Akşam esintisi küçük kasabadaki evleri dağıtacak kadar hızlıydı.
Bütün sokak boyunca sadece küçük bir çayhane canlı ışık yayıyor, azıcık hayat veriyordu.
Bu sözde ‘sınır’, iki ülke ya da iki şehir arasındaki sınırdan öte İblis Âlemi’yle İnsan Âlemi’nin arasındaki sınırdı.
İki ırk iki farklı âleme ayrılmıştı. Aslında ortayı bölme işlevi gören Sonsuz Uçurumun yardığı açıklık hâlâ duruyordu fakat iki dünyayı ayrı tutan oluşumun her zaman bir zayıf noktası vardı ve zamanla mekânın bozulmasına neden oluyordu. Birisi sıklıkla kaçmak için bu noktalardan geçen her iki dünyanın da yerlisini bulabilirdi, üstelik art niyetle sınırdan gizlice sızmak gibi şeyler pek alışılmış olaylardı.
İblis ırkının gölge gibi gidip geldiği, cinayet işlenmesinden önceki gün bir şeylerin çalınıp sonraki gün kundakçılığın olduğu bir yerde normal bir insan yaşamak istemezdi. Bu sebeple sınırın nüfusu git gide azaldı. Büyükşehirlerin gelişmesinden dolayı bile birçok insan farklı âlemlerin belirsiz bir şekilde birleştiği yerden uzaklaşmıştı. Sadece sınırı düzeltmek amacıyla sektlerden gelen müritler sınırı korumak için geride kalmıştı.
Lu Liu yeni gelene sıcak şarap doldurup onlar gibi ocağı çevreleyen birkaç kişiyle birlikte bunun karşılığında selamladı. “Ağabey, nereden geliyorsun?”
“Güneyden geliyorum.”
“Aa, oradan mı?” Herkes birbirlerine baktıktan sonra anladıklarını belirten bir ifade takındılar. “Şu anda oradan geçmek kolay değildir, değil mi?”
Yeni gelen kadehini kavradı, kaşları çatılmıştı. “Öyle olduğunu kim söyledi? Orada neredeyse her gün savaş var. Kimse bu tip bir çileyle başa çıkamaz.”
Köşeden birisi alaya aldı: “Cang Qiong Dağı ve Huan Hua Sarayı dört büyük sektten sayılıyorlarsa geçtiğimiz birkaç yıl içinde niçin bu kadar soruna neden oldular? İki tarafın da müritleri birbirlerini gördüklerinde kavga etmeden bir gün geçiremiyorlar. Niçin iki Sekt Lideri bunun için bir şey yapmıyor?”
Lu Liu konuştu: “O lanetli, Tanrı’nın unuttuğu yerde kaç yıl kaldın? Çok uzun bir zamandır kayıpmışsın. Bu müritler iki Sekt Lideri de üstü kapalı olarak kabûl ettiği için böylesine hiddetli bir şekilde savaşıyorlar!”
“Nedenmiş o? Ağabey Liu, biraz daha açıklamalısın.”
Lu Liu boğazını temizleyip konuştu: “Bu açıklamak için çok çetrefilli. Beyler, şu anda Huan Hua Sarayı’nın lideri kim biliyor musunuz?”
“Genç bir piç olduğunu duydum.”
Lu Liu soğuk bir şekilde güldü. “Luo Binghe’ya genç bir piç denirse ne ikinizin ne de benim daha fazla yaşamamıza gerek olmaz. Bu Luo Binghe hakkında konuşmak her yiğidin harcı değil. Cang Qiong Dağı sektindendi, Qing Jing Tepesi’nden Shen Qingqiu’nin baş müridiydi. O zamanlar, Ölümsüz İttifak Ligi boyunca, sıralamayı büyük oranda kapladı. Bu gerçekten etkileyiciydi.”
Birisi ikna olmamış bir şekilde konuştu: “Cang Qiong Dağı sektinden geldiyse nasıl Huan Hua Sarayı’nin lideri olabildi?”
