Crown and Emerald - Türkçe Çevrimiçi Oku
Yukarı Çık





           










Pek fazla ömrüm kalmamıştı.

Bunu haftalardır kustuğum onlarca ağız dolusu kanı gördüğümden itibaren anlamış olmalıydım -ki aslında idam cezası almış bir soylu olarak bu benim için pek de kötü sayılmazdı- ama saatler önce yanımdaki birkaç askerin ayaklı bir ölü gibi koktuğumla ilgili konuştuğunu duyduğumda gerçekler kafama yeni dank etmiş gibiydi. Her türlü kısa bir zaman içinde ölü bir suçlu olacaktım ve mezarıma güller bırakacak bir ailem olmadığı için bedenim yakılarak küllerim bir şişeye koyulup saray balkonundan fırlatılacaktı. Belki de imparatorluğun en ünlü azılı suçlularıyla birlikte mumyalanıp müzede sergilenirdim.

Eh, kabul etmeliyim, bu biraz talihsizce bir sondu.

Ama en azından geride bırakmaktan korkacağım bir hayata sahip değildim.

“Lanet.”

Hücremin demir parmaklıklarının ardından gelen homurtuyla gözkapaklarımı hafifçe araladım. Uzun zamandır uyukluyor olmamdan dolayı gözlerimi açmak için olması gerektiğinden fazla çaba sarf ederek bakışlarımı hücreme giren askere diktim. Vakit muhtemelen geceydi ve ölüm melekleri çoktandır etrafımdan uzaklaşmışlardı. 

Bulunduğum yerdeki tek ışık kaynağı birkaç metre ötemdeki mum olduğu için zamanı ayırt etmek benim için zordu. Kirpiklerim hafifçe titreşti. Adam elindeki tepsiyi yere bıraktı, ardından bana doğru tekmeledi. Yüzünde tiksinti ve acıma dolu bir ifade asılıydı. Tepsiyi fırlattıktan sonra gürültüyle kapıyı çarparak çıktı.

Sarsıntı nedeniyle yarısından fazlası yere dökülen çorbaya ve bir avuç kuru meyveye boş boş baktım. Benimle dalga geçiyor olmalısın.

Çorba sokakta biriken kirli yağmur suları gibi mat ve pisti. İçinde birkaç dilim çürük -kesinlikle çürüktü- sığır eti ve havuç yüzüyordu. Boğazıma doğru yükselen safrayı kusmamak için dudaklarımı birbirine bastırdım. Yine de birkaç gündür su ve bayat ekmekten başka bir şey girmeyen midem çığlıklar atmaya başlamıştı ve zihnim gördüğüm farklılıktan dolayı mutluydu. Şakaklarıma saplanan ağır bir acıyla yüzümü buruşturdum ve öne doğru doğruldum. En azından kuru meyvem var. Zincirlenmiş ellerim meyveleri kavradı. Minik bir parça kopararak ağır ağır çiğnedim. Boğazım kuruydu, su olmadan bir şeyleri yutmak gittikçe zor hale geliyordu.

Elmanın şekerli tadı damağıma yayıldı. Tatmin dolu bakışlarımla demir parmaklıkların dışına baktım. Dünya zifiri karanlığın içinde kaybolmuş gibiydi, siyah ışığa alışmış gözlerim bir düzine beyaz kıyafetli askeri seçebildi. Uzun koridorun arkasında daha fazlası olduğuna yemin edebilirdim. Sandıkları kadar tehlikeli değildim ancak bunu açığa çıkarmak aptalca olurdu tabi. Bunun yerine yerimde oturacak ve düzinelerce askerin başımda nöbet tutmasına izin verecektim.

Tam bir fiyasko, diye geçirdim içimden. Zaten her şey yeterince kötü değilmiş gibi, bir de bu salakça yerde mahsur kalmıştım. Hayır, mahsur kalmaktan kast ettiğim yer bu karanlık zindan ya da içinde bulunduğum devasa imparatorluk değildi.

