Kayıp Masallar Serisi 3. Cilt - Türkçe Çevrimiçi Oku
Yukarı Çık




6   Önceki Bölüm 

           
Yıkım, yıkım ve daha çok yıkım… İnsanın dünya üzerinden iz bırakma yolu olarak seçtiği şey bu. Parçalamak, yok etmek ve yıkmak. Bir kuş ağaçlara yaptığı yuvalarla, bir aslan avladığı hayvanın kemikleri ile geçmişine dair izler bırakırken insanlık yıkımla ardında izler bırakmayı seviyor. Yıkıp yeni şeyler ortaya çıkaracağına inanıyor ama bu yanılgı onu tüketmeye devam edecek.
O gece helyum dolu dev balonlar başkentin göbeğine düşüp muazzam bir ateş gösterisi sunmuştu. Bir tanrı o ateş gösterisini izlerken eğlenebilirdi. Ama içinde olan insanlar için vahşetti. Son anda Milos ve Andrjez için kurtuluş olmuştu.
Andrjez ve Milos yıkıntılar arasında bulunup şehir hastanesine götürülmüştü. Şehrin bir kısmı tahrip olmuştu. Ölenler ve yaralananlar çoktu. Gazeteler ve radyolar bu olaydan bahsederken seferberlik ile yıkıntıların arasından cesetler aranmaya başlanmış ve manastır askeri okulunun öğrencileri bu seferberlikte gönüllü olmuşlardı.
Olayın üçüncü gününde Andrjez kendine gelmiş ve yaşanan felaketi doktorlardan öğrenmişti. Üç zeplinin şehrin göbeğine düştüğünü ve patlamaların nasıl şiddetlenip korkunç bir yangının başladığını, yanığının iki gün önce zor durdurulduğunu… Ama onu ilgilendiren tek şey Milos’un nerede olduğu idi.
“Peki benimle beraber getirilen kişi…Milos Roluge’nin durumu nasıl?” demişti. Doktor ona bakıp gülümsemişti. “Bay Roluge gayet sağlıklı, sadece ufak tefek çizikler almıştı. Buraya sizi getirenler arasında yer alıyordu.” Dedi. Andrjez kırılmış koluna ve ufak yanıklarına bakıp kaldı. Milos’u korumada başarılı olmuş olmanın gururu ile gülümsemişti. Oturur konuma gelmek için doğrulunca sol tarafında derin bir acı hissetmişti. Sert bir plaka var gibi bir his oluştuğunda örtüyü kaldırmış ve sargılı yarasına bakmıştı.
“Düşen zeplin parçalarından birini oradan çıkardık. Resmen sekizinci kattan düşmüşsünüz.” Demişti. Andrjez sargıya bakmayı bırakıp doktora çevirdi başını.
“Nasıl yani?” demişti. Doktor bir öksürükle boğazını temizleyip ayağa kalkmıştı. O ara kapı çalıp aralanmıştı. “Baş hekim toplantı için sizi bekliyor Doktor Manuh.” Demişti genç hemşire. Henüz on beş on altı yaşlarında kuzguni siyah saçları koyu mavi gözleri olan beyaz tenli hoş bir kızdı. Başında beyaz şapkası kolunda kırmızı ay ile beyaz önlüğü vardı üstünde.
“Madem öyle, hastanın pansumanı ile ilgilen.” Dedi. Ayaklanıp kapıya yürümüştü. Andrjez ona bakıp gülümseyen genç hemşireye bakıyordu.
“Sekizinci kattan düşmüş birisine göre canlı duruyorsun.” Demişti genç hemşire. Andrjez bunu duyunca gülmüştü. “O kadar yüksekten düştüğümü hatırlamıyorum.” Dedi. Hemşire yatağın yanına doğru gelip pansuman için gerekenleri hazırlamaya başlamıştı.
“Kaburgalarında çatlaklar var, ayak bileğin ciddi zedelenmiş ve kolun… kırık…” demişti. Andrjez gülüyordu. Hemşire kenarda duran ufak aynayı alıp ona doğru tutmuştu.
“Yüzünün halinden söz bile etmiyoruz Bay Dejan.” Dedi. Çizikler ve bölgesel morluklar vardı yüzünde. Sağ gözü şişlikten kısılmıştı.
“Cidden kötü düşmüşüm. Roluge bunun için bana çok şey borçlu.” Demişti. Hemşire ona bakıp gülmüştü. “Sizi buraya getiren askeri okul öğrencilerinden Milos Roluge mi?” dedi. Andrjez başını sallamıştı. Hemşire pamuğu parmakları arasında bir top haline getirirken konuşmaya başlamıştı. “Oldukça endişeliydi. Binanın yıkıntıları altında sizi o çıkarmış neredeyse. Bina çöktüğünde üzerinize devrilen içki dolabı sayesinde birçok yaranız enfeksiyon kapmamış ama yanıkların sebebi alkol.” Demişti. Andrjez bir an duraksamıştı.
