Mirasçı - Türkçe Çevrimiçi Oku
Yukarı Çık




149   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   151 


           


##Serim, novelturkiye.com adresinde 10 Bölüm İleriden Yayınlanmaktadır. Hepinizi, Türkçe Novel Okuma Siteme Bekliyorum ##
## 160. Bölümle beraber Birinci Cilt tamamlanmıştır. Okumak isteyenler yukarıdaki siteden okuyabilir, buraya iki hafta sonra kalan on bölüm atılacak!##

Birbirini kovalayan adımlar salonun dışına doğru ilerliyordu, izleyicilerin Mahkeme Solonu içinde daha fazla durmak istemedikleri açıktı.
Son karar verildi. Sokom İkinci Büyük’ ün yanına geldiğinde, diğer tarafında Akademi Lideri vardı. Her şey bitmiş gibi görünüyordu ama birinin söyleyecek sözleri vardı.
“İkinci Büyük!”
Ses herkesin aşina olduğu birinden, Mel’ den gelince, kalabalık geri dönerek neler olacağını izlemeye başladı. Diğerleri gibi yeşil Gölge Akademisi yönetim kademesi de hareket etmeyi bıraktı, kafası hafif öne eğik olan Mel’in söyleyeceklerini bekliyorlardı.
“Size bir şey söylemem lazım ama nasıl diyeceğimi bilemiyorum!”
İri yarı genç adamın omuzları içe dönük, elleriyse birbirine kenetliydi. Hâli, İkinci Büyük’ ün gözlerinin parlamasını sağladı, belki de ortamın baskısına dayanamayarak itiraf edecekti.
“Konuş!”
Onayı alan Mel kafasını yavaşça yerden kaldırdı; önce gözlerindeki parıltı, ardından kulaklarına değmek üzere olan dudakları görüldü.
“Talihsiz olay sizi bir yükten, böylesine yeteneksiz bir torundan kurtardığı için sevinmelisiniz. Size tavsiyem; olanları unutup, Yeşil Gölge Akademisi için sizden istenenleri harfiyen yapmanızdır!”
Çıt yok! Mel arkasını dönüp Mahkeme Salonundan çıkana kadar, sadece hızla atan kalplerin uğultuları işitiliyor.
“Piç kurusu! Ölümün elimden olacak!”
Yanındaki Sokom ve Akademi Lideri söylediklerini duysa da diğerlerinin işitmesi mümkün değildi, etraflarını saran yeşil enerji sayesinde dışarı hiçbir ses çıkamıyordu.
“Sokom, İkinci Büyük’ü evine götür ve inzivası bitene kadar odasının dışında bekle!”
Böylece, Yeşil Yaprak Akademisi sabah saatlerinde gerçekleşen olaylar silsilesini atlattı ama yaşananların yankıları uzun süreceğe benziyordu.
Mel gittikçe hızlandı, Mahkeme Salonu çıkışından başlayan koşusu nihayete ererken, çöp yığınları uzaktan görünüyorlardı. Etrafına baktığında kimse yoktu, dedesinden miras kalan mağaranın girişine adımı atıyordu ki bir el omuzundan yakaladı.
“Neyin var senin?”
İri yarı genç adam cevap vermeden içeri girdi, sesin sahibi de hemen arkasındaydı.
“Onları öldüren sen miydin?”
“Cevabı duyunca tatmin olacak mısın?”
“Evet, olacağım!
Mel peşi sıra gelen Edgan’a bakmadan konuşurken, Mağaranın Kalbine kadar geldiler. Kırmızı kıyafetli olan Eski Dost’un altında, siyah kıyafetli olanıysa akarsuyun diğer tarafındaydı.
“Ben öldürdüm hatta öldürmekle kalmadım, bedenlerini parçalara ayırdım. Kasper’ in gözlerini, kalbini ve önündeki fazlalığı, henüz nefes alırken kopardım!”
Kükremesi mağaranın duvarları boyunca ilerledi, yeşil yapraklı ağaçta dâhil bütün bitkiler ona doğru boyun eğdiler.
“İyi yapmışsın, daha azını hak etmiyorlardı!”
Edgan, suyun diğer tarafındaki gencin gözlerinin içine bakarak konuştu.
“Moe denilen iti bulamadım. Akademinin yerleşkesine, babasının yanına kaçtığını söylediler!”
Mel, tam arkasını dönüp koridorlardan birine girmek üzereydi ki Edgan’ın söylediklerini duydu ve başını ona doğru çevirdi.
“Edgan, bu benim meselem, benim intikamım! Yıllık Dövüşlere kadar mağarada kalabilirsin ama Dövüş Arenası’na adım attığımızda, sakın karşıma çıkma!”
Ayak sesleri tünelin içinde kayboluyordu, Edgan bir süre daha arkadaşının arkasından baktı ve ardından yeşil yapraklı ağaca sırtını vererek oturdu.
 Tünelin sonuna geldiğinde üzerindeki kıyafetleri çıkarıp attı, sadece dedesinin bıraktığı sefil görünümlü yüzük bedeninin üzerindeydi. Bir an sonra hiçlikten ortaya çıkan toprak çömleği ellerinin arasına aldı ve başından aşağı boşalttı.