Bir kitabın içindeydim.

Kendi yazdığım bir kitap.

Bu konu hakkında fazla düşünmemeye çalışarak avcumdaki meyvelere odaklandım. Son birkaç gündür yediğim şeyler göz önünde bulundurulursa, benim için oldukça hoş bir sürpriz olmuştu. Bu piç kuruları önüme küflü ekmekten başka bir şey koymayacak kadar pintilerdi.

İlgimi kaybetmem ve dikkatimi başka yöne çekmem çok uzun sürmedi. Başımı arkamdaki duvara yaslayarak Rodas’ın açık sarı saçlarını hayal ettim. Burnuma portakal çiçeği kokusu doldu. Bedenimin her tarafı ağır bir ağrıyla kavruluyordu. Acı uzun bir çarşaf gibi anılarımın üzerine çöktü, her yeri bembeyaz yaptı. 

Uyuşmuş uzuvlarımı hareket ettirmeye çalışarak kusuyormuş gibi öğürdüm ve yere az önce çiğnediğim meyveleri tükürdüm. Askerlerden biri bana sert bir bakış atarak, “Neler oluyor?” diye sordu.

Normalde ona küfredip büyükçe bir salya tükürebilirdim. Ama öksürüklere boğuldum ve alnımı yere yaklaştırarak öğürdüm. Zaten boş olan midem, kasılmalardan dolayı altüst olmuştu. 

Başka bir asker bana baktı. “Kahretsin. Zehirlenmiş olabilir.”
 
“O lanet yemeklere dayanabilmesi beklenilmezdi zaten.”

Tereddütle bana baktılar. İlk asker bana doğru yürüdü ve parmaklıkların yanındaki demir kapıyı açarken diğerlerine işaret verdi. “Silahlarınızı kaldırın.” Ellerimin bağlı olduğu zincirlere bir kablo bağlamak için eğildi. Hançerini kalbimin üzerine dayayarak beni sertçe kendine çevirdi. Kıpkırmızı kesilmiş yanaklarımı ve kan içindeki çenemi gördükten sonra birkaç küfür mırıldanarak hançerini kılıfına koydu.

Aptalın tekiydi.

Birden ona döndüm ve bir saniyelik boşluğundan faydalandım. Göğsüne kafamı geçirdiğimde tepki vermek için yeterince zamanı yoktu. Ellerim çevik bir hareketle hançerini kaptı ve saçlarından kavrayarak askeri kendime çektim. Hançer boğazındaydı ve vücudu bana siper oluyordu. Eğer bana ateş etmek isterlerse, bunu diğerini vurmadan yapamazlardı. Kulağına eğildim. “Adamlarına silahlarını indirmelerini söyle.” diye hırıldadım.

Sesini çıkarmadı.

Bıçağı boğazına bastırarak kan akıttım. Günlerce kustuğumun yanında bir hiçti. Yine de onu korkutmaya yetti. “Silahlarını indirmelerini söyle, yüzbaşı.”

Asker gırtlağından korkunç bir inilti çıkararak haykırdı. “Silahlarınızı indirin! Silahlarınızı indirin dedim!”

Kimse gözünü kırpmaya dahi cesaret edemiyordu. Adam bir kez daha haykırdığında sırayla silahlarını yere bırakıp ileriye doğru tekmelemek zorunda kaldılar. Keskin bakışlarla onları süzdükten sonra hançeri cebime atarak önümdeki askeri şiddetlice yere tekmeledim.

Ve koştum.

Silahlar patladı.