“Peki Milos nasıl? Doktor pek ondan söz etmedi.” Dedi. Hemşire duraksamıştı.
“Ciddi değil durumu. Ufak tefek çizikleri vardı. Pansuman yapılıp gönderildi. Göçük altında kalanlara yardım etmek üzere çağrılan askeri okul öğrencileri ile…” demişti. Andrjez ondan yardım alıp oturur konuma gelmişti.
“Ama siz uyanmadan önce sizi görmeye geldi. Tekrar geleceğini söylemişti. Kendisi çok nazik bir beyefendi. İyi bir arkadaşa sahipsin.” Demişti. Dikiş atılmış karnındaki yaraya pansuman yaparken tanışmışlardı. Hemşire Lannel Frenklen genç bir stajyerdi. Hemşirelik okuluna başvurmuş ve başkent şehir hastanesinde stajının ilk ayını doldurmuştu. İşine sadık ve hep sağlıkçı olmak isteyen idealist on beş yaşında bir genç hanımdı. Ailesinin yetiştirmekten gurur duyduğu bir kız değildi. Bunun sebebi dik başlı oluşuydu.
“Büyük ablalarım evlenip çocuk yaparak annem ve babam için gurur verici aileler kurdular. Birisi mürebbiyeliydi. Evlenip çocuk yaptığında işini bırakıp annem gibi evine bağlı bir kadın oldu. Ben onlar gibi olamazdım. Büyük ablam benim yaşlarımda evlenmiş. Kocası iyi bir subay. Aynı şekilde ailem benim de evlenmem için bir aday bulmuştu. Yirmi yaşında batı cephesinde görev yapan bir teğmen. Ama ben evlenmek istemiyorum. Onun yerine batı cephesinde sağlıkçı olmayı tercih ederim demiştim. Annem çok sinirleniyor bu duruma. Babam ise bıkmam için beni sürekli gözü önünde tutmaya çabalıyor. Her şeye rağmen Doktor Manuh bana yol gösteriyor. Kendisi babamın yakın arkadaşıdır. Babama yetenekli bir hemşire olacağımı söylediği için belki de buradayım.” Andrjez kızın idealist ve hırslı oluşunda kendini görmüştü. O gün tanıştığı Lannel onun için kader çizgisinde hiç tahmin edemeyeceği kadar önemli bir noktaya gelecekti. Lannel idealist ve inançsız bir hemşireydi.  Tanrının varlığına inanmazdı. Hoşgörü ve insancıl olmanın tanrıya inanmaktan daha önemli olduğunu savunacak kadar cesurdu. Ailesi bürokrat bir yapıya sahipti. Başkentte güçlü ailelerden birinin kızıydı. Son çocukları ve üçüncü kızları… büyük abisi iki ablası ve o… Frenklen ailesinin asi genç kızı ve Andrjez o gün tanışmıştı. Sekizinci kattan düşen ve düşerken arkadaşı yaralanmasın diye kendini siper edip hastanelik olan Dejan onun için aptal ve cesur bir adam olarak kalmıştı kafasında. Genç subay adayıydı.
“Şanslısın… O zeplinin kuyruk kısmı tam sizin bulunduğun yere düşmüş. Yangın ve göçük altından sağ çıkabilecek kadar…” demişti. O gün çok kişi ölmüştü. Bunun üzerine kurtulanlar mucize ile kutsanmış olmalıydı. Milos gibi birkaç çizikle atlatanlar ise Mesih ilan edilebilirdi.
O gün ve sonrasındaki birkaç gün boyunca Milos hastaneye gelmedi. Andrjez onu beklemekten yorulmazdı. Sürekli geleceğine inanarak kapısını gözlemişti. Şehir darmadumandı ve yıkıntılar arasında kokmaya başlayacak olan cesetleri aramak askeri öğrencilere yıkılmıştı. Gazeteler ve radyoda hep bundan söz ediliyor ve her gün bulunan cesetlerin isimleri radyodan sırası ile okunuyordu. Andrjez ona arkadaşlık eden hemşire Frenklen ile arkadaş olmuştu. Sabah akşam ve öğlen… fırsat buldukça yanına kaçıp gelen bu kız onun için dışarıdan taşınan haberdi. Dördüncü günün dolup beşinci günün başladığı sabah Frenklen ona sabah kahvaltısını ve gazetelerden okuduğu haberler ile gelmişti. Bileğindeki şişlik inmeye başlamıştı bile. Yakında ayağa kalkacak kadar iyi olacaktı.