“Ölümsüz İttifak Ligi’nden sonra Luo Binghe üç yıl kayıptı, kimse o üç yıl boyunca nereye gitti ya da ne yaptı bilmiyor. O sıralar Shen Qingqiu öldüğünü söylemişti, o nedenle herkes onun çoktan öldüğüne inanmıştı. Üç yıl sonra Huan Hua Sarayı’nın en önemli figürü olarak ortaya çıkacağını kim bilebilirdi ki? Shen Qingqiu’yi hemen oracıkta, Huayue Şehri’nde intihar etmeye zorlamıştı.”
Yeni gelen konuştu: “Onu hiç anlayamadım. Shen Qingqiu mağdur muydu, yoksa ölmeyi hak etmiş miydi?”
Lu Liu konuştu: “Kim bilir… Cang Qiong Dağı sekti yabancılara karşı davranışlarında kesinlikle birdi: kim bundan bahsettiyse dövdüler. Sektleri baştan beri var gibi; mantığı değil, aileyi tanıyorlar. An Ding Tepesi’nden Shang Qinghua’nın İblis Âlemi’ne kaçması gibi kesin olan, kuvvetli şeyler hakkında bile insanların çene çalmalarına izin vermiyorlar. Huayue Şehri’nde olanlar çok geçmeden, Huan Hua Sarayı’nın yöneticisi el değiştirdi. Yaşlı Saray Ustası emekli oldu, şimdi onun gölgesini bile bulamazsın. Luo Binghe baskın otorite oldu ve birisi bahsini açtığı takdirde onu öldürür.”
Birisi mırıldandı: “Sadece ölü bir insan için…”
Lu Liu konuştu: “Bu ölü kişinin yarattığı kargaşa küçük değil. Shen Qingqiu Cang Qiong Dağı sektinden birisiydi, ayrıca İkinci Tepe’nin Tepe Lordu’ydu. Bedeni kesinlikle Qing Jing Tepesi’ne geri gönderilip önceki Tepe Lordlarının yanına gömülmeliydi- fakat, sorun şu, Luo Binghe bedenini geri vermeyi reddetti.”
Herkes Luo Binghe’nın cesedi kırbaçlayıp giydirerek sergilediği gibi şeyler yaptığını düşünüyordu, vücudundaki her bir tüy dikilmişti. “Geri vermeyi reddettiyse Cang Qiong Dağı sektinin zorla onu geri alması gerekmez miydi? Bai Zhan Tepesi’nin Tepe Lordu hâlâ orada.”
Lu Liu omuz silkti. “Onu yenemez.”
“Ne?!” Herkesin dünya görüşü yıkıldı. Sıradan insanların aklında Bai Zhan Tepesi’nin Lordu çoktan yok edilemez Savaş Tanrı’sıydı. ‘Onu yenemez.’ gibi bir şey… kesinlikle kabûl edilemezdi.
Lu Liu konuştu: “Bilmiyor muydunuz? Huayue Şehri’nden sonra Bai Zhan Tepesi’nden Liu Qingge Luo Binghe’yla sayısız kez dövüştü fakat bir kez bile kazanamadı! Daha bitmedi; Luo Binghe Shen Qingqiu’nin bedenini Huan Hua Sarayı’na götürdüğünde Qian Chao Tepesi’nden Mu Qingfang’ı bizzat kaçırmasından birkaç gün geçmişti.”
Birisi konuştu: “Qian Cao Tepesi her zaman dünyevî meseleleri ihmal edip yaraları iyileştirerek ölmekte olanları kurtardı. Bu zalimliğe nasıl neden olabiliyor?”
Lu Liu konuştu: “Luo Binghe onu Huan Hua Sarayı’na sürükleyip Shen Qingqiu’yi diriltmesini söylemiş.” İç çekip konuştu: “Cesedi çoktan katılaşmıştı. Diriltilecek neyi kaldı ki?”
Yeni gelen konuştu: “İki taraf savaştığında Cang Qiong Dağı sektinin daima Huan Hua Sarayı’na ‘iblis ırkının uşağı’ demeyi sevdiğini fark ettim. Neden öyle diyorlar?”
