___ Yılın ___ Günü Terörle Mücadele Birimi taktik ekibinden bir DGSE(1) agent’in(2) günlüğü. Hava açık, akşam vakti, ay küçülme evresinde. Gökyüzü gri, siyah bir fare ortalıkta koşuşturuyor. Sıçanların en soylusu, karanlığın olabildiğince griliğinde ilerliyor. Ağzımdaki pipoyu tüttürürken ayı seyrediyorum. Tembelliğimin keyfini dahi çıkaramıyorum. Piponun tütünü bittiğinde sanırım gideceğim. Ayrıldıktan sonra, yavan ayak seslerimin ardından, arkamda bıraktığım yolda ölüm, cesetler, kan ve kazalar dağılmıştı.
___ Yılın ___ Günü Terörle Mücadele Birimi taktik ekibinden bir DGSE agent’in günlüğü. Hava yağmurlu, gece yarısı, ay küçülme evresinde. Bunları, sıçanın mahzeninden sürünerek çıktıktan sonra yazıyorum. Tuğla otelin çatısı aktığından bir yerlerden suyun pıtırtı sesi geliyor. Yatak başımdaki fenere rağmen halen o kadar karanlık ki şarabımı dahi göremiyorum. Yazmakta sıkıntı çekeceğimi biliyorum ama şimdilik bunun bir önemi yok. Olanları olabildiğine çabuk yazmak istedim. Yaklaşık iki saat önce, hükümet karşıtı örgüt ’Mayıs Devriminin’ gizli mahzenindeydim. Görevim tamamlandı. Üstlerimin görüşlerine göre sonuçlar mükemmeldi. Ancak ben operasyonun başarılı olduğunu tüm kalbimle onaylayamıyorum. Mahzene adım attığımda, tüm üyeler içerideydi. Gerçi, sonuç olarak içerideki kişi öldü. "İçerideki kişi" yazdım çünkü örgütün tek üyesi oydu. Genelde Faunus adını kullanan hükümete karşı isyandan sorumlu liderle savaştım. Güçlüydü ve elinin altında gizli bir silah bulunduruyordu. Tamamen kendi yarattığı yapay yetenekli yaşam formu Siyah No. 12. Yerçekimini kontrol eden ve tüm fiziksel saldırıları etkisiz hala getirebilen bir canavardı. Faunus, yaşam formuna yalnızca talimatlar vererek kontrol edebiliyordu. Bu sefer istihbarat ekibimiz muhteşem iş çıkardı. (Keşke hep böyle olsa) Talimatların metal tozunu solumasıyla verildiğini biliyordum bu yüzden tek yapmam gereken metal tozu üreten aleti yok etmekti. Siyah No. 12, komutlarından serbest kalarak sanki hipnozdan kurtulmuş gibi bilinç kazandı ve yaratıcısı Faunus’a saldırdı. Kan donduran bir manzaraydı. Siyah No. 12’nin avuçları içinde tesisin yarısı, Faunus’un bedeninin üst yarısıyla beraber yok oldu. Sonrasında bayılan Siyah No. 12’yi taşıdım. Şu anda bu ucuz otelde uyuyor. Acaba ona ne olacak? Hükümet tarafından imha edilir mi? Üşüyorum. Ve şöminedeki ateş nedense çok uzakta geliyor.
___ Yılın ___ Günü Terörle Mücadele Birimi taktik ekibinden bir DGSE agent’in günlüğü. Hava açık, öğle vakti, doğu rüzgarları kuvvetli esiyor. Bunları yazarken kalın bir palto, kulaklıklar, kürk eldivenler ve ek giysiler giyiyorum. Biraz önce kafede irtibat ajanıyla konuştum. Tesiste, Siyah No. 12’ye nasıl davranıldığı hakkında bilgilendirildim. O kadar şaşırmıştım ki üç kez aynı soruyu tekrar ettim. Anlaşılan hükümet Siyah No. 12’yi değerli bir actif olarak görüyor. Faunus’un bekçi köpeği olduğundan kafasını bir takım hükümet karşıtı devreler kazınmış. Onu casus olarak eğitmeliymişim. Eğitimi ve denetimi bana bırakıldı. Ben mi öğretmen olacağım? Başarabilir miyim ki? İşimiz bize diğer işler gibi bağlantılar kurmamıza imkan tanımaz. Arkadaşlar ve sevgililer ajanlar için zayıflık olabilir. Sanırım ailem ve eski sevgilim hapisteyken vefat etti. Benim gibi birisi rehberlik edip öğretebilir mi? Bilmiyorum. Ama ya yapabilirsem? Birisi için, vatanım için ve yeni edindiğim arkadaşım için geçmişimle adımı ardımda bıraktım ve sadece bir kod adıyla yaşamaya başladım. Yine de bu fikri düşünürken kalbimin heyecanla çarptığını görünce şaşırdım. Yaşamımın ve ölümümün bir sonraki nesillere asla aktarılmayacağı bir gerçek. Öldükten sonra beni bekleyen tek şey isimsiz, yıpranmış bir mezar taşı. Fakat ölmeden önce birisine bir şeyler bırakabildiğim sürece sorun değil. Bana verilen ilk görev, Siyah No. 12’ye yeni bir kod adı vermekti. Çoktan karar verdim: Paul Verlaine. Eskiden ailemin bana verdiği gerçek adım... Paul, bu notları okuduğunda sırrını öğrenme vaktin gelecek. Ve bu vaktin sana lütuf getirmesi için tüm kalbimle dua ediyorum.
___ Yılın ___ Günü Terörle Mücadele Birimi taktik ekibinden bir DGSE agent’in günlüğü. Hava bulutlu, gece yarısı, yeni ay. İnanamıyorum. "Asil Ormanın Sırrını" çözmeyi başardım. Orada dehşet verici bir canavar yatıyor. Verlaine’in içinde-
(Bu paragraftan sonra sayfa yırtılmış, okunması imkansız.)
...
Gökyüzünde küçük kalan ay mavi alacakaranlıkta süzülüyordu. Hareket eden trenin içinde Mori Ougai yatıyordu. Pencerenin dışındaki karanlık orman, mavi gecenin altında yapraklarının hışırtısıyla birbirine fısıldıyordu. Uzakta, Yokohama’nın şehir ışıkları binlerce ışık yılı mesafesindeki yıldızlar gibi yanıp sönüyordu. Trende bitmek bilmeyen ahşap oturaklar dışında hiç yolcu yoktu. Mori Ougai, mahmurlukla başını sallarken omuzlarını pencereye dayadı. Gözlerinin altındaki siyah torbalar ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Suikastçıdan kaçıyordu. Arabayla kaçarsa yakalanabileceğinden endişe duyuyordu. Peşinde Avrupa hükümetinin eğittiği olağanüstü bir casus vardı. Dikkatli olması gerekiyordu. Bu yüzden tüm treni istasyonuyla beraber satın aldı. Ayrıca yolculuğun güvenlik kameralarının kayıtlarını silerek sanki hiç trende değilmiş gibi görünmesini sağladı. Yarın sabah, belirlenmiş güvenli eve varacaktı. Kabinlerin içinde çalan bir anonsla tren, yavaş yavaş durarak sonraki istasyona yaklaştı. Şüphe uyandırmamak için bu yolculuğun olabildiğince normal olması gerekiyordu. Tren, belirlenen saatler içerisinde durup hareket edecekti. Tek fark, kimsenin trene inip binmemesiydi. Tren istasyona yanaştı. Mori Ougai gözlerini kapalı tuttu. Açtığında güvenli bir yerde olacaktı. Ya da belki hiç uyanmazdı. Gelecekte olacakları yalnızca Tanrı bilirdi.
...
"Y-yardım et! İndirin beni!" Çığlık sesi geceye karıştı. "İndireyim mi? Neden?" Narin bir ses cevap verdi. Kuru rüzgar yüksek binanın etrafında esti, seslerini de beraberinde götürdü. Kule vincin üstündelerdi. Kule vinç, inşaat malzemelerini binanın tepesine taşımak için tasarlanmıştı. İkisi, Yokohama’nın şehir manzarasının gökle birleştiği noktada, en tepedelerdi. "Sanki seni bağlayıp yürüyemeyecek kadar dövmüşüm gibi konuşuyorsun. İnmek istiyorsan istediğin zaman gidebilirsin." Zarif sesin sahibi Verlaine’di. Demir vincin ucunda rahatlıkla oturuyor, güzel gece manzarasını seyrediyordu. "Aptallaşma! Bir insanın buradan öylece aşağı inmesi mümkün değil!" N dört ayak üzerinde çelik çerçeveye yapışmış, beti benzi atmıştı. Başını biraz kaldırsa rüzgarla beraber uçardı. Vücudunu dengede tutmak için yapabileceği tek şey buydu. N’yi tesisten kaçırdıktan sonra Verlaine vince tırmanmak için yerçekimini kullandı. Yayalar cennetiymiş gibi gayet normal bir şekilde vincin yanından yukarıya doğru yürümüştü. "Güzel bir yer, değil mi?" Verlaine tatlı sesiyle konuştu. "Özel konuşmamız için ideal." N, Verlaine’e bakamıyordu bile. Terli elleriyle çelik çerçeveye tutunmaya odaklanmıştı. "Ne... ne bilmek istiyorsun?" Nefesi tükenmiş gibi sesi güçsüz çıkıyordu. "Asil Ormanın Sırları hakkında bildiklerini anlat." Soğuk, güçlü rüzgar aralarından esti. Ancak rüzgar, Verlaine’in vincin tepesine kadar yankılanan narin sesini biraz olsun kesmemişti. "Anlatmam." N çömelmiş halde Verlaine’e baktı. "Hayatım o bilgiye bağlı. Sana söylersem işlevimi yitirmiş olurum. Beni öldürürsün." "Seni her türlü öldüreceğim zaten." Verlaine cebinden bir armut çıkarıp ısırdı. N’nin yüzü dondu. Verlaine ayağa kalkıp gözlerini N’ye dikti ve kuru, buz gibi bir sesle konuştu, "Biliyor olman lazım. Asil Ormanın Sırları, Faunus’un yapay yetenekli yaratı kılavuzunun son bölümü için attığı başlıktı. Kılavuz hükümetin ellerinde olsa da inceleyebildim. Son bölüm, altıncı sayfa çıkarılmıştı. Muhtemelen kasıtlı olarak saklıyorlar. Ama sen, kılavuzu casusun teki sayesinde çaldın bu yüzden son bölümün içeriğini görmüş olmalısın. Anlat bana, Asil Ormanın Sırlarının altıncı sayfasında ne yazıyordu?" "İçinde ne yazdığını şimdi söylesem bile..." dedi N, sertçe. "Bana inanır mıydın?" "Dediklerine bağlı." "’Başından beri kılavuzun son sayfası kayıptı bu yüzden hiçbir şey bilmiyorum’ desem bana inanmazdın sanırım?" N bakışlarını indirdi. "Sayfa kasten çıkarılmıştı ve benim de bir şeyler yapmam lazımdı. Sayfanın yerine geçebilecek bir şey ayarladım sadece." "Dalga geçmeyi kes." "Ölüm kalım meselesiydi. Ne söylediğimin bir önemi yok. Hatta bunları söylediğime bile şaşırdım." Verlaine ölmekte olan bir böceğe bakıyor gibi bakışlarını N’ye indirdi. Sonra tek bir kelime ederek N’ye yaklaştı. "Anlıyorum." Ve ayakkabı tabanını hafifçe N’nin omuzlarına bastırdı. "B-bekle!" N, batan bedeniyle iskeleye tutunmak için çaresizce mücadele etti. "Gerçekten bilmiyorum! Bilen tek kişi bölümü çıkaran adam! Rimbaud adındaki casus çıkarmıştı!" Verlaine aniden durdu. "Ne dedin?" "Rimbaud raporu hükümete teslim etmeden önce o bölümü çıkarttı. Yazanları bilen tek kişi oydu. Fransız Hükümetindeki ajanlarımızdan birisi doğrulamıştı. Gerçekten hiçbir şey bilmiyorum!" "Rimbaud mu...?" Verlaine ayağını indirdi, uzaklara daldı. "İmkansız. Benden bir şey saklamazdı." N, kendini toparlarken derin bir nefes alarak Verlaine’e baktı. "Başkalarının aklından ne geçtiğini kimse bilemez." "Bu, onun için geçerli değildi. Bana güvenirdi." Verlaine’in bakışları havada takıldı. "Bana verilen ad ’Siyah No. 12’ ile tanınırdım. Kod adım, orijinal ismimi Rimbaud değiştirdi. İsimleri değiştirdik. Onun fikriydi." Verlaine şapkasını çıkardı. Kenarında Rimaud’un ismi dikiliydi. "Güçlüydü. Rimbaud, organizasyonumuzda gücü benimkiyle denk tek yetenekliydi. Ortaktık. Hatta... bana yakın arkadaşı olduğumu bile söylemişti. Açıkçası onur duymuştum." Verlaine üstünde yayılan geceye baktı ve devam etti, "Ama... aslında onu hiç sevmiyordum." Verlaine’in yanından soğuk rüzgarlar esti. Yıldızlar sessizce parıldadı. "Onu... sevmiyor muydun?" Verlaine soğuk gözlerle N’ye baktı, şapkasını geri geçirdi. "Sanırım biraz fazla konuştum." Bunları söyledikten sonra Verlaine sanki ilgisini kaybetmiş gibi bakışlarını N’den çekti. "Sormak istediğim birkaç şey daha vardı ama meşgulüm. Hala halledilmesi gereken acil işlerim var. Dazai-kun hazırlıklarını bitirmeden son hedefimi öldürmeliyim. Döndüğümde kaldığım yerden devam edeceğim. O zamana kadar gece manzarasının tadını çıkar." Ve arkasını dönüp yürümeye başladı. "B-bekle! En azından beni buradan indir!" "Seni indireyim mi?" Verlaine ardına döndü, keyifle N’ye baktı. "Aşağı inmekte serbestsin. Gayet basit. Adımlarını birer birer atman yeterli." N’nin yüzündeki kan çekildi. Verlaine arkasına bakmadan yürüdü, silueti yerde ve gecenin karanlığında kayboldu.
...
Trenin sürücüsü, önündeki karanlıktan gözünü ayırmayarak ellerinden birini dümende tuttu. Emektar sürücü 27 yıldır trenin makinistliğini yapıyordu. Yağmur, çamur hatta Dünya Savaşında yağan bombalara aldırış etmeden elini o dümenden çekmemişti. Ve tüm bunları yaşayan bir adama göre bile bugünün işi biraz sıra dışıydı. Öncelikle işvereni, demir yolu şirketini bir geceliğine satın almıştı. Satın alınanların içinde trenler ve hizmetleri de dahildi. İkincisi, treni geçici olarak çalıştırılması söylenmişti. Trene binmesine izin verilen tek bir yolcu vardı. Konuyu patronuna açtığında ise "Treni sür yeter, soru sorma" demişti. Sonra devam etti, "Kaçarsan peşinden kötü şeyler gelir." Sürücü, dikkatini bir kez daha önündeki manzaraya çevirdi. Ağaçlar karanlığa gömülmüştü. Farlarından parlayan sarı ışık, gümüş tren rayları yolu süslüyordu. Trenin ilerlediğini gösteren tek işaret buydu. Muhtemelen patronunun söyledikleri doğruydu. Ne de olsa şeytanın yuvası Yokohama’daydı. Her şey yaşanabilirdi. Yalnız yolcuyla konuşmaya dahi kalkışmadı. Konuşsa bile elde ettiği tek şey göğsünden kopan kafası olurdu. O sırada, okyanusun derinliklerindeymiş gibi dipsiz karanlıkta kıpırdayan bir şey gördüğünü sandı. Eğitimli gözleri kıpırtıyı uzaktan yakaladı. Hayvan mıydı? Yok... Ağaçlar mı hışırdıyordu? Hayır. Birisi vardı. Raylarda birisi duruyordu. Fren kolunu hızla çekerken "Kahretsin." diye düşündü. Sıkıştırılmış hava serbest kaldı ve tren vites düşürürken şiddetli metalik bir ses çıkardı. Ama yeterli zaman yoktu. Tren adama çarpacaktı. Ama duran kişi treni durdurdu. Tren, arabayı dahi havaya uçuracak muazzam bir güçle çarptı. Vagon raylardan çıktı ve sanki çekilmiş gibi ormana devrildi. Yıkılan demir yılan etrafındaki toprağı oydu ve durmadan önce birkaç ağacı devirdi. Figür, Verlaine, kazayı seyrederken küçümsermiş gibi gülümsedi. Treni hemen dibinde durdurmasına rağmen üzerinde tek bir çizik dahi yoktu. Mori Ougai’nin içinde bulunduğu vagona doğru yürüdü. Yere gömülmüş vagonların üstünden atlayıp alev almaya başlayan elektrik sistemini geçtikten sonra hedefine ulaştı. Mori Ougai yüzüstü yatıyordu. Tüm tren altüst olmuş; duvarlar zemine, tavan ise duvarlara dönmüştü. Sırtı Verlaine’e bakıyordu ve tamamen hareketsizdi. Altında, kan göleti yavaş yavaş birikiyordu. Verlaine öncesinde hedefinin yeteneğini araştırmıştı. Eski bir ajanın bulamayacağı hiçbir sır yoktu. Mori Ougai böyle bir kazaya dayanabilecek yeteneğe sahip değildi. "Çok kolaydı." Verlaine hedefine yaklaşırken mırıldandı. Cesedi kontrol etmeden ayrılmak gibi aptalca bir hatayı asla yapmazdı. Hedefinin ölü mü diri mi olduğunu kontrol eder ve canlı kalmaları gibi pek olası olmayan durumları hızla hallederdi. Verlaine Mori Ougai’nin bedenini çevirdi ve gözlerine inanamadı. Ceset Mori Ougai’ye ait değildi. Daha önce hiç görmediği bir adamdı. Mori Ougai kılığına girmek için kıyafetler giyip peruk takmıştı. Ancak Verlaine hazırlıklarında dikkatsizlik etmemişti. Önceki istasyona gizlice kamera kurmuş ve Mori Ougai’yi kayıtlardan izlemişti. Durumunu anlamak için bedeni tuttuğunda, göğsüne aniden bir el bastırıldı. "Çok kolay." Verlaine güçlü bir geri tepme yeteneğiyle itildi. Pencere camını kırdı ve küflü yaprakların üzerine düştü. Sırtı ağacın birine çarpana kadar yerde yuvarlandı, yolda toprağı dağıttı ve birkaç ağaca çarptı. "Kötü değil..." Verlaine elini ağacın gövdesine dayayarak ayağa kalktı. Giysilerinden toprağı silkelerken düşündü. Zar zor gördüğü yüz ve ellerinden çıkan tepki kuvveti... muhtemelen Liman Mafyasında itme yeteneğine sahip Hirotsu Ryuurou’du. Dublördü. Mori Ougai güvenlik kameralarını biliyordu ve dublörle yer değiştirmeden önce kendisini kasıtlı olarak kameralara göstermişti. Yani birisi Verlaine’in suikastçılık girişimini önceden anlamıştı. Bu ülkeye geldiğinden beri ne yapabileceğini tahmin edebilecek kadar yetenekli tek bir kişiyle karşılaşmıştı. "Hey, Verlaine-san!" Ters dönmüş trenin üstünde küçük bir figür oturuyordu. "Dazai-kun" dedi Verlaine, ayaklarına düşen şapkasını aldı. "’Bilgelik yaşa bakmaz’ diye bir deyim duymuştum ama... hakkını veriyorum, sende zehir gibi akıl var." "Kendin ettin kendin buldun." dedi Dazai sanki Verlaine’i tembihliyormuş gibi bir sesle. "Bu sefer gereğinden fazla kişisel hislerine göre hareket ettin. Bunu yapacağını biliyordum. Neden Chuuya’ya takıntılısın?" "Bir ağabeyin kardeşi için endişelenmesi o kadar garip mi?" dedi Verlaine giysilerindeki çamuru silkeleyerek. "Aslında garip." dedi Dazai. "İlk olarak neden Chuuya’nın kardeşin olduğuna bu kadar çok inanıyorsun?" "Ne?" Verlaine gözlerini kıstı. "Sen de görmedin mi? Üzerinde deney yapılan Chuuya’nın orijinaliydi. İskelete dönüşüp öldü." dedi Dazai, bacaklarını trenden sallarken. "Birebir aynı gözüküyorlardı. Yetenekleri tıpatıp aynıydı. Daha pek çok ortak noktaları da var. Ya yapay yetenekli formu iskeletse ve tek caydırıcı faktörü dayanıklılığı olan Chuuya orijinalse? Kişisel olarak karışmamış birisi olan sen, Chuuya’nın geçmişiyle ilgili yasaklı belgeleri okumuş muydun?" "Olamaz." Verlaine kafasını salladı. "Gizli görevimin hedefinde hata yapacak kadar aptal değilim. Dokuz yıl önce araştırma tesisinden çıkardığım yapay yaşam formunun Chuuya olduğundan eminim." "Belgeleri incelersen anlarsın." dedi Dazai umursamazca. Neyse ki bu sefer araştırma tesisindekiler Chuuya’nın içindeki denklem dizisinin nasıl yeniden yazılabileceğini gösterebilirler. Mafyanın gücünü kullanarak araştırmacılardan birisini yakalarsam denklemde ne yazdığını seve seve sana anlatırım. İşte o zaman Chuuya’nın gerçekte ne olduğu anlarız. Şansına zamanımız çok." "Chuuya’nın insan olduğuna ikna olmuşsun gibi konuşuyorsun." "Oldum zaten." Dazai gülmeden önce iç çekti. "Yapay denklem dizisi böylesine hor gördüğüm bir insanlığı yaratamaz." Verlaine nefesini verdi ve Dazai’ye doğru yürüdü. Adımları, başa bela bir işle uğraşırken attığı adımlar kadar ağırdı. "Bütün bunların neden yanlış anlaşılmadan ibaret olduğunu açıklamaktan mutluluk duyardım ama... Başka bir işin var." Bunları söyler söylemez Verlaine aşağı yuvarlandığı alçak yokuşu tırmanmaya başladı. "İşin, bana dublörünün değil Mori Ougai’nin nerede olduğunu söylemek. Ciddiyim." "Pes etmek istemiyorsun yani?" "Elbette istemiyorum." Dazai gayesizce boşluğa baktı, gözleri belirli bir noktaya odaklanmamıştı ve konuştu, "Demek öyle..." Bunları söyledikten sonra yüzünde pişmanlık dolu bir ifade belirdi, "Senin kaybın." Keskin nişancı mermisi Verlaine’i direkt kafasından vurdu. Bedeni sertçe eğilen Verlaine, yapraklı yokuştan aşağı düştü. Dazai’ye keskin gözlerle bakmadan önce yaklaşık üç kez yuvarlandı. "Keskin nişancı mı? Se-" Konuşmayı bitiremeden başka bir mermi Verlaine’in alnına isabet etti. Neredeyse yana doğru düşüyordu ve dengesini sağlamak için elini yere koydu. "Yeteneğini hedefine temas ettiğinde uygulayabiliyorsun." dedi Dazai, bacakları vagondan sallanırken Verlaine’e baktı. "Yani ancak mermi sana vurunca durdurabilirsin, değil mi? O zaman seni