Bir gün, beyaz bir yılan devasa vücudunu uçsuz bucaksız bir araziye sardı, kuyruğunu kıvırdı, oradan geçen bir çifte şöyle yalvardı: “Erkek kardeşimi bulamıyorum, benim için onu bulup buraya getirebilir misiniz?”
Çift, gözleri platin gibi ışıldayan yılanın isteğini kabul etti. Erkek kardeşin ismini ve görünüşünü sorduktan sonra, siyah yılanı aramaya koyuldular. O kadar uzun zaman aradılar ki mevsimler 3 kez değişti.
En sonunda, kuzeyde bir ormanda buldukları siyah bir yılanın yanına gittiler ve dediler ki: “Duydum ki erkek kardeşin seni arıyor.”
Soğuk bir kış gününde, kuyruğu kendine dolanmış bir şekilde onların geri gelmesini bekleyen beyaz yılan, mevsimlerin şimdiden dördüncü kez değiştiği zamanda onların uzaktan yavaşça geldiğini görebiliyordu.
Kadın iki ayağından da sendeliyordu ve adam bir yılan gibi yolda sürünüyordu.
3 gün sonra onlar yanlarına geldiğinde ne olduğunu merak ederek beyaz yılan ne olduğunu sordu. Kız arkadaşın gözleri kıpkırmızıydı ve kuzeydeki bir ormanda siyah bir yılan gördüğünde söylediğinde vücudu titriyordu.
Yılanın parlak koyu renk pulları ve parıldayan gözleri vardı.
“Senden bahsettiğimde sevgilimi ısırdı ve aceleyle sürünerek uzaklaştı.”
“Ona onu öldürmeyeceğini söyle. Acele et ve git. Erkek kardeşimin yanına git.”
Mesajı ileten kadın, dişlerini ne kadar çok sıkabiliyorsa o kadar sıktı. Yılanın isteğini dinleyen kadın deli bir yüz ifadesiyle en sonunda “Beni aramaya kalkışma!!” diyerek haykırdı.
“Ama benim sevgilim öldü! Tüm mutluluğunu ve üzüntüsünü benimle paylaşacağına söz veren adam, benim kendimden bir parçam gibiydi.”
Hüznünü kontrol edemeyen kadın, fütursuzca ağlayarak yüzünü ölü sevgilisinin vücuduna gömdü. Uzun bir mesafe boyunca yalınayak bir şekilde ölmekte olan sevgilisini sürükleyen kadının tüm tırnakları yerinden çıkmıştı.
“Zemini özlemle çizerken, tırnaklarım zamanla yerinden çıktı. Elsiz ve ayaksız canavar onun aklının derinliğini anlayamadı.”
***
Susamaya başlıyor gibi hissediyordum.
Ian nefes aldığı her an, boğazının çizildiğini hissetti ve bu gözlerini açmaya zorladı.
Rüyadaymışım gibi hissettim, bulanık ve dönmekte olan görüşüm beni kötü hissettirdi.
Hezeyanlı hâliyle birkaç kez gözlerini kırpıştırdı ve bundan sonra, uzaktaki tavana direkt bakabiliyordu.
“…”
Tavan neden bu kadar yüksekti?
Yüksek tavan, nüfus yoğunluğunun fazla ve arazi fiyatlarının absürt olduğu bir şehirde herkes için olanağı bulunmayan bir ayrıcalıktı.Hal böyleyken, (yüksek tavanlı ev yerine) bir kat daha satın alıp kiracı bulmayı tercih ederdi.
Yine de, böyle boş şeyler yapanlar ya uzun zamandır çok paraya sahip olan dedeler ya da nüfusun %1’ini oluşturanlar olarak ikiye ayrılan üst sınıftı.
Bu hipotezi destekleyen sanatkarların döşediği muhteşem avizelerle süslü masalar, pahalı antik mobilyalar gibi gözüküyorlardı.
Hemen gördü. Hızlıca etrafına baktı ve atmosferi kavradı, ama neden bu yerde uyandığını bilmiyordu.