Lu Liu konuştu: “Bunun nedeni bütün Cang Qiong Dağı sektinin bir nedenden dolayı Luo Binghe’yı iblis ırkıyla ilişkilendirmeyi diretmelerinden dolayı. Sayısız Zhao Hua Tapınağı kıdemlisi bizzat onu incelemesine rağmen Luo Binghe’nın bedenindeki ruhanî enerjinin normal işlediği sonucuna varmışlardı, fakat Cang Qiong Dağı sekti hâlâ ısrarla ona öyle diyor… Birbirlerinden intikam aramayı sürdürdüler ve iki sektin arasındaki kin büyümeye devam etti. Bence her şeyin kontrolden çıktığı bir gün olacak ve yaşayan kimse kalmayacak.” Sona geldiğinde onları azıcık da olsa avutmayı unutmamıştı. “Sınır nöbetçisi olarak gönderilmemiz iyi bir şey de olabilir, sakin ve aylakça.”
Köşedeki kişi konuştu, şaşkındı: “İki sektle iki ustanın ve müritle aralarında ne olduğunu hâlâ anlamadım.”
“Bunun tek açıklaması kinlerinin deniz kadar derin olması. Fakat benim, Yaşlı Lu’nun, daha inanılır başka bir açıklaması var. Anlatmama izin verin…” Lu Liu mutlu bir şekilde konuşmaya devam ederken aniden kapının çalınma sesi geldi.
Odadaki herkes anında tetiğe geçti, önceki bitkinlik ve miskinlik silahlarını hazırlarken hemencecik yok olmuştu.
Sınırdaki nüfus azdı, son derece kasvetli ve ıssızdı. Sınırdaki bu kasabada daimi yerleşmiş tek ekiptiler ve dışarıdaki devriye bu kadar hızlı dönmezdi. Az miktarda kalmış yerliler olsa olsa gecenin bir yarısı dolaşmaya çıkıp ölümü aramazlardı.
Odanın içerisinden kimse karşılık vermedi. Uzun süren duraklamanın ardından kapıya iki kere daha vuruldu.
Lu Liu sert bir şekilde konuştu: “Kim o?!”
Aniden, üstlerine soğuk bir rüzgâr esmiş, masadaki gaz lambasıyla mumu söndürmüştü. Oda anında zifiri karanlığa bürünmüştü, geriye sadece sobadaki kömürlerin zayıf bir şekilde yanmasının loş, kırmızı ateşi kalmıştı.
Sırtında kılıcını taşıyan adamın gölgesi kapının kâğıttan penceresinden yansımıştı. Bedenin sahibi yüksek, net bir sesle konuştu: “Ağabey Liu, benim. Bugün çok soğuktu, ilk önce ben geldim. Çabucak içeri girmeme izin ver ki kendimi ısıtmak için bir kadeh şarap içebileyim.”
Diğerleri tuttukları nefeslerini verip onu azarladılar. “Ölmek mi istiyorsun, Yaşlı Qin? Hiçbir şey demeden kapıyı çalmak- seni iyi tanımasak hayaletler tarafından yenildiğini düşünecektik!”
Kapının dışındaki kişi kıkırdadı. Lu Liu bir şeylerin pek yolunda olmadığını hissetti fakat tam olarak ne olduğundan emin olamamıştı, o nedenle konuştu: “İçeri gel!”
Ve kapı açıldı.
Dışarıdan ani soğuk rüzgâr doğrudan içeriye esti. Birisi yoktu.
Lu Liu kapıyı çarparak kapattı. “Işıkları açın! Işıkları açın, ışıkları açın!”
Yeni gelen dönüp hafifçe titreyen parmaklarıyla alevi başlattı, ateşin titreyen ışığı gölgelerine biçim verdi. Kekeledi: “Ağabey Liu, bir… bir şey sormak istiyorum.”
Lu Liu sabırsızca konuştu: “Niçin oyalanıyorsun?”
Yeni gelen konuştu: Bu odada önceden sadece altı kişi vardı, değil mi?”
“Fakat etrafa baktığımda neden… yedi kişi var gibi gözüküyor?”
Ölüm sessizliği.
Aniden, ses patlaması oldu. İlk kimin hareket ettiği belli değildi fakat çığlık sesiyle silahların birbirleriyle çarpışması birleşmişti, her yerdeydi. Lu Liu bağırdı: “Işık! Işık!” Herkes apar topar alev yarattılar fakat hareketleri çok düzensizdi ve alevler gölgeleri şiddetli bir şekilde sallanırken çılgınca onlara eşlik ediyor, gözlerini sulandıracak şekilde bulunduğu yerden savruluyordu. Daha fazla ışık kimin kim olduğunu anlayamamaya neden oluyordu. Herkes kendi taraflarındaki birisine zarar verme korkusunda olduklarından acımasızca davranmaya cesaret edemediler, kargaşanın getirdiği avantajları kazanıp sokulmak da buna dahildi. Orada pençe de, bıçak da vardı ve birisi aniden boğazını kavradığında Lu Liu her şeyini ortaya koymuştu.