“Cesetlerin hepsinin bulunduğu ve yıkıntı binaların tahliye edildiğini yazmışlar.” Demişti. Sıcak tost ve ılık sütü ona bir tepside uzatırken ilaç dolu ufak kâseyi kenarda duran sehpanın üstüne koymuştu. Andrjez gerinip kendini kaydırıp doğrulmuştu. Tepsiye bakıp iç çekmişti.  O sıra kapı açılmış ve Milos’un sesi gelmişti.
“Her neyse muhtemelen iki güne yola çıkarız. Bu önemli değil. Ben sonradan geleceğimi bildirdim.” Demiş ve içeri girince Andrjez ile göz göze gelmişti. Yorgun, kirli ve bıkkındı. Bir süre ona bakıp ardından gülümsemişti.
“Günlerdir tertemiz yatakta yatıp ayağına yemek getirilmesi güzel olmalı ha?” dedi. Andrjez ona bakıp gülmüştü. Milos’un ardından Ruen, Achube ve Emma girmişti. Hepsi bitkin ve kir içindeydi. Andrjez Achube’yi gördüğünde biraz irkilmişti. Başkente gelmeden önce başına gelenler aklından çıkmamıştı. Onu öldürmesi için izin verildiğini unutmuyordu.
“Tanrım şuna bak, her yerin mosmor…” demişti Ruen feryat figan içeri doğru dalıp. Andrjez gözünün inmiş olmasından bile mutluydu. Ruen’in çabucak dikkatini dağıtan ise kenarda oturmuş onlara bakan Hemşire Lannel olmuştu. Hemen dik bir duruş oluşturup yağlı saçlarını yana doğru iteklemişti. Emma çekingen halde kenarda duruyordu.
“Dejan geçmiş olsun. Sanırım ölmediğin için şanslısın ben çok fazla ölü buldum da. Kokan ve parçalanan çok fazla ceset…” Achube bunu söylediğinde Andrjez ona dikmişti gözlerini. Onun içindeki sahtekarlık ve yalancılıktan tiksinmişti. Achube’nin neyin peşinde olduğunu anlamıyordu.
Milos yatağın yanına doğru gelmişti. Kenarı oturup bir süre Andrjez’in yüzüne bakmıştı. Kırık alçıdaki koluna, hasta yatağındaki solgun haline…
“Daha erken gelemediğim için üzgünüm. Kurmaylar binalardan cesetleri çıkarmamız gerektiğini söyledi. Bu işi gece gündüz yapıyoruz.” Dedi. Andrjez buruk bir tebessüm ile bakmıştı ona. Kırgınlığı onun gelmemesi değildi. O patlama ve bina yıkılmadan önce duydukları canını yakmıştı. Milos’un onu istemediği düşüncesi yaralıyordu kalbini. Ama uzakta kalamazdı. Kara sevda denilen körü körüne aşk bu olmalıydı.
“Sorun değil. Burada bana Lannel çok iyi baktı.” Demişti. Hemşire ile onu tanıştırmak ister gibi dönmüştü. “Lannel bu Milos Roluge, sıkça sana anlattığım arkadaşım.” Daha sonra tekrar Milos’a dönmüştü. “Milos bu da Lannel Frenklen, stajyer hemşire. Cepheye gitmeden önce burada işini öğreniyormuş. Bana burada her konuda yardımcı oldu.” Demişti. Milos onu tanıyordu. Frenklen soy adının sahibi olan bu kızın babası onun babası ile sıkı bir iş ortağı idi. Birisi sivil, birisi üniformalı doktordu ama aynı akademiden mezunlardı. “Birbirimizi tanıyor sayılırız.” Demişti Lannel. Milos başı ile onaylamıştı. “Babamın arkadaşının kızı.” Diye eklemek istemişti. Andrjez bir süre durmuştu. Ortada garip bir sessizlik oluşmuştu.
“Ne zaman geri döneceksiniz?” dedi. Milos ona bakıp duraksamıştı.
“Aslında bugün geri dönülecek. Ama Yüzbaşı Dejan burada sana refakatçi olarak kalmam için bana izin verdi. Olanlar bir nevi benim suçum. Seni buraya gelmeye zorlamış sayılırım. O yüzden yaz tatili iznimden bir kısmını kullanacağım.” Demişti. Andrjez ona şaşkınlıkla bakmıştı. Çok şeye şaşırmıştı kurduğu cümlede.