normal mermiden birkaç kat daha hızlı yüksek kalibreli keskin nişancı mermisiyle vurursak, kurşunu yerçekimiyle durdurduğun anda isabet alırsın. Ve-" Dazai sıradan bir şekilde kolunu kaldırdı. Hemen sonra silahlar karanlık geceyi aydınlattı. Yokuşun üstünden ağaçlığın boşluklarına, yaprak yığınının arkasından yüksek ağaçların tepesine; elliden fazla keskin nişancı mermisi Verlaine’i tek seferde hedef aldı. Tüm mermiler isabet etti, Verlaine çığlık attı. Verlaine bedenini yerçekimini kullanarak korurken ağaçların ardına kaçmaya çalıştı. Ama kaçışı sırasında sırtından vuruldu. Kaçınmak ve ateş sahasından çıkmak için bedenini eğse bile bu sefer koruluğun üstünden vurulurdu. Saklanacak yeri kalmamıştı. "Bu kadar kısa sürede... bunca keskin nişancıyı nereden bulmuş?!" Kurşunlar Verlaine’in kıyafetlerini deldi ve derisine kazındı. Kan akıtacak kadar derine inmiyorlardı ama yine de sayıları fazlaydı. Saniyede on mermi, yirmi mermi... dakikalar geçtikçe arttı. Vücudunu saran havanın kendisi sanki düşman saldırısıydı. Verlaine kollarıyla kafasını saklamaktan ve vücudunu küçültmekten başka bir şey yapamadı. "Yanlış düşmanı seçtin, Verlaine-san." Dazai silik bir gülümseme takındı. "Yerçekimine karşı aldığım önlemler kusursuz. Ne de olsa ister uyurken ister uyanıkken, sürekli Chuuya’yı nasıl sinir edeceğimi düşünüyorum." "Sakın beni küçümseme-!" Verlaine kurşun yağmuruna direnirken yakındaki bir ağacı kapıp yerden kaldırdı. "Taş fırlatmaca oyununun beni yenebileceğini mi sanıyorsun?!" Verlaine ağacı kavrayıp fırlatmaya hazırlandı. Ağacı uzakta, karanlıkta saklanan keskin nişancıları ezecek bir mızrak gibi fırlatmayı planlamıştı. Ama elleri ağacı atamadan durdu. Ağaç incelikle parçalara kesildi. "Hoho. Yakından bakınca aynı astlarımdan birisine benziyorsun." Zarif bir kadın sesi koto’nun(3) telleri gibi duyuldu. Ateşi andıran kızıl saçları ve aynı renkte gözleri vardı. Koyu kırmızı elbisesinin rengi, sonbahar ortasında renklerini değiştiren yapraklarınkisine benziyordu. Kadının en dikkat çekici unsuru yanında kimono içinde itaatkar biçimde süzülen maskeli iblisti. İblis uzun boyluydu, uzun saçları vardı ve bir çocuğun boyundaki kılıcı sanki hiç ağırlığı yokmuş gibi taşıyordu. Giydiği altın renkli kimono havada kayboluyor, giysinin altında bir beden olmadığını gösteriyordu. "Ama sen, oğlumuzu sırf kendi keyfin için elimizden almak isteyen bencil bir ağabeysin. Buradan uzuvların kesikken sürünerek kaçarsan seni affederim." Ozaki Kouyou. Liman Mafyasının genç kılıç ustası. Emirlerine itaat eden yetenekli yaşam formu Altın Şeytana sahip güzel bir canavar ve Chuuya’yı kanatları altına alan güçlü bir mafya... Kouyou, parlak kırmızı ve mor kağıt şemsiyesini omuzlarında çevirdi ve sonra döndürerek kabzasını çekti. Parlak, gümüş bir bıçak göründü. Şemsiyede gizlenmiş bir kılıç taşıyordu. "Mafyadan bir yetenekli, huh?" Verlaine canavara benzeyen gülüşüyle gülümsedi. "Ama sadece iki kılıç taşıyan tek bir yeteneklisin. Yerçekimine karşı ne yapabileceğini sanıyorsun?" Verlaine Kouyou’ya doğru atlamaya yeltelenerek zeminde eğildi. "Yalnız olduğumu kim söyledi?" Verlaine’in bedeni battı. Verlaine şaşkınlıkla ayaklarına baktı. Toprak yılan gibi kıvranıyor, bacaklarını yere batırıyor ve sonra üzerlerinde sürünüyordu. Afallayarak bedeninin yerçekimini sildi ve zıpladı. Yakınındaki ağaç gövdesine yanlamasına indi ancak normalde dayanıklı olan kütük bile ayakkabılarının değdiği yerde sıvılaşmaya başlamış, kendisini yutmaya çalışıyordu. "Ne-" Verlaine ileriye sıçradı ama inmeyi planladığı yer, anında açık ağzıyla kendisini bekleyen bataklığa dönüştü. "Hahaha! Kaç delikanlı, kaç! Senin gibi gençler yaşlanmış bana eğlence olsun diye var! Kellenin gövdenden ayrılma vakti geldi!" Ağaçların karanlığından dev bir ağacı andıran iri yarı, tıknaz bir adam çıktı. Bazı yerleri sökülmüş, rengi atmış askeri bir üniforma giyiyordu. Dikiş iğnesine benzeyen agresif saçları, belinde judo kemeri ve ayaklarında uzun tahta sandaletler vardı. Yüz yıllık ağaçlar kadar kalın kollarını göğsünün önünde kavuşturmuştu. Liman Mafyasında bir elit, Dünya Savaşından sağ çıkan asker, organizasyonda "Albay" olarak tanınan adamdı. Kolunu yaşlı bir ağaç gibi kaldırdı, sonra avuçlarını aniden gözlerinin önünde çarptı. O sırada zemin kıpırdadı, toprak sıvılaştı, ağaçlar ve hatta ters dönen tren hep beraber havada duran Verlaine’e doğru ilerledi. "Sıvılaşmış materyalleri kontrol edebilme yeteneği mi...?" Verlaine kendisine ulaşan sıvılaşmış toprağın ilk parçasını tekmeledi ve tam tersi yönünde geri çekildi. Ancak ardından daha fazla sıvılaşmış toprak geldi. Yönünü değiştirmeye çalışsa da üstü de altı da sıvılaşmış topraktı. Yerçekimini dokunduğu yeri patlatmak için kullansaydı daha fazla sıvılaşmış toprak gelir ve etrafını tamamen sarardı. Karşı koyabilmesinin bir yolu yoktu. Üstelik sanki planlarındaki açıklıkları kapatıyormuş gibi, her yerde mafyanın keskin nişancıları vardı. "Tch...!" Verlaine havada tekmeleyip kaçmadan önce az miktarda toprağı yerçekimini kullanarak sertleştirdi. Bunu arayı açmak için yapmıştı. Albay’ınkisi gibi madde kontrol yetenekleri genellikle göremediği şeyleri kontrol edemezdi. Bu yüzden ormanın derinliklerinde saklanmayı ve yer çekimi uyguladığı büyük bir taşı Albay’a fırlatmayı planlamıştı. Fakat Verlaine, eksantrik sayılabilecek bir manzarayla karşılaştı. Önünde bir saat vardı. Saat havada uçuyordu. Normal bir cep saatine benziyordu. Kadranında rakamlar, akrep ve yelkovanı, tacı ve saatin ara yüzünün kenarından dışarı bakan iç mekanizması vardı. Garip olansa, saatin yaklaşık insan gövdesinin büyüklüğünde olması ve Verlaine ile yüz yüze bakması için sürekli çevresinde dönmesiydi. Sayısız yetenek kullanıcısının istihbaratına aklında bulunduran Verlaine hemen saatin tehlikesini fark etti. Takım elbisesinin kolundaki düğmeyi kopardı ve saate doğru fırlatmadan önce ağırlığını onlarca kilogram artırdı. Düğmenin gücü bir binayı yıkacak güçteydi ancak saate dokunmamıştı. Sorunsuz bir şekilde saatin içinden geçti, karanlığın içinde kaybolurken ağaçları parçaladı. "Saati kıramazsın." Yerden melankolik bir ses duyuldu. Verlaine bakışlarını çevirdiğinde, yerde göze çarpmadan oturan genç bir adamı gördü. İki koluyla dizlerini sefil bir şekilde tutmuştu ve Verlaine’e bakıyordu. "Ne yaparsan yap işe yaramaz. O şey ikimiz de dahil herkesi izliyor. Öldüğümüz güne kadar, bir noktada bizi bulup peşimize düşecek. O, hepimizin düşmanı, zaman." Sesi de sıfatı da perişan haldeydi. Giysileri upuzundu, kenarları yıpranmıştı ve saçı aylardır yıkanmamış gibi dağınıktı. Verlaine asıl saç rengini ayırt edemiyordu. Giysilerinin altında kemikleri gözükecek kadar zayıf olan adam Verlaine’e baktı ve yaklaşmasını işaret etmek için parmağını salladı. Akrep ve yelkovan klink sesiyle aynı anda 12’de durdu. Hemen ardından, havada asılı duran saat Verlaine’e doğru ilerledi. Saat, kelimenin tam anlamıyla Verlaine’in göğsüne dokunduğunda göğsünün içine girdi. Verlaine, kaybolan saate temkin ederek bedeni kaskatı kesildi. Hiçbir şey olmamıştı. Görebildiği kadarıyla hiç- Sıvılaşmış toprak Verlaine’in bacağını sardı. Şaşırmış bir şekilde bacağındaki toprağı yerçekimiyle silkti ve etrafına bakındı. Çoktan aradaki mesafeyi açmış olmalıydı. Geldiği noktaya kadar sıvılaşmış toprağın kendisini takip etmesi garipti. Hemen sonra vuruldu. Keskin nişancı silahı tarafından vuruldu, havada yarım dönüş yaptı. Topuğuyla düşmüş yapraklara sürterek yere indi ve durdu. Tuhaf. Mermiler hızlanmıştı. Kurşun bana hızlı vurduğunda yerçekimimi kullanarak durdursam bile yine de makul bir güçle beni vuracaktı. Silahın mermilerini ya da namlularını daha güçlüsüyle mi değiştirdiler? Hayır- Toprak sıvılaştı. Verlaine, zemin kendisini yutmadan önce sıçrayıp kaçtı. Ancak dokunaçlara benzer sıvı toprak hızlanarak peşinden geldi. Verlaine hemen çevresini kontrol etti. Keskin nişancının ateş edişinin şok dalgalarıyla ağacın tepesinden yapraklar döküldü. Yapraklar havada süzülmek yerine direkt yere indiler. Hızlanan saldırıların hızları değildi- "Zaman algım mı... yavaşlıyor?!" "Herkes benden önce ölüyor." Melankolik genç adam, nedeni neyse, keskin gözlerle Verlaine’e baktı. "Kardeşlerim, annem, babam, herkes... Zaman hepsini öldürecek. Ama ben, bu özel gücümle kaçmaya çalışıyorum." Zamanı kontrol edebilen bir yetenek kullanıcısı. İlk defa, Verlaine’in alnından soğuk terler akmaya başladı. Zaman kontrol yeteneğinin güçlü olmasının yanı sıra akıl almazdı. Verlaine’in bildiği kadarıyla dünyada dahi zaman kontrolü hakkında pek rapor bulunmuyordu. Zaman kontrol edebilen, bu dünyanın temel mantığına aykırı düşen, yeteneklilerin listesinin başında eski yetenek kullanıcısı mühendis H.G. Wells vardı. Yetenekli silah ’Kabuk’u yaptıktan sonra ortadan kaybolmuş ve dünyada en çok tanınan teröristlerden birisi haline gelmişti. Zaman kontrolü, dünyanın temel kurallarıyla oynayabilir ve bu kuralları istediği gibi yeniden yazabilirdi. Kozmik bakış açısına göre zaman ve uzay denktir. Zaman kontrol yeteneği, dünyayı değiştirebileceği için Verlaine’in yerçekimi yeteneği kadar büyük bir tehdit oluşturuyordu. Mafyanın saldırıları yavaşlayan ve durgunlaşan Verliane’e doğru ilerledi. Kurşunlar, bıçaklar ve sıvılaşmış toprak... Kaçınmak için hareket edemezdi. Denese bile sanki deniz altında hareket ediyormuş gibi olurdu, çevresindeki zaman yavaşlamıştı. Verlaine’in yüzü soldu.
...
Dazai silahların aydınlattığı ve delik deşik ettiği ormana tembelce baktı. Serin gece melteminin tadını çıkarırken yüzünde kaygısız bir ifadeyle cehenneme dönen savaş alanını seyretti. "Dünyanın mantığı bu işte." dedi Dazai, melodik bir sesle. "Mutlak gerçek şu ki hangi dönemde olursa olsun doğaya uyum sağlanmalıdır. Bu dünyada grup, bireyden daha güçlüdür. Bir yetenekli gruptan daha güçlüdür ve..." Dazai, patlamalar yanaklarına huzurlu bir esinti gibi ulaşırken gülümsedi... "...bir grup yetenekli, tek bir yetenekliden daha güçlüdür."
...
Verlaine yer çekimini maksimum seviyeye getirdi. Zaman kontrol yeteneğinin ötesine geçen bir güçle savaş alanıyla arasına mesafe koydu. Kemikleri sınırlarını aşan ani ivmeyle çatırdadı. Gözlerinin önünde yaşanan bu krize rağmen Verlaine soğukkanlılığını kaybetmedi. Henüz o kadar çaresiz değildi. Düşmanın saldırılarından uzak durarak mümkün olduğunca geri çekilmesi gerekiyordu. Sonra ayaklarını yere basar, yerçekimini kullanarak yeteneklileri tek tek öldürmek için mermileri geri fırlatırdı. Zafer onun olacaktı. Geriye üç yetenekli kalmıştı. Bu kadarıyla bile güçleri arasındaki fark- Aniden derisi kanamaya başladı. Verlaine giysisinin kollarının içine baktı. Kıyafetlerinin içine sıkışan derisi soyuluyor, altındaki eti ortaya çıkarıyordu. Ancak çok az kanama vardı ve acıyı neredeyse hissetmiyordu. İçgüdüsel olarak yere indi. Yere değdiği an topuğundaki deri soyuldu, ayaklarındaki sümüksü histen anlamıştı. Ama yine de acı hissetmiyordu. Yeni bir yetenekli saldırıyordu. Gerçi hemen gerçek halini görmüştü. Verlaine’in verdiği nefes beyaza döndü ve kirpiklerinde beyaz kristaller oluşurken cildi dondu. "Dondurucu sevgimizle kucaklaşalım. Buz kesmiş çiçekler açtıkça, parçalanırken kavuşalım." Zarif bir çığlığa benzeyen melodik sesli yeni bir yetenekli ortaya çıktı. Uzun, beyaz saçları, beyaz şalı, buz gibi nefesi ve göğsünde takılı kırmızı gülü vardı. Kadın ne zaman nefes alsa çevresindeki ağaçlar donuyor, çatlıyor ve özsularının donup genleşmesi yüzünden parçalara ayrılıyordu. Verlaine hemen anladı. Ortamı soğutan bir yeteneği vardı. Az önce derisi dökülmüştü çünkü giysileri ve ayakkabıları düşük sıcaklığa maruz kalmıştı. Böylece hareket ettiğinde derisi soyulmuştu. Kadın, bedenini anında dondurabilirdi. Eti ve kemiklerinin buz kesmesi fazla sürmezdi. Yeteneği fazla tehlikeliydi. Saldırılarının temeli dondurmak olduğu için fiziksel temasa gerek yoktu ve her şeyden önce, Verlaine yerçekimiyle kendisini koruyamazdı. Kadın, Verlaine’in doğal düşmanıydı. Keskin nişancı mermisi omzuna saplanırken Verlaine acıyla inledi. Kurşun soğuktu. Omzuna saplanarak derisinin içinde donmaya başladı. Soğuk yarasına temas etti ve etini kemirdi. Düşmanın yetenekli saldırıları tam yerli yerinde ilerliyordu. Zaman gecikmesi, donması ardından keskin nişancılar... taktikleri açıkça zayıf noktalarını hedeflemek ve güçlü noktalarını kullanmasını engellemek için tasarlanmıştı. En garip kısmı bu bile değildi. Hızla geri çekilmesine rağmen keskin nişancılar ateş etmeyi bırakmamıştı. Kaçış rotası gereğinden fazla tahmin ediliyordu. Normalde ağaçların karanlığında bu hızla koşsa teleskopik görüş alanlarından çıkar ve keskin nişancılar hedeflerini gözden kaybederek ateş edemezlerdi. Peki neden-? "Hehehe! Ne güzel yüzler yapıyorsun öyle! Hey, aramızda kalsın, gözyaşların yüzünü lekelerken ve suratından salyalar akıtırken özür dilersen gitmene izin veririm. Kimseye de tek kelime etmem, tamam mı?" Ses yakından, çok yakından geliyordu. Verlaine sese doğru döndü ama kimse yoktu. Bozuk para büyüklüğünde boş bir delik her şeyden yoksun boşluktaydı. Boşluk, sanki yanıp kül olmuş gibi siyah ve oyuktu ve ilerisinde başka bir boşluk vardı. İçindeki siyah gözler dikkatle kendisini seyrediyordu. "Aynen, benim! Seni izliyorum. Bundan sonra banyoya girerken kapıyı kilitleyeyim diye uğraşmana gerek yok! Hehehe!" Delik küçük olduğundan içindeki kişinin tamamını göremiyordu. Ancak kinle dolu o gözler, adamı tanıması için yeterdi. Verlaine bunca zamandır sürekli gözetleniyor, takip ediliyor ve bulunduğu yer izleniyordu. Refleks olarak deliği tekmeledi. "Ah!" Verlaine tam vuramadan önce delik kapanıp kayboldu. "Buradayım~." Ses arkasından geliyordu. Verlaine arkasını döndüğünde aynı deliğin farklı bir yerde açıldığını, onu izlediğini gördü. Hedefini devamlı izleyebilen mekansal bağlantı yeteneğiydi. Savaş alanını gözetlemeye devam ederken muhtemelen yetenek kullanıcısının bedeni güvenli bir yerdeydi. Kullanıcı birebir saldırmadığı için Verlaine boşluğa dokunup boşluk kapanırsa, yerçekimiyle onu yok etmesi neredeyse imkansız olurdu. Savaşa kaç yetenekli getirmişlerdi? "Hehe! Al, sana hediye vereyim. Liman Mafyasından sevgilerle!" Pembe çiçek yaprakları, bozuk para büyüklüğündeki delikten fırladı. Yüzlerce taç yaprağı Verlaine’in etrafını sardı. Çiçek yaprakları beyaz parlamaya başladı. Başka bir yetenekti. Verlaine kaçmak için çabucak bir önlem aldığında, çiçek yaprakları patladı. ... Patlama, Dazai’nin oturduğu trenin üstünden görülebilirdi. Beyaz ışık patladığında karanlık ormanı aydınlattı, ışıldama sonrası gece göğünde izler bıraktı. Dazai yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle olanları seyretti. "Her şey nasıl gidiyor, Dazai-dono?" Patronun kıyafetlerini giyen yaşlı adam trenden çıktı. Dublör, Hirotsu’ydu. "Gördüğün üzere gayet iyi gidiyor. Hatta o kadar iyi gidiyor ki eh, sıkılıyorum." Dediklerini kanıtlarmış gibi patlamanın, devrilen ağaçların ve keskin nişancıların silahlarından çıkan ışıkların hemen ardından kısık bom sesleri ormanda durmadan yankılandı. Hirotsu peruğunu çıkardı, her zaman taktığı tek camlı gözlüğü taktı ve gözlerini kıstı. "Aynı tahmin ettiğiniz gibi oldu." "Elbette. Ne de olsa hazırlıkları tamamlamak için bize zaman kazandırana kadar canım çıktı." Dazai zarifçe, kral gibi bacak bacak üstüne attı. "Chuuya ile birlikte kendi başımıza Randou-san’a karşı savaştığımızda zorlanmıştık. Bu yüzden bu sefer mafyadan 422 savaşçı ve 28 yetenekliyi sırf Bay Suikastçılar Kralını öldürelim diye hazırladım. Mafyanın şu anda vermesi gereken tek toplu güç bu." Altlarındaki manzaraya bakarken soğuk hava ve ışık süzmeleri ortalığı aydınlatarak patladı. Verlaine kaçış yolu çizmek için ağaçların arasından dolandı ama sarımsı beyaz bir ışık göğü kavurarak kaçış yolunu kapatıyordu. Strateji basitti. Tuzağı kurun ve saldırın. Chuuya ve Adam da öncesinde suikastçılar kralı Verlaine’i yenmek için tuzak kurmayı ve saldırmayı planlamıştı. Dazai’nin stratejisi de temelinde aynıydı. Bir sonraki hedefini belirledi, belirlediği kişinin çevresine tuzak kurdu ve Verlaine gelir gelmez ona arkadan saldırdı. Ancak Chuuya’nın stratejisinden farklı olan şey, saldırının miktarıydı. Dazai, mafyanın saldırı biriminin tamamını kullanarak bu tuzağı kurdu ve sonuç olarak planı, tek taraflı bir imha haline geldi. "Savaşı tüm gece devam ettirebiliriz." Dazai uzaktan Verlaine’e fısıldadı. "Verlaine-san, mükemmel bir suikastçısınız. Beceriklisiniz ve muhtemelen daha önce hayatınızda bu şekilde yakalanıp köşeye sıkıştırılacak kadar hiç hata yapmadınız. Bu yüzden bizim gibi yetenekli organizasyonlarla çevrili olmada deneyiminiz yok. Randou-san’ın da tehlikeli kusursuzluğunuz hakkında şüpheleri vardı." Dazai, kimseye belli etmeden deri ciltli bir defter çıkardı. Rimbaud’un notları. Rimbaud’un yazdığı günlük, yetenek kullanıcısı Verlaine’in doğumuna ilişkin ayrıntılardan oluşuyordu. "Sizin için üzülüyorum, Verlaine-san." Dazai dua ediyormuş gibi ellerini defterin üstüne koydu. "Ölümünüze değil, doğumunuza üzülüyorum. Kimse doğduğunuz için kederlenmedi bu yüzden bunca zamandır bir başınaydınız. Savaş nedeniniz bu oldu. Bence muhteşem birisisiniz. Doğumunuzdan nefret ediyorsunuz, gücünüzden nefret ediyorsunuz ve dünyadan nefret ediyorsunuz. Ve bu nefretiniz sayesinde anlamsız hayatınızı kabullenebiliyorsunuz. İnanılmaz bir kader... Bende o cesaret yok bu yüzden sizle daha çok konuşmak istemiştim. Ama... veda vaktimiz geldi." Dazai ayağa kalktı, önündeki savaş alanına ardını döndü ve yürüdü. "Dazai-dono?" "Bitirdiğinizde rapor ver." Dazai’nin sesi, dizlerinin üstüne düşüyormuş gibi güçsüzdü. Ve yürüdü. Sonra... Savaş alanında kara dalgalar yükselmeye başladı.
...
