Yukarı Çık




           
Nihayet İstanbul'daydım. İnsanlar bana sürekli İstanbul'u neden sevdiğimi veya turneye neden burada başladığımı soruyordu. Birçok insan da bu sorulara kendi fikirleriyle yanıt veriyordu ve her biri bunu farklı bir sebebe bağlıyordu. Asıl sebep çok azının bildiği bir gerçekti. Herkes beni İngiliz zannediyor olmasına rağmen annem Türktü ve İstanbulluydu. Bu turneye İstanbul'da başlamamın bana verdiği manevi bir huzur da vardı. Türkçe bilmiyor olsam da, Türk kültürüne çok uzak olsam da annemle aramdaki bağı burada bulabildiğimi hissediyordum. On bir yıl önce gözlerimin önünde öldükten sonra onu bulabileceğime inandığım tek yer bu şehirdi. Onu yanımda hissedebildiğim tek yer İstanbul'du.

Şu anda hayatımın en heyecanlı dakikalarından birini yaşıyordum. Aylardır üzerinde çalıştığımız albümü sonunda dinleyicilerimizle buluşturacaktık. Üstelik bunu öncekilerin aksine yalnızca internette paylaşarak yapmayacaktık. Üç aylık bir turne düzenlemiştik ve neredeyse her gün sahne alacaktık. Son birkaç saattir sahne arkasındaki soyunma odamda hazırlıklarımı yapmakla uğraşıyordum. Bu o kadar yorucuydu ki daha sahneye çıkmadan enerjim tükenmeye başlamıştı. Makyajımı ve saçımı yapan kızlar az önce her şeyin tamam olduğunu söyleyip odadan çıkmıştı ama onlar çıktığından beri aynanın başından ayrılamamıştım; sanki bir şeyler eksik kalacak gibi hissediyordum ve o şeyin gözümden kaçmasına izin vermeyecektim. Bugünü hiçbir şeyin bozmasına izin vermeyecektim.

Üzerimde dalgalı, bembeyaz bir elbise vardı. Gelinliğe benzemesini fakat bir o kadar da farklı olmasını istemiştim. Bunun da benim için anlamı çok büyüktü. Yeni bir hayata başlayacağıma inanıyordum. Bir tür evlilik gibi; bembeyaz, yeni bir sayfa açmak istiyordum.

Siyah saçlarım dalgalı bir şekilde omuzlarıma dökülüyordu, bir prenses gibi görünüyordum. Övünmeyi seven birisi olmasam da çok güzel göründüğümü inkâr edemezdim. Elbisenin tülleriyle oynarken bir şey fark ettim. Bu elbise sanki gerçekten evlenecekmişim gibi hissetmeme neden oluyordu. Giydiğimde böyle bir duyguya kapılacağımı bilseydim muhtemelen farklı bir tercihte bulunurdum.

Aslında bu tarz bir yeni başlangıç yapıyor olmamız bazı hayranlarımızca tepki gördü. Neredeyse bir yıl öncesinde kaybettiğimiz sahne arkadaşımız Rose'un anısına ihanet ettiğimizi düşündüler. Oysa ben öyle düşünmüyordum, onun anısını hayatta tutmak için bizim de ayakta durmamız gerekiyordu ve bunu başka bir şekilde yapabileceğimi sanmıyordum.

Aniden çalan telefonumla düşüncelerim bölündü. Zaten hızla çarpan kalbim bir an yer değiştirmişti sanki. Makyaj malzemelerinin olduğu masada duran telefona bakıp nasıl oldu da sessize almayı unuttuğumu merak ettim. Üstelik telefon saatlerdir bir kez bile çalmamıştı. Elbiseye takılıp düşmemek için yavaş adımlarla masaya doğru ilerledim. Telefonum geçen gün koşturmaca sırasında düşmüştü ve ekranında kocaman bir çatlak vardı. Cama koruyucu takmayı unutmak benim hatamdı tabii. Çatlağa rağmen yazan ismi net bir şekilde gördüm: Michael.

