Yukarı Çık




5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   7 

           
***

 
Bu hiç de basit bir şey olamazdı.

Sadece bir gecede köyün büyük bir kısmı yok edildi ve geride 100 kadar kurtulan kaldı.

Hepsi dar ve harap manastıra doluştu. Çocuklar, yaşlılar, ev hanımları ve benzerleri binanın içinde çaresizce dualar etmekle meşguldü. Bu sırada erkekler ölüleri taşımama yardım ediyorlardı.

İşler yeterince sakinleştikten sonra köyün temsilcisi olan köy şefi yanıma geldi. “Bize yardım ettiğiniz için teşekkür ederim ekselansları.”

Telaşlandım. Köy kutsal su dağıtılamadan önce mi yok edildi? Bu gelişme yüzünden şimdi dağ kadar işim vardı.

“Köyde konuşlanmış bir paladin yok muydu?” buradaki en büyük köyde beni izlemekle görevli bir paladin olduğunu hatırlayarak sordum.

"Olaydan sonra kendisini aradık ancak şu anda nerede olduğu bir muamma.” dedi köy şefi yanıt olarak.

“Teokratik imparatorluğa haber göndermeye ne dersiniz?”

Elbette bu sürgün olsa bile burada bir imparatorluk prensi kalıyordu. Paladinler sırf bu vücudun sahibi biraz ortalığı kasıp kavurduğu için hemen ortaya çıkmıştı, bu nedenle üst düzey yetkililerin bir zombi dalgasının gelişini görmezden gelmesine imkân yoktu.

En azından bir şövalye düzeni falan göndermeliler.

“Yani ... bir elçi göndermeye çalıştık ama…”

“Ama?”

“Yolculuğu sırasında zombiler tarafından öldürülmüş olmalı.”

“…”

“Ronia'ya giden tüm yollarda saklanan zombiler var. En yakın nöbetçi karakolla irtibat bile kesildi...”

O halde bu dünyanın zombileri oldukça şaşırtıcıydı.

Köyde beni izleyen paladin kayboldu, böylece zombiler bu açıklığa saldırdılar ve hatta çıkışı kapatmayı bile başardılar. Bu kafalarını kullanabilecekleri anlamına mı geliyordu?

Eğer bu doğruysa, o piçler filmlerde maraton koşucuları gibi koşabilenlerden bile daha korkunçtu.

Ayrıca diğerlerini komuta edecek kadar zekaya sahip ayrı bir varlık olduğu ortaya çıkarsa bu vebanın kökenini bulmak neredeyse imkânsız olurdu.

“Kaç tane zombi var?”

“Y-yaklaşık 30 tane vardı. Kaçarken bu kadarını gördük.”

Manastırın yakınındaki köy aslında dört farklı köyden oluşuyordu. Dün zaten yok edilmiş bir köye gittim, yani bu sadece bir gecede kalan üçünün haritadan silindiği anlamına geliyordu.

30 tane olsaydı, bu her köyde yaklaşık on kişi olduğu anlamına mı geliyordu? Ya da belki bunun yerine köylere saldırmak için birlikte çalıştılar. Bir zombi iniyle falan uğraşıyormuşuz gibi değildi, bu yüzden koşamayan ve sadece hantalca sallanabilen bir ölümsüzden korkmaya gerek yoktu. Ayrıca sırf bir kez ısırıldın diye ölümsüze dönüşmezdin.

“Tamam, şimdi ne olacak?”

“İ-imparatorluk sarayı ile iletişime geçmenizi istiyoruz, ekselansları.”

“Ama bütün yolların tıkalı olduğunu söylemedin mi?”

“Dua etmek yeterli olmaz mıydı? Bir çeşit sihirle...?”

Ne yazık, bunun gibi kullanışlı bir yetenek bilmiyordum.

Köylüler bana umutlu gözlerle bakıyorlardı ama onlara kötü haberi vermek benim görevimdi, “Böyle bir şey açıkça imkânsız. Bir zombi dalgasının geldiğini söylemiştin, değil mi? O halde paladinler bizi kurtarmaya gelene kadar paçalarımızı sıvamaktan başka çaremiz yok. Aksi takdirde hepimiz ölü et olacağız.”