Verlaine bulanık bilincinden dünyaya bakıyordu. Soğuk havada kesme, ateş etme ve sıvılaşmış toprakla beraber kızıl ötesi ışınlar ve zehirli bir siste ses duvarı vardı. Nereye inerse toprak sıvılaşıp etrafını sardığı için yerçekimini kullanamıyordu. Ve ne zaman nefes alsa soğuk hava boğazını dondurup tıkıyordu. Parlayan ışıklar görüşünü engelliyor ve ses dalgaları işitmesine zarar veriyordu. Ne zaman dursa keskin nişancı kurşunları üzerine yağıyordu. Yerçekimini kullanarak kişisel eşyalarını fırlatsa bile iblisin kılıcı hepsini kesiyordu. Ve tüm saldırılar, makine benzeri hassasiyetle Verlaine’i kovalayan şeytan kadar zeki olan çocuk Dazai Osamu tarafından koordine ediliyordu. İşte insan olmanın anlamı buydu. Gerçek bir insan olmanın... Benim asla olamayacağım bir şeyin... Verlaine içten içe güldü. Ortaya çıkmasının zamanı gelmişti. İyi. O zaman insan olmamak ne demekmiş, yüreğimin içinde yatan karanlık hangi renkmiş ben de size gösteririm. Bu nefreti Rimbaud dahi anlayamamıştı. Verlaine öfkeyle ağzını açtı ve dizeyi söyledi. "Bir zamanlar katlandığın vahşet gibi Nefretin, duyumsuzluğun ve çaresizliğin Aydan aya akan kanın gibi Ey, kinden arınmış gece Bize bedelini ödeteceksin." Rüzgar ve ormanın sesi sanki bir şeyden kaçıyormuş gibi durdu. Görünmez dalgalar havayı sardı. Verlaine kaybolan bilincinde düşünüyordu. Kimse beni anlamıyor. Ben insan değilim. Tanrı varlığımı kutsamadı, bir ailede değil hiçlikte doğdum. Bu yalnızlığı Rimbaud hiçbir zaman anlamadı. Ondan nefret ettim ama beni anlamadığı için değil, anlayabilirmiş gibi davrandığı için nefret ettim. Siyah kara benzeyen şeyler Verlaine’in etrafında dans etmeye başladı. Ama kar değildi, bu tür bir madde bile değildi. Karanlık açıldı ve kayboldu. Mini bir evren oluşmuştu. Size insan olmayanların öfkesini ve tanrının kutsamadıklarından doğan hiçliği göstereceğim. Gerçek karakterimiz, özümüz ve ruhumuzun derinliklerinde uyuyan cehennemi göstereceğim. Verlaine çığlık attı. Çığlığı, ormanı kazıyıp sıkıştıran büyük siyah bir dalgaya dönüştü. Verlaine’in şapkası şok dalgasının etkisiyle uçtu ve ormanda kayboldu. Dazai, telsize sığınacak bir yer bulmaları için bağırsa da şok dalgası sesini bastırdı. Sonra kabus gibi bir figür çıktı. Dazai’nin sığınacak bir yer bulmalarını söyleyen sesi telsizden duyuldu. O sırada bozuk para şeklindeki deliğin içinde bulunan mekansal bağlantı yeteneklisi Avcı, Verlaine’i seyrederken aniden karanlıkta yutulduğunu fark etti. "Ne? Neler-" Bunlar son sözleri oldu. Yerçekimi dalgası patlar patlamaz delikten geçerek Avcının kaldığı mafyanın sığınağına ulaştı. Ani mekansal bozunmayla bedeni delikten çekildi. Kendisini destekleyecek lüksü yoktu. Avcının yüzü delikte sıkıştı. Ancak bununla sınırlı kalmadı, deliğe temas eden teni diğer tarafa doğru çekildi. Yerçekimi dalgaları daha da güçlendi ve eti, kemikleri, giysileri... geride hiçbir şey kalmayana dek kanaldaki su gibi deliğe düştü. Delik, ölümünden dolayı kapandı ve oda sessizliğe büründü. Verlaine havada süzülüyordu. Zıplamış ya da kuş gibi uçuyormuş değildi. Yerçekimini tamamen yok etmişti. Rünlere benzeyen siyah, tuhaf desenler belirdi; sanki canlıymış gibi cildinde kıpırdandı. Bir uzaysal boşluk gıcırdama sesiyle açıldı ve kesik kesik kapanma sesi duyuldu. Toz kara benzeyen siyah parçacıklar etrafında çırpınıyordu. Boş gökte uçan Verlaine yüksek sesle kahkaha attı. Sesi insana benzemiyordu; daha çok gök gürültüsü, bir çığlık gibiydi ve koca ağaçları yıkıp geçti. Bir canavarın, şeytanın sesiydi. Verlaine, iblisinkisine benzeyen sağ elini kaldırdı. Elinin üstünde siyah bir küre oluşmaya başladı. Atmosferi içine çekerken büyüdü, havada uçtu. Dazai, uzaktaki ormanda beliren grotesk karanlığı izlerken yüzünde sert bir ifade vardı. "Neydi o?" Yanında, Hirotsu’nun sesi titredi. "’Geçit’ açıldı..." Dazai’nin sesi doğru dürüst nefes alamıyormuş gibi boğuktu. Bunları söyledikten hemen sonra siyah bir şey Verlaine’in bulunduğu taraftan kendilerine doğru gelmeye başladı. "Eğil!" Dazai bağırdı. Kendilerine gülle gibi uçtu ve Dazai’nin oturduğu kabinin dört kabin ardındaki trenin arkasına vurdu. Vurulan kabin deprem olmuş gibi sallandı. Dazai ile Hirotsu trene tutundu. Sarsıntı biraz dindiğinde vurulan kabinin bambaşka bir şekil aldığını gördüler. Vagonun yarısı ortadan kaybolmuştu ve diğer yarısı buruşturulmuş kağıt gibi eğri büğrüydü. Tahrip edilen enkesitleri şiddetle kesilmiş ve dev bir parmak parçalarına ayırmış gibi gözüküyordu. Trenin arkasındaki tepeler, toprağa dizili ağaçlar ve toprağın altındaki kayaçlarla birlikte oyularak tamamen yok olmuştu. Yıkımın katıksız ölçeği, normal bir yetenek kullanıcısının yapabileceğinin çok daha ötesindeydi. "Az önce... ne oldu?" Hirotsu öksürdü. "Aynısı." dedi Dazai, yüzü hala sertti. "Laboratuvardan kaçtığında tek hamlede yer altından yüzeye kadar bir geçit kazmıştı. Ve iki gün önce Chuuya tüm bir binayı yok etmişti. İkisinde de geçit açtığını söyledi. Bunlar, geçidin ardındakilerin sonucu. İyi bak Hirotsu-san... inanılmaz bir şey." Dazai’nin bakışlarının ilerisinde yeni bir siyah küre, fazla vakit kaybetmeden büyümeye başladı. Yıkımın habercisi rüzgar, ormanda esti.
...
"Ne- bu ne be?!" Gökte uçan saati kontrol eden kasvetli genç adam önündeki yıkıma, o siyah küreleri kontrol eden canavara karşı korkuyla dişlerini sıkmaktan başka bir şey yapamadı. Biraz önce siyah bir küre yere fırlatılmıştı. Sırf o küreden üç keskin nişancıyla ışık huzmesi yeteneği kullanıcısı ölmüştü. Ama öylece ölmediler. Siyah küreye yaklaştıkları an bedenleri kil gibi parçalara ayrıldı. Kan, et ve kemikler siyah küreye çekilirken çığlıklar koptu. Geride tek bir et parçası kalmamıştı. Verlaine gökteydi. Dört açmış gözleri insanlıktan yoksundu ve yeri tanrı gibi seyrediyordu. Gözlerinde bilinçli olduğunu gösteren ışık eksikti. Gözlerinin içinde ne bir hesap ne de taktik vardı. Sadece çevresine tepki veriyor, düşmanı andıran ne varsa hepsini yok ediyordu. Tüm varlığı bundan ibaretti. İki elinde de insan büyüklüğünde siyah küreler yarattı. Soluk kırmızı renkli hale, küreleri çevreliyordu. Karamsar genç adam hemen ne olduğunu anladı. Kürelere dokunursa, hatta yaklaşırsa anında ölürdü. "Olamaz... Neden, neden-?!" Kaçmak için 180 derece dönünce önünde bir kadın gördü. Beyaz saçlı ve şallı, dondurucu yetenek kullanıcısıydı. Kadın, gökyüzünde süzülen felakete dalgın dalgın baktı. Gözleri tehlikeyi sezmemişti ve ne korkmuş ne de düşman kesilmişti. Basitçe yapması gereken şeyi yaptı ve hissetmesi gereken şeyi hissetti. Yıkıcı siyah küreler kadının üzerine yağdı. Kadın kaçmaya çalışmadı ve küreler güzel bir manzaranın parçasıymış gibi öylece bakakaldı. "Karen!" Genç adamın bedeni düşünmeden hareket etti. Karen isimli buz yeteneği kullanıcısını ince kollarıyla itti. Hemen sonra genç adamın sırtı yerçekimiyle parçalandı. Alt yarısı göz açıp kapayıncaya kadar yok oldu. Siyah küreye çekilip içi dışına çıkarken gözleri Karen’i aradı. Patlamanın etkisiyle yokuştan yuvarlanmış, siyah kürenin ateş sahasından başarıyla kaçmıştı. Şükürler olsun. Genç adam saniyeler içinde gülümsedi. Gülüşü küreye çekildi ve bedeninin geri kalanıyla kayboldu. Ve ardında hiçbir şey kalmadı.
...
Raporlar birbiri ardına Dazai’nin telsizinde duyuluyordu. 3 numaralı birim yok edildi. 5 numaralı birimin tüm üyeleri öldü. 8 numaralı birimle bağlantı koptu. Dazai gözleri kapalı dinliyordu. Kulaklarında müziğin ritmi duyuluyormuş gibi dikkatle dinledi, yüzü ifadesizdi. "Dazai-dono, lütfen geri çekilin." Hirotsu eliyle işaret etti. "Ne anlamı var? Zaten kaçamayacağım." Dazai aylaklık edermiş gibi konuşurken gözlerini kapalı tuttu. "Yer çekimi kullanıcısı Verlaine güçlü ama yenilmez değil. En güçlü gücü yer çekimini, yalnızca temas ettiği şeylere uygulayabiliyor. Bu yüzden mesafemizi koruyup ona ışık ışınları, soğuk hava, ses, zaman gibi kütlesi olmayan saldırılarla saldırdık. Ama artık değişti. Saldırılarında kullandığı siyah küreler yer çekimini aşıyor, tek bir uzaya sıkıştırılmış kara delikler atıyor. Kara delik nerede olursa olsun düşmanına dokunduğu an onu paramparça eder. Ve yer çekimi dalgaları uzayın içinde yol alabildiğinden nereye sığınırsan sığın ya da nasıl bir kalkanın olursa olsun, korunmak imkansızdır. Bu dünyadaki en güçlü silah bu." Dazai eski bir Noh(4) şarkısı söyler gibi konuştu ve iki elini kaldırdı. En ufak bir yıkım belirtisinde dahi tüm vücudunu yıkacak gibi duruyordu. "Üstelik Verlaine kişiliğine direktif veren formülü reddederek bedeninin kontrolünü teslim etti. Kendisinde insanlığın zerresi kalmadı bu yüzden ona karşı tehditler, müzakereler veya psikolojik savaşı kullanamayız. Verlaine artık ilahi bir canavara dönüştü. Mafyanın şimdiye kadar karşılaştığı en güçlü rakip o." "Böyle bir şeyi..." Hirotsu manzaraya bakarken nefesini tuttu. Tepeler oyulmuş, ağaçlar yutulmuş ve arazi göz alabildiğince geri döndürülemez bir şekilde değişmişti. Mafya üyelerinin çığlıkları ormanda yankılanıyordu. "Ve..." Dazai her şeyi öngörmüş gibi konuştu. Yıkımı konu edinen bir şiiri okurken duraklamış gibiydi. "-şu ana kadar her şey plana göre gitti. Bir sonraki saldırımız başarılı olursa zafer bizimdir."
...
Yokohama semalarında ay ışığının ardındaki bulutlar bembeyaz parlıyor, geceyi çarşaf gibi örtüyordu. Altında patlama sesleri duyuluyor, toprak ufalanıyordu. Ölülerin ya da ölmek üzere olanların çığlıkları kopuyordu. Yerdeki acımasız dünya ile gece göğünün sükunetli dünyasının sınırında pervaneli bir uçak uçuyordu. "Chuuya-sama! Yakında savaş alanına varacağız!" Motorun sesi kendi sesini bastırmaması için Adam yüksek sesle bağırdı. İkisi; küçük, tek motorlu uçağa binmişlerdi. Uçak iskeletinin tepesine bağlı bir çift sabit kanadı vardı ve hızlı olamasa da mükemmel manevra kabiliyetine sahipti. Silah ve cephaneyle donatılmamıştı. Chuuya arkada otururken Adam pilot koltuğundaydı ve aşağılarındaki manzaraya bakarken ifadesi sertti. "Lütfen altımızdaki felakete bir bakın... bu yıkım ölçeğini tek bir yetenekli üretemez!" Adam altlarındaki sahneyi kaydederken bağırdı. "Daha da önemlisi, kara deliklerin yok olma hızı doğada normal olarak yaratılanların yok olma hızıyla kıyaslanamaz bile! Gerçekten bunun üzerine mi ineceğiz?!" Chuuya cevap vermedi, sakin gözlerle yere baktı. "Risk değerlendirme modülüm geri çekilmemizi öneriyor!" Adam sert bir sesle devam etti. "O siyah kürelerden kaçamayız! Görünüşüne kanmayın! Kara delikler tüm ışığı emip içine çektikleri için karadır. O şey insana çarparsa, ışık gibi çekilip ezilirler. Ölmeden önce bedenleri paramparça olur. Kürelerin etrafında parlayan kırmızı halkaları görüyor musunuz? Onlar olay ufku. Yerçekimsel kırılma ışık ışınlarını topladığında oluşan haledir ve kırmızı gözükmesinin nedeni, çekim alanının Doppler etkisiyle kırmızıya kaymasıdır. Çarpışma sezimi, yani. O haleye dokunacak kadar yaklaşacak olursanız kara deliğin yakın tarafı ile uzak tarafı arasındaki yer çekimi farkından oluşan çekim gücüyle tüm bedeniniz parçalara ayrılır." "Konuşmayı amma seviyorsun." dedi Chuuya yere bakarken. "Tehlikeyi gördüğümde anlarım. Zamanında bu yoldan geçmiştim." Chuuya’nın gözlerinde geçmişin anıları yansıdı. İki gün önce, sokaktayken Verlaine’in eline düşüp geçit açılmaya zorlanmıştı. Açıldığında ise koca bina anında kum tanesi büyüklüğüne gelene kadar ezilmişti. Bir seferlik bir şey de değildi, sürekliydi. Her yer cehenneme dönmüştü. Görebildikleri kadarıyla ormanın yarısı çoktan oyulup çöle dönüşmüştü. Bu savaş Yokohama’nın yerleşim yerlerinde yaşansaydı ölenlerin sayısı binlere, hatta on binlere dahi çıkardı. Bu yüzden Dazai sivillerden uzak bu ormanı savaş alanları olarak seçmişti. "Şu olayı sadece konuşsam dahi sinirimi bozuyor. Sonuç olarak her şey tam da Dazai’nin ayarladığı gibi ilerliyor." Chuuya hiddetlendi. "Ama şimdi geri dönemem. Ödemem gereken bir borcum var ve Verlaine’in yeteneğini küçük yaralarla atlatabilecek bir tek ben varım." "Dikkatli olun." dedi Adam başını sallayarak. "Yeteneğinize rağmen o yer çekimi küreleri size çarparsa etkisiz hale getiremezsiniz. Mümkünse yukarıdan, fark ettirmeden yanaşmanız-" Adam bağırmadan önce kelimeler ağzından sökülmüş gibi sözünü kesti. "Dikkat edin!" Bağırmayı bitirdiği an yerçekimi kürelerinden birisi çoktan kendilerine doğru yaklaşıyordu. Adam kaçmak için lövyeyi döndürse de yoğun çekim gücünün oluşturduğu kuvvetli rüzgar, uçağın kontrolünü sağlayan pervaneyi söktü. Yollarında doğrudan düşüş vardı. Kaçmaları imkansızdı. Adam koltuğun kaçış aparatını tüm gücüyle çekti. Modifiye edilmiş kaçış mekanizması Adam ile Chuuya’yı havaya fırlattı. Hemen sonra yerçekimi küresi pervaneyi yok etti, büsbütün yuttu. Adam ve Chuuya’nın bedenleri havada dans etti. Adam, Chuuya’nın bileğini kavradı ve güvenlik paraşütü iki patlama sesiyle açıldı. "Kahretsin! Bu gidişle vurulacağız! Adam, paraşütü kes!" "Ama..." "Kes dedim!" Adam belindeki otomatik silahı çıkardı ve art arda dört el ateş etti. Mermiler paraşüt iplerine isabet ederek deldi ve bir anlık gecikmeden sonra Adam ile Chuuya serbest düşüşe geçti. "Fena değil!" Chuuya sırıtarak güldü. "Böyle devam edersek onu ezip geçeriz! Adam, düşüş yörüngesini hesapla!" "Anlaşıldı." Adam, Chuuya’ya sırtını döndü ve kalçasındaki terminalden genelde başka bir terminale kablolu bağlantı için kullanılan bir kablo çıkardı. Kalçasına geri takmadan önce Chuuya’nın omuzlarına ve beline bağladı. Adam ve Chuuya üst üste binen iki mermi gibi gece göğünde düştüler. "Süzülerek inişe başlanılıyor." Adam iki tarafına da bastırdı ve iki çıkıntı belirdi. Çıkıntılardan kollarından kalçalarına kadar uzanan üçgensel şekilli kanatlar oluşturan gümüşimsi beyazlıkta örtüler çıktı. Kanatlar gece meltemini yakaladı ve serbest düşüşleri yatay atışa dönüştü. "Bu uçuş örtüleri üst katlardan alt katlara kaçan suçluları kovalamak için hazırlandı." dedi Adam, ileriye bakarak. "Yörüngemizi kontrol edeceğim. Chuuya-sama, lütfen düşmanın saldırılarını etkisizleştirmeye odaklanın!" "Tabii." Rüzgar Chuuya’nın kulaklarında uğuldadı. Rüzgarın yüksek basıncına rağmen Chuua’nın gözleri kısılmadı ve bakışlarını hedefine kilitledi. Chuuya ve Adam, yan yatmış meteor gibi düşmana doğru ilerledi. "Dazai, orospu çocuğu... seni bir elime geçireyim var ya, baş aşağı sallandıracağım!"
...
İki saat önce... Dazai baş aşağı sallanıyordu. Bacakları sokak lambasının ucuna bağlanarak baş aşağı asılmıştı. "Yani suikastçı kral Verlaine’i yenmenin tek yolu Chuuya’yı uçaktan attırıp Verlaine’e tepeden yaklaşmak." Havada asılı olsa bile Dazai’nin hep yüzünde taşıdığı yorgun ve sıkılmış ifade en ufak değişmedi. "Demek öyle?" Chuuya sandalyede oturmuş, husumetle Dazai’yi izliyordu. Adam hayretle bir Dazai’ye bir de Chuuya’ya bakıyordu. "Um... nasıl oldu da bu hale geldik?" Dağların derinliklerine konumlandırılmış küçük bir havaalanında, pistin hemen yanındalardı. Havaalanı şehrin göbeğinden uzakta olduğundan o kadar sessizdi ki neredeyse akşam yıldızlarının parıltısını duyabiliyorlardı. Seslerini duyamasalar da, iki teknisyen uzaktaki hangarda bir pervaneyi inceliyordu. Chuuya, Dazai’nin beline birkaç defa dolanmış ipi tutuyordu. Topacın etrafındaki ip gibi döndürdü ve döndürdü. "Aslında bunu zaman kazanmak için yapıyoruz, Makine Dedektif Bey." dedi Dazai her zamanki gülüşüyle. "Zaman kazanmak... için mi?" "Evet. Çünkü ömürde bir kez yaşanan pusuya düşürülme operasyonu başlamak üzere." Adam yine bir Dazai’ye bir de Chuuya’ya baktı. "İnsanların sözleri kafamı karıştırıyor. Veri tabanımda buna benzer yorumlanabilir hiçbir durumum yok." "Endişelenmene gerek yok dedim ya. İnsan olmama rağmen ben bile anlayamıyorum." Chuuya’nın biraz uzağında olan Shirase kollarını göğsüne çaprazlamıştı. Gözleri pes ettiğini belli ediyordu. Chuuya sessizce ipi çekti. Çekti ve daha da çekti, sonra birkaç adım geriye giderek ayağa kalktı. İpi çektiğinde Dazai dönmeye başladı. Dönerken durumu açıklamaya başladı. "Verlaine’i oltaya getirmek için Mori-san’ın dublörünü kullanacağız. Elimizde ne varsa hepsini kullanarak silahlı saldırıya geçeceğiz. Verlaine’i köşeye sıkıştırmayı başarabilirsek kozunu kullanıp geçidi açacaktır. Sonra Chuuya uçakla ona yaklaşacak." Dazai yavaş yavaş dönerken anlattı. Yüzü diğer tarafa dönerken konuştukları uzaktan duyuluyordu, sonra yüzü yine kendilerine döndüğünde yakınlaşıyordu. İp çekilebildiği kadar çekildiğinde ve Dazai ile dip dibe kaldığında Chuuya ipi bıraktı. "Verlaine-" ve döndü. "...muhtemelen-" döndü. "...bize saldıracak-" döndü. "...ama bunların hepsi-" döndü. "...planımızın parçası. Eğer-" döndü. "...düşmanın saldırılarını-" döndü. "...etkisizleştirip-" döndü. "...ona dokunabilecek kadar-" döndü. "...yaklaşırsak-" sonunda durdu. "-zafer bizim olur. Örgh..." ve kustu. Adam kusan Dazai’ye çaresizce baktı. "Neler olduğunu anlayamıyorum." Chuuya yine Dazai’ye doğru ilerledi ve bir kez daha ipi göğsüne dolamaya başladı. "Planımızı açıklarken bir yandan da intikamımı alıyorum." "Ah..." "İntikam almaya hakkım var. İşkence göreceğimi bile bile bize azıcık zaman kazandırmak için N’nin bilgilerini Verlaine’e verdi. O istihbaratlar yüzünden Dedektif-san’ın öldürüldüğünden bahsetmiyorum bile. Bunların bedelini ödetmeden kaçmasına hayatta izin vermem." dedi Chuuya, Dazai’ye bakarak. "İntikamımı almamın 190 yolunu düşündüm ve hepsi arasından bu, en kibar ikincisi. Daha da zorlarsam gelecekteki operasyonun komutasını yapamaz. Kendimi tutmakta ne kadar zorlanıyorum, biliyor musun?" "Off..." Adam hafifçe başını hareket ettirdi. Başını öne ya da yana eğmeyi düşünüyordu. "Bunları duyduktan sonra bile yine hiçbir şey anlamadım." "Merak etme, Adam-chan! Ben de bir şey anlamadım." Shirase cesaretlendirir gibi ellerini Adam’ın omzuna koydu. "Adam-chan...?" "Açıklamaya devam edeyim." Dazai’nin ifadesi pek değişmemişti. "Geçit tamamen açıldığında Verlaine bilincini tekilliğin canavarına teslim edecek. O durumdayken uyur vaziyette olacak. Düşman kesildiği ne varsa otomatik olarak hepsine saldıracak. Dikkatinizi çekerim, otomatik olarak dedim. Karar verecek yetkinliği olmadığından düşman görmediklerine tepki vermeyecek. Bu yüzden Chuuya ona silahsız yaklaşırken biz tuzak birimleriyle saldırıya devam edeceğiz." Dazai orada sözünü kesti ve yüzüne melankolik bir yıkımın habercisi olan gülümsemeyi takındı. "Yavaşça, zarifçe, bir bebeğe şeker verir gibi, sevgiyle zehri yutmasını sağlayacağız."
...