Ayakları yavaşça yerden kesildiğinde gözleri yukarıya kaydı, onu kimin boğduğunu göremiyordu. Sadece hayatının hemen orada biteceğini düşündüğünde kapı ansızın çarparak açılıp şiddetli bir rüzgâr yığınla geldi. Bir insan figürü içeriye daldı.
Onun özel bir hareketini göremeden Lu Liu kulağının dibinde tuhaf bir çığlık duymuştu, onu boğan şeyden geliyor gibiydi. Ardından boğazının kavranması gevşemişti.
Odanın içindeki altı kişi berbat bir şekilde titriyorlardı, çoktan yere yığılmış olanlar da vardı. Adam şaklattığında odadaki bütün gaz lambaları aynı zamanda yandı.
Yerdekileri incelemek için bir anlık eğilmesinin ardından doğrulup konuştu: “Sağ salimler. Sadece bayılmışlar.”
Bu şahıs siyah çamurla kaplanmıştı, gerçekten de mezardan çıkmış gibi görünüyordu. Dahası yüzü sakalla kaplanmıştı, yüz hatlarını yoğun ölçüde örtüyordu. Bedeni bariz şekilde zayıftı fakat yüzü favorilerle büyük cüsseli adamlar gibi görünüyordu. Lu Liu sonunda öksürmeyi bırakabildiğinde ellerini kavramadan bir anlığına onu süzüp konuştu: “Ekselansları, az önceki şeytanı kovduğunuz için çok- çok teşekkür ederiz!
Adam elini omzuna yerleştirdi. “Sormam gereken bir şey var.”
Lu Liu: “Lütfen sorun.”
Diğeri konuştu: “Şu an hangi yıldayız?”
Shen Qingqiu dağdan yuvarlanıp sürünerek indiğinde çamurla kaplanmıştı, gerçekten Gökyüzüne Ateş Eden Uçak’ı yok etmeyi on bin kat daha fazla istiyordu. Onun ruhunu ya da götünü yok etmek istiyordu, her ikisi de olurdu.
O zamanlar, hayat kurtarma yönteminde en dikkate aldığı şey ölü numarası yapmaktı.
Fakat ölü taklidi yapmaktaki amaç neydi? Kukla ya da ona benzeyen, onun yararı için ölen birisini bulabilirdi, böylece tüyüp kurtulabilirdi fakat dramalar çoktan bu değişmeceyi aşırı kullanmıştı!
Bu nedenle en iyi yöntem gerçekten ölmesiydi.
O gün, gerçekten intihar etmiş, çözüm olarak iyi bir iş çıkarıp Luo Binghe’nın bedenindeki yüksek miktarda kontrolden çıkmış delice enerjiyi çekmişti. Ruhanî damarları tozla kaplanmış olduğu söylenebilse bile abartılmamalıydı.
Ölümle yüz yüze geldiğinde sadece hayatta kalmak için savaşabilirdi.
Güneş ve Ay’ın Nemlendirdiği Çiçek Taneciği’nin kısa adı “Kan Tanesi”iydi, ki gerçekten anlamını sunuyordu. Bu tohum fazla efsun kullanılmamasına rağmen hâlâ güneş ve aydan aldığı öz, dünyadan aldığı ruhanî enerjinin birleşimiyle büyüyordu. Fidesi ekildiğinde ve efsun yapıldığında ruhanî enerjiyle bulunduğu yer verimlenir, özenle kalıplaşarak güçlü bir şekilde sulanıp yaşayan bir insan bedeninde bile zamanla olgunlaşabilir. İnsan bedeninde de büyüyebildiğinden bu yöntemi kullanmak için ruh yaratmasının imkanı yoktu. Diğer bir deyişle, ruhsuz bir şekilde büyümüş bir şey, boş bir kabuk olurdu ve damar olmak için hiçbir şeye uyamazdı.
“Baharda küçük Shen’i ekip büyük Shen’i sonbaharda biç” bundan böyle hayal değildi!