“Abim burada mı?” diyerek başlamıştı.
“Evet…”
“İzin mi verdi sana burada kalman için?”
“Şey evet...”
“Kendisi gitti mi?”
“Evet, batı cephesinde görevlendirmesi olduğu için başkentten direkt oraya geçeceğini söyledi. Ama sana temiz kıyafetler getirdi ve üniformanı toparlattı. Ayrıca biraz harçlık bıraktı ve annenle konuşman için jeton.” Dedi. Andrjez başını sallamıştı. Abisini göremeden gitmesine üzülmüştü. Ama Milos ile hala baş başa vakit geçireme şansı olduğu için mutluydu. “Ruen ve Emma’ da seni merak ettiği için geldi.” Diye devam etmişti Milos. Kenarda duran Achube’yi göstermişti. “O da olay hakkında… Şu yemekhanedeki mevzu için bir şeyler söyledi.” Dedi. Achube ona konuşma hakkının doğduğunu hissetmiş gibi öne doğru çıkmıştı.
“Dinle Dejan, seni öldürmeleri için kimseye izin vermedim. Aksine b yatakhanesinin bazı fikirleri hoşuma gitmediği için hafta sonu balo öncesine toplantı koymuştum. Bu fikir bana ait değildi.” Dedi. Andrjez ona bakıyordu. Milos hafif tebessüm ile Andrjez’e bakıp başını sallamıştı.  Ona durumu kabul etmesini işaret ediyordu.
“Anladım, zaten bunu yapacağını düşünmedim. Yani yapman için sebep yok.” Dedi. Kısa ama derin bir sessizlik oluşmuştu. Milos bir öksürük ile boğazını temizlemişti. Sessizlik bozulmuştu.
“O zaman biz gidelim. Yakında birlik toplanır. Okulda görüşürüz.” demişti Ruen. Emma huzursuz gibiydi. “Kalmamı ister misin Milos? Belki yardım edebileceğim…”
“Gerek yok, gitsen daha iyi olur. Cezaya kalmayın.” Demişti. Achube hala huzursuz ama sahte bir gülümseme ile duruyordu. “Geçmiş olsun Dejan, tekrar görüşürüz.” Dedi. Onlar çıkarken Milos yatağın kenarına oturmuştu.
“Achube…” Milos ismi duyunca Andrjez’e dönmüştü.
“Ona güvenmiyorum. Bir şey saklıyor. Silahla vurulma olayına baya sinirliydi. Ne söyleyip söylemediğini sordu. Ona isminin olaya karıştığını söylediğimde pek şaşırmamıştı. Ama sinirliydi.” Dedi. Andrjez kaşlarını çatmıştı.
“Geri döndüğümüzde ikinci defa saldırırlarsa ne olacak?” demişti. Milos ona bakıp gözlerini kapatmıştı.
“Buna fırsat vermeyeceğiz. Bir daha aynı şekilde tek kalmamalıyız.” Demişti. Lannel onlara bakıyordu dikildiği yerden. Milos onu umursamıyordu. Bir süre gözleri kapalı durdu. Daha sonra yorgunca gözlerini açmıştı.
“Andrjez, gece danstan sonra söylediklerim için…”  Andrjez ona doğru çevirmişti başını.
“Neyden söz ettiğini anlamadım.” Dedi. Hafıza kaybı yaşıyormuş gibi davranma fikri ile birden aydınlanmıştı. O gece hiçbir şey olmamış gibi davranmak ve reddedilmemiş olmak arkadaşlığını koruyacağına inanmıştı.
“Şey, senle…” Milos ona dikmişti gözlerini. “Hafızanı mı sildiler?” demişti. Andrjez başını iki yana sallamıştı. “Yemek yediğimizi ve patlamayı hatırlıyorum. Sonrası yok. Sekizinci kattan aşağı düşüp karnıma demir girmesi ve yanıklar dışında başka bir şey anımsamıyorum.” Dedi.  Milos bir an derin bir nefes almış ve yavaşça vermişti. “Her neyse, o akşam beni koruduğun ve yaralandığın için üzgünüm. Sana can borcum var!” demiş ve olayı toparladığına inanmıştı ikiside. Milos yorgunca gerinmişti.
“Büyük babamın evine uğrayıp yıkanıp biraz dinlenip geri geleceğim. Olanlardan sonra teyzem aklını kaçırmış gibi sürekli beni arattırdı. Ölümüm miras için daha iyi olurdu ama belli ki benim onayım olmadan alamayacaklar parayı.” Demişti. Andrjez ona bakıyordu.