Dağınık düşüncelerini saptarken bir noktada Ian fark etti ki vücudu sanki günlerdir dövülmüş gibi ağrıyordu.
Bu da neydi? Ayağa bile kalkamıyordum, yumuşak bir yatağa gömülmüştüm, günün tarihini öğrenmeye çalışıyordum.
Oh, bu arada, saat kaçtı…
“Sonunda uyandınız.”
Düşünce dizisini bölerek kapı açıldı ve biri odaya geldi.
Temizce düzeltilmiş ve arkaya taranmış beyaz saçlar ve gümüş tek renkli monokl* gözlük.
Ian’ın kalbi, güzel uyumlu ve güzelce ilgilenilmiş bir atkı giymiş olan giysilerinden dolayı kâhya gibi görünen orta yaşlı adamı görünce kütledi.
Kimsin bilmiyorum ama iyi bir zevkin var.
“İki haftadır bilinciniz yerine gelmedi. O kadar büyük bir kazaydı ki bu gayet normal. Boğazınız iyi mi?
Düşününce, sanırım boğaz ağrısıyla uyandım. O kadar uzun zaman olmuş demek. Aklımda çok soru var, ama ilk önce nerede olduğumu sormam lazım. Neyse ki burası dakikasında silahların bana doğrultulacağı bir atmosfer değil.
Fakat.
“Oh, tanrım.”
Dediğini hoş bir sesle değil, hoş olmayan sert bir sesle söyledi. Rüzgar estikçe, aşırı acı hızla geldi. Keskin bir bıçak tereddütsüzce boğazını kesmeyi seçmiş gibi görünüyordu.
Adamın bana kaşları çatık bir şekilde baktığını görene kadar dişlerimi sıktım ve nefesimi tuttum.
“Kendini çok zorlama. Ses tellerin çok hasar görmüş, hemen konuşmak senin için zor olur. Vagonumuza saldırılması çok acı. Biz topraklarımıza gelmeden önce gerçekleşti.”
Vagon?
Nereden başlayacağını bilmiyordu, çok fazla uyuşmayan kelime vardı.
Günümüz dünyasında, sadece Disneyland’da veya turistlerin ilgisini çeken ünlü yerlerde vagonlar vardı, ve orada “saldırı” gibi endişe yaratacak şeyler olmazdı.
Sesim başka sebeplerden dolayı bu hâle gelmişti.
“…..!”
Ian, bulanık anılarını hatırlayınca kaşlarını çattı. Uzun zaman önce değildi, çok uzaktaymış gibi hissediyordu.
Sebeo bu değildi, kendimi boğmaya çalıştığım içindi…
Ian hızlıca boğazını kavradı ve ancak bundan sonra bir şey aklına geldi. Boğazının dikkatlice sargı beziyle sarılmış olduğu hissiyle tüyleri diken diken oldu.
Acı şiddetli olmasına rağmen, soluk borusunu kesip açması ve tuval bıçağını sokması ile ilgili hatıra, hala canlıydı. Aşırı kanama olmasaydı bile her yerindeki pas ve boyadan dolayı sonraki gün tetanoz olacağını söylemek kibarca olurdu.
Yerdeki kırmızı birikintileri hatırlayınca daha da belirgin olmuştu. İlk yardım imkansızdı. O anı hatırlayıp süreyi hesapladım.
O zaman nasıl olur da hala yaşıyordum?
Boş bir ifadeyle önümdeki adama baktığımda gülümsemesiyle ne ifade ettiğini merak ettim. Sadece filmlerde olan “ideal” bir gülümsemeydi ama içgüdüsel olarak (adamın) görünüşünden dolayı bunun doğal olduğunu düşünmüştüm.
“Oh, sizi selamlamıştım.”
Başı eğik adam kendini Edward olarak tanıttı. Bu malikanenin kâhyasıydı, o yüzden onu “Ed” olarak çağırabilirdim, ama kahya görevinde olan bir insana ne diyebilirdim ki? Her şeyden önce “chaebol”**ları oynamak için seçilmemiştim.
Ya da bu bir rüya mıydı?