Kesif kan kokusu eşliğinde bedenini kaplayan kanlara aldırmayan Mel, iki adımda Mirasçı unvanını aldığı sunağa çıktı ve bağdaş kurarak gözlerini kapattı.
Yeniden açtığında, taştan bir heykelin önündeydi; keskin bakışlı, uzun saçlı ve yeşiller içindeki adamın gözleri ona bakıyordu.
“Dede, senin istediğin şekilde yaşamak mümkün değil. Beni affet!”
Heykeli arkasında bırakarak yürümeye başladı. Dikkati, sert siyah pullarla kaplı kollarındaydı. Omuzlarından başlayan pullar, üç parmaktan oluşan ejder pençelerinin bitimine kadar sürüyordu.
“Dokuzuncu Kuşağının yetenekleri artık benimle beraber! Sıra seninle tanışmakta!”
Başka bir heykelin önüne gelen Mel, alev alev yanan barbar görünümlü adama seslendi. Kanlı canlı karşısında duran kişinin üzerinde kırmızı bir kıyafet vardı ama buna kıyafet demek için birkaç şahit gerekirdi.
Kollarında hiçbir şey yoktu, omuzundan aşağısı açıktı. Rengi atmış koyu gri pantolonun beli iplerle sabitlenirken, yelek benzeri üstlüğün yakası göğsünün ortasına kadar açıktı.
“Nihayet gelebildin! Görüşmeyeli epey değişmişsin!”
Mel buraya ilk geldiğinde bütün öncüllerinin heykelleri görmüştü ve belli ki onlarda önlerinden geçen kişiyi görebiliyorlardı.
“Mirasını almaya geldim!”
“Öyle mi? Boyun posun yerine gelmiş ama yüreğin ne âlemde, o bir görmem lazım!”
“Ne istiyorsun?”
“Ne mi istiyorum? Gerçekten öğrenmeye hazır mısın?”
“Evet!”
Kanlar içinde tünelden çıktığında Edgan’ın gözleri kapalıydı. Suya giren Mel, öldürdüğü gençlerin kanları üzerinden akarken sakince bekledi. Mağaranın Kalbindeki nehir, pisliği bedeninden yavaşça söküp aldı.
Çıkışa yürürken baştan aşağı siyah kıyafetler içindeydi ve başını cübbesinin kapüşonuyla örtüyordu. Dışarı adımını attığında, tan yerinin kızıllığı uzaktaki dağların arasından göz kırptı, kuşlar geceyi geçirecekleri ağaçları bulmak için bir sağa bir sola uçuyorlardı.
Çöp Burnu’nun üzerinden görülen manzara tabloyu andırsa da Mel bir kez bile göz atmadan yürümeye devam etti. Bir saat sonra etrafı enerji kalkanıyla çevirili Kırk Birinci Bitki Bahçesi’nin girişindeydi.
Görünürde kimseler yoktu, iri yarı genç adam gümüşi perdenin içine girdi ve kendisini bahçenin içindeki rastgele bir noktada buldu.
“Başlayalım! Beni sınamak mı istiyorsun, istediğini alacaksın!”
Kendi kendine söylenen Mel, pençeye dönüşen iki elini toprağın içine sapladı ve boğazından gelen hırıltılarla beraber haykırdı.
“Boğun eğin!”
Önce bir şey olmadı ama üç nefes sonra ayaklarının dibinden başlayan yıkım geniş bir alana yayıldı. Çimler, yaban otları, bitkiler, hayata dair ne varsa kuruyarak parçalanıyor, açığa çıkardıkları enerji kırmızı damarlar halinde Mel’in kollarına ilerliyordu.
Genç adamın rengi her enerji dalgasında daha da kızarıyordu. Islanan kıyafetleri bedenine yapışırken, terler çatlayan toprağa düşmeden buharlaşıyordu.
Çok geçmeden acı dolu çığlıklar atmaya başladı, gözlerinden ve kulaklarından kanlar akıyordu. Bunu, kolları ve bacakları izledi ama küçük bir kan birikintisinin içinde oturan Mel ellerini topraktan dışarı çıkarmıyordu.
Altı saat sonra her şey bittiğinde, ejder pençeleri kurumuş toprağı terk etti, dizlerinin üstüne çöken Mel sık ve kesik nefesler alıyordu.
“Ha! Ha! Ha! Yapamayacağımı mı sandın Ha! Ha! Ha! Hâlâ o saf ve güçsüz velet mi sanıyorsun beni?”
Zorlukla ayağa kalktı ve bedeninin sığabileceği bir oyuk bulana kadar yarı sürünür halde ilerledi. Kendini saklamayı başardığında, alanlar arası yüzüğünden çıkardığı iksirleri bedeninin her yerine boca etti.
Harap bedeni gri dumanlar çıkararak iyileşiyor açılan yaralar yavaş da olsa kapanıyorlardı ama Kırk Birinci Bahçesi’nin geri kalanı onun kadar şanslı değildi. Bir zamanlar, yeşilin her renginin kardeşçe dans ettiği yerde, şimdi ölümün kara gölgesi kol geziyordu.
 
 

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


149   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   151 




DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.