“Milos oraya kadar gitmene gerek yok. Burada yıkanabileceğin yer var.” Dedi. Milos konuşan Lannel ile göz göze gelmişti. “Askeri personel sayılırsın. O yüzden duşları kullanabilirsin. Sana temiz birkaç kıyafet verip üniformanı çamaşırhaneye bırakabiliriz. Andrjez sen geldin diye çok mutlu.  Burada boş yatakta var.” Demişti. Milos dönüp Andrjez’e bakmıştı.
“Kalmamı ister misin?” demişti. Andrjez başını iki yana sallamıştı. “Yorgun halde oraya kadar gitme. Şehrin diğer ucu. Burada yıkanıp dinlenmen senin içinde iyi olur.” Demişti. Bir şekilde Milos yolu gözünde büyütüp Lannel ve Andrjez’in lafına gelmişti. Yıkanıp temiz hastane kıyafetlerini giyip Andrjez’in odasına gelmişti. Andrjez ilaçların etkisi ile uykuya dalmak üzereydi. Milos hızla yatağın yanına gelip ona kaymasını söylemişti. Andrjez kendini köşeye doğru çekince Milos onun yanına dümdüz uzanmıştı. Yorgundu. Gözleri acıyordu. Yanında yatan Andrjez’e göz ucu ile bakmıştı. Derin uykuya tekrar dalmak üzere gibiydi.
“Özür dilerim…” demişti. Andrjez uyanıktı ama gözlerini açmamıştı. Uyumaya devam ediyor olmak onun için daha kolaydı.
“Keşke gerçekten her şeyi unutmuş olsan. Ve buna ikimizde inansak.” Demişti. İç çekmişti. Dolmuş gözlerini kapamıştı. İnsanlar birbirinin canını yakmaktan çekinmeyecek kadar nankördü. Kendi korkularını başkalarının hayatlarında yok etmeye yatkındılar. Milos bunu yaşamak istemiyordu.
Altais ile tanıştığında aşkın, sevmenin ve arzulamanın ne demek olduğunu bilmiyordu. Onunla ilk, ortaokulun birinci sınıfında tanışmıştı. Sınıfında gür sesli, atılgan ve çok konuşan, sürekli gülen sinir bozucu kişiydi. Öğretmenlerin dikkatini hızla çekecek kadar zekiydi. Sözlerini hep emin ve sert söylerdi. Sürekli gülerdi ve herkesle konuşurdu. Ortak ödev grubuna verildiklerinde çekingen ve ürkek olan Milos onun için zarif bir kuş gibiydi. Ürkek ve her an dalgın bir kuş. Ödev gereği gezecekleri imparatorluk müzesinde ikisi sorumluydu. Gezip not alacaklardı. Savaş tarihi için neler olduğunu yazmaları gerekiyordu. Bir hafta sonuydu… sivil olarak ilk buluştuklarında Altais açık ve çekingen olmayacak kadar kaba bir insandı. Her şeyi söylemeye hazırdı. O gün müzeyi gezerken sık sık ona bildiklerini ve rehberin anlattıklarını tekrarlamıştı. Sunum yapacaklardı. Not almak yerine hepsini kafasına yazmaya kararlıydı. Milos için fazla gürültücü ve dikkat çeken bu çocuk onu sinir etmemeye başlamıştı o gün.
Bahar vakti müzenin bahçesinde oturduklarında Milos gülümsemişti.
“Nasıl her şeyi bu kadar aklında tutabiliyorsun?” demişti. Altais ona dönüp sırıtmıştı.
“Çünkü ben dehayım. Ablam bana aptal olduğumu söylese de ben biliyorum. Bir gün saygın bir imparatorluk subayı olacağım. Deha olduğumu anlayacaklar.” Demişti. Milos ona gülmüştü.
“Deha olmana gerek yok ki. Herkes isterse subay olabilir.”
“Öyle değil, mesela sen savaşamazsın. Çünkü çok kırılgansın. Eline bak sabahtan beri mürekkep olduğu için elini kazıyıp duruyorsun. Oysaki eline kan bulaştığında ona alışman gerek.” Dedi. Milos ona dikmişti gözlerini.
“Benim babam orduda ve kan bulaşmadan da ben subay olabilirim.” Demişti. Altais onun bu kibirli düşüncesine iğrenerek bakmıştı.
“Hem ürkek hem aptalsın. Baban öldüğünde seni kim koruyacak ha? Kendini koruyup kendi ayakların üstünde yükselmeyi bilmen gerek.” Dedi. Milos onun bu düşüncesi karşısında şaşırmıştı.
“Babam ölmez ki! Annem ve babam ölse de benim ailem çok güçlü. Sen anlamazsın.” Demişti. Altais onunla alay eder gibi gülmüştü.