Bir an ne düşüneceğimi bilemedim. Babamla en son bir yıl önce konuşmuş olmalıydım. Annemin ölümünden sonra bağımız tamamen kopmuştu ve yalnızca ayda yılda bir kez konuşur olmuştuk. O konuşmalarımız da hiç baba-kız muhabbeti gibi olmazdı. İkimiz de benim kendi ayaklarım üzerinde durabildiğimi ve ona ihtiyacım olmadığını biliyorduk. Babam muhtemelen kendisine yeni bir kadın bulmuş ve birkaç çocuk yapmakla uğraşmıştı. Böyle düşündüğümü ona söylememiştim tabii, zaten bir dakikalık görüşmelerde de pek bir şey söylemem mümkün değildi.

Telefona uzandım ve açtım. Bir şey söylemeden önce onun konuşmasını beklesem de telefondan hiçbir ses gelmedi. "Alo?" dedim kendimi konuşmak zorunda hissederek. Biraz daha beklesem de yine herhangi bir cevap yoktu. "Baba orada mısın?"

Muhtemelen sesinin çekmediği bir yerdeydi, belki bir asansörde veya onun gibi bir yerde. "Turne için aradıysan teşekkür ederim ama sesin gelmiyor. Umarım sen beni duyuyorsundur."

Bir an belki de babamla yaptığım bütün konuşmaların hep böyle olduğunu fark ettim. Ben onunla aramı düzeltmek istesem de o her zaman bana karşı soğuk davranıyordu ve hayatını benden saklıyordu. Aslında annem hayattayken hiç olmazsa ortalama bir baba gibi davranıyordu; sonrasındaysa düzenimiz tamamen bozulmuştu ve eve hiç gelmez olmuştu. Ben de bana sahip çıkacak birilerini aramayı bırakıp kendi başımın çaresine bakmayı öğrenmiştim. Daha çocuk denecek yaştayken kendi paramı kazanmaya başlamıştım ve kendime bir hayat kurmuştum.

Birkaç saniye daha sesin gelmesi umuduyla beklesem de telefondan hiç ses gelmiyordu. Bu sırada soyunma odasının kapısı tıklatıldı ve içeriye menajerim Sonia girdi. Sürekli takındığı gülümsemesi yine suratındaydı ve ağzını hafifçe oynatarak tatlı bir şekilde selam verdi. O kadar hoş bir kadındı ki bu konuda ona yetişebileceğimi sanmıyordum. Yanıma gelip boştaki elimi tuttu ve fısıldadı. "Çok güzel olmuşsun."

"Kapatıyorum baba, görüşürüz." dedim ve telefonu kapattım. Hiç olmazsa bir iki kelime olsun konuşamadığımız için biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Yine de hiç aramamasından iyiydi. "Teşekkürler." dedim Sonia'ya gülümseyerek.

"Michael?" diye sordu yüzünde hafif bir hüzün belirerek. Aile tarafımdan yaram olduğunu biliyordu ve ikimizin konuşmadığı belki de tek konu buydu. Başımı sallayarak onayladım.

"Heyecanlı mısın?" diye sordu. Konuyu değiştirmek istediğimi fark etmişti. Gözlerimin içine bakıyordu ve o böyle yaptığında sanki bütün düşüncelerimi okuyor gibi hissediyordum. Bu durumdan rahatsız olduğum nadir anlardan biri de şu andı. "Eh." dedim gülümseyerek.

İki eliyle kollarımı sıvazladığında sıcak bir ürperti hissettim. Heyecandan kalbim o kadar gürültüyle çarpıyordu ki Sonia'nın bunu duymadığına inanamıyordum.

Aklımda bir sürü kuruntulu düşünce oluşuyordu. Ya sahnede tökezlersem veya daha da beteri düşersem? Ya detone olursam veya sözleri karıştırırsam? Bütün bu olasılıkların dışında gerçek olamayacak kadar kötü senaryolarda zihnimden akıp geçiyordu; onları düşünmek bile istemiyordum.

