Balo salonu her zaman sıkışıktı. Giysilerim ve insanların bana bakışları o kadar ağırdı ki bazen beni bunaltırdı.
Özellikle bugün durum tam olarak böyleydi.
Balo salonuna girer girmez kimse fark etmeden terasın perdelerini açtım. Oraya adım attığım ve dışarıdaki hava cildimle doğrudan temas ettiğinde daha iyi hissettim.
Balonun bu sürede bitmesini beklemek düşüncesizlik olurdu. Soğuk havanın, balo süresinin uzamasına neden olacağı aşikardı. Bu asillerin itibarıyla ilgiliydi.
Şu anda iyi bir moddaydım. Gözlerimi kapattım.
Sonra karanlık terasa ışık döküldü.
Perdeler kapalıyken terasa girmek kabalıktı ve kimin böyle nezaketsiz bir harekette bulunacağı belliydi.
"Nocton?"
Burada olduğumu nasıl bildin?
Döndüğümde beklenmedik bir yüzle karşılaştım.
Uzun kahverengi saçları vardı. Şaşırtıcı derecede beyaz olan elbisesiyle bir kadın içeri girdi ve perdeleri sıkıca kapattı.
"Değil ..."
“Üzgünüm Roa. Kibar olmak istedim ama seninle konuşmam gerek. "
“Ne oluyor Alice?”
Alice Limorand. Benim on yıllık yakın arkadaşım. Bir romanın başrolü, eskiden bir Baron olan ve çocukluk arkadaşım Nocton Edgar ile nişanlanacak olan değerli Dük'ün kızı.
Bunu mecazi olarak söylemedim. Bu inanılmaz bir hikayeydi, bir kitabın dünyasında yeniden doğdum ve o ana karakter.
Onun güzel meleksi yüzü, iyi kişiliği ve geçmişindeki dramatik değişiklikler Alice'in statüsünü kanıtlıyordu. Onun kahraman olduğundan hiç şüphem yoktu.
Alice neden bu kadar tereddütlü bir yüzle bana gelsin ki?
Tek düşünebildiğim komik bir tahmindi ve belirsizce güldüm. Nocton'u sevmiyorum ama bu dünyada bir şeyleri yanlış anlayan çok fazla insan var. Kıymetli arkadaşımın da onlardan biri olduğunu bilmek üzücü.
Birçok yıldır birlikteyiz ve ona yakınlaşmak için yeterince çabalıyorum (ona derken Nocton’dan bahsediyor), bu yüzden inkâr etsem bile kimse bana gerçekten inanmadı.
"Alice, sana söylüyorum, ben ..."
Ama Alice’in dudaklarından çıkan, beklediğim bir şey değildi. Söylediği Üzgünüm, yapabileceğim bir şey yok diyen bir özür değildi
"Çılgınca geldiğini biliyorum, ama aslında kehanetler görüyorum."
“Huh?”
Neden bahsediyorsun?
Ben onun söylediğine cevap vermeden önce kararlı bir bakışla haykırdı.
"Dük Edgar korkunç bir kötü adam!"
Hah, nn - e? Ne?
✴️✴️✴️
Kitabın dünyasında yeniden doğduğumu ne zaman anladım?
Tam olarak hatırlamıyorum ama uzun sürmedi.
Aşk romanları okumaya olan düşkünlüğüm sayesinde. Önceki hayatımın belirsiz anıları kendimden şüphe etmeme neden oldu.
Belki bir romanın içinde doğmuşumdur.
Şüphenin başlangıcı, büyüyüp aynada kendi yansımama baktığım zamandı.
Gülü andıran kıpkırmızı bukleler, bir gülün yaprakları gibi soluk renkli gözler ve -
“Carol.”
“Evet leydim.”
“Çok kaba görünüyorum.”
-herkese aynı gözükecek, bir çift keskin göz.
“Romandaki cadı resminden daha kötü görünüyorum.”
"Umh ... bu iyi, karizmatik görünüyorsunuz ..."
“Bana yalan söyleme.”
Güzel olduğunu söylemek için geç kalmıştı, çünkü gözlerim şaşırtıcı derecede şiddetliydi. Elbette, bir kedi yavrusu kadar sevimli olduğum bir yalan değildi. Ancak ailemdeki diğer insanların nazik gözleri var. Kibirli gözlere sahip olmak alışılmadık bir durum.
