyi kaybetmezdim. Bana inanmayıp karşı çıksa bile, bana asla zarar vermezdi. Çünkü Kraliçe’ye çok sağdık. Onun emirlerine itaatsizlik etmezdi. Bir süre düşündüm.
“Hey! Beni duymadın mı! Sana bir şey soruyorum!”
“Bunu sana anlatıp anlatmamak konusunda kararsız kaldım. Eğer anlatırsam benden daha çok şüphelenirsin diye korkuyorum.”
“Eğer anlatmazsan sana işkence ederim.”
Ona dik dik bakıp derin bir nefes aldım.
“Şiddetle her şeyi halledemeyeceğini öğrenmen gerek.”
“Sana anlat dedim!”
“Tamam bir oyun oynayalım. Eğer sen kazanırsan anlatacağım ama ben kazanırsam bir daha sormayacaksın.”
Saçlarını hızla kaşıdı. Kaşları olduğundan daha çatıktı.
“Çocuk gibisin ama seninle daha fazla tartışamam. İyi. Ne oynayacağız? “
Kararsız kaldığımda hızlı karar verip işe yarayacak en iyi şey aklıma geldi. Ona taş kağıt makası öğrettim. Diğer dünyada bunda çok kötüydüm. Ama yeni öğrenen birine kazanırım diye düşündüm. Taki o beni yenene kadar. Alaycı bir gülümsemeyle yüzüme baktı.
“Seni dinliyorum.”
“Nasıl söylesem? Bana inanmayabilirsin. Çünkü ben de bazen inanamıyorum. Bazen anılarımı küçük parçalar halinde hatırlıyorum. Hatırladığımda kulağıma bir şarkı melodisi geliyor. Her hatırladığımda bu oluyor. Nedenini bilmiyorum.”
“Yani hafızanı her hatırladığında bir şarkı duyduğunu mu söylüyorsun? ”
“Evet. Neden cümlelerimi tekrarlıyorsun? ”
Konuşurken yüzüme değil hep bileziğe bakıyordu. Sanırım nedenini anladım. Söylediklerimden emin olmak içindi.
“Devam et. İlk başta nerede, ne hatırladığını anlat bana.”
“Sanırım ilki gece vakti. Gördüğüm rüyamdaydı.”
Birden mavi boncuklar siyaha döndü. Rodel yüzüme baktı.
“Sanırım yanlış hatırlıyorum. Ne zamandı? İlk gün! Evet! İlk gün otelden çıktığımda duymuştum!”
Sonra bileziğin rengi tekrar eski haline döndü.
“Ben de çalıştığından şüphe ediyordum. Söylediklerin o kadar mantıksız ki. Ama çalışıyor gibi görünüyor.”
“Her neyse o zaman o şarkıyı ilk duymuştum. Ama hiçbir şey hatırlayamamıştım. Bir dakika! Eskiden denize çok gitmek istediğimi arkadaşlarıma söylüyordum ama onda da şarkı yoktu. Hımm. Bu tuhaf. Canı isteyince mi bana şarkı söylüyor?”
“Sana kim şarkı söylüyor? Sesini hatırlıyor musun?”
“Hayır. Bu ses birinin sesi değil. Kendi sesimmiş gibi. Kafamın içinden geliyor.”
“Peki bana gördüğün bütün anıları anlat.”
  Derin bir iç çektim. Artık bileziğe değil yüzüme bakıyordu. Ona her şeyi anlattım. Şarkının sözlerini, ailemi, arkadaşlarımı, hayallerimi, korkularımı... Beni dikkatle dinledi. Bilezik hiç rengini değiştirmedi. Bana inandığını hissettim ama hiç bunu belli etmiyordu. Beni dinlemesinden ve yaşadığım dünyayı merak etmesinden, kendimle ilgili sorular sorarken bana inandığını hissettim.
“Biliyor musun? Geldiğimden beri kimseyle böyle konuşmamıştım. Her şeyi içimde saklamak çok zordu. Defalarca birilerine söylemek istesem de bir şey beni durdurdu ve yapamadım. Ama şimdi sana bunları anlattığım için çok rahatladım. Beni görevin olduğu için dinlediğini biliyorum ama yine de teşekkür ederim.”
