Fırtınalı Zamanların Ani Başlangıcı
Olabilecek en kötü zamanlamaydı.
Öz çekim yapmak için yer ararken, bir kavgaya denk geldim. Çok şiddetliydi. Her şey birkaç saniye önce, saçma sapan bir suçlamanın diğer grubu kışkırtmasıyla başladı, sonra da bir anda yumruk dövüşüne dönüştü. Hayır, yumruk “kavgası” daha uygun bir söylem olacak. 3 erkek öğrenci yerde, yara bere içindeydi. Kırmızı saçlı bir çocuk yanlarında dikilip onlara bakıyordu. Tek taraflı kavga gibiydi.
Diğer çocukların yaralarından akan kanlar, onun sağ elinde beliriyordu. İlk defa yumruk dövüşü görmüştüm. Ortaokuldayken, erkeklerin birbirlerinin kıyafetlerini çekiştirip birbirlerini çimdiklediklerini görmüşlüğüm vardı ama bu çok farklıydı. Durumun ciddiyetini hissedebiliyordum.
Çok korkmuş olsam da, farkında olmadan olayın fotoğraflarını çekmişim. Kameramın kapağı ses çıkarmadan kırıldı. “Ben ne yapıyorum ya?” diye bocaladım. Ama panikten mantıklı düşünemiyordum.
Olabildiğince hızlı olay yerinden uzaklaşmaya çalıştım. Ama kafam yerinde değildi, bacaklarımda söz dinlemiyordu. Felç geçirmiş gibi hissediyordum, yerimden kıpırdayamıyordum.
“Hehe, sence… bu, burada biter mi, Sudou?”
Üst tarafını zar zor hareket ettirebilen çocuk, korksa da, direnmeye çalışıyordu.
“Beni güldürmeye mi çalışıyorsun? Siz üçünüz berbat bir haldesiniz. Yine bana mı sataşacaksınız? Bir dahaki sefere kendimi tutmam.”
Kavganın ortasında dövüşme isteğini kaybeden öğrencinin yakasına yapışan Sudou, diğer öğrencilerin yüzüyle arasında birkaç santimetrelik mesafe açtı(kendini biraz geriye çekti). Onları her an mahvedecekmiş gibi bakıyordu. Yenilen öğrenciler gözlerini kaçırdılar.
“Şaşırdınız mı? Eğer daha fazla arkadaşlarınız olsaydı kazanacağınızı mı düşündünüz ha?”
Kahkaha atarak gülen Sudou-kun, çocuğu yere fırlattı. Sonra da çantasını sırtlandı.
Bu üç çocuğa olan ilgisini kaybetmiş gibiydi, Sudou-kun arkasını dönüp yürümeye başladı.
Bu anda, kalbim yerinden çıkacak sandım. Çok normal bir durumdu çünkü Sudou-kun saklandığım yere doğru yaklaşıyordu. Çatı katına kaçış yolum kapanmıştı.
Buraya çıkarken kullandığım merdivenlerle aşağı inmeliydim. Kaçmak için doğru zamanı kaçırdım, deyim yerindeyse kımıldayamıyordum.
Hani derler ya, birisi kaza yapınca vücudunu hissedemezmiş bir süre. İşte tam da böyle bir haldeyim.
“Ne saçma iş ya. Antrenmandan sonra beni yordunuz, rahat bırakın beni be.”
Mesafe kısalıyordu. Birkaç metre uzağımdaydı.
“…Bundan pişman olacak kişi sen olacaksın, Sudou.”
Çocuklardan birisi, kesin bir ses tonuyla Sudou’ya bağırdı.
Felç olmuşum gibi tutulan vücudum yavaş yavaş normale döndü, sanki lanetlenmişim de lanet ortadan kaldırılmış gibiydi.
“Kaybeden tarafın mızmızlanması kadar utanç verici bir durum yoktur. Ne kadar çok denerseniz deneyin, beni yenemezsiniz.”
Blöf yaptığı yoktu; Kendisine güveni olduğu aşikârdı. Zaten, ezici bir dezavantajla başladığı kavgadan Sudou-kun hiç zarar görmeden çıkmıştı.
Yarın Haziranın ilk günü; Yaz geliyor.
Hala saklandığım yerden kımıldayamıyordum, boynumun arkasından terler akmaya başlamıştı.
Paniklemeden, olduğum yerden hızlıca çıkıp gitmeye karar verdim.
Kimsenin beni görmemesi ve bu olaya dâhil olmayı engellemem lazımdı. Eğer bu olaya karışırsam, sakin ve sessiz okul hayatım mahvolur.
Dikkatli ama hızlı bir şekilde, oradan çıkıp olay yerinden uzaklaştım.
“Biri mi var…?”
Bilinçsizce kaçmak isterken, hava bir anda değişti. Ortamdaki değişimi hisseden Sudou birkaç dakika önce saklandığım yere doğru baktı ama kıl payı kaçmayı başarabildim.
Bir iki saniye geç kalsaydım, beni kaçarken görmüş olacaktı.
[hr]