Chuuya ışık huzmesi gibi gece göğünü delip geçti. Rüzgar, binlerce kurdun sesine benzer bir sesle kulaklarında uğuldadı ama Chuuuya irkilmedi. Verlaine’e doğru atılırken vücudu yaydan çıkmış bir ok gibiydi. Verlaine Chuuya’ya doğru döndü. Gözleri bulanık beyazdı ve Chuuya’ya saf, net bir duyguyu... nefreti yansıtıyordu. Bunaltıcı öfkesi canlı tüm varlıklara eşit bir şekilde yağdı. Duygu dalgası normal bir insanı bayıltmak için yeterli olsa da Chuuya’nın ifadesi değişmedi bile. Verlaine siyah bir küre yapıp Chuuya’ya fırlattı. "Düşman saldırısı yaklaşıyor! Hava direncine ve yerçekimine bağlı yörünge değişimi hesaplanıyor- kaçmak için hızlı inişe geçiliyor!" Adam pozisyonunu değiştirerek bağırdı. Kanatlarını katladı ve okyanusa çarpan deniz kuşu gibi göğe daldı. Yerçekimi topu üstlerinden geçti ve bu bile iki bedenin biraz sarsılmasına yetmişti. Chuuya bakışlarını yine Verlaine’e çevirdi. Her şey yolunda giderse birkaç saniye sonra ona çarpacaklardı. Dazai’nin stratejisi kusursuzdu. Verlaine’in zayıflığı, Chuuya’nınkisi gibi zehirdi. Ama elbette, Verliane zayıflılığının farkındaydı. Önceden hazırlanmış zehirleri alacak kadar dikkatsiz değildi ve iğne ya da mermiler gibi herhangi bir zehir uygulama yöntemini yerçekimiyle geri püskürtebilirdi. Bu yüzden Dazai iradesini ve karar verme yetisini elinden alan geçiti açtırmıştı. Dazai daha güçlü bir şeyle karşılaşırlarsa saldırmayacağını söylemişti. Yüz katı öfkeyle geri saldıracağı için düşmancıl yaklaşamazlardı. Verlaine’e hoşgörüyle yaklaşmalı, eski dostlarmış gibi omzunu sıvamalı, sonra zehri ağzına tıkmalıydılar. Adam zehri uygulamaktan sorumluydu. Ağızdaki salya miktarından daha az, şeffaf bir kapsüle sarılmış küçük dozlu bir zehirdi. Ama vücuda girdiği an beş saniye içinde bilincini kaybeder ve uyanmazdı. "İkinci dalga geliyor!" Adam’ın bağırmasıyla Chuuya dikkatini yeniden düşmana çevirdi. "Hızlı ve öncekine kıyasla Schwarzschild yarıçapı(5) çok daha büyük!" Haklıydı. Verlaine havada uçuşurken sağ elinde, bütün bir arabayı yutmaya yetecek kadar büyük, dev bir siyah küre yaratmıştı. Küreyi fırlattı. Adam, önceki dalışlarının pozisyonunu henüz geri kazanamamıştı. Siyah küre saniyeler içinde kendilerine doğru yaklaştı. "Kaçamıyorum...!" Chuuya’nın gözleri açıldı. "Aaaaaah!" Chuuya yeteneğinin dizgilerini tamamen bırakırken bağırdı. Adam’ı tuttu ve kara deliğin yerçekimi kuvvetine karşı koymak için bedenlerinin çekim kuvvetini sıfırladı. Vücudundaki kan damarları fokurdadı ve kemikleriyle kasları çatırdadı. Dünyada bulunmayan, yalnızca astronomik cisimlerin yakınlarında karşılaşılabilen anormal bir alandaydılar. İnsanların asla canlı olarak ulaşamayacakları, aklın sınırlarını zorlayan bir dünyaydı. Manzara bozunuma uğrarken sesleri dahi çekildi. Yüksek yerçekimi bölgelerinin yakınlarında zaman yavaşlıyor, bu yüzden çevredeki bölge normalden daha hızlı gözüküyordu. Ancak çevredeki bölge bile yerçekimiyle bozulmuştu, Chuuya etrafı net göremiyordu. Buna ne kadar katlandığını merak etti. Chuuya yerçekimi bölgesinden çıktı, dev bir balocuğa girer gibi nefesini tuttu. Giysileri parçalanmıştı ve vücudunda yırtılan damarları deli gibi acıtıyordu ama hayattaydı. Sorun yoktu. "İnanılmaz!" Adam dehşet içinde bağırdı. "Chuuya-sama, muhtemelen öyle bir çekim alanına girip de canlı çıkabilen ilk insansınız!" "Onur duydum." Chuuya’nın sesi hala boğuktu. "Ama övgüler için hala erken. Bak." Chuuya dikkatini önüne çevirdi. Adam’ın dili tutulmuştu. Verlaine’in elinde şekil alan pek çok siyah küre vardı. Muhtemelen yirmi kadardı ve hepsinin boyutu bir öncekisi gibiydi. Kainatın derinliklerinden çıkan bir grup uhrevi güç, fizik kurallarını hiçe sayan kara, küre şeytanlardı. Hepsinden kaçmaları mümkün değildi. Kurtulmak için hangi açıyı alırlarsa alsınlar, Chuuya yerçekimini on kat arttırsa dahi o yerçekimi kürelerinden yara almadan çıkmaları imkansızdı. Geriye tek bir kemiği kalsa dahi şanslı sayılırdı. İkisi ölümlerine hazırlandı. Ama küreler... kendilerine doğru gelmedi. Verlaine başka bir yere fırlatıyordu. Keskin nişancılar, el bombaları ve yetenek kullanıcıların yerden ateşledikleri cephaneler Verlaine’e doğru ilerledi. Ani saldırıya tepki olarak siyah küreler yere yağdı, mafya üyelerini biçti. Mafyalar kürelere çekilmeden önce cesetlere dönüştükçe manzara değişti. Düşmanın dikkatini Chuuya’dan çekmek için saldırıyorlardı. Savaşçılar, Verlaine’in saldırılarını Chuuya’dan uzaklaştırmak için pervasızca saldırıyorlardı. "Aptallar..." Chuuya sızlandı. Bayraklar, mafyada oldukları için özel değillerdi. Patronun öldürülmemesinin tek bir yolu vardı, o da Chuuya’nın elindeki zehri Verlaine’e vermesiydi. Bu yüzden o bir saniyelik açıklık için canlarını verirlerdi. İşte mafya böyleydi. Zalim ancak soyluydular. Birbirlerinin arkasını kollayan dostlardı. "Ona böyle ilerleyeceğim!" Chuuya, Adam’ın kanatlarını katlayarak bağırdı. Yerçekimiyle daha da hızlandılar ve düşmana yaklaşırken mermi gibi ilerlediler. Verlaine çarpacaklarını tahmin ederek otomatik olarak kaçındı. Ancak birbirlerini geçmeden hemen önce Adam, dirseğinden Verlaine’in boynuna dolanan bir ip fırlattı. Bilardo barında Chuuya’yı dizginlerken kullandığı telin aynısıydı. Verlaine’in ağzından kısık bir çığlık kaçtı. Üçü gökte düşerken bir araya geldi. Verlaine yalnızca bir canavar olduğu için otomatikmen gardını aldı. Yarattığı en büyük siyah kürelerden birisini yarattı ve bedenini merkezine koydu. Adam’ın telleri absürt bir güçle küreye çekildi. Chuuya’yla birlikte düşüşleri aniden durdu. "Küreye çekileceğiz, teli kes!" Chuuya bağırdı. "Olmaz, teli kesersem bir daha yaklaşamayız!" Adam geri bağırdı. "Endişelenmeyin, bu hesaplamalarımın bir parçası.-!" Bunları söyledikten sonra Adam kendisini Chuuya’ya bağlayan teli kesti. Sonra Chuuya’yı ittirdi. "Ne-" Chuuya şok içinde Adam’a baktı. Adam siyah küreye çekilirken gülümsedi. Chuuya diğer ikisinden önce yere düştü. Görüşünü kızıla boyayan ani ivmeye dayanırken yerçekimini silerek aceleyle fren yaptı. Hemen gökyüzüne baktı. Yerçekimi küresinin içinde Adam ve Verlaine birbirine dolanmış, düşmek üzereydiler. Gök gürültüsüne benzer bir ses ağaçları uçurdu. Kalkan toz indiğinde merkezinde bir figürün yuvarlandığı, sanki meteor çarpmış gibi açılmış bir krater göründü. Verlaine kraterin ortasında çömelmişti. Bedeninde herhangi bir yara yoktu ve dizlerinin üzerinde otururken gözleri uyuyormuş gibi hafif kapalıydı. Derisinin üstünde antik yazılara benzer desenler parlıyordu. Yanında... Adam harap haldeydi. Göğsünün altındaki her şey, sol koluyla beraber tamamen kaybolmuştu ve iç mekanizmaları gözüküyordu. Yapay kasları ve sinir iletim kablosu sarkıyordu, işleyişinde kullandığı beyaz bir sıvı dışarı sızıyordu. Chuuya’ya bakmak için Adam’ın yalnızca kafasının tepesi hareket etti. Chuuya’yı bir şey yapması için teşvik ederken gözleri istikrarlıydı. Başını hafifçe salladı. Yap, demeye çalışıyordu. Böylece Chuuya’nın karnı kararlılıkla sıkılaştı. Oyulmuş toprağa sessizce yürüdü. Kin ya da düşmanlık taşımadan, Verlaine’in kendisini düşman bellememesi için ağır, emin adımlarla ilerliyordu. Chuuya’nın gözlerinde kendisini "ağabeyi" olarak nitelendiren adam yansıdı. Düşmanlığını bastırmasına gerek yoktu çünkü nedense Chuuya onu gördüğünde göğsünde kin taşımıyordu. Şu anda Verlaine insan değildi. Denklem dizisi bile değildi. Gücün meyvesi, nefretle savaşan otomatik bir makineydi. Aynı şey benim de içimde uyuyor. Ne de olsa maskemi çıkarsaydım, Verlaine ile aynı olurduk. Verliane’in neden peşimden geldiğini ve benimle yolculuğa çıkmak istediğini biliyorum. Ama- artık bitmişti. Chuuya ağabeyinin yanında durdu. Göğsünde sakladığı duyguların sessiz sakin olmasına şaşırdı. Verlaine henüz cevap vermemişti. Göğsündeki cepten zehir kapsülünü çıkardı. Kapsül parmak ucu boyutunda, disk şeklindeydi. Ağzına attığında hemen eriyecekti. Sonra ışıklar sönecek ve her şey bitecekti. Bu işi çözmenin tek bir yolu vardı. Ağabeyinin dudaklarında küçük bir aralık vardı. Chuuya o ağzı nefret duyduğu düşmanıymış hatta yaşayan bir varlıkmış gibi düşünmedi. Kapsülü posta kutusuna mektup bırakırmış, yapboza parça yerleştirirmiş, yakın birisiyle paylaşılan anılara veda damgası vururmuş gibi Verlaine’in ağzına attı. Kapsül parmaklarından kaydı. Keskin bir acı hissetti. Acı yüreğindeki değil, fiziksel bir acıydı. Parmak ucu kanıyordu. "Off... beni şaşırtmayı hep başarıyorsun Chuuya." Verlaine gülüyordu. Chuuya’nın kanı dudaklarının kenarına bulaşmıştı. Hemen sonra Chuuya geriye doğru uçtu. Onu çeken yerçekimi küreleri değil, temas ettiği cisimlerin yerçekimini değiştiren olağan yeteneğiydi. Chuuya savunma pozisyonu alamadan geriye yuvarlandı, bir ağacın gövdesine çarptı. "Agh!" "Tanıştığımız ilk gün... geçidini açtığımda içine talimatlar bırakmıştım." Verlaine konuşurken kapsülü tükürdü. Kapsül, yerdeki otlara düşüp kayboldu. "Geçidimi kapatmamın talimatı tekrar dokunulmaktı bu yüzden geçidim otomatik olarak kapandı. Canavar formumda bilincimi yitiriyorum bu nedenle kendime gelmemim tek yolu buydu." "Canavar...?" "Az önce içinde bulunduğum durumdayken kişiliğimi kontrol edemiyorum ve tekilliğin canavarı kısa süreliğine çıkıyor. Kişiliğimdeki mührü kaldıran mısrayı söylediğimde Rimbaud bana böyle sesleniyordu." Verlaine yavaşça ayağa kalkıp Chuuya’ya baktı. "Kendim yapamadığımda beni tekilliğimden geri döndürmenin yolunu o bulmuştu. Hep bana yardım etmenin yollarını düşünürdü." "Sırtından bıçakladığın Rimbaud’dan mı bahsediyorsun?" Chuuya yalpalarken ellerini dizlerine koydu. "Değil mi?" Verlaine hemen cevap vermedi. Chuuya’ya bakarken gözleri büyüdü. Kuru gözleriyle bakmaya devam etti, gözünü dahi kırpmadı. Sonunda ağzını açtı. "Seni kurtarmak içindi." "Anladım." Chuuya sessizce baktı. "Elimden gelen her şeyi yaptım. Sen kazandın. Mafyada seni yenebilecek kimse yok. Avrupa’ya ya da dünyanın sonuna, nereye istersen seninle geleceğim." Verlaine gözlerini kıstı. "Yalan söyleyerek beni kandırabileceğini mi sanıyorsun?" "Dazai kadar muzip değilim ve seni kandıracak kadar karizmam yok bence." Chuuya kendisini küçük düşürürken güldü. "Biraz düşündüm. Ben de bir gün tüm dünyadan nefret etmeyi denemek isterim. Belki... bunun için yanında kalıp seni izlemek en iyi seçenektir." Verlaine, sanki hayatın bütün cevapları yüzüne yazılmış gibi ona uzun uzun baktı ve "Yani... şu anda, dünyadan nefret etmediğini mi söylüyorsun?" "Nefret ettiğim insanlar var ama herkesten nefret etmiyorum. Ben..." Chuuya uzaklara baktı. Gözlerinin önünde bir yıldız parıldadı. "Yalnız yaşamadığımı biliyorum. Sen de bir zamanlar benim gibiydin, değil mi?" "..." Verlaine cevap vermedi ama konuşmaması zaten yeterli bir cevaptı. "Her şey halloldu o zaman. Gidelim hadi. Mafya yoldadır. Kolay kolay vazgeçmezler ve basit inatçı saldırıları zaten sana işlemez. İşlerse de saldırı yöntemleri güç üzerine kurulu değildir." Chuuya çenesiyle Verlaine’in arkasını işaret etti. "Sürpriz bir saldırı. Ne olursa olsun tahmin edemeyeceğin veya hayal edemeyeceğin bir şey, şakayla saldırmak gibi. Ya da böyle bir şey işte." Hemen sonra birisi Verlaine’in omzuna dokundu. Verlaine hemen arkasına döndü. Dönünce bir işaret parmağı Verlaine’in yanağına bastırıldı. "Ah-" "Robot şakası duymak ister misin?" İşaret parmağının ucuna ince bir şırınga iğnesi takılıydı. Bedeninin yalnızca üst yarısı kullanarak Adam elini Verlaine’in omzuna koydu. Adam’ın parmağındaki iğnenin zehri Verlaine’in derisine battı, vakit kaybetmeden dolaşım sistemine girerek refleks sinirlerinin kan basıncını düşürdü. Verlaine bir tarafa ardından diğer tarafa ağır ağır sallandı ve düşerek bilincini kaybetti. Adam sadece sağ koluyla vücudunun üst yarısından omuzlarını silkti ve muzipçe gülümsedi. "Robot şakam buydu. Suikastçıların kralı çocukça bir kandırmacanın dürtüklemesiyle yenildi." [img]https://www.wattpad.com/myworks/319725544/write/1376137062[/img][img]https://img.wattpad.com/12091bc55ae351795e414dc7770fc40db86186a5/68747470733a2f2f73332e616d617a6f6e6177732e636f6d2f776174747061642d6d656469612d736572766963652f53746f7279496d6167652f4a4e724243322d6c4f79534a57773d3d2d313337363133373036322e313737646636646561653734663635643239363939313637363235382e6a7067[/img]
...
Rimbaud’un notlarından alıntılar:
___ Yılın ___ Günü Terörle Mücadele Birimi taktik ekibinden bir DGSE agent’in günlüğü. Hava açık, neredeyse şafak vakti, yeni ay. Yarın düşman ulusun askeri üssüne sızacağım için girişi biraz daha uzun tutacağım. Bu görevde takviyemiz, lojistik desteğimiz ya da içeriden işbirlikçimiz yok. Hedefimiz yeni bir yetenekli silahı modeli. Çocuk şeklinde olduğu söylense de dünyayı yok etmeye yetecek güce sahip gizli bir felaket aslında. Görevim tehlikeli ve sağ dönemeyebilirim. Ancak bu dünyada düşman ulustan küresel bir felaketi çalacak birisi varsa o da ben ve ortağım Verlaine’dir. Bir süredir güvenilir ortağım Verlaine için ne yapabileceğimi düşünüyordum. Cevap daha dün aklıma geldi. Doğum gününü kutlayacağız. Elbette teknik olarak doğum günü yok. Ancak dört yıl önce, Faunus’u öldürüp özgürlüğünü kazandığı o günü doğum günü olarak düşünüyorum. Paris’teki pâtissierden ufak bir puding sipariş ettim ve kolumun altına bir şarap sıkıştırarak Verlaine’in saklanma yerine gittim. Verlaine şaşırmaktan çok şüphelendi o yüzden durumu açıklamak zorunda kaldım. Doğum günlerini kutlamak basit bir mesajı, "Doğumun kutlanmaya değer" mesajını verir. Kim ne derse desin, doğumunun değeri var mesajını... Ve doğum günlerinin olmazsa olmazı bir şey vardır. O olmazsa doğum günü, aysız gecelere benzer. Doğum günü hediyesi... Ona üzerinde vizör olan siyah bir melon şapka verdim. Pek pahalı sayılmaz ve tanınmış bir ustanın ellerinden çıkmadı. Yine de şapkanın içini saran vizör çok özel bir malzemeden yapıldı. %10 platin, %10 titanyum ve %80 alaşımda karışmış çoğunlukla altın olmak üzere rengarenk metalleri içeren, Faunus’un yeteneğinden yapılmış bir şapka. Araştırma tesisinde neredeyse tamamladığı bir icadı şapkaya dönüştürdüm. Şapkayı taktığında kumaş bobin görevi görerek dışarıdan gelen herhangi bir talimatın bilincini ele geçirmesini engelliyor. Hatta içerisinden gelen talimatlara kulak verebilecek yani kendi iradesini elinde tutabilecek. Bu şapkayla Verlaine özgür iradeli bir insan olmaya bir adım daha yaklaşabilir. Tepkisi biraz garipti. Neşeli ya da şaşırmış değildi, sessiz gözleri "Kabul edebilirim sanırım" diyordu sanki. Şapka hakkında tek kelime etmedi. Beraber şaraplarımızı içtik, iyi geceler diledik ve yollarımızı ayırdık. Ertesi gün gelse de doğru şeyi yapıp yapmadığımdan emin değilim. Verlaine’in gözleri Kuzey Kutbunun ötesindeki topraklar kadar donuktu. Ama yakında cevaplarımı alacağım. Yarın düşman ülkeye giriyoruz. Ortağım uğruna karşımıza çıkan her cehennemi seve seve fethederim. Gökteki tanrı ve yüreğimizdeki bağ olduğu sürece, gelecek bize ellerini uzatacaktır.
(Notundaki son cümle buydu. Dahası yazılmamıştı.)
...
Savaş bitmiş olabilir ancak ormanda kargaşaya sebep olan yerçekimi dalgaları hala duruyordu. Verlaine, radyasyon dalgaları nedeniyle ağaçların biçildiği sıfır noktasında(6) yenilmişti. Kalan yerçekimi dalgaları rüzgarı, sesi ve düşen yaprakları içine çekerek küçük bir girdap oluşturuyordu. Ancak bunlar Verlaine bilincini kazandığı için gerçekleşmiyordu. Adam tek elini kullanarak kendisini destekledi ve uyuyan Verlaine’e baktı. "Nabız sabit ve solunumu yavaş." dedi. "Sorunsuzca uyuyor. Mevcut yerçekimi seviyesi insan vücudu için tehdit oluşturmuyor." Adam eğildi ve gözlerini çevirmeden Verlaine’in uyuyan suretine baktı. Bu dünya felaketinin uyuyan yüzü, Suikastçılar Kralı olarak tanınan bu adam, fazla sessizdi ve tehdit oluşturmuyordu. "Hey, yüzüne bir şeyler çizelim mi?" dedi Adam. "Yok, kalsın." Yere oturmak için eğilen Chuuya konuştu. "Parmağım kaleme dönüşebiliyor aslında." Adam orta parmağının ucundaki dış kaplamayı çıkardı. "Kalsın dedim." Ama bunu söylese de Chuuya’nın ağzından ufak bir kahkaha kaçtı. Adam parmağını eski haline döndürdü. "Verliane’i böyle huzurla uyurken görünce insan sanılabilir." "Uyurken de uyanıkken de normal bir insan zaten." dedi Chuuya kayıtsızca. "Yeteneği güçlü, o kadar. Öfkelenmekle ve dert sahibi olmakla... yetinmiş gibi durmuyor." Konuşmasını dinlerken Adam dikkatle Chuuya’ya baktı. Sonra gülümsedi, "Haklısınız. Her halükarda sonunda ihtiyaç duyduğunuz sonuca ulaşmışsınız." "Huh, ne demek istiyorsun?" Chuuya bakışlarını Adam’a kitlediğinde telsizden bir ses duyuldu. "Alo alo, güzel dostlarım. Raporları aldım." Dazai’nin sesiydi. "Verlaine’i yendiniz demek? Hayli etkilendim! Gerçi bu planı hazırladığımda ’Eh, gökyüzünde dümdüz edilirsem en azından Chuuya’ya benzeyeceğim’ diye düşünüyordum." "Piç herif, ne var biliyor musun-" Chuuya çıkışamadan telsizdeki ses sözünü kesti. "Ama sizinle bu yüzden iletişime geçmiyorum. N’yi gördünüz mü?" "Huh? N mi?" Chuuya kaşlarını çattı. "Verlaine kaçırmamış mıydı onu?" "Aynen öyle, bu yüzden ardından kurtarma timi gönderdim. Sahip olduğu bilgilere ihtiyacımız var, özellikle senin içine bir baksa çok iyi olur Chuuya." Chuuya telsizi kavramadan önce bir süreliğine sessiz kaldı. "Demek öyle. Başından beri amacın bu muydu?" "Sonunda fark ettin mi?" Dazai neşeyle gülüyor gibiydi. "Mori-san’ın hayatını kaç kere kurtarırsam kurtarayım sadakatim öylesine dehşet verici bir adamla yüzleşmeye yetecek kadar derin değil. N’nin bildiği bir formülü ya da ne bileyim, bilgisini falan kullanarak Chuuya’yı sadık hizmetkarım yapma planı-" "Öff, kes sesini! Ee? Ne diye N’yi görüp görmediğimizi soruyorsun?" "N’yi şantiyeden getiren araba ortadan kayboldu. N ile bağlantımı kaybettim." "Ne?" Chuuya’nın sorusunu yanıtlayan Dazai’nin sesi uğursuz geceye karıştı. "Bir şey olmuş olabilir." ... Mafyanın siyah arabası elektrik direğine çarptı. N hareket etmeyen aracın arka koltuğundan yuvarlandı. Tüm bedeni sert çarpmıştı ve ağzında yapışkan kan toplanmıştı. Ellerini ve ayaklarını arabanın yanındaki yola dayadı ve kendisine acı veren derin bir nefes aldı. N, yolun kenarındaki bir elektrik direğiyle kafa kafaya çarpışmıştı ve arabanın önü parçalanmıştı. Aracın bir yerlerinden dumanlar çıkıyordu. Verlaine ile yapılan savaş yerinin, ormanın yakınındaydı, etraf sessizdi ve tek bir yaşam belirtisi yoktu. Tek görebildiği uçsuz bucaksız siyah ağaçlardı. "Henüz... ölemem!" Bunu söyledikten sonra N yere yapışkan kan tükürdü ve bir şekilde ayağa kalkmayı başardı. Sonra neredeyse koşar gibi yürümeye başladı. "Sana söylemeden... olmaz..." N, laboratuvar önlüğünün göğüs cebinden eski püskü bir işaret fişeği çıkardı. Rengi donuk kırmızıydı ve normal bir tabancadan farkı yok gibi gözüküyordu. Ancak namlusu büyüktü ve 12 kalibrelik bir işaret fişeği atabilme kapasitesine sahipti. Sonra N gümüş, sade saatini çıkardı. Kan ve terle kaplı parmağıyla saatin camını çıkardı ve dişlilerinden birisini aldı. Saat normal bir saatti ama dişlileri özeldi. İçindeki metaller gizemli bir şekilde parıldadı. Platin ve altın alaşımından yapılmış olsa da ayrıca daha önce kimsenin görmediği rengarenk bir metaldi. Ay ışığı yansıdığında bir dizi denklem dişlinin yüzeyinde parıldadı. N, Verlaine ile yapılan savaşın savaş alanında tam görüş elde etmek için bacaklarını sürükleyerek tepeye kadar yürüdü. Ağaçlar bir o tarafa bir bu tarafa uçuşmuştu ve toprağın oyularak kraterler açtığını görebiliyordu. "Düşündüğüm gibi... Verlaine canavar formuna geçmiş..." Hırıltılı bir sesle konuştu N, dudaklarının kenarıyla gülümsedi. "Öyleyse sonunda bu zayıf elimle sana ulaşabilirim." N saatinden garip metali çıkardı ve işaret fişeğini tabancasının namlusuna yerleştirdi. Gözleri sakin ve herhangi bir duygudan yoksundu, öncesinde karar verdiği planı uyguluyordu. Silahı doldurdu ve gökyüzüne ateşledi. N’nin arkasında dumanlar yükselmeye devam etti. Arabanın gövdesinden benzin sızıyordu. İçerideki iki kişi hareket etmiyordu. Aracın içindeki iki mafya da ölmüştü. Sürücü koltuğundaki mafya uyuyormuş gibi, ölü bir yüzle direksiyona yaslanmıştı. Boynundan beline kadar olan derisi ve giysileri yavaş yavaş eriyor, iskeletindeki kemikleri açığa çıkarıyordu. İğrenç bir kokuyla beraber dumanlar hala arabadan yükseliyordu. Yolcu koltuğundaki adamın durumu da çok farklı değildi. Sağ omzundan koluna kadar olan derisi erimişti ve araç elektrik direğine çarptığında omurgası kırılarak ölmüştü. Emniyet kemeri, kendisine arkadan çarpan sıvı asitten dolayı parçalanmıştı. Arka koltuğun zemininde boş bir sıvı şişesi vardı. Mafya üyelerini neyin öldürdüğü ortadaydı. Aracı sürerken arka koltuktaki adam üzerlerine sıvı asit fırlatmıştı. Hazırlıksız yakalanmışlardı. Asit vücutlarına çarptığında tepki ya da karşılık veremediler, sonra yoldan çıkıp direğe çarptılar. İki mafya, kaçırılıp vinç kulesinin tepesinde ölüme terk edilen N’ye yardım ettikten sonra Dazai’ye doğru yola çıkmıştı.