Yerde yuvarlandım ve kurşunlardan kaçmaya çalıştım. Bir tanesi omzumun yanına isabet etti. Acı gözlerimin önünde beyaz noktalar belirmesine sebep oldu ancak bu beni durdurmadı. Canım pahasına koşuyordum. Kendimi taştan duvarlara doğru ittim ve kandil ışığı aydınlatmalarla çevrelenmiş merdivenlerin ortasındaki derin boşluğa baktım. Her basamak uzun sayılabilecek -6 santimlik- aralıklardan oluşuyordu ve ana koridora ulaşmak için neredeyse dört kat merdiven çıkmak zorundaydım. Kahretsin. Yapamazdım. Omzumdan delicesine kan akıyordu ve bakmak istemeyeceğim kadar boktan bir durumda sayılırdı. Kurtulamayacağım.

Damarlarım buz kesmişti ve kalp atışlarım kulaklarımda gümbürdüyordu. Dişlerimi hırsla dudaklarıma batırdım ve kaderime boyun eğmemem gerektiğini yüzüme çarptım.

Ölmeyecektim.

Adım sesleri gölgemin ensesindeydi. Birkaç küfür homurdanıp merdivenleri ikişer ikişer atlamaya başladım. Yüzüme çarpan hava akımının etkisiyle açık pembe saçlarımı saran ipliğin çözüldüğünü hissettim, kalın buklelerim bedenimdeki kanla lekelendi ve sırtıma yapıştı. Bozuk süt içmişçesine yüzümü ekşittim.
Merdivenleri elimden geldiğince atlatmaya çalıştım ancak ikinci kata ulaştığımda, çoktan sınırıma gelmiştim. Göz yuvarlarım delicesine etrafımı taradı ve gizlenmek için karanlık bir köşe buldu.

Kalbim tekledi. Soğuktan çatlamış dudaklarımı aralayarak ciğerlerime uzun bir soluk çektim. Ardından nefesimi tuttum ve kendimi karanlık, boş bir hücrenin içine atarak sırtımı duvara yapıştırdım.

Tam da tahmin ettiğim gibi, kimse bulunduğum yere bakmaya tenezzül bile etmedi. Kendimi bunun için şanslı saydım. Kaslarım rahatlıkla gevşedi, bedenimi saran acı tekrardan kendini gösteriyordu.

Bulunduğum yeri es geçmelerinin başka bir nedeni olabileceğini, benimle birlikte nefes alıp veren ikinci bir kişinin ensemdeki varlığını hissettiğimde anladım.

Ses yoktu. Işık yoktu.

Beni öldürmek isteyen biri vardı.

Reflekslerim sağ olsun, bacaklarım, bana yöneltilen kılıcın keskin metalik ucundan kaçmamı sağlayarak beni sol tarafımdaki boşluğa yönlendirdi.

Kılıç başımın hemen yanına, sağımda kalan duvara saplandı.

Yutkundum. Anlaşılan bu lanet olasıca saraydan canlı çıkamayacaktım.

Karşımdaki gölge, zayıf bedenime kıyasla uzun ve iriydi. Karanlığın içinde parlayan koyu mavi bir çift göz, benimkilerle buluştu. Bana birkaç adım yaklaştığında, düşünme yetimi tekrar kazanarak karanlığın içinden adamın yüzünü seçmeye çalıştım. Her bir zerrem, olabilecek başka bir harekete karşı tetikteydi. Cebimde, askerden çaldığım gümüş bir hançer vardı. Lanet olasıca, bıçağıma uzanmaya çalışırsam muhtemelen kolumu koparıp atacaktı.

Adam yavaş hareketlerle bana yaklaştı, elini havayı itelercesine salladığında duvara asılı kandillerin hepsi birden aydınlanıverdi. Yanan ateşin güçlü ışığı karşımdakinin dudaklarındaki alaycı kıvrımları aydınlattığında, dehşet içinde bakakaldım.

Valera Aelius.

Kendi ellerimle yarattığım şeytan, tam karşımda duruyordu.
 

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.






DISQUS - Mangaya Ait Yorumlar

*Not: Yorum Yazmadan Önce;

  • Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
  • Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
  • İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
  • İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.