Nemli Çiçek Tohumu büyük bir beyaz lahana olmasaydı biraz gübre serpiştirmekle büyüyebilirdi. Shen Qingqiu birkaç Nemli Tane filizini mahvettikten sonra sonunda bir tanesini deforme olmadan büyütebilmişti.
O ve Shang Qinghua mesafeli süreci yerine getirip geliştirmekte çeşitli hesaplamaları ayarlamışlardı. Huayue Şehri’nin en yüksek binasının altına ulaşım düzeni kurmuşlardı, güneş ışığı en kuvvetli olduğunda Shang Qinghua düzeni Cang Qiong Dağı’na kurmuştu. Shen Qingqiu’nin ruhu bedenini terk ettiğinde çoktan sınırdaki dağların derinliklerine gömülerek olgunlaşmış Nemli Tanecik’e taşınabilirdi.
Üç yer, üç düzenek. Bağlandıklarında en sağlam eşkenar üçgen biçimini alacaktı. Tamamıyla dengeli ve güvenilir olmalıydı.
Kalan tek kusur mâlûm birisindeydi.
Yüce Tanrı Gökyüzüne Ateş Eden Uçak kendinden çok fazla emindi.
Shen Qingqiu’nin endişelendiği ‘kolları ve bacakları gelişmeyi bitirmemiş’ ya da ‘bedeninin ana kısmı gelişmeyi unutmuş’ gibi hatalar meydana gelmemişse bile Güneş ve Ay’ın Nemlendirdiği Çiçek Tanesi kimyasal gübreyle bâzı yan etkilerle birlikte çok erkenden olgunlaşmaya zorlanmıştı.
İlk uyandığında Shen Qingqiu bir süre bekledi, fakat iğrenç Google Çeviri biplemesini duymamıştı.
İçinden neşeyle çıldırmıştı: Sistem görünmedi, hahaha Sistem görünmedi! Donanımımı değiştirdim, senin virüslü yazılımını bir daha yüklemeyeceğim hahaha! Geçici olarak rahatlasa bile keyifle dans etmeden duramamıştı… keyifle dans etti, kıçıyla.
Bütün bedeni çamura gömülmüştü, hareket edemiyordu!
Bütün gün gömülü kalmıştı, öncelikle gücünü parmaklarında toplayıp uzuvlarını kontrol edebilene kadar kaldırdı. Ancak ondan sonra Shen Qingqiu titreyerek kalkabilmişti.
Topraktan serbest kaldığında yüzüstü düşmeden önce temiz ve serin havanın serbestliğiyle mest olmuştu. Ah, bedeni onu tekrardan dinlemiyordu. Yere serilmişti.
Bütün gün boyunca yürüyebildiği kadarıyla ısınma hareketleri yapmış, ancak o zaman Shen Qingqiu’nin yürüyebilmek için kasları normal insanınki gibi olmuştu, ki çoktan gece olmuştu. Her hâlükârda artık aynı el ve ayaklara sahip değildi.
Bu bedeninin görünümü kendisi, Shen Yuan’ın, geçmiş zamandaki hâli baz alınarak yapılmıştı. Shen Qingqiu’nin ölümsüz hâli kadar iyi değildi fakat yine de hâlâ gayet güzel bir beden sayılabilirdi. Keyfinin birazcık kaçık olmasına neden olan tek şey zamanında boş boş oturup ölümü bekleyen hoş bir oğlan olmasıydı. Nemli Tanecik’i büyütmek için kanından birazcık kullandıklarından dolayı ne olursa olsun birazcık etkisini gösteriyordu. Shen Qingqiu akarsunun kenarına yuvarlanıp keskin kenarlı bir taşı sakalını kesmek için kullandığında bir göz atmıştı; bu yüz hâlâ yüzde otuz, yüzde kırk kadar Shen Qingqiu’ye benziyordu. Sessizce sakalını alıp yüzüne tekrardan taktı.
Ondan sonra sonunda dağdan inip yolun kenarındaki birisini yakalamıştı ki- hassiktir, beş yıl çoktan geçmişti!