“Herkes bir gün ölecek Milos Roluge, sen bile… o yüzden hayatın tadını çıkar. Güzel bir çocuksun ve hayatını babanın gölgesinde büyüyerek ürkekçe yaşamaktan vaz geçmelisin. Yoksa gerçek bir aptal olacaksın. Sınıftaki o diğer aptallar gibi.” Demişti. Milos onun o zaman sınıftaki o sürekli güldüğü eğlendiği insanları aptal olarak gördüğünü anlamıştı.
Sonrasında sık sık dışarıda görüşür olmuşlardı. Milos ona sürekli nasıl özgürleşeceğini sormaya başlamış ve onun hayatı nasıl tanıdığını anlamaya çabalamıştı. Yabani ve saldırgan, hiçbir şeyden korkmayan bir gençti. İkinci sınıfın tekrar bahar ayında beraber okuldan çıktıkları gün ikisi içinde önemliydi. Milos hayatında önemli yer tutan Altais’i değerli kılmaya başlamıştı. Onu seviyor, kıskanıyor ve paylaşmak istemiyordu. Altais o sırada gelişiyor, bir erkek olmak için ilk adımlarını atmaya hazırlanırken karşı cinsin ilgisini çekecek kadar yakışıklı olmuştu. Hem cinsleri tarafından rakip görülecek bir alfa erkek olmak için uygundu. Milos’un aksine çelimsiz değildi. Ablasına yardım ediyor ve yaz tatillerinde ailesinin yanına tarlada çalışıp bedenini güçlendiriyordu. Zeki, atılgan ve dikkat çekecek kadar gürültücüydü. Kavga etmeye çekinmezdi. Diş bilemekten kaçınmazdı. O bahar günü öğlen bir kızdan bir mektup almış ve sınıftakilerin dilinde Altais’in bir kız arkadaşı olduğu dolanmaya başlamıştı. Milos için bir kız arkadaş rakip demekti.  Altais’in özel yaşamını dolduracak herhangi birisi onun için rakipti.
“Mektup, onu okudun mu?” dedi. Altais elindeki mısır koçanını kemirmekle meşguldü. Her okuldan çıktıklarında yürüyüş yapar ve bir şeyler yiyip dağılırlardı. Milos mısır koçanından birkaç ısırık almıştı.
“Hayır!” demişti Altais. Ağzından mısır taneleri saçılarak heyecanla konuşmuştu.
“Kız bir cevap isteyecektir. Okumalısın.” Demişti Milos çekingen bir sesle. Altais pantolon cebinden buruşmuş mektubu hızla çıkarıp tereyağı bulaşmış parmakları arasında kavramıştı. 
“Al benim için oku.” Demişti. Milos ona şaşkınlıkla bakıyordu. “Ama onu sana yazmış bu doğru…” Altais ona hınzırca bir bakış atmıştı.
“Sabahtan beri aklında o var. Seni tanıyorum. İçinde ne yazıyor merak ediyorsun.” Demişti. Milos ona bakıp hızla mektubu alıp eline mısır koçanını tutuşturmuştu. Mektubu açıp katlanmış kâğıdı eline almıştı. Bir süre kâğıda ve yazılana bakmıştı. Bozuk çirkin el yazısını hemen tanırdı. Altais her konuda iyi olabilirdi ama el yazısında kötüydü. Harfleri saçma bir düzende yazar ve sürekli kaydırırdı kâğıt üzerinde. Çizgileri olmayan kağıtlar ile arası hep kötüydü. Milos yazıda gözlerini gezdirmişti. Bir süre yazıya baktıktan sonra ne diyeceğini bilemeden öylece kalmıştı.
“Kıza bir sevgilim olduğunu söyleyip başımdan savabilirim. Ona sevgilim olduğunu söylemeli miyim?” demişti. Dönüp bakınca yanakları kızarmış elleri terleyen Milos ile göz göze gelmişti. Hınzır gülüşü ile ona bakarken elindeki mısırdan bir ısırık daha almıştı. Milos öylece kalmıştı.
“Işığın ve kutsallığın tanrısı onlar için bir kadın ve erkeğin ilişkisini meşru kılmıştı. Aynı cinsten kimse birbirini sevemezdi. Bu günahtı. İnançlı değildi ama ailesi buna inanırdı. Erkekler ve kadınlar birbiri için yaratılmıştı. Bir araya gelip aile kurup imparatorluk ve tanrının adını yaşatmak ile yükümlüydü. Altais ise o mektuba birkaç cümle sıkıştırıp büyük bir günahkâr olmak istiyordu.