Umutlanmalarını istemedim, bu yüzden dürüstçe onlara şu anki durumumuzu ve seçeneklerimizi söyledim. Bu yüzden hepsi paniğe kapıldı. Bazıları gerçekten solgunlaştı, bazıları ise kontrolsüz bir şekilde ağladı. Kahretsin, hatta bazıları çığlık atmaya bile başladı.

Köylüler umutsuzluk içindeydi.

Bu gerçekten çok açıktı, çünkü vebadan ölmek üzereydiler ya da zombiler için bir sonraki yemek haline geleceklerdi.

Ölümsüzlerle benzer 'niteliklerden' keyif alsam bile, zombilerin sürekli ortaya çıkması uzun vadede benim için tehlikeli olurdu. Herkes yok olurken tek başıma hayatta kalmayı başarsaydım diğer insanlara oldukça tuhaf görünürdü değil mi?
Bu ister köylüler için ister benim için olsun, mevcut durumun elverişsiz olduğu anlamına geliyordu.

“Lütfen bize yardım edin! Ekselansları! Siz Kutsal imparatorun torunu değil misiniz?”

Bu doğru olsa bile artık sıradan bir insandım.

Köy şefine baktım. Bu köylüler sürgün edilen imparatorluk torununu hafife alıyor gibiydi.

İmparatorluk ailesinin sürgün edilmiş bir üyesi, tüm 'statülerini' kaybeden bir 'halktan' farklı değildi. Bu gibi yerlere gelen sürgündeki insanlar, köylüler için ayak işlerini yapan aşağılık ayakçılar olarak çalışmak zorunda kalacak ve karşılığında herhangi bir tazminat bile alamayacaklardı. Daha önce köylülerden intikam alan bir sürgün vakası da yoktu.

Muhtemelen burada kendilerine küçük hoş bir hizmetçi bulduklarını düşünmüşlerdir.

Yine de istekleri konusunda o kadar mutsuz değildim. Köylüler de bana yardım etmeye istekli görünüyorlardı.

Sadece ... Bu insanlar bunu onlar için ‘açıkça’ yapmam gerektiğini düşünecek kadar utanmazlarsa, o zaman gülümsemeyi ve her şeye katlanmayı planlamıyordum.

Bu durumda benim için faydalı bir şart öne sürmeliyim. Durum Penceresini onaylamak için [Zihin Gözü] kullanırken sırıttım ve köy şefine baktım.

——-

[İsim: Parok.
Yaş: 75
Uzmanlık: İspiyonculuk, çiftçilik, küçük numaralar.
+ Şu anda korkmuş bir durumda.]
——-

Onu incelerken gülümsemem memnuniyetle doldu. 

“İyi. Size yardım edeceğim.”

Önceki geceden iki çiftçi şimdi parlak bir şekilde gülümsüyordu. Öte yandan, diğer adamlar açıkça kasvetli ifadeler taşıyorlardı.

Tepkileri en iyi ihtimalle oldukça ilgisizdi. Göğsümü yumruklayıp ‘Ben kimim? Ben Kutsal imparatorun torunundan başkası değilim!’ desem kimseyi ikna edemezdim.

Her şeyden önce ben mangnani imparatorluk prensiydim.

Hizmetçileri dövmek ve hizmetçilere cinsel tacizde bulunmak için kraliyet geçmişimi kullandım. Kahretsin, bir nedimeye bile tecavüz etmeye çalıştım, aklı başında kim bana güvenirdi ki?

Köy şefi ağzını açmadan önce çok tereddüt etti, belli ki başka seçeneği olmadığı için uçan kuştan medet ummaya karar vermişti. “O-o zaman sizin gözetiminizde olacağız.”

Muhtemelen bunun hiç yoktan iyi olduğunu düşündü, rahibe inanıp onun yolundan gidebilirlerdi.

Oldukça kibirli bir tavırdı.

Sanırım onun utanmazlığı, sürgündeki eski yüksek rütbeli ‘ayakçılar'ın etrafında istediği gibi emir verdiği zamanlara bağlanabilir. Böyle bir alışkanlık şimdiye kadar kemiklerine kök salmış olmalıydı.