İlk uyandığında bedeninin kontrolsüz ya da zaman zaman hareket ettirilemez olmasının nedenini anlayabilmişti, çünkü adapte olup kendisini yeniden yapılandırması için kesin miktarda zamanı bilmesi gerekiyordu, fakat beş yıl gömülü kaldıktan sonra uyanmak… Bu nasıl olmuştu?!
Şikâyet edip durmuştu, fakat sonunda, bu beden… bayağı bir şekilde ruhanî enerjiyle dolup taşıyordu!
Asıl Shen Qingqiu’nin bedeni Panzehirsiz’le arada sırada sorun yaşamasaydı bol ruhanî enerjiye sahip olduğu sayılabilirdi. Şu anki hisleriyle karşılaştırdığında iki çubuklu pille (hâlâ kullanmaya yetecek kadar) tam dolu bataryayı (şarjı dolduktan sonra daha yeni çekilmiş) karşılaştırmak gibiydi. Ya da, başka bir deyişle, jeneratör denilebilirdi!
Eski kendisini çıkartıp tamamıyla yeni bir kalıba sokmuş sayılabilir miydi?
Bu, kahraman olarak başlamak üzere olan hayatının işareti miydi?!
Yıllar sonra reenkarneci olarak Shen Qingqiu’nin birazcık onur kazandığını, beceriksiz kendisinin ondan önce reenkarne olan kıdemlilerin oluşturduğu uzun yolda daha fazla sürüklenmeyeceğini hissettiği ilk zamandı!
Yeniden odaklandığında Lu Liu hâlâ durmaksızın konuşuyordu. “İblis ırkının istila etme meseli geçtiğimiz yıllar gittikçe daha ciddi olmaya başladı. Envai çeşit yaratıklar gelip İnsan Âlemi’ne dökülüyor. Benim korktuğum şey büyük savaşın yaklaşmas-… oh, Siz Ekselansları’nın adını hâlâ sormadım?”
Shen Qingqiu’nin ‘haha ben Merkez Ova’daki Cang Qiong Dağı sektinin Qing Jing Tepesi’nden Xiu Ya Kılıcı Shen Qingqiu.’ demesi boğazına bile ulaşamadan u dönüşü yapmıştı. Kıl payı, kıl payı… neredeyse eski adını kullanıyordu. Bir anlığına başka bir isim düşünmüş, birkaç saniyeliğine duraklamanın ardından iki kelimeyi tereddütsüzce söylemişti: “Eşsiz Salatalık.”
Geçmişi bir duman gibi yok olmuştu. Bu günden itibaren yenik yoldan uzaklaşacak, pek çok senedir kitap inceleme sitelerindeki bilinen kullanıcı adını kullanacaktı.
Konuşmayı bitirmesinin ardından bir oda dolusu donakalmış insanı ardında bırakmıştı.
Uzun bir duraklamanın ardından yeni gelen mırıldandı: “Biraz önce o Eşsiz… neydi?”
Lu Liu tahmin etti, “Eşsiz… Kasımpatı?*” Kasımpatı: Huang gua (salatalık), huang hua(kasımpatı)’na benziyor diye öyle sanıyor.
“Eşsiz Taç* değil miydi?”
Taç: Bu da aynı mantık, huang gua’yı(salatalık) huang guan(taç) diye anlıyor.
Shen Qingqiu ayağı neredeyse kaymadan önce yürüyerek birkaç metre uzaklaşabilmişti.
Muhtemelen daha sonra tekrardan düşünüp başka bir isimle değiştirmeliydi…
Doğal olarak, yeni hayata başlamak için attığı ilk adım Shen Qingqiu’nin en aşina olduğu eşyaylaydı. İlk ihtiyacı olduğu aksesuar, yelpazeydi.
Beyaz ipekten yapılma, üzerinde mürekkep sıçratmalarla oluşturulmuş manzara resimli bir yelpaze.
Shen Qingqiu yelpazesini şaklatarak açmış, göğsünü yelpazelerken uzun saçlarını ve sakalını uçuşturmuştu. Aksesuarıyla gerçekten uyuşmadığından muhtemelen pek iyi görünmüyordu, fakat önemli değildi. Elindeki yelpazeyle artık iddialı görünmek için yeterli parçası vardı.
Shen Qingqiu bir ayağını dağdaki taşa yerleştirip konuştu: “Dökül bakalım. İnsan Âlemi’ne gizlice girmenin nedeni tam olarak nedir?”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.