...
Uyuyan Verlaine’i ve yarısı yok edilmiş Adam’ı sırtında taşırken Chuuya yürümeye başladı. İkisinin ağırlığı ve boyları Chuuya’nın iki katıydı ama onları yerçekimiyle hafiflettiği için Chuuya zorlanıyormuş gibi gözükmüyordu. "Ama zar zor hallettik." Adam taşınırken gözlerini kapattı. "Görev başarıyla tamamlandı. İngiliz Hükümeti, hayır, tüm dünyanın hükümetleri bana teşekkürlerini sunacak." "Şimdi mi sunacaklar? Çünkü seni sırtımda taşıdığım için tam şu an bana teşekkür etmeni istiyorum." Chuuya somurtarak cevap verdi. "Kesin terfi alacağım. Yalnızca makinelerden oluşan bir dedektiflik bürosu kurma hayalim düşündüğümden çok daha önce gerçekleşecek." "Vay! Büyük başarı!" "Mükemmel robot dedektiflerin kusurlu insanları koruduğu fütüristik bir dünya olacak. Bir gün insan dedektifleri gereksiz sayacağız ve onları tüm işlerden kovacağız- bekle, eğlence sektörü dışındaki tüm işlerden ve bağımsızlık duygusu olmayan insanları kontrolümüz altına alacağız. Hehehe." "Kes, öyle güldüğünde tüylerim diken diken oluyor." Chuuya bir şey olana kadar Adam’a sert bir ifadeyle baktı. Doğu yönünde gökyüzüne bir işaret fişeği ateşlenmişti. "O neydi?" Parlak, altın rengi alevler ardında duman izi bırakarak gece göğünü yarıp geçti. Yanlış yöne giden kayan bir yıldıza benziyordu. Işık ağaçları aydınlattı, yere yara izine benzer bir parlaklık çizerek Chuuta’nın ayaklarının altına uzun gölgeler düşürdü. "Saldırı timi yanlışlıkla mı ateşledi?" Bunları söylerken gece göğünde aniden bir güneş belirdi ve Chuuya’nın gözlerini kısmasına neden oldu.
...
Dazai gözünü dahi kırpmadan ışığa baktı. Gözleri hemen ışığın kaynağını aradı. Sonra açısını ve ne zaman fırlatılmış olabileceğini hesapladı. Savaşın durumu, işaret fişeğinin cinsi, kimin ateşlediği, fırlatılma sebebi, nedeni... saniyeler içinde gözleri anlayışla parıldadı. "Sorun var..." Dazai’nin dudaklarından sesinden çok titreyen nefesi çıkmıştı. "Tüm personeli tahliye edi- hayır, yeterli zaman yok." Gözleri çaresizlikle titredi.
...
Garip, rengarenk metal parçaları ışıktan aşağı ardı ardına yağdı. Chuuya metallere baktı. Kar tanesinden daha ince, gökkuşağı renkli metal parçaları uzaktaki yıldızlar gibi parıldıyordu. Her bir parça, sanki işitilemeyen bir ezgiyle çınlıyormuş titredi. Sonra, Chuuya fark etti. Kesinlikle müzikle, gerçek müzik yerine ses basıncıyla dans ediyorlardı. Melodiye dönüşmeden önce basit, saf bir müzik işaretiydi. Hemen sonra garip bir şey yaşandı. Sırtındaki Verlaine aniden çığlık attı. Çığlığı kelimelerle tarif edilemezdi, Chuuya’nın tüyleri diken diken olmuştu. Verlaine’in uyanmasına izin veremezdi, hazırlıklı değillerdi. Ya kendilerine saldırsaydı? Savaşmak için olabilecek en berbat konumdaydı. Bir sonraki saldırısından hayatta kaçamazdı. Chuuya acilen Verlaine sırtından attı, geriye doğru eğilince fark etti. Verlaine yalnızca çığlık atmıyordu. Acı çekiyordu. Verlaine’in gözleri kanlanmıştı ve göğsünü tutarken yüzünde örümcek ağına benzer damarlar belirmişti. Acı içinde kıvranırken ve başını yere vururken kaslarının yırtıldığını neredeyse duyabiliyorlardı. "Adam, neler oluyor?!" "Verdiğim zehir yüzünden değil!" dedi sert bir sesle. İşte o an Chuuya fark etti. Verlaine’in yerçekimi yörüngesinden kalanlar gökyüzünden yağan metal parçalarını çekiyordu. Muhtemelen bu yüzden üzerinde bu kadar güçlü bir etki bırakmıştı. Birisi saldırmıştı. Metal parçaları Verlaine’e acı çektiriyordu. İşaret fişeğini kim ateşlemişti? "...o." Verlaine acı içinde inleyerek bir şeyler söyledi. Chuuya ona doğru döndü. "O... yaptı..." Verlaine’in sesi acı bir pişmanlık taşıyordu. "o... yalancı piç... araştırmacı... Asil ormanın sırlarını zaten biliyordu." Dalgalar Verlaine’in etrafındaki havayı titreştirirken garip bir şey oldu. "Yerçekimi yörüngesindeki dalgalanmalar ortamdaki ışığı yutuyor, Doppler etkisi yüzünden frekansta değişiklikler gözlemlendi!" Adam’ın sesi tiz acil durum sirenlerine benziyordu. "Bir şey geliyor!" Verlaine’i çevreleyen toprak sanki dev, görünmez bir yumruk yere çarpmış gibi çöktü. Zeminde birbiri ardına oyuklar oluştu ve ağaçlar korkuyla titredi. "Bir an önce buradan uzaklaşmalıyız Chuuya-sama. Bu dalga boyları dokuz yıl öncekiyle aynı." "Dokuz yıl öncekiyle mi?" Chuuya’nın ifadesi değişti. "Hey, Verlaine, cevap ver! Ne oluyor?!" Verlaine yarattığı yerçekimi dalgalarının sarsıntısında boğuluyordu. Uzay, figürünün zar zor görülebileceği noktaya kadar bozuluma uğradı ve dalga fazındaki anormal genişleme birkaç yüz metreyi aştı. Fazın ortasındaki potansiyel enerji farkı iç fırtına gibi birbiri ardına mavi ışık parıltıları oluşturdu. Tam ortadaki Verlaine’in sesi sanki farklı boyuttaymış gibi kısık ve zayıf çıkıyordu. "Dünyanın sonu... geldi..." Ölüm döşeğindeki yaşlı bir adammış gibi titreyen elini uzattı. "Kaç, Chuuya." Verlaine’in eli Chuuya’nın göğsüne dokundu. Dışa doğru yerçekimi uygulayarak Chuuya’yı uçurtarak gönderdi. "Ne-" Chuuya takla atarken Verlaine’in neredeyse kederli olan gülüşü gözlerine takıldı. Ama bilinci kendisine yetişen güçlü, hızla genişleyen dalga tarafından kapıldı.
...
Gök ikiye yarıldı. Kara şimşekler çaktı. Atmosfer kabardı. Geri çekilmeye başlayan mafya üyeleri şarkı söyleyen bir meleğin sesini duydu. Trenin üstündeki Dazai ise şeytanın uğuldayan kahkahasını duyuyordu. Aynı felaket dokuz yıl öncesinde de yaşanmıştı. Toprak kaynamış, evler buharlaşmış ve dünya çığlık çığlıyayken cennetler yanmıştı. Dünyanın diğer ucundan gelen, her yeri kuşatan, asi Habaki’ydi(7). Ancak şu anda önlerinde ormanı yakıp kavuran şey Arahabaki değildi. Arahabaki’den daha büyük, daha karanlık ve çok daha günahkardı. Devasa gövdesi ayı saklıyor, en ufak hareketi boşluk dalgaları yaratıyor ve tek bir adımı yeri ikiye ayırıyordu. Dazai o figüre baktı. "Tekillik bu mu? Böylesine bir güç yeteneklerden doğabilir mi?" Dazai’nin sesi neşe doluydu. "Dünyanın sonu geldi sanki." Dudaklarının kenarına istemsiz bir gülümseme yayıldı.
...
İlk on saniyede, bir kilometre çapındaki ağaçlar yıkılıp devrildi. Sonraki on saniyede, aynı çaptaki toprak parçalanıp havaya uçtu. Ve sonraki on saniyede, kazınmış toprak lava dönüşene kadar kaynayarak çevresindeki ağaçları yakmaya başladı. Tepenin üzerindeki N aşağıdaki manzaraya bakarken kahkahalar etti. "Hahaha! Asil Ormanın Sırları bu işte, Verlaine-kun! Rimbaud’un sizi korumak için sildiği şekle, asıl haline böyle geri dönebilirsin!" N’ye göre Verlaine’in dönüştüğü şekil, devasa siyah bir canavarın grotesk siluetiydi. "Tanrı Arahabaki bile senin basit bir kopyandan başka bir şey değil! Yaşayan ilk tekillilik, bu dünyanın kökenlerinden çıkmış vahşi bir canavarsın. Yaratıcının sana verdiği ad azılı bir Tanrının tersi –asıl iblis, şeytani canavar Guivre(8)!" Canavar başını kaldırdı. Gövdesi ve kuyruğu alevlerdendi ve son derece tıknaz gövdesi, gece göğünü içine çekmiş gibi simsiyahtı. Sekiz kırmızı gözü ve paslı gümüş rengi sıralanmış dişleri vardı. Yüksek enerji ve periyodik hal değişimindeki atmosfer yüzünden siluetinin ana hatları belirsizdi. Gökdelen kadar uzun figürün sürüngene benzer ağzı ve görünümü vardı. Ancak Dünya üzerinde yaşayan hiçbir canlıya benzemiyordu. Görünüşüne en yakın şey, peri masallarındaki canavarlar, kaosa hükmeden iblisler ve azgın canavarlardı. O şey Tanrı olarak adlandırılamayacak kadar uğursuzdu. Toprak ayaklarının altında kaynadı ve kaçmakta geciken mafya üyeleri ölmeden kısa süre önce çığlıklar attı. Nefes alıp veren bir felaket, yalnızca insanlar arasında değil evrende var olan bir yaratıktı. Yıkımın kükreyişi havada yankılandı.
...
Ana işletim çekirdeğim bir şekilde bilincimi geri kazanana kadar üç kez acil durum yeniden başlatması yaptı. Yine de nerede olduğum hakkında en ufak fikrim yok. Hangi pozisyonda bulunduğumu dahi bilmiyorum. Çevrem, yüksek hızda ilerleyip dönen karanlık bir girdaptı ve yerçekimi anormalliğini gösteren göstergelerim karman çormandı. Çevremi tarayamadım. Şu anda muhtemelen Verlaine’in bedeninin içinde olduğum sonucuna vardım. Dış dünyayla iletişim kurmama engel olunmasının başka açıklaması yoktu. Radyo dalgaları bile güçlü yerçekiminde hapsolmuştu. Zaman ölçüm araçlarım anormal ölçekleri gösteriyordu. Görelilik kuramına göre buradaki zaman, dışarıdakinden çok daha yavaş akıyordu. (9) Burası son derece tehlikeliydi. "Chuuya-sama! Neredesiniz?!" Çıkarabildiğim maksimum ses basıncıyla bağırdım ama sesim kendi işitme cihazlarıma dahi ulaşamadı. Sanki uzayda gibiydim. Zaman zaman kum fırtınası gibi önümden ışık geçiyordu sadece. Tam o sırada ana çekirdek sistemimde uyarı sireni çaldı ve belleğimde bir rapor belirdi. 812 numaralı acil durumun gerçekleştiği teyit edildi. Acil durum protokolü B’nin açılması onaylandı. Görev hedefi iptal ediliyor, B1 ve B2 işlevlerinin kilidi açılıyor. Sonra her şeyi hatırladım. Durumum... yaşanabilecek sakatlanmalar... davaya atanma sebebim... Ne de olsa burası Verlaine’in bedeninin içiydi. İçindeki tekillilik serbest kaldı ve en yakında bulunan Chuuya-sama ile ben arada kaynadık. Chuuya-sama tehlikedeydi. "Acil durum protokolünü şimdilik askıya al. En yüksek komutamız, Chuuya-sama’yı arayacağım." Dengede durmak için jet sevkini kullanarak ilerlemeye başladım. "Sizi kurtarmaya geliyorum, Chuuya-sama!" Kozmik fırtınanın karanlığının ortasında, parmak uçlarımı göremeyecek kadar karanlık olmasına rağmen ilerlemeye devam ettim.
...
Dazai manzarayı seyrederken mafya üyeleri vahim saldırılarına devam ediyordu. Canavarı kaplayan ısı ışınları ve ışıklar aslında arka korumada beklemekte olan yeteneklilerin saldırılarıydı. Bu saldırıların yanında havan topları, tanksavar topları, el bombası fırlatıcıları ve mafyanın ateşli silahlarından çıkan saldırılar gökyüzünde uçup canavarı alevlere sardı. Ancak tüm saldırıları canavarı çevreleyen fokurdayan kara delikler tarafından engellendi. Fiziksel mermiler bütün olarak yutuluyor ya da kaybolan kara deliklerden yayılan ışıklar kurşunları buharlaştırıyordu. Buz yeteneği kullanıcısı havayı dondursa da canavarın yarattığı katıksız enerji nedeniyle tek etkisi sıcaklığı bir anlığına düşürmek oldu. Toprağı sıvılaştırabilen yetenek kullanıcısı canavarın altındaki toprağı parçalamaya çalıştı ancak ayağının battığı noktanın yalnızca birazını sıvılaştırabildi. Diğer yetenekliler de canavara her taraftan saldırdı, birbiri ardına dağıldılar. "İşe yaramaz." Dazai saldırıyı izlerken sersemlemiş bir şekilde mırıldandı. "Sodom halkının Tanrı’nın gazabını davet ettikleri zaman gibi. Saldırılar tek taraflı, karşı dahi koyamıyoruz." "Dazai-dono!" Hirotsu telsizi tutarken Dazai’ye doğru koştu. "Kiraladığımız paralı askerler kısa süre içinde hava desteği gönderecek." "Hava desteği mi?" Bunları söyler söylemez doğu tarafında gece göğünü yarıp geçen üç gürleme sesi duyuldu. Gürültüyü çıkaran dev demir kütleleri ağır silahlı destek helikopterleriydi. Bunlar yerel denetimde kullanılan nakliye helikopterleri ya da hem gözcülük hem saldırı yapan keşif helikopterleri değildi. Tek amaçları düşmanlarını ateş gücüyle yakıp yıkmak olan gökyüzünün acımasız canavarlarıydılar. Üç saldırı helikopteri aynı anda alev püskürttü. Zalimdiler, aynı anda havadan satha 16 güdümlü tank savar füzesi ateşlediler. On altısını bir kenara füzelerin tek bir tanesi bile bir tankın zırhını kırmaya yetecek kadar güçlüydü. Üçünün saldırısıyla toplam 48 füze ateşlendi. Parlak kırmızı ateş toplarının ısısı siyah canavarın üstünde yükseldi ve canavar öfkeyle kükredi. Füzeler savaş meydanına çarptıklarında değil, yaklaştıklarında patladılar. Vt tapası, mermi başlığını kara deliğin içine çekilmeden önce patlatmıştı. Mafyada bu güce sahip çok az yetenekli vardı. Canavar öfkeyle başını salladı. "İnanılmaz bir güç." dedi Hirotsu, gözlerini ışıktan korumak için ellerini kaldırırken. "Büyüklüğüne karşın uzak mesafeli saldırılardan kendisini koruyamaz gerçi. Böyle devam edersek..." Dazai gözlerini kıstı, ifadesi sertleşti. "...olmaz." Uluyan canavar, gökte uçuşup kendisine saldıran metal parçalarına baktı. Çevresi aniden gerçekleşecek ölümlerin işaretleriyle dolup taştı. "Ne-" Herkes o şeye baktı. Gökyüzü kayboldu, ay ve yıldızların ışığı canavarın başının üstünde yaratılan devasa karanlık tarafından yutuldu. Karanlık, canavarın gözleri önünde ağzına sığabilecek bir araba boyutuna gelene kadar küçüldü. Bomboş, bu dünyadan tüm mantığı alıp götüren bir karanlıktı. Kükreyişiyle o karanlığı fırlattı. İlk toprak gitti. Tek nefesiyle bırakılan karanlık yerde dipsiz bir çukur açtı. Canavar başını kaldırırken karanlık yükseldi yere oyulmuş derin uçurumlar bıraktı. Karanlık huzmesi direkt saldırı halindeki helikopterlere çarptı. İlk helikopteri hızla ilerleyen bir karanlık vurdu. Helikopter yok edilmese de karanlığa çekildi ve ardında iz bırakmadan kayboldu. İkinci ve üçüncü helikopter akıntının etkisiyle parçalandı ve yere yüzlerce parça halinde düştü. Yalnızca birkaç saniye sürmüştü. Göz açıp kapayıncaya kadar canavar derin bir nefes vermiş ve son üç silahlarını başarıyla yok etmişti. "A-" Hirotsu nasıl nefes alınacağını unutmuş gibi gökyüzüne baktı. "Az önce... ne oldu?" Toprak dibi görünmeyen bir uçuruma dönüşene kadar oyulmuştu. Uçurum göz alabildiğince uzanıyor, ufkun ötesinde yara izi gibi devam ediyordu. "Hahaha... inanılmaz. Lazer gibi kara deliği öylece fırlatıverdi." Dazai’nin ağzından çarpık bir gülümseme kaçarken gözleri fal taşı gibi açıldı. "Artık yetenek falan değil bu. Hayır, bu tür bir fenomen Dünya’da yok. Galaksimizde, Güneş’in ortasında ya da uzayda herhangi bir yerde gözlemlenen doğa olayı bu. Yaşayan canlılarla savaşmak dahi istemiyor. İmkansız, kazanmamız mümkün değil."
...
Canavar hareket etmeye başladı. Ayağını yerden kaldırması birkaç saniye sürse de yalnızca ayağının ucu bile şok dalgası yaratmaya yetecek kadar hızlıydı. Ne kadar yavaş hareket ederse etsin hep özel hızlı trenler kadar hızlıydı. N, canavarın yolu üzerindeki tepede duruyordu. Ölümün uğultusunun neden olduğu yerçekimsel yıkıma bakarak kahkahalar attı. "Hahaha! Gördün mü gününü, Verlaine?! Aynı dediğin gibi, sen insan falan değilsin! Yaratılışın insanlığın ötesinde, dünyayı yok edecek canavarın tekisin! Git, olduğun gibi devam et ve şehri –hayır, dünyayı tekilliliğinin vahşetiyle dümdüz et! Ve gücünden yorgun düştüğünde kaybol, defol git! Hahaha!" Canavar siyah bir dağmış gibi yürüdü. Gözleri ne kalan mafyaları ne de ayağının altındaki N’yi, hiçbir şeyi görmüyordu. Gördüğü tek şey uzakta parlayan Yokohama’nın şehir ışıklarıydı. "Gördün mü Verlaine?! Sonun geldi!" N’nin kahkahası neşeyle başlamış çığlık atar gibi bitmişti. "Senin gibi eşsiz bir yaratık basit, yaşlı bir adamın ellerinde ölecek! Hahaha, geber Verlaine! Kardeşimi öldürmenin intikamı bu işte! Hahahahaha!" Canavar bacağını kaldırdı. N kendisine bağırıyor, gözlerinden yaşlar akıyordu. Ayağı, tepeyle birlikte N’yi ezdi.
...
Hirotsu ile Dazai, canavarın biraz ötedeki ormandaki izlerine bakakaldı. "Yürümeye başladı." dedi Hirotsu düz bir sesle. "İleride şehir var. Yokohama’ya doğru ilerliyor." "Nefretin vücut bulmuş hali." dedi Dazai kitap okur gibi. "Saldırılara, yani düşman nefretine tepki veriyor. Şimdiye kadar şehirdeki bazı insanlar saldırıyı fark etmiş olmalı. O sinyale cevaben Yokohama’ya doğru ilerliyor." "Böyle devam ederse..." "Evet. Milyonlarca insan ölür." Dazai telsizini çıkardı. "Gelgit saati gibi." Bunları söylerken, konuşmadan önce telsizinin frekansını ayarladı. "Mori-san? Kaçmalısınız, sizin tarafa doğru geliyor."
...