Aslında önemli değildi.

Onlara yardım etmek hayatımı biraz huzur ve sessizlik içinde geçirebilmemin tek yoluydu. Ayrıca zaten zombilerle ‘şahsen' uğraşmayacaktım.

“Ancak bir şartım var.”

Köy şefi başını eğmeden önce irkildi. Yüzünde şaşkın bir ifadeyle sordu. “Şart derken…”

“Gerekli fonları vermeye başlamanı istiyorum. Şimdiye kadar ücretsiz hizmet veriyor olmam haksızlık değil mi? Bana katılmıyor musun?”

“S-size maaş ödememi mi istiyorsunuz? A-ama şimdiye kadar buraya sürgün edilen herkes...”

Sessizce köy şefine baktım.

Verdiğim sessiz baskı onu geri çekilmeye ve başını sallamaya zorladı. “Anlıyorum.”

“Daha sonra paladinlere ispiyonlama, anladın mı?”

Manastırda kaldığım sürece bir miktar yiyecek ve suyu bedava alıyordum. Ancak bu kadardı. Şu anda kendim için harcayacak param yoktu.

Ayda bir kez gezici bir tüccar köye gelirdi, bu yüzden daha sonra alacağım parayla manastırı düzeltmek iyi bir fikir olurdu. Teokratik imparatorluk zaten benden vazgeçmişti. Hayatımın geri kalanını burada geçirmek zorunda kalabilirim, o halde burayı birkaç düzgün mobilya parçasıyla süslemeye çalışmam gerekmez mi?

“Oh, bir şey daha.” Harap durumdaki manastırı işaret ettim. “İşin başındayken onu da düzeltmeni istiyorum.”

“Affedersiniz?”

Köy şefi binaya baktı. Oldukça eski ve yıpranmış olmasına rağmen, bina hala 100 kadar köylüyü barındıracak kadar büyüktü. Bu, onarımının önemli bir meblağ gerektireceği anlamına geliyordu.

Uzun bir görüşmeden sonra köy şefi bir inilti çıkarıp başını salladı. “Anlıyorum. Kendi sınırlarım dahilinde yapacağım...”

“Ve periyodik olarak ücretsiz malzeme sağlaman gerekiyor.”

“...İmkanlarımız dahilinde neler yapabileceğime bakacağım.”

Güzel! Bununla birlikte tüm sorunlarım çözülmüştü.

Anlarsın, manastıra sızan yağmur suyu beni uzun zamandır üzüyordu.
Sadece bu da değil, mezarlığın bakımı için aldığım erzak sadece patates ve sebzelerdi. Şimdi kendime biraz et alabilmeliyim ve kış geldiğine göre, gidip bizzat yakacak odun almak zorunda kalmamak için köylülerin hak ettiğim ödülleri özenle getirmelerini sağlayabilirim.

“Ekselansları! imparatorluk prensi-nim!”

Köy şefiyle 'sohbet’ ederken bir adam koşarak yanımıza geldi. Soluk bir ifadeyle bağırdı. “Zombi sürüsü burada!”

Bunu duyduğuma şaşırdım.

Zombiler gerçekten buraya mı geliyordu?

Yaşayanları avlamak için burada nasıl toplandıklarına bakılırsa, kişisel olarak bulundukları yere gitmeye gerek olmadığı anlamına geliyordu. Demek ki temel içgüdülerine oldukça sadıklar.

Aslında bu bir rahatlamaydı-şimdi onları tek tek arayıp arındırmak zorunda değildim. Bu nedenle yapmam gereken iş miktarı azaldı.

“Güzel! Hepiniz aletlerinizi hazırlayın!”

Köy şefi de dahil olmak üzere köylülerin hepsi başlarını eğmeye başladı. Şaşkın, sersemlemiş bakışları bana odaklanmıştı.

“Ne… uhm neden bahsediyorsunuz ekselansları...?”

Şefi duyduktan sonra omuz silktim. “Hepinizin nesi var? Benden bu krizi sizin için halletmemi istemedin mi?”

“E-evet. Ama neden...?”

Sesi kelimeleri söylerken titreyip azaldı. “...Neden bize ‘alet’ gibi tatsız bir kelime söylüyorsunuz...?”

