He Sanglang çalışma odasına girdi, birkaç mektup yazdı ve onları göndermesi için hizmetçi çağırdı. Sonra 11’de yerleşkeden ayrıldı. Başkentin Yuehong Restoranı’nda üçüncü katta güzel kokularla dolu özel bir bölme vardı. İçinde gök mavisi, işlemeli kıyafeti olan bir adam yumuşak koltuğa yaslanıyordu. Ellerinde longan boyutlarındaki iki yeşimden bilyeyle oynuyordu. Bilyeler çarpıştığında çok güzel bir çıtırdama sesi duyuluyordu. Uzun, siyah saçları omuzlarından dökülüyordu; bir nehrin yüzeyinde süzülen siyah ipek bir kumaş gibi görünüyordu. Düzgün ve zarif görünüşü insanda dokunma isteği yaratıyordu, herhangi biri yumuşak ipeksi hissin parmaklarından kayışını ve avuç içlerine sürtmesini hissetmek isterdi. Adamın yüz hatları kusursuzdu. Beyaz teni de eklenince görünüş olarak He Sanglang’la yarışır gözüküyordu. Adamın bir kolu koltuğun kollarında duruyor diğer eliyle de iki yeşim bilyeyle oynuyordu. Başını yanındaki pencereye çevirmiş Yuehong Restoranı’nın altındaki sokağı izliyordu. Kapı açıldığında adam başını oraya çevirdi ve camdan giren ışığın yüzünü aydınlatmasına izin verdi. Odada onunla birlikte bir yabancı mı vardı, kesinlikle herkes şaşkınlıkla nefeslerini tutardı. İşlenmiş giysili bu adam çoğu insandan farklıydı, açık gök mavisi gözleri bir parça cama benziyordu, açık ama duygusuz... Odaya giren kişiyi taradı ve sonunda gözlerinin derinliğinde bir parça duygu belirdi, yüzünde hafif bir gülümseme belirdi. “Bay yeni evli, güzel He Sanglang, tatlı karından ayrılmaya nasıl dayanabilirsin?” He Changdi kendi derin ve duygusuz bakışlarını önündeki adama yöneltti. Kalbinde hissettiği tek şey sınırsız öfkesiydi. Öne doğru birkaç adım atıp belinden eğildi. “Prens Jin.*” *Jin bahsi geçen kişinin unvanı. Prens ise imparatorun amcası, kardeşi veya oğlu gibi bütün erkek akrabalarına gerekli yaşa ulaştıklarında verilen unvan. Prensin masmavi gözleri bir anda parladı. Kaşları birbirine yaklaştı ve elindeki bilyelerle oynamayı bıraktı. “Ah-di bugün yatağın ters tarafından mı kalktın? Yoksa yengemin gazabına mı uğradın?” Diye soran Prens Jin arkadaşının tuhaf davrandığını düşünüyordu. Daha birkaç gün önce görüştüklerinde bu adam dürüst ve cömertti. Düğününden sonra neden tamamen başka bir adammış gibi görünüyordu, sanki bu kısa sürede on yıl kadar yaşlanmıştı. He Changdi dudak büktü. Yeni evli mi? Eğer yeni karısı o şeytan Chu Lian olmasaydı yeni karısıyla ilgili gerçekten mutlu olabilirdi. Prens Jin şimdiki imparatorun dördüncü oğluydu. İmparatoriçeden doğmamıştı ve metresi Xian’ın ilk oğluydu. Prens Jin’in anne tarafından büyükbabası saraydaki bakanlardan biriydi. Sekiz yaşından itibaren dört yıl boyunca, He Changdi Prens Jin’in yanında bir çalışma arkadaşı olarak hizmet etti. Bundan sonra İmparatorluk Koleji’nde on altı yaşında mezun olana kadar birlikte okudular. İmparatorluğun Hanlin Akademisi’nde öğrenci olarak kayıtlı olsalar da aslında orada okumamışlardı. İkisi