"Son iki dakika." dedi Sonia gülümsemesini bırakmadan. O an neye uğradığımı şaşırdım. Sanki bu cümleyle sırtımdan aşağı kaynar sular dökülmüştü. Nefeslerim hızlandı ve özgüvenim bir balon gibi söndü.

"Şşş," dedi Sonia hemen sakinleştirmeye çalışarak. "Yapabileceğini biliyorsun. Sana inandığımı biliyorsun."

Başımı hafifçe salladım. Bana inandığnı biliyordum; belki de yıllardır ayakta durmamı sağlayan şeylerden biri de buydu. Yıllardır başıma gelen her olumsuzlukta yanımda olan üç kişiden birisi Sonia'ydı. Derin nefesler alarak Sonia'ya sarıldım. "Aman saçını bozmayalım." dedi gülerek.
Ben de güldüm. "Evet, kızlar iki saat uğraştı."

Sonia eliyle beni yönlendirerek kendi etrafımda yavaşça döndürdü. "Hazırsın." dedi beni rahatlatarak. Gerçekten de hazırdım. Tam odadan çıkmak üzereyken elimdeki telefon tekrar çalmaya başladı.

"Hâla sessize almadın mı?" diye sordu Sonia. Telefonun ekranına baktığımda arayanın babam olduğunu gördüm. Sonia da görmüştü ve az önce konuşmamıza rağmen neden babamın aradığını merak ediyordu.

"Sanırım yanlışlıkla aradı." diye yalan söyledim ve telefonu masanın üzerine koydum. Üzgünüm baba, konser bitimini beklemelisin.

Yavaş adımlarla yürüyerek odadan çıktık ve sahne arkasındaki koşturmacaya katıldık. Aklım babamda kalmıştı. Doğum günlerimde bile aramayan biri olmasına rağmen böyle bir günün benim için önemini biliyor olmalıydı. Bu benim için biraz da olsa umutlanabileceğim anlamına mı geliyordu?

Kalabalığın arasında hızlı bir şekilde ilerliyorduk. Neyse ki beni görenler hemen kenara çekiliyordu ve bir dakika bile geçmeden sahneye çıkacağım yere vardık. Önümde yalnızca bir zorlu engel kalmıştı: dört basamaklı bir merdiven. Basamakları dikkatli bir şekilde çıktık ve siyah perdenin karşısında durduk. "Melek gibi olmuşsun." dedi Sonia ve yüzüme son bir kez gülümsedikten sonra aşağı indi. Bu söylediği kendimi tekrar gözden geçirmeme neden oldu. İnsanların gözünde gerçekten de böyle bir imaj oluşturmak istiyorduk. Bir tür melek; bir tür ilahi varlık. Bu aslında etik bir davranış gibi görünmese de başarılı olmamız açısından büyük bir etkisi olacağına inanıyorduk. Hem insanlar kendilerinden güzel, kendilerinden daha iyi ve hatta yüce olduğuna inandığı kişileri sever, saygı gösterirdi. Sırf bu yüzden sahneye çıktığımda dinleyicilerle konuşmayacaktım. Eğer yüzde birlik kesime girmek istiyorsak, kalan yüzde doksan dokuzdan farklı olmamız gerekiyordu; öyle de olacaktık.

Hâla geri sayımın başlamadığını fark ettiğimde oyalanacak bir şeylere ihtiyaç duydum. Heyecanımı bastırmak ve düşüncelerimi dağıtmak için bir şeyler yapmalıydım. Genellike çarpma işlemini tercih ederdim. İnsanlar güzel olduğum için aynı zamanda aptal olduğumu da düşünürdü ama sırf onlar böyle dediği için kendimi geliştirmeye daha fazla çabalamıştım. Bunu yapmaya ilk başladığımda 2'yle çarpıyordum fakat bu sene 7'ye kadar yükselmiştim: Yedi kere 7, 49. Kırk dokuz kere 7, 343. üç yüz kırk üç kere 7, iki bin dört yüz bir...