Liman Mafyasının merkez binasının en üst katında patronun masası bulunuyordu. Orada, Mori pencerenin dışına bakarken sandalyede oturuyordu. Oda karanlık olduğundan camdan Yokohama’nın gece manzarasını görebiliyordu. Bakışlarının ilerisinde, yerleşim bölgelerinin ötesinde, uzaktaki mesafe kızıl bir ışık yanıp sönüyordu. Bulutlara yansıyan ışıklar ve ormandaki yangın savaşın devam ettiğinin göstergesiydi. "Saldırının devam ettiğini görebiliyorum." dedi Mori soğukkanlılıkla. "İnanılmaz bir marifetmiş gibi gözüküyor." "Abartılacak kadar değil." dedi Dazai. "Dokuz yıl önce Suribachi Şehrini patlatan ve bir anlığına uyanıp o çukuru açan Arahabaki gibi başka bir Arahabaki daha. Bu güç şehre durmaksızın akın ederse Yokohama denizin dibine batar. Bu iş artık kontrolümüzün dışına çıktı." Bu sözleri dinlerken Mori’nin ifadesi hiç değişmedi, sessiz bir nefes aldı sadece. "Dazai-kun, patron olmaya neden karar verdiğimi biliyor musun?" "Mori-san..." Dazai’nin acı sesi neredeyse azarlayan bir tonda konuştu. "Şimdi bunu konuşmanın zamanı değil." "Savaş alanındaki sizler gibi yararlı bir yeteneğim yok. Bu bakımdan senden biraz daha iyi durumdayım. Sahip olduğum tek şey kaç adama ihtiyacımız olduğunu tahmin edebilme ve onları savaşa gönderebilme sezgim. Dazai bir süreliğine sessiz kaldı. "Onu yenmemizi mi istiyorsun?" "Kaçmamı söyledin ama o canavardan nereye kaçabilirim ki?" Mori’nin sakin sesi gerçekleri anlatıyordu. "Kaçmak yerine Chuuya-kun ile birlikte krizin üstesinden gelmeni görmek istiyorum. Bunu yaparsanız yeni bir çağ açmış olursunuz." "Söylemesi kolay tabii." dedi Dazai, keyfinin kaçtığı sesinden belli oluyordu. "Ama Chuuya herhalde ölmüştür. Verlaine canavara dönüştüğünde en yakınında o vardı ve aramalarıma da cevap vermiyor. Yer çekimiyle kendisini korumuş olsa bile şimdiye kadar canavarın midesini boylamıştır... söylesene, sence şu anda ne düşünüyorum?" Cevap vermeden Mori omuzlarını hafifçe silkti. Dazai devam etmeden önce biraz bekledi. " ’Mükemmel bir fırsat değil mi? O şey bana çarparsa anında arkamda iz bırakmadan giderim. Acı çekmeden, ıstırap olmadan, ölümümden sonra arkamda dağınıklık bırakmadan tahtalı köyü boylarım. Altın fırsat önüme geldi. Nadiren bu istediklerimi gerçekleştirebilecek şeyler görüyorum’ diye düşünüyorum." Mori hemen cevap vermedi. Sessiz gözleri, parmağını dudaklarına dokundururken ağzında dönen kelimeleri anlatıyor gibiydi. "Dediklerin muhtemelen doğru." Mori yeniden konuşmadan önce bekledi. "Ama o canavara karşı savaşacaksın, hem de canını dişine takarak. Biliyorum." "Ne yazık ki neden böyle düşündüğünü sormak durumundayım." "Gayet basit bir sebebim var." Mori gülümsedi. "Eğer o canavarın ellerinde ölürsen kimse Chuuya-kun’u kurtaramaz ve o da ölür. Yani dört gözle beklediğin ölümün Chuuya ile çifte intihara dönüşmüş olur." On saniye kadar diğer hatta ölü sessizliği oldu. Sonra telsizdeki Dazai yüksek sesle ofladı. "O sesi neden yaptın?" "Nedeni yok. Neyse, beni manipüle edemezsin. Hattı kapatıyorum." Böylece telsiz sessizliğe gömüldü. Telsizi ellerinde tutan Mori’nin yüzünde bir gülümseme belirdi. Dazai telsizi kapattıktan sonra kılını dahi kıpırdatmadan durdu. Sonra telsizi göğsüne tuttu, top gibi kıvrılana kadar çömeldi ve yere doğru bağırdı. "Başka herkes olur ama Chuuya olmazzz!"
...
Chuuya karanlıkta ilerledi. Uzayda mı yoksa zamanda mı ilerlediğini bilmiyordu. Bir yerde mi yoksa kavramsallaştırılmış ahiretin karanlığında mı olduğunu bile bilmiyordu. Ancak önünde birisini görebiliyordu. Karanlık şiddetle bir aşağı bir yukarı dönerek o kişiyi sakladı ama orada birisinin olduğundan emindi. Karanlığın soluk mavi sisinde, havada süzülüyordu. O an Chuuya fark etti ki o kişi kendisiydi. Küçük Chuuya mavimsi siyah sıvıda yüzüyor, uyuyordu. Boynundan omurgasına uzanan transfüzyon kordonlarını ve tüplerini tanıdı. Aniden yanından bir ses duydu. "Acele et, Paul. Güvenlik peşimizde." Şaşıran Chuuya sese doğru döndü. Gördüğü kişi gayet iyi tanıdığı birisiydi. Uzun dalgalı saçları ve sakin gözleri vardı. Adam, gizli görevi için laboratuar önlüğü giyiyordu. Randou- Arthur Rimbaud. Gözlerini Chuuya’ya çevirdi. "Sorun nedir Paul? Deneysel Prototip 258-A’nın bu çocuk olduğu belli. Neden tereddüt ediyorsun?" "Biliyorum." Cevap direkt Chuuya’nın ağzından çıktı. Bakışları, yüzünün yansıdığı silindirik cama döndü. Yansımada siyah şapkalı, Paul Verlaine’in genç hali vardı. İnce parmakları silindirik cam tüpe dokundu. Verlaine konuşurken yumruğunu havaya kaldırdı ve tüpü kırdı. Mavimsi siyah sıvı dışarı aktı. Aynı elle çocuk Chuuya’yı tuttu ve dışarı çıkardı. Zaman geçti. Şimdi gece vaktinde bir ara sokaktaydılar. Ay ışığı, eski Yokohama sokaklarında dizilmiş evlere belli açıyla yansıyordu. Ara sokakta koşarlarken Rimbaud önden gidiyordu. Uzaktan bir yerlerden askeri üssün sirenleri duyulabiliyordu. Askeriyenin işgali fark ettiği andaki gibi diye anladı Chuuya. Anıları, dokuz yıl önce Verlaine ile ortağı Chuuya’yı tesisten çaldığı zamanki hatıraları izliyordu. Ama neden? Neden bu anıları görüyordu? Sonra Chuuya hatırladı. Ormandaki savaşları esnasında Verlaine kendisini ittikten hemen sonra yoğun bir şey, yerçekiminden farklı siyah bir şey tarafından büsbütün yutulduğunu hissetti. Muhtemelen sebebi buydu. Ne zaman odaklansa başı ağrıyordu. Etrafını çok daha büyük bir şey sararken kendi benlik duygusunu koruması zordu. Ama denemek zorundaydı. Bu anıyı görüyorsa bir anlamı olmalıydı. Önünde, Rimbaud hızlı adımlarla yürüyordu. "Kaçış denizaltımıza yalnızca beş kilometre kaldı. O zamana kadar peşimizdekilerden kurtulmalıyız yoksa Fransa’daki evimize yüzerek döneriz." Rimbaud konuşurken dikkatle etrafını gözlemliyordu. Yalnızca bir casusun sahip olabileceği odaklanma becerilerinden biriydi. Verlaine yavaşlarken Rimbaud’un peşinden gitgide uzaklaştı. Hızlı adımları yavaşladı, en sonunda durdu. "Sorun ne Paul?" Rimbaud arkasına döndü. "Acele etmeliyiz. Ordunun askerleri her an gelebilir." Cevap yoktu. Verlaine küçük Chuuya’yı omuzlarında taşıyordu. Muhtemelen yerçekimiyle Chuuya’nın ağırlığını hafifletebildiği için bu rolü almıştı. "Fransa’nın bu çocuğu almasına izin vermeyeceğim." Verlaine’in sesi net ve sertti. "Ne?" Rimbaud’un yüzünde tedirgin bir ifade vardı. "Çocuğu kimseye vermeyeceğim ve o araştırma tesisine dönmesine de izin vermeyeceğim. Gerçek benliğini bilmeden bu çocuğu kırsalda barış içinde büyüteceğim." Rimbaud durumu sindirmekte zorluk çekiyormuş gibi birkaç kez gözlerini kırptı. Sonra Verlaine’e doğru yürüdü. "Yaklaşma." dedi Verlaine keskin, buyurgan bir sesle. "Ne dediğinin farkında mısın?" dedi Rimbaud, afallamıştı. "Bu çocuk tıpkı senin gibi hükümet tarafından yetiştirilip eğitilmeli." "Sorun bu zaten." Verlaine’in sesine husumeti yansımıştı. "Rimbaud, bir kez olsun hayal gücünü kullanmayı dene. İnsan olmamanın seni ne kadar etkileyebileceğini biliyor musun? Tanrının sevdiği kulları yerine birisinin keşfettiği bir dizi denklem yüzünden doğmanın ne kadar acı verdiğinin farkında mısın? Geceden daha karanlık bir vadide ayı görememek gibi. Umut yok, kurtuluş yok. Anlıyor musun? Hissettiğim bu umutsuzluk bile başkasının tasarladığı bir his sadece!" "Bunu daha kaç kez konuşacağız, Paul?" Rimbaud bir adım ileri attı. "Kim ne derse desin sen insansın! Şimdi kim olduğun ve ne düşündüğüne kıyasla nasıl doğduğunun bir önemi yok." "Ahh, yine başladın." Verlaine’in sesi çaresizlikle acıdı. " Defalarca duyduğum sözler –’Sen insansın.’ Bu sözleri duymaktan başka dünyada nefret ettiğim hiçbir şey yok." "Paul..." "Yaklaşma dedim." Verlaine haşin sesiyle yaklaşmakta olan Rimbaud’un kontrolünü ele aldı. "Kendine ne ya da kaç kere anlattığının bir önemi yok, gerçek ortada. Ben insan değilim! Yabancı birisi gelip de yüzüme ’Merak etmeyin, aynı insan gibi davranır’ diyeceğini mi sanıyorsun? Bunun yerine bana kurbağaya benzediğimi söyleseler daha iyi!" Rimbaud kaşlarını çatıp kafasını salladı. "Özür dilerim." Bunu dedikten sonra arkasını döndü. "Ne olursa olsun eve geri dönmeliyiz. Bana anlattıklarını onlara da anlatırsın." Yine yürümeye başladı. Verlaine sırtına baktı. "Hayır. O zamana kadar çok geç olacak." Birisinin öksürük sesiyle karıştırabileceği kadar kısık sesle konuşuyordu. "Eve dönersek organizasyonumuzun üyeleri vakit kaybetmeden beni tutuklar. Yalnızca şimdi, düşman bölgesindeyken kendi irademi kullanabilirim." Bunu söyledikten sonra tabancasını kavradı. Basit bir otomatik silahtı ama Chuuya görür görmez ne olduğunu anladı. Verlaine yerçekimini kullanarak ateşlendiğinde merminin ağırlığını ve hızını kontrol edebilir ve bir anda kurşunu gülleye çevirebilirdi. Kurşun Rİmbaud gibi üst düzey yetenekli ajan dahil herhangi bir yetenek kullanıcısını delip geçerdi. Namluyu Rimbaud’un sırtına doğrulttu. "Ateş edecek misin, Paul?" dedi Rimbaud arkasına bakmadan. "Seni kurtaran ve insan hayatını bahşeden beni mi vuracaksın?" "Özür dilerim, Rimbaud." Sessiz mırıltısı ağzında eriyip gitti fakat sesi samimi bir hüznü taşıyordu. "Ama kendimi kurtarmak istiyorum. Diğer beni kurtarmak istiyorum." Ve tetiği çekti. Rimbaud’un sırtına ilerleyen veda kurşunu sesten daha hızlıydı. Mermi çarpmadan hemen önce Rimbaud hızla arkasına döndü ve yeteneğini etkinleştirdi. Kırmızı bir küp kalkan görevi gördü. Ancak merminin yerçekimi uzayı bozunuma uğrattığı için kızıl küpün içinden geçti. Mermi delip geçmeden önce kalkanı havada tutan elinin tabanına indi, kubik alt uzayın derinliklerine battı ve sonunda durdu. Kendisini savunurken Rimbaud’un yüzünde öfkeden eser yoktu. "Kararı veren sensin, Paul." Ortağı ve en yakın dostu olan adama bakarken gözlerinde uçsuz bucaksız çöllerin sahip olduğu çoraklık ve durgunluk vardı. "Benimle ilgilenmekten başka bir şey yapmadın." dedi Verlaine sessizce. "Ama sen bile asla var olmaması gereken bir adamdan doğan hatayı anlamalısın." Yerçekimi açan çiçek yaprakları gibi yayıldı, uzayı bozdu. "Hata falan değilsin, Paul. Lime lime doğramam gerekse bile seni kesinlikle yanımda götüreceğim." Verlaine’e cevaben Rimbaud’un kübik alt uzayı ara sokağı kaplayarak yayıldı. Başlamak üzere olan savaşın havası toprağı kavurdu. Ancak bu basit bir savaş olarak nitelendirilemezdi. Her biri bin askerin gücüne sahip iki üstün insan arasındaki, ruhlarını solduracak ölümüne bir savaştı. Askeri sınıf silahlarının gücüne denk yetenekler birbirleriyle çarpıştı- "Chuuya-sama, uyanın lütfen!" Aniden bilinci hatıradan çıktı. Hemen ardından karanlık etrafını kapladı. Chuuya bir çeşit karanlık, şiddetli akıntıda yüzüyordu. Baş aşağı mı yoksa yukarıda mı olduğunu söylemesi imkansızdı. Daha önce buna benzer hiçbir şey görmediği şiddetli karanlık, uzaya hükmediyordu. Kulaklarının dibinden gürültülü bir ses geçti. Rengarenk parçalar, inanılmaz bir hızla önünden ara sıra dönüyordu. Kuvvetli bir şeyin omzunu tuttuğunu hissetti, arkasını dönünce Adam’ı gördü. Tek elinin tutuşu kendisini karanlığın yoğun akışına kapılmasını engellemeye yetmişti. Adam’ın Chuuya’nın hemen yanında olması gerekmesine rağmen sanki birkaç kilometre uzaktaymış gibi, silueti karanlık girdabın ortasında bulanıktı. Adam kulağının arkasını itti ve içinden yarım daire şeklinde bir cihaz çıkardı. Cihazı Chuuya’nın kulağına takarak Adam’ın sesini duymasını sağladı. Cihaz, bir tür alıcıya benziyordu. "Asla uyanmayacaksın sandım." "...Burası neresi?" Chuuya çevresine bakındı. Bir tarafında yoğun karanlık vardı ve bildiği tek şey uzamsal farkındalığını yokmuş gibi hissettiren saçma derecede geniş bir alan olduğuydu. Alıcının ses toplama özelliği de var olmalı ki Adam Chuuya’nın sorusunu alıcı aracılığıyla yanıtlayabildi. "Verlaine’in içinde olduğumuzu tahmin ediyorum." Adam’ın sesi gürültüye karıştı. "Verlaine’in tekilliği tamamen serbest bırakıldı ve şeytani canavar Guivre’ye tezahür etti. Canavarın salınışına kapıldığımızdan en iç kısmına çekildik." "Ahh," dedi Chuuya katı bir ifadeyle. "Demek Verlaine’in içindeyiz. Ben de öyle tahmin etmiştim." Kulaklarının yanı başında bir şey kükredi ve dehşet verici bir sesle uçup gitti. Gürültünün madde mi, rüzgar mı, karışık uzay akışı mı yoksa zamanın kendisi mi olduğunu dahi anlayamıyordu. Buradaki bir dakika dış dünyada bir ay ya da saniyeye denk olabilirdi. Derinlik ya da yön kavramının bulunmadığı bir alandaydılar sadece. Bayılmamak için alçalan bunaltıcı enerji dalgalarına katlanmaktan başka çaresi yoktu. "Sıradan üç boyutlu uzay burada geçerli değil. Zamanın akıp gidişi kara deliğinkine benziyor ve bu akış bulunduğumuz yere göre değişir. Ayrılırsak bir daha buluşamayız. Bunu kullanın lütfen." Adam kafasının arkasından boynundaki bir bağlantı parçasına uzandı ve beyaz bir saç bandına benzeyen bir şey çıkardı. Belinden omuzlarına ve boyun bölgesine kadar Chuuya’ya sıkıca sardı. Metalik kordon sağanak karanlığa rağmen net, durağan bir parlaklık yaydı. "Nedir bu?" "Zamana dayanıklı dediğimiz bir acil durum aksonu." dedi Adam gülümseyerek. "Kabloya benzeyebilir ancak içi bağlantılı vakum kapsülleriyle dolu silindirik bir yapıda. Bir bozon parçacığı olan Gluon, ışık hızında hareket ederek kuantum tünelleme etkisi yaratıyor. Kural itibariyle bir madde ışık hızına ne kadar yakın hareket ediyorsa zaman da o kadar yavaş akar, yani bu kabloda zaman neredeyse hiç akmaz. Dışarıdaki uzay zaman durumu ne olursa olsun uzay zaman yalıtıcısı görevi gördüğü için değişmeden kalıyor." Adam açıklamaya devam ederken karanlık boşluğun şiddetli akıntısı Chuuya’nın kulaklarından geçti. Fakat vücudu kordonla sıkıca sabitlendiğinden zaman algısını karıştırma gibi hafif rahatsızlıklar biraz olsun azaldı. "Basitçe, bunları ne olursa olsun asla kopmayan sağlam ipler olarak düşünebilirsiniz." "Anlamadım." Chuuya kaşlarını çattı. "Neden böyle saçma sapan bir durum için sırtında ip taşıyordun ki?" "Eh, çünkü başından beri bu durum göz önüne alınarak tasarlanmıştım." Chuuya kaskatı kesildi. "Ne?" "Biraz önce hatırladım." dedi Adam ciddi gözlerle. "Bu durum yaşanana kadar birkaç bilgi benden alıkonulmuştu, bu kordon da onlardan birisiydi. Avrupalı yetkililer gerçekleşebilecek en kötü ihtimali, Verlaine’in içindeki tekilliliğin serbest kalınabileceğini düşünerek gerekli önlemleri alabilen bir makine gönderse de fazla vakit kalmadı. Yokohama dünya üzerindeki en geniş kratere dönmeden önce gizli görevimdeki ’son protokol’ü uygulayacağız. İş birliğinizi rica edebilir miyim?" Chuuya sırıtarak gülmeden önce bir süreliğine Adam’a baktı. "Neden olmasın." dedi Chuuya. "Ama tam olarak nasıl Verlaine’i durdurmayı planlıyorsun?" "İçime inşa edilen bu yetenekli silahı kullanacağız." Adam göğsündeki depolama bölgesini açtı ve orada sakladığı eski moda, garip bir film projektörünü gösterdi. Darbeyi engellemek için yapılmış ahşap bir reçine, devre hattı ve üzerinde garip kelimelerin yazılı olduğu bir parşömen kağıdı birbirine bağlıydı. "Dünya Savaşının sonlarına doğru İngiltere’de geliştirildi. Gördüğünüz şey benim güç kaynağım olsa da asıl kullanımı ısı miktarına bağlı geniş menzilli, yıkıcı bir silahtı." Adam sırıttı. "Bunu şeytani canavar Guivre’yi yakıp kül etmek için kullanacağız." "Huh?" Chuuya’nın gözbebekleri genişledi. "Yakmak için mi? Hepsini mi?" "Evet. Kısaca protokolü açıklayayım." Bunları söylerken Adam’ın sağ kolu omzunun alt kısmından ayrıldı. "Öncelikle bu kolu alın ve az önceki zaman geçirmez kabloya bağlayın. Tek kolum kaldığı için bunu sizin yapmanız daha iyi olur." "Böyle mi?" Chuuya kolunu aldı ve kabloyu bileğindeki girişe taktı. "Sıkıca sabitleyin lütfen. Sonra kabloyu kavrayıp yeteneğinizi kullanarak atabildiğiniz kadar uzağa fırlatın." "Ne kadar uzağa?" "Bu alanın dışına çıkana kadar." Yüzünde sert bir ifade belirirken Chuuya sessiz kaldı. Önce Adam’a sonra karanlık boşluğa baktı ve "Ciddi misin?" dedi. "Evet." "Ne kadar büyük olduğunu nereden bileyim, hem akıntı da şiddetli. Dümdüz ilerleyeceğini garanti edemem. Mantıken konuşursam Verlaine çekim alanı benim yeteneğimkinden daha güçlü." "Yine de yapmak zorundayız." Adam başını salladı. "Sorun değil. Chuuya-sama’ya güveniyorum, her şey yoluna girecek. "Beni yüreklendirmesi için bir bilgisayara ihtiyacım yok." Chuuya’nın gözleri ciddileşmeden önce acı acı gülümsedi. "Bu kablolar yeterince uzun mu?" "Evet." Adam çıkardığı bir demet kabloyu kaldırdı. "Mükemmel. Seyret şimdi." Chuuya gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Bir eliyle Adam’ın kolunu, diğer eliyle de parıldayan kabloyu tuttu; boşluğa dikkatle baktı. Kola yer çekimi uyguladı ve yana çevirdi. Kola uygulayacağı güç arttı ve Chuuya’nın parmaklarındaki tüm eklemler sıktıkça bembeyaz oldu. Gücünün sınırlarını zorladı ve bıraktı. Kol, kuyruklu yıldız gibi uçtu. Siyah akıntılar kolu anında yuttu ve kol, karanlıkta kayboldu. Chuuya hızla çözülmekte olan kabloyu kavradı ve yeteneğini uyguladı. Chuuya’nın yerçekimini yönünü ve gücünü kontrol etme yeteneği dokunduğu kordonu uzayda seyahat ettiriyordu. Titizlikle sarılmış kablo yığını hızla azaldı. "Devam et!" Chuuya’nın alnından terler aktı. Karanlığı, ışığı dahi içine çeken çekim alanını iteklemeye devam etmesi gerekiyordu. Yalnızca yeteneğinin gücüyle uzayda uçuyor gibiydi. "Aaaaaaaaaaaah!" Tüm bedeninden terler aktı ve karanlığa uçarak uçsuz bucaksız boşlukta kayboldu. Tam Chuuya bilincini kaybederken ve kablo yığını bitmek üzereyken... Kablolardaki direnç bir anda durdu. Canavara kıyasla iğne ucu kadar ufak olan Adam’ın kolu, canavarın beli ile sırtı arasındaki sınırdan dışarı fırladı. Kendisine bağlı kablo, meteor kuyruğu gibi peşinden geldi. Kolu, gece göğüne yükseldi, parabol şeklinde döndü, sonra yaratığın hareket ettiği yönün tam tersi istikamete düştü. Ardından ağaçların başladığı sınırda yere saplandı. İniş yaptığı sırada Adam’ın kolundan zıpkına benzer dört çengel çıktı ve toprağı eşeleyerek zemine sabitlendi. Kablo sağlamlaşıp yere sabitlendiğinde diğer taraftaki Chuuya’yı çekmeye başladı. "Ah!" Kablo aniden çektiğinde Chuuya şaşkınlıkla bağırdı. Kablo tamamen çözülmemişti bu yüzden Chuuya’yı vinçle araba çekermiş gibi çekti. Canavar diğer tarafa ilerlerken Adam’ın kolu çengel görevi görerek karanlıktan kaçmasını sağladı. "Anladım. Yani bu şey bizi hemen dışarı çıkartacak." Chuuya anlayışla gülümsedi. "Ya sonra? İkimiz kaçtıktan sonra-" Chuuya ardını döndüğünde garip bir manzarayla karşılaştı. Adam yalnız bir gülümseme takınmıştı. Chuuya’yı kendisine bağlayan kabloyu kesmişti. "Huh?" Chuuya içgüdüyle elini uzattı ama Adam şiddetle dönen karanlıkta savrulup gözden kayboldu. Tüm vücudu kabloya sarılı olan Chuuya inanılmaz bir hızla dışarı çekilmeye devam etti. "Hey, Adam! Ne yaptığını sanıyorsun?! Ayrılırsak bir daha buluşa-" "Sorun değil." Adam’ın kasvetli sesi Chuuya’nın kulağındaki alıcıdan duyuldu. "Bu silahın orijinal adı ’Kabuk’tu. Ayarlanan yanma yarıçapı yirmi iki yarda(10) ve