  Bana tuhaf bir şekilde baktı. Sanki ona ilk kez biri teşekkür etmiş gibiydi.  Gülümsedi. Sonra birden suratı tekrar o ciddi ifadesini aldı.
“Önemli değil. Zaten bu görevimdi. Yani artık yeni anıların geldiğinde de bana anlatmak zorundasın. Seni daha iyi tanırsam iyi biri olduğuna inanabilirim. Artık bir casus olmadığını biliyorum. Şüphelerim gitti. Çünkü bu eski dünyada mı her neyse orada da silahşor olmak istiyormuşsun diye bu kadar güçlüsün. Bazı sorularım vardı ama onlarda yanıt buldu. Seni izlemeye devam etmeliyim. Hala kraliçenin neden seni bu kadar önemsediğini bilmek istiyorum.”
“Onu bende bilmek istiyorum. Bulursan bana da söylersin.”
Ayağa kalktı.
“Bir komutan olduğumu her defasında unutan biriyle karşılaşmamıştım. Benimle resmi bir şekilde konuşman gerek.”
Ben de ayağa kalktım. Alaycı bir tavırla sözlerimi yeniledim.
“Neden beni öldürmek isteyen birine saygı duyayım ki?”
“Artık öyle bir düşüncem yok. Ama herhangi bir şüpheli hareketinde tekrar böyle düşünebilirim.”
“Bu söylediklerimiz aramızda kalsın. Kraliçeye de söylemeyin lütfen.”
 Bana baktı ve hiç düşünmeden cevap verdi.
“Tamam. Bir sır olacak ama bunları Kraliçeye anlatmam lazım. Onun emirlerinden dışarı çıkamam. Merak etme ayrıntıya girmeden anlatırım.”
“Gerçekten de ne sağdık bir kö- komutansın! Haha!”
  Bana kötü bir bakış attı. Atının eyerini tutarken konuştu.
“Yakında tekrar görüşeceğiz.”
Sonra aklıma birden kavga ettiğimiz gün geldi kolunu tuttum.
“Beni dinle! Sana her şeyi anlattım. Şimdi hatalarının farkına vardın mı? Bana casus dedin. Bundan daha da önemlisi çok kaba davrandın. Attığın tekme yüzünden günlerce acı çektim.”
Kafasını kaşıdı. Bana doğru yürüdü. Yüzünden mahcup olduğunu görebiliyordum. Sanki beni döven o sert adam bu konuşmadan sonra yok olmuştu ve yerine nazik biri gelmiş gibiydi. Bu ifadelerini onda ilk kez görmüştüm.
“Haklısın. Ben hatalıydım. Sana öyle davranmamam gerekirdi.”
Kollarımı birbirine kenetledim. Ona beklentiyle dolu baktım. Yüzümdeki gülümseme bu değişiminden memnun olduğumu yansıtıyordu.
“Ve başka ne söylemek istiyorsun?”
Gözlerini gözüme dikti.
“Özür dilerim. Artık masum olduğunu biliyorum. Yaptıklarım için özür dilerim. Ve... Şimdi gitmeliyim.”
Mutlu olmuştum. Benden özür dilediği için değil. Dürüst ve samimi olduğu için...
“Tamam seni affediyorum. Artık bana daha iyi davranmalısın.”
  Atına doğru yürüdü. Bir kez daha bana baktı ve atına bindi. Giderken arkasından baktım. Bugün güzel bir gündü. Mutluydum. Uzun zamandır kalbimde ağırlığı artan bu olayları birine anlatıp rahatladığım için... Beni dinleyen ve bana inanan birine sahip olduğum için...
  Hava kararmaya başlamıştı. İçeriye girdim. Yeni kılıcımı arkadaşlarıma gösterdim. Bir günüm daha sona erdi Galina ‘da. Acaba geriye kaç günüm kalmıştı? Biliyordum. Her şeyin bir başlangıcı varsa sonu da vardı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


17   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   19 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.