Sahne arkasındaki görevlilerden biri yüksek sesle bağırarak kalan süreyi haber vermeye başladı. "30... 25..."

Kafamdaki sayılar darmadağın olmuştu ve kalbim yerinden çıkmaya can atıyordu. Çarpma işlemine devam edemeyeceğimi anladığımda düşünmeyi tamamen bırakmaya karar verdim. Yalnızca sahneye çıkacaktım ve her şeyi akışına bırakacaktım. O kadar fazla prova etmiştim ki gözlerim kapalı olsa bile yapabilirdim. Üstelik zaten başarılı değil miydim, buraya kadar kendi başıma gelmemiş miydim?

Kendime moral verici yalanlar söylemeye başladığımda dikkatim biraz olsun dağılmıştı ve sürenin sonuna yaklaştığımı fark ettim.

"8... 7... 6..."

Bütün bu saniye olayı benim heyecanımı daha da artırıyordu. Bir sonraki konserlerde arka tarafta bir saat koymalıydım, muhtemelen o beni daha az strese sokardı.

"5... 4..."

Üç... iki... bir... Önümdeki siyah perde açıldı ve devasa meydan karşımda belirdi. O kadar büyük ve ışıl ışıldı ki başımı döndürüyordu. İnsanlar bir sel misali meydanı doldurmuştu. Karanlık gökyüzüne çevrilen spot lambalar gökyüzünde ışık huzmeleri oluşturuyordu. Muhteşem bir manzaraydı.

Sahnenin ortasında duran mikrofona kadar adım adım ilerledim. İlk şarkımız diğer birçoğu gibi duygusal bir parçaydı. Şarkı sözlerini Barni yazmıştı ve birlikte bestelemiştik. Mikrofona vardığımda göz ucuyla ona baktım. Bana haber vermeden giysilerinde bir değişiklik yapmışlardı. Onun da benim gibi bembeyaz giyinmesi gerekiyordu; tabii o elbise değil takım giyinecekti. Nedenini bilmesem de Barni gömleğini ve kravatını siyahlarla değiştirmişti. Yakışmadığını söyleyemezdim tabii ki; her zamanki gibi karizmatik görünüyordu. Ama bana haber vermeden değişiklik yapmaları zoruma gitti doğrusu.

Barni şarkıya başlanacağı sırada derinden bir fısıltıyla adımı duyurdu. "Linda Queeency."

Soy ismimi uzatarak söylediğinde bana bir anlamda kraliçe demiş oluyordu ve az önceki kırgınlığımın hemen kaybolduğunu fark ettim. Gülümseyerek ona baktığımda onun da gülümsediğini gördüm. Gönlümü almayı hemen başarabiliyordu ve bunu her yaptığında ne kadar zeki biri olduğunu düşünürdüm. Ona bakarken bir gerçeği fark ettim, siyah giyinmesinin sebebi yas tuttuğunun bir sembolü olmalıydı. Daha önce bu hiç aklıma gelmemişti ve bunu düşünemediğim için kendimi çok kötü hissettim.

Gözlerimi yavaşça karşımdaki manzaraya çevirdim. İstanbul'un en büyük meydanındaydık. Milyonlarca insanı alabilecek meydan denize bitişik olarak tasarlanmıştı. Denizin kıyısında ışıl ışıl parıldayan teknelerden insanların bizi dinlediğini görebiliyordum. Bu muhteşem manzaraya bakmak hayatımda bir daha tadamayacağım kadar güzel bir duyguydu. Şu anda burada bulunduğuma inanamıyordum. Kariyerimizi zirveye buradan taşımayı düşünmüştük ama şu anda kendimi tam olarak zirvede hissediyordum. Her ne kadar bir yıl öncesine kadar benimle birlikte şarkı söyleyen arkadaşımız artık aramızda olmasa da, onu da yanımızda hissediyordum.

Barni'den gelen minik işaretle düşüncelerimden sıyrıldım ve ritme uyum sağlayıp olduğum yerde hafif hafif sallanmaya başladım. Zamanı gelir gelmez de söylemeye başladım. Barni'nin deyimiyle yaralı bir kuş gibi, yalvarırcasına.