Dudaklarımın köşeleri yukarı doğru kıvrıldı. “Çok bariz, değil mi?”

Evet, çok bariz.

Dört 'mesleğim' vardı.

İlki, Teokratik imparatorluğun imparatorluk prensi.

İkincisi, mezar bekçiliği.

Üçüncüsü rahiplik, en azından sözde.

Ve son olarak, bir büyücü.

Bunların hiçbiri cepheye gidip kılıç dansı falan yapacağın türden meslekler değildi.

“Şu andan itibaren zombi avına çıkacaksınız, bu yüzden.”

“…!!”

Köy şefi ve diğer köylüler bir anda sertleşti.

“Endişelenmeyin. Sırf biri tarafından ısırıldığın için zombi olacak değilsin. Sadece biraz acıtacak ve birkaç gün yüksek ateşin olacak, hepsi bu. İçiniz rahat olsun çünkü acınızla birlikte benim de yüreğim sızlayacak.”

Köy şefi alnından soğuk terler damlarken zorla gülümsedi.

“E-ekselansları. Şakanın sırası değil. Daha önce bize yardım edeceğinizi söylemiştiniz, o yüzden...”

Bakışlarımı ona çevirdim ve tazeleyici bir şekilde sırıttım. "Sırf gülümsediğim için sana şaka gibi mi geldi?”

Yüzünde açıkça ‘bu ne biçim bir pislik…?!’ diye haykıran bir ifade oluştu.

Pekâlâ, beğenmediysen unutabilirsin o zaman.

Ona baktım ve oldukça kötü bir şekilde yüksek sesle kıkırdadım.

 
***

 
Manastırın önünde yapılı adamlar toplandı, yaklaşık 50 kişi vardı. Her biri tarım aletleri, kereste baltaları, testereler veya av yayları ve oklarıyla silahlanmıştı.
Hepsi belki de günlük yaşamlarında çiftçilik, ormancılık ya da avcılık yaptıklarından dolayı oldukça kaslıydı.

Güzel! Durumun aciliyetine rağmen kaçmadan önce silahlarını toplamayı unutmadılar. Bu dünyanın sakinlerinin hayatta kalma içgüdüleri gerçekten de oldukça olağanüstüydü.

“Ah. Manastırdan çıkardığınız ekipmanlar hakkında, onlara zarar vermediğinden emin ol, tamam mı? Bir tanesini bile kırarsanız parasını sizden alacağım.”

Köylüler artık bıkmış ifadeler taşıyorlardı.

Onları açıkça görmezden geldim ve memnuniyetle başımı salladım. “İyi. Bu yeterli olmalı. Zombi olabilirler ama hayvan türleriyle uğraşmadığımız sürece hepsi çok yavaş olduğu için sorun yaşamayız.”

Ayrıca araya karışmış hayvan türleri olsa bile saldırı güçleri genel olarak sınırlı olmalı, bu yüzden önemli değildi.

“Pekâlâ millet. Acele etmeyelim. Güvenliğiniz en büyük önceliğiniz olmalıdır. Bu yüzden zombi avlamak konusunda fazla gergin olmayın. Çok zorlaşırsa birbirinize yardım edin. Kendi hızımıza ayak uydurduğumuz sürece kimse incinmeyecek ve..."

O zamandı, aceleyle burnumu tıkadım. Uzaktan gerçekten korkunç bir koku geliyordu. Şeytani enerji, ölümün iğrenç kokusu gibi havada yankılanıyordu.
Bakışlarımı dikkatlice ormana kaydırdım. Kıpkırmızı parıldayan gözler manastırı yavaşça çevreliyordu. Çok geçmeden, sendeleyen zombiler yoğun sisin içinden çıktılar. Sayıları birkaç yüz kişiydi.

“Neden...”

... bu kadar çok var?!

O anda katıksız dehşetten geri adım atan köy şefine seslendim, “Hey, Bay köy şefi.”

“E-evet??”

Solgun bir yüzle bana baktı.

“Köyde sadece 30 civarı olduğunu söylememiş miydin?”

“B-bu... gördüğümüz buydu...”