yıllardır yakın arkadaşlardı bu yüzden He Sanglang Prens Jin’in iznini beklemeden duruşunu bozdu ve prensin yanına oturdu. “Eksalansları, birkaç gün önce sana emanet ettiğim görevin ilerlemesi ne durumda?” Prens Jin He Sanglang’ın gölgeli gözlerinin derinliklerine baktı. Rahatlamış ifadesi kayboldu. “Ah-di bana dürüstçe söyle. Ne yapmaya çalışıyorsun?” En iyi arkadaşının önünde Prens Jin ‘prens’ hitabından feragat etmişti. He Changdi kendisine bir fincan çay döktü. Büyük ihtimalle Prens Jin’in geldiği zamanda Yuehong Restoranı’nın çay ustalarından biri demlemişti. Üzerinden biraz zaman geçmişti ve çay biraz soğumuştu, içindeki çeşitli tatların hepsi birbirine karışmıştı. Düzgün bir fincan sencha yerine artık sadece tuhaf aromaların karıştığı ekşi bir su tadındaydı. Aslında susamıştı ama bu bir fincan çayı görünce içmek için bütün isteğini kaybetti. Aklına hemen Jing’an Yerleşkesi’ndeki sencha demleme yeteneklerini göstermeye bayılan o şeytani kadın geldi. Nedense düğün gününden beri bir fincan sencha demlediğini görmemişti. Oturma odasında servis edilen içeceklerin yerini bile sadece su almıştı. He Sanglang çay fincanını kapatırken gözleri düşüncelerle çalkalandı. Bakışları karşısındaki Prens Jin’e kaydı. “Majesteleri, başarılarımı ordu aracılığıyla gerçekleştirmek istiyorum.” Bir anlığına Prens Jin dondu. Büyük Wu Hanedanlığı otuz yıla yakın bir süre önce kurulmuştu. İmparator, imparatorluk meclisini yeniden yapılandırmanın ortasındaydı; etrafta çok fazla kurucu vardı. Başarı elde etmek ve hızla yükselmek isteyenler için tek bir yol vardı: Askeri katkılar. Yetenekleri ve doğum haklarını kullanarak etkili olmak isteyenler içinse en zekileri bile en az beş yıl civarında katkıda bulunmalıydı. Büyük Wu Hanedanlığı’nın iç toprakları şu sıralar barış içinde olsa da sınırlar ciddi tehditlerle karşı karşıyaydı. Mingzhou’daki Güneyli Xinjianglar*, kuzeydeki Liangzhouda ‘da Tuhunlar ve barbarlar, doğuda da Japon korsanları ve Goryeolular**… Batı sınırı bile sarışın mavi gözlü Uygurlar’la uğraşıyordu. *Xinjiang: Çin’in batıdaki bir bölgesi. **Goryeo: Tarihi bir Kore Krallığı. He Sanglang’ın babası Kont Jing’an da Mingzhou’da görevliydi. Son yıllarda sınırda sıra dışı bir durum olmadığından ve ajanlar da komşu ülkelerle ilgili bir şey rapor etmediğinden sınırdaki ordular yavaş yavaş gardlarını düşürmeye başlıyordu. Savaşacak bir savaş olmadan en katı ve ünlü generaller bile önemlerini yitirirdi. Prens’in gök mavisi gözlerinde şaşkınlık belirdi. “Ah-di neden kuzey sınırını seçtin? Eğer başarı elde etmek istiyorsan Mingzhou daha iyi olmaz mı? Kont He de orada. Ayrıca ajanlar Güneyli Xinjianglar’ın harekete geçmeye başladığını rapor etti. ” Prens Jin tahtın varisi olmasa da veliaht prensten dolayı hala bazı gizli belgelere erişimi vardı. İmparatorluktaki kardeşlerinin arasında veliaht prense en yakın olan şüphesiz oydu. He Changdi’nin aşağıya dönük bakışlarında bir ışık