"Sevgilim, nerede sevda dolu gözlerin?
Sevgilim, nerede hayata aşık bakışların?
En az güneş kadar parlak sevgilim,
En az çiçekler kadar güzel sevgilim,
Neredesin?"

Bu şarkıyı Barni ekip arkadaşımız Rose'u kaybettiğimizde yazmıştı. Ona yaptığı bir çağrıydı; onu arayıp da bulamayışını ve duyduğu hasreti anlatıyordu. Sözleri ilk defa okuduğum zaman kendimi tutamamış ve ağlamıştım. Rose'u da Barni'yi de tanıyordum ve ailem saydığım isimlerin başında geliyorlardı.

"Sevgilim, seni bulamıyorum..."

Bu şarkıyı her söylediğimde etkileniyordum. Barni'nin de etkilendiğine emindim. İkimiz de birbirimize söylemiyor olsak da, belli etmemeye çalışsak da durum böyleydi. Annemin ölümünü gözlerimle görmüş olsam da, büyükannem ölürken elleri avuçlarımın arasında olsa da, ağabeyim kanserden eriyip giderken sürekli yanında olsam da ölüme bir türlü alışamamıştım. Herkes yalnızca bir kez ölürken buna alışmam nasıl mümkün olabilirdi ki? Üstelik bu ölümler hiçbir zaman doğru yer ve zamanda gerçekleşmezdi; insanın içindeki o boşluk hiçbir zaman dolmazdı.

"Yaşadığına dair en ufak bir iz..."

Belki de insanlığın en büyük sorunu ölümü yenememek; veya hiç değilse alışamamaktı. Ölüm her geldiğinde sert bir darbe vuruyordu hayata ve ne yazık ki hayat kendi yaralarını sarmaya mahkûm kalıyordu. Acı çekmeye, hasret duymaya ve ölümün bir sonraki gelişini beklemeye biçare ve kimsesiz kalıyordu.

"Neredesin sevgilim, seni bulamıyorum...
Nered-"

Bir anda omzumda ve karnımda büyük bir acı ve baskı oluştu. Baskı o kadar kuvvetliydi ki şiddetiyle geriye doğru savrulmuştum. Şok dalgası bütün bedenime yayılırken farkındalığımı yitirmiştim. Sanki bütün dünya etrafımda dönüyordu. Yere düşerken başım da yere çarptı ve şiddetiyle bir kez daha sarsıldım. Acı beynimi zorluyor ve sanki başımı çatlatarak dışarı çıkmaya çalışıyordu.

Nefes almakta zorlanıyordum; vücudumdaki en ufak hareket daha büyük bir acı hissetmeme neden oluyordu. Tepemde yanan spot lambalar doğrudan gözlerime vurmaya başlamıştı. Bedenimin kontrolünü kaybederken nasıl bir vaziyetin içine düştüğümü kavramaya çalıştım. Kalabalığın gürültüsünü ve bağırışları hayal meyal duyabiliyordum. Müzik kesilmişti ve yalnızca çığlıklar vardı. Sanki insanlar zihnimde yankılanan çığlıkları yansıtıyordu.

Yavaşça ölüme sürüklendiğimi hissediyordum; ne olmuştu, neden olmuştu hiçbir fikrim yoktu.

Ağzımdan yanağıma doğru süzülen sıcak ıslaklığı, kanı hissettim. Kan damlası aşağı doğru süzüldükçe ben de dünyadan uzaklaşıyordum. Artık gözlerime vuran beyaz ışığın spotlardan geldiğinden şüpheliydim. Zihnimde yankılanan acı, bir düşünceyi fark etmemi sağladı: Hayatımın bu kadar kısa süreceğini düşünmemiştim. Ölümümün bu şekilde olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Gözlerim yavaşça kapanırken zihnimde tek bir farkındalık kalmıştı, ölüyordum. Sessizce ve acı içinde.



Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.






DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.