Şefin bile kafası karışmış görünüyordu, belli ki burada neler olduğunu anlamıyordu.

Alnıma masaj yapmaya başladım. “Dört ... Hayır, köylerden biri tamamen yok edildi, yani ... Üç köyün toplam nüfusu ne kadar?”

Köy şefi parmaklarını kaldırıp katlayarak aceleyle saydı. “P-peki, yani ... en büyük köyde 200'den fazla kişi varken, diğerlerinde 50 ila 100 arasında kişi var. En az 300'ün üzerinde olmalı.”

“Tamam, yani... burada bizimle birlikte 100 kurtulan olduğuna ve yaklaşık 30 zombi gördüğüne göre, geri kalanlar nerede?”

Şef, sersemlemiş bir şekilde bana bakarken irkildi ve kaskatı kesildi, sonra çaresizce mırıldandı, “Emin değilim. Kaçmakla meşguldük, o yüzden...”

“...Bununla, şimdi oldukça açık.”

Kaçan köylülerin bir kısmı avlanmış olmalı, öyle görünüyordu. Ya da belki, bu yaratıklar basitçe Ölü Ruhlar ülkesine girdiler. Eh, ne de olsa sınırın uzak kuzey ucu boşuna ölümsüzler cenneti olarak adlandırılmamıştı.

Bize doğru gelen zombi sürüsünün hantal yürüyüşünü izlerken gözlerim seğirdi. Köylüler şimdi panik içinde bana bağırıyorlardı.

“Ekselansları, ne yapmalıyız?!”

“İmparatorluk prensi-nim!!”

“Kaçmalı mıyız?”

Köy şefi en sonunda araya girdi ve sordu.

Şakaklarıma daha da sert masaj yapmaktan kendimi alamadım. “Zombilerle başa çıkmanın başka yolu var mı?”

“Hayır, yok.”

“Böyle bir sürü geldiğinde bile mi?”

Şef soğuk terini silerek cevap verdi: “Görüyorsunuz, bunun gibi bir olay nadiren olur. Böyle bir krizle karşı karşıya kalırsak, feodal lord’u bilgilendir ve askerlerini göndermesini bekleriz.”

Bunu duyunca acınası bir ifade oluşturmadan edemedim. ‘İş yüküm neden bu kadar artmak zorundaydı?! Bir dakika, bu bedenin önceki sahibinin geçmişte yaptığı tüm küfürlü saçmalıkların bedelini ben ödüyor olabilir miyim?’
Şimdi şaka yapıyor olsam da düşündükten sonra kendimi biraz buruk hissetmeden edemedim. Durumumun tam olarak bunun sonucu olması mümkündü.

Bu dünyada büyü gerçekten olduğundan, tanrıların da var olma olasılıklarını göz ardı edemezdim. Dindar olduğumdan falan değil, ama eğer tanrılar gerçekten varsa, sözde bir inanan onları lanetlediğinde hiçbir şey yapmamaları mümkün olmazdı, değil mi?

‘Seni aptal torun!’

Yüzümü avuçladım.

Bu bedenin eski sahibinin işlediği küfür suçu, en hafif tabirle oldukça iğrençti. Eğer onun günahlarının bedelini gerçekten ödüyorsam, burada başım lanet olası bir belaya girmişti.

"Ahh! Sevgi ve merhamet tanrıçası, Gaia!”

Bunu haykırdığımda köy şefi ve adamların hepsi bana baktı. Az önce 'dua' ettiğim için mi? Gözlerinin içinde yenilenmiş bir ışık var gibiydi.

Muhtemelen ölümsüzlerin önünde ilahi güçler kullanan rahipleri oldukça güven verici buldular. Gerçekten de bu dünyanın kutsal erkekleri ve kadınları, sihirlerini yapmak için ilahiyatlarını toplamadan önce dua ettiler, değil mi?

Ancak ben farklıydım.

Köylülerin benim gibi bir rahipten beklentilerini tazeleyici bir şekilde çiğnedim.

“Sevgi ve merhametmiş, götüm! Sırf sana bir kez küfrettim diye beni sıkıntıya sokuyorsan daha çok küfrederim! Seni ucuz kokuşmuş tanrıça!!”
 


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


5   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   7 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.