iç sıcaklığı yaklaşık 6000 santigrat derecedir. İçim, güneşin yüzeyine eşdeğer sıcaklığa ulaşacak ve bu tekillilikle aynı moleküler seviyede plazmalaşacağım. Geriye beyaz bir dumandan başka hiçbir şey kalmayacak. Neler olup bittiğini anlayan Chuuya’nın ifadesi soğudu. "Hey... yoksa..." "İnsan yerine robot bir dedektif göndermelerinin asıl nedeni buydu." Adam’ın sesi kibar ve kısık çıkıyordu. "Gizli istihbaratları bilen çekirdeğim ile Verlaine yanacak ve tüm devlet sırları yok olacak." "Dur!" Şiddetli akıntıların içindeki Chuuya alıcıdan bağırdı. "Aptal mısın?! Başka bir yolu olmalı!" "Eminim ki vardır. Ama bu plana uymazsam hem sizi koruyup hem de görevime devam edemem." "Görevinin ne olduğunu bilmiyormuşum gibi konuşma!" Chuuya güçlü bir kuvvet tarafından sürüklenirken bağırdı. "Biliyorum! Hayalin n’olucak?! Makinelerden oluşan dedektiflik ajansı kurmak istemiyor muydun?!" Adam cevap vermeden önce iki saniyelik sessizlik oldu. "Hayalim insanları korumak." Sesi, çocuğunu izleyen bir ebeveyninkisi kadar sakin ve nazikti. "Ve tam şu anda, hayalim gerçekleşmek üzere." Sonra Chuuya’nın vücudu karanlık boşluktan çıktı. Yere çarparken derisine baskı uygulayan güçlü çekim alanı anında kayboldu. Chuuya toprakta yuvarlanırken savunma pozisyonuna geçti. "Seni korusam... bana yeter." Sesine yansıyan tatminlikle alıcıdaki ses kesildi. "Bekle!" Göğe kadar uzanan parlak kırmızı bir ışık küresi görünmeden önce devasa bir ısı topu oluştu. Önce alevler, canavarı zar gibi sardı. Sonra, içine doğru patlamadan önce ateş ve duman sabun köpüğü gibi ayaklarındaki topraktan kafasının tepesine kadar etrafını kapladı. Her şey eridi. Çevredeki ağaçlar alev aldı ve çok geçmeden beyaz dumanlara dönüştü. Toprak bile buharlaşmadan önce fokurdayan bataklığa dönüştü. İçerideki kavurucu cehennem sıcaklığına rağmen dışarısı şaşırtıcı şekilde sessizdi. Alev topunun dışındaki ağaçlar esintiyle sallandı ve o gözü kör eden cehennemden kaçabilen tek şey ışıktı. Alev topu canavarı küçülttü ve yakıp kül etti. Canavar acıyla çığlık atsa da hava bile ısıl bozunmaya girmişti. Bu yüzden alevlerin tuzağından hiçbir ses kaçamadı. Yetenekli İngiliz bir mühendisin yarattığı tekillik silahı buydu. İmha silahı olarak adlandırılan bu silah, yakma menzilinin dışındaki hiçbir şeyi yakamazdı. Yetenek kullanıcısının birinin zamanda yolculuk yeteneğine dayanılarak hazırlanmıştı ve kasten tekillik yaratıyordu. Aşırı ısı çıkışı ve onlarca kilometre uzağa yayılabilen menzili nedeniyle savaşın "Üç Büyük Felaketi"nden biri olarak nitelendirilmişti ve resmi olarak kullanımı yasaklanmıştı. Chuuya oturdu ve önündeki manzarayı sessizce seyretti. Kendisini yakma menzilinden dışarı taşıyan zaman geçirmez kablo bile yüksek sıcaklığa dayanamayıp yanmıştı. Yüksek sıcaklık çevresinde zaman ve ısı dalgaları yaratmak için belirsizlik ilkesini kullandığından kordonun normalde termal kabuk silahlarını uzaktan aktifleştirmek için kullanılması planlanmıştı. Adam bu yüzden zamana dayanıklı kabloyu kullanmıştı. Ancak kablo bile silah etkinleştirildiğinde oluşan yüksek sıcaklıklara dayanamadı. Dış kaplaması eridi ve parçacıklar dağıldıkça hava geçirmeyen conta kırılarak kordon dayanıklılığını yitirip buharlaştı. Kalan tek şey Chuuya’nın önündeki Adam’ın kolu ve yolda erimeye başlayan kablo parçalarıydı. Chuuya sessizce nefes verdi. Sonunda bitmişti. Ateş küresi her şey eriyip gidene kadar yanmaya devam etti, görevini yerine getirip kaybolmadan önce dumana dönüştü. Geriye toprağa kusursuzca oyulmuş bir küre, yanma menzilinin dışındaki ağaçlar ve yine yanma menzilinin dışında kalan Guivre’nin siyah kuyruğu kalmıştı. Başka hiçbir şey kalmamıştı, Adam’ın tek bir parçasından dahi eser yoktu. "Ne, hala hayatta mısın Chuuya?" Tiksinti dolu sese doğru dönünce ağaçların arasından yürüyen Dazai’yi gördü. Dazai bir şey fırlattı, Chuuya tam kendisine çarpmadan önce tuttu. Verlaine’in siyah şapkasıydı. Verlaine geçidi açtıktan hemen sonra şapka bir yerlere uçup gözden kaybolmuştu. "Dazai," Chuuya keskin, ketum gözlerini Dazai’ye çevirdi. "Şu anda canım konuşmak istemiyor." "N’nin cesedini buldum." dedi Dazai Chuuya’nın ne dediğini umursamayarak. "Canavarın ayağı altında ezilmiş. Şimdi insan olup olmadığını bilen kim varsa hepsi öldü... kızgın değil misin?" "Bana diyorsun ki..." Chuuya sıfır noktasından kalanlara baktı. Devam etmek için ağzını açtı, sonra bir şeyi fark etmiş gibi Dazai’ye döndü. "Bekle, yani N olmadan da insan olup olmadığımı öğrenmemin bir yolunu mu buldun?" "Buldum galiba." Dazai suçluluk duymadan güldü. "Araştırma tesisinde N’nin birkaç astını yakalamayı başardım. Ne anlama geldiğini bilmeseler de içindeki denklemi nasıl okuyacaklarını biliyorlar. Kısaca özetleyebilirim ama eh, seni birkaç gün analiz etsem hangisi olduğunu kesin söyleyebilirim." "İçime bakmana izin vermem." "Neeeee? Yapma öyle, benden çekinmene gerek yok! Kesin aşırı ilginç olur ve içindekileri başka kimsenin de görmesine izin vermem!" Dazai asıl niyetlerini gizleyen esrarlı bir gülüş takındı. "Farkı nasıl anlayabileceğimizi de sordum. İnsan olsaydın tesis anılarını almaya çalışırmış. Yani ailen, çocukluğunu nasıl geçirdiğin gibi anılar silinirmiş. Bu şekilde anlayabilirmişiz. Ne düşünüyorsun?" "Öncelikle kafamda ne olup bittiğini göreceğin düşüncesi bile iğrenç. Kan kusarım daha iyi. İkincisi-" Bunu der demez garip bir şey oldu. Zemin sarsıldı. Sanki bir şeyden korkan küçük sarsıntılar ara ara başlamadan önce büyük bir sarsıntı oldu. Chuuya’nın hazırlanamayacağı kadar hızlıydı. Kafatasının içinde bomba patlamış gibi hissettiren şiddetli baş ağrısı kendisine çarptı. "Agh?!" Chuuya elini başına dayadı. Yarası yoktu, baş ağrısına fiziksel yaralar sebep olmuyordu. İçinden bir şeyler, çıplak gözle görülemeyen şeyler akıyordu. "Nefret ediyorum." dedi ses. Ses çıkarmadı hatta kelimeleri dahi kullanmamıştı. Kasvetli bir duygunun hissiydi daha çok. "Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Nefret ediyorum. Her şeyden nefret ediyorum!" Baş ağrısı, içinden geçen duygu dalgasıyla periyodik olarak şiddetleniyordu. "Sorun nedir, Chuuya?" Chuuya Dazai’ye baktı ve bakar bakmaz o sesi duyabilen tek kişi olduğunu anladı. Onun sesiydi. Daha ölmemişti. Kısa süre sonra yer sallanmaya başladı. Hem Dazai hem Chuuya dengesini korumak için zemine tutundu. Etraflarına bakındılar ama toprak ne kıpırdıyor ne de eğimlenip tahrip oluyordu. Ancak ağaçlar öne eğildi ve taşlar bir yere kadar yuvarlandı. Canavardan kalan enkazın ortasında siyah kuyruğu vardı. Siyah kuyruk kabarmaya başladı. Etrafını siyah parçacıklar sardı ve fokurdayan çamurun sesiyle gravitonlar dağılmaya başladı. Bir vuruşla zıplıyor, solucan gibi kıvranıyor ve şekil değiştiriyor gibiydiler. Chuuya sonrasında eğilenin zemin değil, kuyruğun merkezinde yerçekimi noktasının oluştuğunu fark etti. Tıpkı Dünya’nın normal çekim gücünün zeminden aşağı olması gibi, şimdiki yerçekimi yönü de belirli bir açıyla eğilmişti ve bu yüzden onlar da yana eğilmiş gibi hissediyordu. "Dalga mı geçiyorsun...?" Adam, savaş alanını yeniden şekillendirmeye yetecek kadar sıcak bir silahla canavarı alevlerin içinde yutmuştu. Olması gereken buydu. Lakin kuyruk tam orada duruyordu, siyah yığınların arasında kıvranıyor ve bir tür şekle girmeye çalışıyordu. "Demek öyle..." Dazai keskin bakışlarıyla kitleye baktı. Yerde çatlaklar açıldı. Siyah kitlenin ortasında sürüngensi bir yüz oluşmaya başladı. "Dikkat et!" Chuuya yerçekimi kullanarak kenara zıpladı ve ikisi ormana yuvarlanırken Dazai’yi yakaladı. Siyah akıntılardan bir şey yayılırken karanlık biraz olsun sakinleşmişti. Büyük bir saldırı sayılmazdı, sanki evrenin bir parçası aniden Dünya üzerinde belirmişti. Siyah bir yıldırımın çarpmasıyla yer ikiye ayrıldı. Yıldırım, zeminin içinden geçti ve uzaktaki binalara ulaştı. Bina ışıklarından birkaçı sönmeden önce ara ara titredi. "Ne-" Dazai ile Chuuya’nın dili tutulmuştu. Şehirden oldukça uzaktaydılar. Bu sefer şanslıydılar ama yıldırım Yokohama’nın tam ortasına direkt vursaydı binlerce insan anında ölürdü. "O... çekim gücü mü serbest kaldı?" Dazai kaskatı kesilmişti. "İmkansız. Öncekinden daha uzağa ilerleyebiliyor." Canavar şekil değiştirmeye başladı. Baş ve bir çift omuz göründü, kafası şeytani canavar Guivre’ye benzese de gözlerinin sayısı farklıydı. Yüzünde insan gözünü andıran iki parlak kırmızı göz bulunuyordu. Büyük, kalın kolları ve devasa gövdesi vardı. Figürü, yavaş yavaş siyah kitleden çıktı. Ortaya çıkarken nabzı atıyor ve her kalp atışında bedeni gittikçe büyüyordu. "Bakma, Chuuya." dedi Dazai. Sesi fısıldarmış gibi kısık çıkmıştı. "İnsan duygularına tepki veriyor bu yüzden dikkatini ona çevirme. Başka bir yere bak." Chuuya bakışlarını yavaşça yere doğru çevirdi. Canavarın devasa bedeni yere yansıyan ay ışığını kapatmaya başladı. Başta zeminin bir parçasını sonra tamamını kaplayana kadar büyümeye devam etti. "Yetenekli silahın alevleri ne kadar büyük olursa olsun..." dedi Dazai yere bakarken. "canavar alevlerle yakılamaz. Hatta kocaman bir canavara benzese de bu şey alsında varlık bile değil, sıkışık bir alanda depolanan sonsuz enerjiye sahip bir tekillik. Organı ya da zayıf noktası yok ve enerjisi bitene kadar da hareket etmeye devam edecek." "Enerjisi bitene kadar ilerlemeye devam edecek, huh... ne kadar sürer?" "Belki bir hafta, belki bir yıl." dedi Dazai Chuuya’ya bakmadan, yüzünde zorlama bir gülümsemeyle. "Belki de dünyanın sonu gelene kadar ilerlemeye devam eder. Enerjisinin bitmesi ne kadar sürerse artık..." Canavar hareket etmeye başladı. Canavar bir adım ileri atarken Dazai ile Chuuya ona baktı, tüm bedeni titriyordu. Daha şimdiden eski boyutundan daha büyüktü ve ağzı bir evi yutabilecek kadar devasa olan canlılar aleminin dışında bir varlıktı. Parıldayan bir çift gözü, geniş omuzları vardı ve enerjinin artçı etkileriyle hareket etmesinden dolayı hırçın yıldırımlar yaratılıyordu. Canavarın pençeleri toprağa saplandı ve ağaçlar, tek adımıyla devrilerek üst üste bindi. Görünüşü insan aklının ötesindeydi. Bu canavar, şeytani yaratık Guivre’nin gerçek formuydu. "O ısı topundaki tekillik enerjisini emmiş olabilir." Dazai şaşkınlıkla mırıldandı. "Avrupalı memurlar iki tekillik silahının çarpışmasının deneyini yapmış olamaz." Chuuya canavarın yürüdüğü bölgeye baktı. "Piç kurusu, şehre doğru ilerliyor." "Çok geçmeden şehri de görebilecek. Bakışlarımı tepki vererek yürümeye başlamıştı yani kendisine bakacak kimse kalmayana kadar durmayacaktır." Chuuya Dazai’yi yakasından tuttu. "O zaman neden boş boş duruyorsun?! Yokohama yok olacak ve Liman Mafyasından eser kalmayacak!" "Ne yapayım peki? O büyüyen devi buraya çağırıp yumruk savaşına mı girişeceksin?" Dazai, Chuuya’ya soğuk gözlerle baktı. "İmkansız. Görmüyor musun? Dünyanın kanunlarındaki boşluklardan şekil alan, var olmaması gereken bir tekillik bu. İnsanlar gibi yenebileceğin bir şey değil." "Hayır." Chuuya birkaç saniye bakışlarına karşılık verdi, gözleri tutkuyla doluydu. Sonra Dazai’yi bırakıp dinç bir sesle, "Canavarı yenmenin bir yolunu biliyorum. Olmak zorunda." Yere gücünü kaybetmiş gibi yarı düşmüş yarı oturur vaziyetteki Dazai "Hahaha, amma ilginç. Neden böyle bir şeyi düşündün?" dedi. "Verlaine... içindeyken anılarını gördüm." "Anılarını mı?" "Beni araştırma tesisinden kaçırırkenki anılarını. Benim için tam teşekküllü bir savaşa dönüşene dek Rimbaud’la savaştı. Arahabaki ile savaştığı ve hikayeyi anlatmak için yaşadığı yer tam bundan sonra olmalı." Dazai gözlerini kıstı. "Anlıyorum. Demek öyle." "Evet. Tekillikten doğan Arahabaki’yi silmenin bir yolu var. Ne olduğunu söylemek için bana o hatırayı gösterdi." "O zaman bunu bir fincan kahve içerken konuşalım mı?" Dazai sırıttı.
...
Ayak adımları şehre yaklaşırken gecedeki gerginlik arttı. Bir banliyö otoyolunun giriş ve çıkışları Guivre’nin ayakları altında ezildi. Yolu tutan tüm köprüler, trafik levhaları ve refüj anında paramparça oldu. Hatta o kadar hızlı gerçekleşmişti ki kimse sesini çıkaramamıştı. Otoyolda yolculuk eden yalnız bir araç nereye gittiklerine bir göz attı, trafik işaretlerini göz ardı ederek canavarın peşinden kaçtı. Guivre arabanın yönüne bir yerçekimi dalgası fırlattı ve araç, çevredeki araziyle birlikte iz bırakmadan ortadan kayboldu. Dazai ve Chuuya, Guivre kendilerine yaklaşırken küresel, endüstriyel bir gaz tankının tepesinden ona baktı. Tank, şehrin gazını depolaması için banliyölere kurulmuştu ve tepesi Yokohama’daki en yüksek binaların bazılarından daha yüksekteydi. Guivre’nin yüzüyle hemen hemen aynı hizadaydılar. "Yokohama merkezinin darmaduman olmasına 30 dakika kaldı diyorum." dedi Dazai, canavarı izlerken dalgınlıkla. "Ömrümüz göremeye yetecek değil ya." diye cevap verdi Chuuya, şapkayı ellerinde tutuyordu. "Ya o paramparça olacak ya da biz öleceğiz." "Ugh, iğrenç. Seninle çifte intihara girişmekten iğrenirdim. Sadece bu seferlik işimi ciddiye alacağım." "Bana uyar. Benim de canım bugün ölmek istemiyor. Senden önce yönetici olmam lazım ki seni eşek sudan gelinceye kadar çalıştırabileyim." "Vay, amma özgüvenlisin. Cevher ticaretinde miydin? Herhalde işlerin gayet iyi gidiyor." "Benim seviyeme ulaşman mümkün değil. Mücevherlerimiz sorunsuzca satılıyor çünkü kaçakçılarımız, alıcılarımız ve eksperlerimiz Yokohama’nın en iyileri." "Oh, biliyorum. Senden önce o işte ben görevliydim." "Ne?!" Chuuya Dazai’ye şaşkınlıkla baktı. "Parça dağıtım güzergahlarını ilk tasarlayan sen miydin yani?!" "Hedef mesafemize ulaşmak üzere, bunu sonra konuşuruz." Dazai çenesiyle o yönü işaret etti. Guivre’nin ayak adımlarının yaklaştığı duyulabiliyordu ve kıpkırmızı gözleri kendilerine kilitlenmişti. Chuuya gökyüzüne doğru bağırmadan önce bir süreliğine canavara baktı. "Dazai’nin artıklarını aldığıma inanamıyorum!" "Uzatma, git işte." Canavar yol kenarındaki ağaçları ezdi ve elektrik kablolarını yırttı. Anormal yerçekimi seviyesi yüzünden reklam panoları ve terk edilmiş bisikletler havada uçuşmaya başladı, toza dönüşene kadar ezildiler. "Planı hatırlıyor musun?" "Evet." Canavara karşı savaşmak için hazırlanırken Dazai ile Chuuya yan yana durdu. Çatı katındaki rüzgar giysilerini dalgalandırıyordu. "Dikkat etmen gereken tek şey bu planın çok da sağlam bir plan olmadığı. Guivre ile Arahabaki savaşırken ne olacak bilmiyorum. Bütün dünya paramparça olursa şaşırmam." "Olmayacak." Chuuya güldü. "Verlaine dokuz yıl önce bunu yaparak hayatta kalmıştı." Dazai’nin planı geçidi açmak ve Arahabaki’nin sonsuz enerjisiyle Guivre ile mücadele etmekti. "Geçidini nasıl açacağını biliyorum zaten. N’nin söylediği aktivasyon kodu ’Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın.’ Bunu söyledikten sonra talimat mührü kendini sıfırlayacak. Yalnızca bunu yaparak geçit açılmaz ama şapkanın da faydası olacaktır." Chuuya, Verlaine’in taktığı siyah şapkayı tuttu. Şapka iç kısmına metallerin işlendiği, Rimbaud’dan bir hediyeydi ve şapka yardımıyla takan kişi, bu durumda Chuuya, kendi iradesiyle geçidin etkinleştirilmesini kontrol edebilecekti. Verlaine bu şapka sayesinde geçidini istediği gibi açabiliyor ve kara deliğin gücünü kullanabiliyordu. "Vakit geldi sayılır. Buradan atlayacaksın, canavarın önünde geçidini açacaksın sonra tüm gücünle savaşacaksın." Guivre’ye bakarken Dazai ellerinden birisini telsizi tutmak için kullandı. "Astlarıma stratejimizin detaylarını göndersem iyi olur... tamam mı?" "Çoktan kararımızı verdik." Chuuya Dazai’ye baktı. "Neden tamam mı diye soruyorsun?" Dazai hemen cevap vermedi. Yüzünde olağan dışı bir ifade vardı. Sanki kelimeler kafasının içinde dönüp dolaşıyor, ne ve nasıl söylemesi gerektiğini düşünüyor gibiydi. Ona yakışmayan bir ifadeydi. "Bir sorun var." Dazai söyleyeceklerini nasıl ifade edeceği konusunda çabalamaya devam etti. "Planımızın başarısıyla bir ilgisi yok. Aşılması gereken başka bir sorun bu... ama karar vermek için biraz zamana ihtiyacın olabilir." "Ne geveleyip duruyorsun?" Chuuya kaşlarını kaldırdı. "Çok önemliymiş gibi davranmayı kes. Çıkar ağzındaki baklayı." "Az önce geçidi açmak için aktivasyon kodunu kullanman gerektiğini ve kodun içindeki denklem dizilerini nasıl yeniden başlatacağını söylemiştim ya...?" Dazai’nin sesi garip şekilde zorlanıyormuş gibi çıkıyordu. "Kodu kullanırsan daha önce depoladığın kayıtlar silinecek. Yani geçmişteki anılarını silen formül de ortadan kalkacak." ""Huh?" "Anılarını silen formül... daha önce de demedim mi? İnsan olup olmadığını belirlemek için geçmişinden emin olmak amacıyla silinen anılarına bakmamız gerekiyordu. Yani..." Dazai Chuuya’ya daha önce hiç bakmadığı bir şekilde, ciddiyetle baktı. "Aktivasyon kodunu kullanırsak kişilik yaratmak için denklemlerle oluşturulmuş yapay bir insan mı yoksa normal bir insan mı olduğunu asla belirleyemeyeceğiz. Hem de hiçbir zaman." Zaman durdu. Chuuya’nın gözleri fal taşı gibi açıldı ve Dazai’ye doğru döndü. Gözleri odaklanmıyordu. Rüzgar aralarından esse de Chuuya göz kırpmıyordu. "Verlaine insan olup olmadığını bilememenin lanetiyle boğuşuyordu. İnsan olmak onun için büyük anlam ifade ediyordu." Dazai bir cep saati çıkardı, saate baktı ve devam etti. "Görevimizin başlangıcını iki dakikalığına erteleyebilirim. Astlarımı hazırda bekleteceğim. Biraz yalnız düşünsen iyi olur. Muhtemelen ben yanındayken mantıklı düşünemeyeceksin." Bunları söyledikten sonra Dazai arkasına döndü ve tankın yanına kurulmuş merdivenlere doğru yol aldı. Chuuya yalnız kalmıştı. Dazai dikkatini cep saatine vermişti. İki dakika kalmıştı. Tahsis edilen zaman birisinin hayat kararını vermesi için muhtemelen çok kısaydı ama bundan fazlasını göze alamazlardı. Chuuya’nın belirledikleri plana uymayı reddetmesi durumunda alternatif bir plan hazırlamak için düşünceler Dazai’nin kafasında dehşet verici bir hızda dönüp dolaşıyordu. Altı adım attıktan sonra Dazai merdivenlere vardı. Ayağını ilk basamağa koyup aşağı indi. Üçüncü basamağa ulaştığında keskin, metalik bir güm sesinin ardında yankılandığını duydu. Ayakkabıların metal levhaya vurma sesiydi. Dazai sesin ne olduğunu anladığı an şaşkınlıkla arkasını döndü. Artık Chuuya’yı tepede göremiyordu. Dazai’nin dudaklarından "pfft" diye bir kahkaha çıkmadan önce bir anlığına afallamıştı. "Bu durumda bile havalı davranıyorsun, huh?" Dazai telsizi kaldırıp emirleri vermeden önce yüzüne sıkıntılı, rahatlamış bir gülümseme yayıldı. "Chuuya saldırıya geçti. Tüm üyeler savaşa hazırlansın." [img]https://www.wattpad.com/myworks/319725544/write/1376137062[/img][img]https://img.wattpad.com/f8b0bb85babad6ae3cfa4a7d9e44457083c9555a/68747470733a2f2f73332e616d617a6f6e6177732e636f6d2f776174747061642d6d656469612d736572766963652f53746f7279496d6167652f5031514b2d766c683045726778773d3d2d313337363133373036322e3137376466366566383330626533643939303732393634363739382e6a7067[/img]
...