Her nasılsa sadece kendimi görmek bile beni ürpertti. O anda deja vu gibi bir şey hissetmeye başladım. Görünüşüm bana tipik bir kötü karakteri hatırlatıyordu.
Çok düşündüğüm için kendimi suçlasam da aynaya baktığımda kendimi rahatsız hissetmeye başladım.
Ama o zamanlar pek de önemsemiyordum.
Sonra, ailemle katıldığım partide bir çocuk gördüğüm an, o deja vu duyguları geri geldi.
"Aman tanrım, bu Dük Edgar!"
Henüz on yaşında olan çocuğun güzelliği çoktan tamamlanmıştı. Zarif bukleli siyah saçlar, porselen bebek gibi güzel bir yüz ve bir çift açık mor göz; gece benzeri bir atmosfer yarattı.
Dükün halefi olmasa bile görünüşü dikkat çekmeye yetiyordu.
Korkunç güzel yüzüne hayranlık duyarken, bir şekilde siyah saçları tanıdık geldi.
Ölmeden önce okuduğum romanlardan birinde adı Edgar olan bir erkek karakter vardı. Her ne kadar içeriği biraz bulanık olsa da hafızamda kahverengi saçlı bir kadını kucaklayan siyah saçlı bir adamın bulunduğu kısım canlı bir şekilde hafızamdaydı.
O zaman bile, gerçekte öyle olmadığını düşünerek, hala hayal gücüme gülüyordum.
Ama sonunda gerçek yüzüme çarptı.
Dinlenmek için tenha bir mülke gittiğim gün.
"Sen asil misin?"
"Evet bu doğru."
O kızı gördüm; bu dünyadaki herkesten daha parlak ve daha güzel olan fakir bir baronun kızı.
"Yüzün eskiden tanıdığım birine benziyor, adın ne?"
Bu kahverengi saçlarını gördüğüm andı.
"Ben Alice Momont, bayan."
Adının Alice olduğunu duyduğum zamandı .
'Aman Tanrım.'
Kitabın belirsiz içeriği netleşti ve aydınlanma şimşek gibi geldi.
Şüphelendiğim gibi, bir kitabın dünyasında doğmuştum.
Gereksiz bir farkındalık duygusuydu.
Aslında hatırladığım kadarıyla çok özel bir roman değildi.
Kahramanın çocukluğu biraz farklıydı.
Ana karakter Alice, Baron Momont'un kızı olarak büyüdü. Gayri meşru bir çocuk olduğu için iyi muamele görmedi.
Her türlü aşağılamaya maruz kaldı, ancak yine de parlak bir kişiliği ve kibar bir kalbi vardı.
Daha sonra, yetişkin olduğunda, geçmişinin yanlış olduğu ortaya çıktı.
Baronun gayri meşru çocuğu olarak bilinen Alice, aslında Limorand Dükü'nün en küçük kızıydı.
Hikâye böyle devam ediyordu.
Baron Momont, Dük'ün şövalyesiydi. Düşes'in halihazırda iki çocuğu varken Dük'ün şövalyesine katıldı ve onu gördüğü anda ilk görüşte âşık oldu. Onun da onu sevdiği yanılgısı altında yaşıyordu ve Düşes, Dük'ün üçüncü çocuğu Alice'e hamile kaldığı için sinirlendi. Düşes'in kendisine ihanet ettiğini düşündü.
"Bana ihanet ettiğin için seni pişman edeceğim!" Satır böyle bir şeydi.
İşin garibi, o zamanlar baron zaten evli ve iki çocuk babasıydı, ancak ailesiyle hiç ilgilenmiyordu.
Duygularıyla sarhoş olan baron, çirkin bir plan yaptı. Dük'ün üçüncü çocuğu Alice doğduğunda onu kaçırdı.
Ebenin zayıflığından yararlandı, çocuğu ölü doğmuş gibi gösterdi ve gerçek bebeği gayri meşru bir çocuk olarak evine getirdi.
İntikam almak için getirilen bir çocuk olarak, Alice'in düzgün bir şekilde yetiştirilmesi ve iyi davranılması mümkün değildi.
Mutsuz bir hayat yaşayarak ve mutsuz bir evliliğe satılarak hayatına son verecekti.
Baronun yaptığı şeyler tam olarak bunlardı.
Ancak yirmi yıl sonra Alice'in talihsizlikleri, baronun tehdidiyle susturulan ebe tarafından sona erdi.
Gerçek şu ki, ağır hastalıktan ölmekte olan ebe her şeyi itiraf etti.