“Tanrı erkek ve kadını…”
“Tanrı insanlara sevmesini emretmiş. Rahipler bunu söylüyor.” Dedi. Milos lafını bölen Altais’e bakıp kalmıştı. Ona evet demek istiyordu. Sonuçta Altais onu seçmişti. Onunla olmak istemişti. O kızı değil…
“İkimiz bunu yaparsak…”
“Kimse bilmek zorunda değil. Erkekler yakın arkadaşlar olarak geziyor. Bunu bilmek zorunda değiller Milos.” Demişti.
“Mektupta yazanlar…”
“Evet, en başından beri bana güzel ve kırılgan gelmen hoşuma gidiyor. Benim olmanı isterim. Seni seviyor olmaktan da utanmıyorum. Bunun için imparatorluk subaylığından vaz geçebilirim.” Demişti. Hayallerinden vaz geçilecek kadar sevilmek onun için masallarda yaşıyormuş gibi hissettirmişti. Altais’e evet demişti. Başlarından savuşturdukları kişiler ile neredeyse uzun bir ilişkileri olmuştu. Ta ki Altais’in sahte sevgilisi hakkında dedikodular çıkana kadar. Onu bir erkekle gördüğünü söyleyenlerin sayısı artana kadar…
Bir erkeğin bir erkeği ve bir kanın bir kadını sevmesi acizlik ve hastalıktı… Kurtulamayacak bir pislikti. Altais’in kimi sevdiğini umursamamışlardı. O an için sadece ona işkence etmek hoşlarına gitmişti. Milos’un onunla birlikte olup olmadığı umurlarında değildi. Sadece farklı olan ve onlara aykırı gelen bir rengi siyaha boyamak istemişlerdi. Kan kırmızı ile karıştırmak istemişlerdi rengarenk düşlerini. Ve zamanla kaldığı yurt odasına gelip gidenler, taciz edenler ve sürekli darp edenler arttıkça korkuları başlamıştı Milos’un. Ona da bunu yapacak olmaları… Onu korumak için elinden ne geleceğini bilememişti. Ve annesine gitmişti. Onu koruması için annesine yalvarmış ama sonuç Milos’un asil yaşamı için köylü Altais’in asılması uygun görülmüştü. Yüksek bir meblağ ve ortadan kalkan oğlunu sapkınlığa süren Altais’in ortadan kalkması ile Milos Roluge soylu adını ve kendini korumuş olmuştu. Tek intikam yöntemi ise kendini vurmaktan öteye gidememişti. Silahı göğsüne dayayıp okulun ortasında kendini vurduğunda gülümsemekten kendini alamamıştı. Altais’in öldürülmesinde herkesi suçlu bulurken en çok da kendini suçlamıştı. Onun için yapabileceği en kötü şeyi yapmış ve yardım istemişti. Delirmiş bir evlat ve sapkınlıktan arındırılması gereken bir soylu olarak anılmaktan korktuğu içinde o kurşunu kalbine sıkmıştı. Hayatta kalacak kadar bahtsız ve Altais’in günahını taşıyacak kadar kadersizdi.
Geçmişin asla peşini bırakmayacağını biliyordu. Uyurken, düşünürken her an sürekli kulağına ölüm tarafından geçmişi fısıldanıp zihnini karıncalandırıyordu. Nefes nefese gözünü açtığında boğazının ve dudaklarının kurumuş olduğunu fark etti. Hava karanlıktı. Koridordan gelen ışık dışında pencereden sızan ışık vardı. Doğrulduğunda Andrjez’in yatakta olmadığını fark etmişti. Kalkıp ışığı yakmak için odanın sonuna yürümüştü. Işık çalışmıyordu. El yordamı ile kapıya ulaşmıştı. Koridora çıkıp etrafa bakındığında gecenin sessizliğini hissetmişti. Arada öten cihaz sesleri ve ayak sesleri dışında sabahın o kalabalık sesi yoktu. Hoş olmayan o hastane kokusunu soludukça boğazı daha çok kuruyor gibi hissediyordu. Hemşirelerin bulunduğu kat resepsiyonuna ilerlemişti. Kimse yoktu. Sürekli çalan telefon sesi koridorun sonundaki telefon kulübesinden geliyordu. Oraya yürümüştü. Telefonu istemsizce kaldırdığında acı dolu bir ses kulağını doldurmuştu.