Nakahara Chuuya yerçekimini kullanarak akbaba gibi uçarak gökyüzünde ilerledi. Rüzgar kendisine çarptı, gözlerini kıstı. -İnsan olmak ya da olmamak... Chuuya bir elini şapkayı kafasına takmak için kullanırken ağzını açtı. O sırada kaybettiği arkadaşının sözlerini hatırladı. -Seni korusam bana yeter. "Ey, kara rezaletin bağışçıları. Beni bir daha uyandırmayın" İnsanların ruhları vardır, makinelerin yoktur. Öyleyse ruh nedir? Arkadaşının son sözleri ne ifade ediyordu? Eğer bu sözleri yalnızca bir formül yüzünden söylediyse, ruh neydi? Siyah parçacıklar Chuuya’nın etrafında dans etmeye başladı. Koyu renkli giysileri rüzgarda kanatlarıymış gibi dalgalandı. Gece göğünde bir çatlak oluşurken enerji çevresinde toplandı. Siyah alevler yok yerden çıktı ve yüksek ısı nedeniyle çevredeki manzara bulanıklaştı. Endüstriyel gaz tankının tepesindeki Dazai gözlerini kısarak uzaktaki, uçan Chuuya’nın figürüne baktı. "Ey, kara rezaletin bağışçıları...." dedi Dazai kimsenin duyamayacağı kadar kısık bir sesle. "Kara rezaletin, huh?" Gözlerinin önünde, siyah bir ışık patladı. Siyah ışık, Verlaine’in geçidini tamamen açtığı zamanki figürü, bir canavarı andırıyordu. Etrafında siyah karlar çırpındı. Kırmızı izler, vücudunda gezinen yaralar gibi derisinde geziniyordu. Fizik kanunlarını hiçe sayarak havada uçtu ve canavarın gözleriyle yere baktı. Gama ışınları yüzünden yoğun bir ısı çıkışı oldu, geceyi yakıp kavurdu ve manzarayı bulanıklaştırdı. Chuuya ses hızında uçarak göğü delip geçti ve Guivre’nin yüzünde iniş yaptı. Dehşet veren bir kükreme toprağı sarstı ve tek saldırısıyla Guivre’nin kafasının üçte biri paramparça oldu. Chuuya’nın yer çekiminden hasar alan parçalar siyah alevler fışkırırken ufalandı. Artık yerçekiminin vücut bulmuş hali olan Chuuya saldırısına devam ederken havayı deldi. Chuuya göğsünden geçerken Guivre acı dolu bir çığlık attı. Canavarın etinin bazı kısımları parçalandı ve havada kaybolmadan önce siyah parçacıklara dönüştü. "Vay." Gaz tankının üstündeki Dazai hayretle mırıldandı. "Demek Arahabaki bu..." Canavar, düşerken benzin istasyonuna bastı ve onu kağıt parçası gibi ezdi. Yakıt deposu Guivre’nin yüksek sıcaklığıyla alev alıp patladı. Dünyayı kızıl bir ışık kapladı. Olanlar Guivre’yi kışkırtmış gibi gözüküyordu. Isı vücudundan dışarı taştı. Siyah bir öfke alevi yarasını sardı ve yarayı anında gömerek vücudunun o kısmını yeniden iyileştirdi. Arahabaki Chuuya, saldırıyı savuştururken bu nefretine soğukkanlılıkla baktı. Guivre ağzını açtı ve siyah bir yerçekimi küresi oluşmaya başladı. Kürenin boyutu öncekilerden daha iriydi ve Guivre’nin yüzünü kaplayabilecek kadar büyüktü. Guivre’nin öfkesine denk olana kadar büyüdü ve kükreyerek küreyi serbest bıraktı. Nefret, nefret, nefret, nefret, nefret... Havada uçan Chuuya atılan küreyi geçti. Ellerinde iki kara deliği tutuyordu. Yerçekiminin yoğunlaşmış hali, her şeye gücü yeten evrensel kral kırmızı bir hale takmıştı. Ancak Chuuya’nın ellerinde tuttuğu kara delik Verlaine’in fırlattığından farklıydı. Bu kara delikler hızla dönüyordu. Yüksek hızla döndükleri için kara delik büzüşüp düzleşmişti ve haleyle iç içe geçerek oval bir şekle bürünmüştü. Chuuya kara deliği kaldırdı ve onu, ufukta beliren asteroit kuşağına (11) fırlattı. İki güç çarpıştı. Yer çekimi, evren yaratılırken doğan dört kurucu güçten birisi olarak bu Dünya’nın temel güçlerindendir. Zamanı ve uzayı çarpıtmanın gerçek doğasıdır ve zaman ve uzayın çarpıtılması kütleyle eş anlamlıdır. Yer çekimi, esasen Dünya’yı oluşturmuştur. Bu iki güç kaynağı çarpıştı. Yoğun şok dalgaları havanın küresel bir şekilde patlamasına neden oldu. Çarpmanın etkisiyle yol, un ufak olana dek parçalanmadan önce dalgalar halinde savruldu. Biraz uzaktaki Dazai saldırıya dayanabilmek için tırabzanı kavradı. Yüzünü korumak için kaldırdığı kolun arasından çekinerek baktı. "Bitti mi?" Birbirleriyle çarpıştıklarında, mor yıldırımlar hiçliğe dönmeden önce çarptı. "Hahaha... başardı." dedi Dazai yüzünde titreyen bir gülüşle. "Tahminlerim doğruydu. Verlaine’in rüyasında gördükleri gerçekmiş." Normalde, iki kara delik karşılaşırsa birleşerek dev bir kara deliğe dönüşürler. Bu, uzayda tamamen normal bir olaydır. Fakat Chuuya’nın fırlattığı kara delikler yüksek hızda dönüyordu yüksek hız ışık halkası yarattı. Bu ışık halkalarına Ergosfer(12) deniliyordu. Kara deliğin içi, düşmeden önce ışık hızında, hatta daha da hızlı çekildiğinden; aynı zamanda da normal uzay zamanın dengesiz durgunluğunu tek bir boyutta tuttuğundan sonuç olarak negatif enerjiden bir ışık halkası oluştu. Negatif enerji Guivre’nin enerjisiyle karıştığında birbirlerini sıfırladılar. Yani sınırsız yenilebilen tekillik hayat formu Guivre’yi yenmenin tek yolu buydu. Yalnızca diğer tekillilik yaşam formu, Arahabaki Guivre’yi yok edip kaldırabilecek güce sahipti. Canavar öfkeyle kükredi. Arahabaki Chuuya, kendi kükreyişiyle daha yüksek bir sesle cevap verdi. Yüce Guivre ile küçük yıkım tanrısı arasındaki ölüm kalım savaşı başlamıştı. Chuuya’nın yumruğu Guivre’nin çenesine çarptı. Cevap olarak canavarın ön kolları Chuuya’nın etrafını yerçekimi dalgasıyla sardı. Bir patlama sesiyle geriye doğru uçtu. Chuuya kendisini havadayken durdurdu, yerçekimini frenleme sistemi gibi kullandı ve inanılmaz derecede kan kaybederken tiksinç bir kahkaha attı. Yine uçtu. Chuuya, canavarı lime lime doğramak için kullandığı dönen yerçekimi kürelerini iki eliyle de hazırladı. Her saldırısı canavara isabet ederken efsanevi bir dünyadan gelen silahın gücünü taşıyordu. Darbe ne zaman vursa yer yarılıyor, hava kesiliyor ve gece bulutları uçuşuyordu. Gelen her saldırıda bedenleri şüphesiz eziliyor, güçleri azalıyordu. Ergosferin negatif enerjisi Guivre’nin etini kesip zayıflattı. Ancak diğer taraftan Guivre insan formu için hazırlanmamıştı ve enerjisini tekillikten alıyordu. Fakat Chuuya’nın bedeninin kaldırabileceğinin bir sınırı vardı. Chuuya yıkım tanrısının taşıyıcısıydı, vücudu bu kadar güce ve kanamaya dayanamazdı. Kemikleri sızladı, sağ omzu yerinden çıktı ve tüm bedeni yaralarla kaplıydı. İkisi de incinmiş ve hasar almıştı. Ama... "Chuuya’nın yaraları daha derin." Dazai ölüm savaşlarını seyrederken dişlerini sıktı. Chuuya kükredi ve kandan oluşan bir kuyruk havada uçuştu. İçindeki Arahabaki rezil bir haldeydi ve şiddetle uluyordu. Guivre ağzını açtı ve bu sefer, önünde yaklaşık yirmi siyah küreyi yarattı. Her biri Guivre’nin uzun nefesiyle şişerek bir insanın görüp görebileceği en büyük kara deliklere dönüştü. Kara deliklerin her biri, Chuuya’nın yarattığı dönen kara deliklerin toplamından daha büyüktü. Ve toplam yirmi tanelerdi. "Olamaz." O sırada Dazai mırıldandı. Kara deliklerden dalgalar yayılmaya başlamıştı. Evrendeki her şeyi yok etme gücüne sahip çaresizliğin yirmi asteroit kuşağı... paralel değillerdi ve açık bir ağız gibi etrafa dağılıyorlardı. Kara deliklerin yarısı toprağı oydu, diğer yarısı göğe uçtu. Chuuya, konik şekilli ateş menzilinin merkezindeydi. Kara delik kuşakları yaklaşarak kendisini bir yörüngeye hapsetmişti. Bu yıkım küreleri kendisine yaklaşan her şeye ve hiçliğe, canavarın çenesini açması gibi nüfus edebilirdi. Kaçacak yer yoktu. Kürelere azıcık bile değse anında ölürdü. Arahabaki Chuuya, yarattığı birkaç dönen kara delikleri kalkan olarak kullandı. Yirmi siyah gülle aynı anda Chuuya’ya çarptı. Kara delikler Ergosfer’e çarptı ve gözleri kör eden bir ışık yaydı. Sapan enerjinin kalıntıları geriye uçtu. Bir parabol çizip yeri parçaladı. Yollar, elektrik direkleri ve terk edilmiş arabalar buharlaşmadan önce eridi. Banliyölerdeki hava öğle vakti kadar aydınlıktı. Arahabaki Chuuya dayandı. Dayandı, kalkanını kaldırdı ve biraz daha dayandı. Ama Guivre’nin siyah toplarının başı sonu yoktu ve radyasyon hiç zayıflıyor gibi de değildi. Yıkımın yarattığı ısı Chuuya’nın derisine ulaşarak cildini yaktı. Chuuya kan kustu. Küreler kendisine daha da yaklaştı. O sırada... saldırı çemberi kırıldı. Kara delikler dağıldı ve yörüngelerini değiştirerek yere düştü. Aynı zamanda Guivre’nin yüzünde alevin kızıl çiçekleri açtı. "İkinci tim, ateş açın!" Dazai’nin sesi telsizden yankılandı. "Aynı anda ateş etmekten çekinmeyin! Ne olursa olsun, ateş açabilecek kim varsa vursun!" Omuzlarında silindirik silahlar taşıyan onlarca mafya üyesi binalardan, yollardan ve ulaşım araçlarından Guivre’ye ateş etti. Taşınabilir roketatarları vardı. Tankları, uçakları ve hatta düşman tesislerini yok edecek güce sahip, birisinin elde edebileceği en güçlü silahtı. Nişan alıp tetiği çekmeleri yeterliydi, roketatar otomatik olarak hedefini yok ederdi. Patlama gücü el bombaları ya da fırlatılan diğer patlayıcılarla kıyaslanamazdı bile. Bunlar, illegal silah kaçakçılığıyla çok fazla bireysel güç kazanan mafya grubuydu. Yetenek kullanıcıları dahil pek çok kişinin katlanamayacağı bir savaş stratejisiydi. Ancak silahlardan çıkan duman dağıldığında, Guivre’nin üzerinde tek bir çizik dahi yoktu. "Endişelenmeyin, sorun yok!" Dazai telsizden bağırdı. "Canavarın dikkatini yerde tutmaya devam edin!" Guivre’nin kara delikleri, zemini yerden söken bir karşı saldırıyla ateş açtı. Karanlık, toprağı söküp attı ve mafyaları çığlık bile atacak fırsat vermeden toza çevirdi. Fakat mafya üyeleri kılını dahi kıpırdatmadı. Hayatta kalanlar roketatarları hazırladılar ve canavara ateş açtılar. Guivre, enerjinin enkarnasyonuydu. Bir kişiliği yoktu. Öfkeye karşı nefretle saldıran ve hareket eden bir kin kütlesinden başka bir şey değildi. Bu yüzden risk farkındalığı kapasitesi yoktu ve önce hangi düşmana saldırması gerektiğine karar veremezdi. Bu nedenle dikkatini yerde kendisine saldıran mafyalara odaklarsa Chuuya özgürce hareket edebilirdi. Chuuya gökte uçuyor, vücudundaki her delikten kanlar akıyordu. Bedeni sınıra dayanmıştı. Guivre’den aldığı hasarlarla narin insan vücudu, yaydığı yerçekimi kuvvetini kaldırmazdı. Aldığı darbeler, kas yırtılmaları ve kırıklar... sanki yerçekimi bedenini bir arada tutarken bir yandan da yarı biçimli şeklini koruyordu. Figürü, bu dünyadaki her şeyden daha yalnız görünüyordu. Gözleri başka bir yalnız figüre, Guivre’ye çevrildi. Chuuya öne eğildi ve düştü, ilerledikçe daha da hız kazandı. İçine çekiliyormuş gibi Guivre’nin göğsüne daldı, yerçekiminin koruduğu dış deriyi delerek zaman akışının bulanık olduğu içteki kısma ulaştı. Chuuya anında vücudunu parçalara ayırmaya çalışan şiddetli karanlık fırtınaya kapıldı. Arahabaki öfkeyle kükredi. İki elinde de kara delikler yarattı. Hırçın fırtınayı yutarken döndüler ve devasa bir hale gelinceye kadar büyüdüler. Bunaltıcı gücü çevresinde tahribata neden oldu. Chuuya’nın etrafını kavurucu sıcaklıklardan ve zaman boşluklarından oluşan bir fırtına dönüp dolaşıyordu. Chuuya’nın kendisi olanları bilincinin ufak bir kısmıyla seyrediyordu. Geçidi açtığında bedenini Arahabaki’ye teslim etmişti. Yapabileceği tek şey savaşı izlemekti. Ancak bu farkındalığı, tanrılarla şeytanlar arasındaki çatışmada kaybolan zayıf bir parıltıdan ibaretti. Siyah uzay çığlık attı. Çığlık, dünyanın en yalnız adamının ağlayışına benziyordu, kontrolsüz siyah akıntıda sesi kayboldu. Ama çok geçmeden Arahabaki’nin halesindeki enerjisi yoluna çıkan her şeyi tüketirken, ses sonunda Chuuya’nın kulaklarına ulaştı. Bitirelim şu işi, dedi ses. Bu canavar, duygularımın bir taşıyıcısı yalnızca. Asla doğmamam gerekirken neden yaratıldım? Cevapsız sorularla bir başıma bırakılan, kendi varlığından nefret eden ve suikastçılıkla uğraşarak hayat amacı zar zor elde edebilen acınası bir ruhum sadece. Bu yüzden bu işi bitirelim, kardeşim. Dünyaya ve senin gibi insanlara inanmayan bu yalnız ruhu kendi ellerinle öldür. Biliyorum. Chuuya her an solup gidecek gibi olan bilincinin derinliklerinden cevap verdi. Yalnızlığa dayanamadığın için Japonya’ya geldin. Ama bu, kötü bir şey değil. Bazen zarı atarsın ve elin kötü gelir. Bu sefer sana yalnız numara "bir" geldi ve bana da başka bir şey denk geldi. Bana değer veren insanlarla kutsanmıştım, o kadar. Rollerimiz tersine dönseydi tüm bu olanlar o kadar da garip gözükmezdi. Ayrıca içinde yalnızca nefret yok ve aslında nefret edilmek de istemiyorsun. Bu yüzden bana anılarını gösterip Guivre’yi yok etmemi söyledin. Değil mi, Verlaine?" Şiddetli fırtınan dönen karanlığının diğer tarafında birisinin umudunun yıldız gibi yanıp söndüğünü hissetti. Chuuya’nın geçidi daha da açıldı ve tuttuğu dönen kara delikler daha da büyüdü. Kırmızı hale boşluğu tamamen kaplayacak kadar büyümüştü. Chuuya’nın arkasından, hem sağ hem sol tarafından yerçekimini kontrol eden iki duyu organı büyüdü. Bu, siyah renkte yanan tanrısal canavarın tezahürü, Arahabaki’nin kuyruğuydu. Ama Chuuya’nın sırtından çıktığı için bir çift kanada benziyordu. "Aaaaaaaagh!" Kanatlı Chuuya bağırdı ve ellerini kaldırdı. Dönen kara deliklerin büyümesi için verdiği komut buydu. Hale süpernova gibi parıldadı ve Guivre’nin vücudunu içeriden ikiye ayırdı. Dönen kara delikler canavardan daha geniş ve büyüktü ve üzerinde tek bir hale uçuşurken omzunu tamamen eziyordu. Yokohama’nın gece göğü aydınlandı ve insanların gözlerinin diplerine kadar yandı. "Demek Chuuya’nın gerçek formu... Arahabaki bu oluyor?" Dazai öksürdü, sesi sıcaktan dolayı boğuktu ve yukarı baktı. Hale, Chuuya’nın kaldırdığı kollarının üzerinde duruyordu ve arkasındaki siyah kanatlar parlıyordu. Gözleri kapalıydı ve bu haldeyken kindar bir tanrıya; kötücül, şeytani bir canavara benziyordu. Guivre yıkılmış ve halenin altına çekilmişti. Sonsuz pozitif ve negatif enerjinin birbirini iptal etme süreci işleniyordu. Devasa gövdesi parçalandı, eti halenin merkez üssüne doğru dans eden kar benzeri parçacıklara dönüştü. Yer çekiminin yüksek olduğu bölgelerde zaman yavaşladığından dışarıdan birisinin perspektifine göre canavarın yıkımı son derece yavaş ilerliyor gibi gözüküyordu. Hatta bu yıkımı zarif olarak bile nitelendirilebilirdi. Guivre şu anda kendilerine bir şey fırlatmıyordu. Artık sanki kendi varlığıyla hesaplaşıyormuş gibi hareketsiz dururken sadece ağzı açıktı. Göğsündeki hale belini, göğsünü, kollarını, bacaklarını ve son olarak kafasını içine çekti. Ses çıkarmadı, sessizce ortadan kayboldu. Bu korkunç derecedeki sessiz gecede ay ışığı garip bir şekilde ölümüne yakışıyordu. Hale nihayet ömrünün sonuna ulaştı ve dönen kara delikler ısı ışınları yayarak çöktü. Kara delikler ne kadar küçüldüyse yaydığı sıcaklık değerleri de o kadar büyüdü ve sonunda kara delik, ısı ışınları içeren bir ışık küresine dönüştü. Buharlaşırken elektromanyetik dalgalar yaydı. Kara delik geceyi ikinci bir güneşmiş gibi aydınlattı ve sonunda zarafetle yavaşça ortadan kayboldu. Sırtındaki kanatlar kendisini yavaşça yere indirmeden önce Chuuya birkaç saniyeliğine havada yalpalayarak süzüldü. Dazai, Chuuya’nın bedenini yakaladı. Vücuduna dokunur dokunmaz Dazai’nin etkisizleştirme yeteneği aktifleşti. Chuuya’yı ayakta tutan zıt tipli tekillik enerjisi, tekilliğin güç çıkışı azaldıkça kendi içine çekildi. Nihayetinde normale dönüp geçidi kapandı. Vücudunu saran kırmızı işaretler kayboldu. Çekim alanı kayboldu ve gece yeniden sükunete gömüldü. "Aferin, Chuuya." Dazai bayılan Chuuya’ya baktı ve kıkırdadı. "Tükenmez kalemimi getirmeyi unuttuğum için şanslısın yoksa yüzünün her tarafına çizimler yapardım."
Çevirmen Notları: (1) Dış Güvenlik Genel Müdürlüğü, (Direction générale de la Sécurité extérieure (DGSE)), ’nın dış istihbarat teşkilâtıdır. (2) Rimbaud notlarını alırken araya Fransızca kelimeler de karıştırmış. Agent, ajan demek. Actif, varlık demek (3) Koto, (琴 veya 箏), Japonya’ya özgü telli bir çalgıdır. Bu müzik aleti, aslen Çin kültürüne aittir. (4) Noh ya da Nô (Japonca:能 Nō), 14. yüzyıldan beri oynanan bir Japon müzikal drama türüdür. (5) Schwarzschild yarıçapı, her ile ilişkilendirilen karakteristik bir . Verilen bir kütle bu yarıçapa kadar sıkıştırılırsa bilinen hiçbir kuvvet onun uzay zaman tekilliğine çökmesini engelleyemez. (6) Sıfır nokta enerjisi (İng: "zero point energy") bir sistemin sahip olabileceği en düşük enerjiyi ifade eder. Her ne kadar sezgisel olarak bu enerjinin 0 olması gerektiğini düşünsek de Heisenberg belirsizlik ilkesi gereği sistemimizin sıfır olmayan enerjisi olabilir. (7) Habaki, Arahabaki’nin eski adı olarak da kullanılıyor. (8) Guivre, Fransız mitolojisinde ejderhaya benzeyen bir yaratıktır. (9) Zamanın işleyişi kara deliklerde ya çok yavaştır ya da zaman akmamaktadır. Einstein’in eşdeğerlilik ilkesine göre büyük kütleli bir cismin üzerinde durulduğunda hissedilen kütle çekimsel kuvvet, eylemsiz olmayan (ivmeli) referans çerçevesindeki bir gözlemcinin hissettiği uydurma kuvvetle aynıdır. Mesela Dünya’da yer çekimi dediğimiz olay yerin bizi çekmesi durumu değil bizim yere doğru bir hızımızın olmasıdır. Kütle çekim alanında zamanı yavaşlatan şey bu hızdır. Şimdi duruyor gibi gözüksen de aslında şuan yere doğru hareket ediyorsundur. Bu hızı ortaya çıkaran şey ise Dünya’nın kütlesi doğrultusunda uzay zamanı bükmesi olayıdır. Ne kadar çok bükülme yaşanırsa bu hız da o kadar artacaktır. Kara deliklerin kütle çekimi ise o kadar büyüktür ki ışığı bile bükebilir. Bu kadar devasa kütleye sahip olan kara delikler uzay zamanı ciddi anlamda büker. Doğrultusunda senin kara deliklere doğru olan hızın artar. Hatta şuan güneş yerine 6 km çapında bir kara delik koyarsak güneşin uyguladığı uzay zaman bükülümünü sağlayabilir. Sadece 6 km çapında. Güneş 1.391 milyon km’dir. Kara delikler bu denli uzay zamanı büktüğü için kara deliğin içinde zaman kavramı yoktur. Zamanı yavaşlatan bu bükülmedir. Doğrultusunda senin o kara deliğe doğru olan hızın artar. Hızın artarsa da zaman senin için yavaşlar. (Kaynak: Evrim Ağacı / Shorugami) (10) Yarda, İngiltere’de ve İngiliz Uluslar Topluluğu’nda kullanılan, 91,4 cm.lik bir İngiliz uzunluk ölçüsü birimi. (11) Asteroitler Güneş’in etrafında dolanan küçük ve taş benzeri gök cisimleridir. Asteroit Kuşağı, ve arasında kalan, yörüngelerinin en yoğun bulunduğu bölgesidir. Burada elbette Mars ve Jupiter’den değil, taş parçacıklarının yoğun bulunduğu bölgeden bahsediyor. (12) Ergosfer, bir dış dışında bulunan bir bölgedir. Ergosfer, döner bir kara deliğin kutuplarında olay ufkuna dokunur ve ekvatorda daha büyük bir yarıçapa uzanır. Mütevazı sahip bir , yaklaşık bir oblate sferoid (basık küre) şekilde bir ergosfere sahipken, daha hızlı dönüşler daha balkabağı-şeklinde bir ergosfer üretir.(Kaynak: Prof.Dr. Bilsen BEŞERGİL)
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.