Böylelikle doğumun sırrı açığa çıktı ve Alice Dük'ün hazinesi haline geldi. Pek çok şey yaşadı, Baron'un ailesinden ayrıldı, yeni ailesi tarafından sevildi ve aşkını buldu.
Hikâyenin akışı buydu, bu yüzden bir kitabın dünyasında doğsam bile hiçbir şeyin değişmeyeceğini anladım.
Ana karakterin önünde duran üçüncü sınıf kötü adam olmadıkça, hikâye benden bağımsız olarak akacak.
Kitabı tam olarak okumamama rağmen, ikinci yarının ortasına kadar okudum, böylece önemli karakterlerin adını biliyordum. Ve kötü adamın sadece küçük bir kısmı var ...
… bir dakika bekle.
Aniden fark ettiğim gerçek karşısında bir ayna çıkardım.
Her zamankinden farklı olmayan yüzüm aynaya yansıdı.
Gül rengi saçlar, yuvarlak alın, kalın kaşlar ve yukarı kalkık gözler. Bir adamın karakterini görünüşüne göre yargılayamıyordum ama gözlerim her zamanki gibi kötü görünüyordu.
Tanıdık bakışı gördüğümde kitabın içeriği aklıma geldi.
Bu, kahramanı taciz ettiği için idam edilen kötü karakterin görüntüsü değil miydi?
“—Rose, Alice'e bulanık bir bakışla baktı. Gözlerindeki keskinlik hâlâ oradaydı, ama her zamanki puslu gözleri— "
Ondan önce ve sonra ne olduğunu tam olarak hatırlamıyordum ama sanırım böyle bir söz vardı.
Belki de yazarın sınırlı kelime dağarcığından dolayı, gözlerinin tanımını içeren bir düzine satır daha hatırlıyorum.
Tipik bir Külkedisi Hikayesi; sadece kahraman değil, kötü karakter de klişeydi.
Tanrı aşkına. Benim adım Roa Valrose'du. Keskin gözlü bir kızıl saçlı. Ve kötü kahramanınkiyle benzer soyadı.
✴️✴️✴️
Bir kitabın dünyasında, kahramana zorbalık eden bir hain olarak doğduğumu fark ettim. Bu tahmin edilebilir bir hikâyeydi, bu yüzden kötü karakterin ne yapacağı gerçekten açık.
Kadın kahramana hakaret etmek, su püskürtmek, görgü kurallarında hata bulmak gibi önemsiz şeylerle başlar ve daha sonra kahramanın suikastına kadar gider.
Elbette erkek karakter bunlara göz yummaz.
Aslında Edgar'ın karakteri, kötü kadının işlediği günahları ortaya çıkarır ve onu ateşe verir.
Kitapta anlatılanlardan bazılarını hatırlıyorum.
"Saçından daha kırmızı bir alev tarafından yendi."
Bu popüler bir roman için sorun değil mi?
Okuduğumda havalı olduğunu düşündüm ama bu karakter olduğumda tamamen farklı bir konuydu.
Elbette, bana acımasızca yaşayabileceğim söylense bile bunu yapacak özgüvene sahip değildim.
Bazen geriliyorum ve sinirleniyorum, ama alışılmış düzeyde.
Alışılmış olmayan tek özelliğim, kediye benzeyen kötü gözlerimdi.
Bir yetişkin kadar rasyonel yaşayabilsem de çocuk vücudum varsayılan ayarlardaydı.
Ancak geleceğin nasıl olacağından kimse emin olamaz.
Belki orijinal hikâye kadere dayanıyordur ve ben aşık bir kız gibi davranıp Alice'i öldürmeye çalışırım.
Başlangıçta, bir kitaba reenkarne olmak, tahmin edemeyeceğim bir şeydi, bu olaylardan sonra aklı yerinde biri olacağıma nasıl emin olabilirim?
Böyle bir şeyi düşünmek beni rahatsız etti. Onunla yakın bir ilişkim olsaydı, yanmayı önleyebileceğimi düşündüm.
Dürüst olmak gerekirse, baş kahramana güvenmek zorunda kaldım.
Kahramanın aşk hikayesi özellikle akılda kalıcı olmasa da romantizm türünün doğası gereği, erkek başrol romandaki en mükemmel adam olacaktı. Görünüm, arka plan, yetenekler ve aşk.
Belki başrol ile yakınlaşabilirim.
Bu tür hırslı bir arzu ile Nocton Edgar'a yaklaşmaya karar verdim.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.