“Ölmeme izin verdin!” diyordu. Altais’in sesini her zaman tanırdı. Yıllar geçse de bu sesi hep tanırdı. “Ölmeme izin verdin sen…” derken sesi boğuluyor ve hıçkırıklar yerini alıyordu. Çaresizce onun boğulma sesini dinlemekten kendini almazken gözyaşlarının yanaklarını ıslattığını hissediyordu. Rüya gördüğünü bilecek kadar bilinci yerindeydi. Ama uyanamıyordu. Boğulma sesini duymamak için hızla telefonu kapatmıştı. Olduğu yere çöküp başını dizleri arasına almıştı. Nefesi daralıyordu. Nedensizce son zamanlarda uykusuzluğun etkisi ile Altais hakkında daha çok düşünmeye başlamıştı. Andrjez’den kaçmak için ona olan duygularını kendine hedef gösterdiğinin farkında bile değildi.   
“Milos!” demişti derinden boğuk bir ses. Altais’in sesini boğacak kadar güçlendikçe onu uyandırıyordu. Gözlerini açmaya zorluyordu se sonu. Uyanması için onu çekip alıyordu. “Kâbus gördün!” demişti. Milos ona bakan Andrjez’e bakıp yavaşça doğrulmuştu. Boğazı kurumuş gözleri yaş doluydu. Kalkıp hızla sehpada duran bardak ve su dolu sürahiye yönelmişti.
“İyi misin?” demişti Andrjez. Onun arkasını dönmüş ona bakmadan hızla su içişini izlerken.
“Evet, gitsem iyi olacak.” Demişti. Korkular insanı yönetirdi. Kimse bunu yalanlayamazdı. Karanlıktan korkan birisi karanlık bir yere gitmektense ışık olan yerde ölümü beklemeyi seçerdi. Karanlık onu gizleyecekken ışığın altında ölüme razı olur. İnsanlar korkuları altında yönetildikçe boyun eğen ve hayatları bir pranga ile bağlanmış varlıklar olarak kalır. Milos korkularına teslim olacak kadar zayıftı. Andrjez’in duygularına cevap veremeyecek kadar geçmişi altında esir kalmış, korkuları tarafından prangalar takılmış bir mahkumdu.
“Ağlıyordun…” demişti Andrjez. Milos hızla gözlerini kurulayıp ona dönmüştü. “Rüyamda kötü şeyler gördüm. Abartılacak bir şey yok. Yorgunken olur öyle şeyler.” demişti. Kaçıp gitmek istiyordu. Ona bakan Andrjez’in onu sevmesinin günah ve yasak olduğuna inanıyordu. Andrjez’in sonunda Altais gibi olmasını istemiyordu. Savaşabileceğini söylese bile kim elinde bir kılıç ile binlerce insana karşı koyabilirdi ki? Milos gerçeğin sadece bu olduğuna inanıyordu. Andrjez’i uzak tutmak onun için doğru olandı. Onu uzaklaştırmak ve sevginin sadece mahkûmiyet ve ölüm olduğunu düşünmek…
“Gidip kıyafetlerim kurumuş mu diye bakacağım.” Demişti. Andrjez ona bakıp kalmıştı. O çıkınca geri yatağa uzanmıştı. Milos’un kabusta çırpınışı ve Altais için ağladığı o anı düşünüyordu. Onun kalbinde başkası olduğuna inanmak canını yakıyordu. Altais için yaşayan birisine âşık olmuş hissediyordu. Sevdiği kişi başkasının kalbi ile yaşıyordu. Acınacak haline gülmeye başlamıştı. Sinirleri bozulduğunda ağlamak onun tarzı değildi. Gülerdi. Nefesi kesilip kaşları çatılıp, başına ağrı girip baygınlık geçirene kadar gülerdi. Güldü, burnu kanayıp yatağa izler bırakana kadar gülmüştü.
İnandıkları ve varlığını kabullendikleri onları yaratan tanrı insana bir özellik vermişti. Konuşmak. Konuştukça rahatlayan ve büyüyen bir varlık olması gerektiğini öğretmişti. Ama insanlar onu unutacak ve ticaretin ortasında inançlarını para edecek kıvama getirecek kadar şeytani ve sinsiydi. Ne Andrjez ne Milos bu konu hakkında konuşmayarak zehirlendiklerinin farkında değildi. İnsanın doğası sevmek, yemek ve hayatta kalmak için üretip tüketmekti. Onlar doğalarını reddedip konulan kitle yönetme kurallarında kendilerini öldürmek ister gibi susmaya çabalamaya karar vermişti. 
İnsan için tehlikeli olan şey onları baskılayan ve değişmedikçe yontmaya çabalayan toplumdu. Milos ve Andrjez bu topluma teslim olmak gerekirse onlardan olmak için kanatılıp yontulmaya razıydı. Bu şekilde mutlu olacaklarını sanacak kadar aptallardı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


6   Önceki Bölüm 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.