parladı. “Babam orada olduğu sürece gitmem.” Prens Jin şaşırmıştı ama yine de endişeli bir şekilde konuşmaya devam etti, “Ah-di İmparatorluk Koleji’nde çok iyi değerlendirmeler almış olsan da gerçek bir savaş deneyimin yok ve daha önce hiçbir birliğe liderlik etmedin. İmparatorluk Dükü Lu’nun nasıl bir adam olduğunu benden iyi bilmelisin!” İmparatorluk Dükü Lu aynı zamanda Büyük General Qian olarak da bilinirdi ve şu anda kuzey sınırını koruyordu. He Changdi ve Prens Jin’e gençken ata binmeyi ve okçuluğu öğreten oydu, aynı zamanda oldukça katı ve inatçı bir adamdı. İmparatorluk Dükü Lu’nun emri altında kuzey sınırına gitmek zorluklarda sınırsız acı çekmekle eş değerdi. Dahası dükün kendisinden hiçbir anlayış beklenemezdi. Dayanıklılığını gerçekten test etmiş olurdu. Asil oğulları hiç hesaba katmadan, küçük bakanların oğulları bile zorlukların ve acıların yattığı sınıra gitmeye gönüllü olmazlardı. Kuzey sınırı neredeyse on yıldır huzurlu olsa da Liangzhou’da kışların oldukça soğuk yazlarınsa oldukça sıcak olduğu berbat bir iklim hakimdi. Doğru düzgün tarım alanı yoktu ve gözün görebildiği tek şey sınırsız geniş, kuru, sıkıcı bir alan; ara sıra vahşi doğadaki ordunun çadırlarının çıkıntısıyla kesilen çayırdı. Eğer daha kuzeye gitmek isteselerdi, yüksek karlı bir dağ vardı. Başkentin kalabalığından çok farklıydı ve neredeyse doğada ilkel bir yaşamdı. Dürüst olmak gerekirse suçlular bile böyle bir yere sürgün edilmezdi. Liangzhou Şehri’ndeki vatandaşların raporlarına göre bütün yıl boyunca bir pirinç tanesi bile yetiştirememişlerdi. Şehir başkentin yarısı kadar olsa da yirmide biri kadar bir nüfusları yoktu. Eğer kuzey sınırında askeri başarılar elde etmeyi başarırsa o zaman her şey iyi olurdu. Ama başarısız olursa... Sınırda bir kural vardı: Askeri başarısı olmayan bütün askerler beş yıl boyunca sınırda kalmak zorundaydı! Beş yıl! Büyük Wu Hanedanlığı’ndaki ortalama ömür süresi otuz yıl civarında olan insanlar için beş yıl çok uzun bir süreydi. He Changdi’nin asil doğumlu olması hiçbir işe yaramazdı ve bu sürede en az dördüncü seviyede bir asker olabilirdi. Sonuçlarını düşünmeden kuzey sınırına böyle aceleyle gitmek Prens Jin’in gözünde kumardı. Hem de pervasız bir kumar! Kuzey sınırında başarı elde etmenin ne kadar kolay olduğunu düşünüyordu? Öncelikle yenerek başarı elde edebileceği bir düşman bulmayı başarabilecek miydi? İkincisi böyle bir düşmanla karşılaştığında onlarla baş edebilecek miydi? Eğer bir sorunla karşılaşsaydı o zaman He Ailesi’ne ne olacaktı? Ve kendi başına gelecekler... He Changdi en yakın arkadaşını hiç düşünüyor muydu? “Majesteleri ben çoktan kararımı verdim!” Prens Jin’in sıra dışı gözleri He Changdi’ye kilitlendi. Arkadaşının bakışları sarsılmazdı, o an ne düşündüğünü anlamak için savunmalarını nereden delip geçebileceğini arıyordu. “Ah-di bana iyi bir neden söyle. Yoksa sana yardım etmeyeceğim.”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.