Garip bir şekilde gerçek algısından yoksundu.
Böyle bir rüya gördüğüm ilk zamandı, hayal gücü yüksek bir insan değildim. Hiçbir zaman rahat uyuyamadığımdan hiçbir zaman rüya görmemiştim. Sonsuza kadar uyusaydım farklı olabilirdi.
Biraz başım dönüyordu.
Düşününce uyanmadan önce bir rüya görmüştüm. Çok parlak beyaz bir yılan ortaya çıkmıştı…
“Programı daha fazla erteleyemediğimiz için Lord şu an ofisinde değil.”
Adam çalışanın ünvanını görünce nazikçe gülümsedi ve sanki biri duyarsa sorun olacak bir hikaye anlatacakmış gibi sesini alçalttı.
“Senin kalkmanı bekliyordum. Aynı zamandaelde etmesi zor olan bu kutsal suyu veren de efendiydi. Bu olmadan şu an kalkman zor olurdu.”
Sesinin her tonu benim için endişe notları içeriyordu. Kelimeleriyle bunu anlamıştım.
Katolik misin?
Kutsal su bildiğim o kutsal su mu diye düşündüm ama hemen sonra kafamı salladım.
Ölmekte olan insanlara kutsal su püskürtmek bence korkunçtu.
Ian’ın tepkisiz davranışlarını kabul etmesi alışılmadıktı.
Bir zaman sonra, biri kapıyı çalıp içeri girdi. Turuncu saçları güzel bir şekilde bağlanmış, hizmetçi üniforması giyen bir kadındı.
Ne kadar asil bir ilgi.
“Boğaz ağrınızı rahatlatacak.”
Tepside bilmediği çiçeklerden güzelce oyulmuş bir çay seti vardı.
Ian sadece zarif hareketlerle fincanı dolduran adama bakıyordu.
Diğerlerinin ona verdiklerini yemedi veya içmedi. Önündeki fincana ulaştığında kafasını salladı, daha sonra durdu ve aşağıya baktı.
Adam hala gülümsüyordu ama bir şeyler yanlıştı.
Sabit bir ifade ve ağızla adama baktıkça Ian acı bir şekilde düşünmeye devam etti.
Bunu yemek zorundaysam yapacak bir şey yok.
Pencereler opak perdelerle kaplıydı, bu yüzden de dışarıyı göremiyordum ama kapının yakınında bir kalabalık olduğunu hissedebiliyordum.
Pencerenin yakınında kimse yokmuş gibi görünüyordu. Burasının hangi kat olduğunu bilmiyorum o yüzden büyük ihtimalle iyi bir deneme olmaz. Zaten en başta yabancı bir yerden kaçmak pervasızca olur.
Ian biraz zaman sonra sakince itaat etmek veya hızlıca kaçmakla ilgili düşünmeyi bırakır.
“…..”
Bütün bu zahmete ne gerek var?
Ölmek için boğazıma bıçakla yardım.
Zonklayan acı tekrar vücuduna dağılmıştı.
Hala önünde fincana bakan Ian, düşünmeyi bırakmaya karar verdi. Zaten bu bir rüyaydı. Yaşamak için bu kadar çabalaması gülünçtü.
Fincan ona verildiğinde, adamın bakışını hissedebiliyordu.
Sessizce soğuyan çaydan bir yudum aldı. Aynı anda hem tatlı hem acı bir tat diline karıştı.
Kesinlikle sağlıklı bir tat değildi.
“Biraz uyumaya çalışın. O zaman…”
Arkadaş canlısı bir tonla bir şeyler ekliyordu ama pek duyamadım. Tek hatırladığım yorgunluğun bir sel gibi üstüme çökmesiydi ve fark etmeden gözlerimi kapatmıştım.
Aslında, ne olup olmadığı önemli değildi.
Bu sefer Ian, her şeyin biteceğini umut ederek durgun gözlerini tekrar kapattı.
*ÇN: Kaş kemerinin altına sıkıştırılarak kullanılan tek gözlük camı. **ÇN: Korecede büyük aile şirketi demektir.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.