Birden bir kahkaha patlattım. Yalan olup olmadığına bakmak için gözlerimi temizleyip tekrar bakmak zorunda kaldım. Dosya uzantısı TXT idi. O zaman bu yazarın... Yani onun bana gönderdiği hediye kendi romanının bir kopyası mıydı?
[Özel bir nitelik elde ettiniz.]
[Özel yetenek yuvası etkinleştirildi.]
Dosyayı çalıştırdıktan sonra kulağımda bir mesaj duydum. Dünyanın Hayatta Kalma Yolları’na dönüşmüş olması pek de şaşırtıcı değildi. Hayatta Kalma Yolları’nda sağ kalan herkesin özel nitelikleri ve becerileri vardı. Zihnimde sessizce ’Nitelik Penceresi’ dedim. Ne de olsa, aldığım niteliği öğrenmem gerekiyordu.
[Nitelik Penceresini etkinleştiremezsiniz.]
Ne? Bir kez daha ’Nitelik Penceresi’ demeye çalıştım ama sonuç aynıydı. Bu çok anlamsızdı. Böyle bir sorun olabileceğini nereden tahmin edebilirim ki? Eğer Nitelik Penceresini kullanamıyorsam o halde hangi niteliklere veya yeteneklere sahip olduğumu bilemezdim. İnsanın kendini ve düşmanını tanıması onun yenilmez olmasını sağlardı. Ancak bu, bırak düşmanı kendimi bile tanıyamadığım bir durumdu.
Bir süre boşluğa baktıktan sonra pes ettim ve yazarın bana verdiği kitabı okumaya karar verdim.
[Özel niteliğinizin etkisi nedeniyle okuma hızınız arttı.]
Özelliğin ne olduğunu bilmiyorum ama özelliğin etkisi sayesinde Hayatta Kalma Yolları’nın ilk bölümünü okumam bir dakikadan az sürdü. Sonra da onu buldum. Parmağımın durduğu yer, kitabın başlarında, ana karakterin tren sahnesindeki ’aksiyon’ kısmıydı.
「İnsanların 3707 numaralı vagonun arka kapısında toplandığını gördü. Elinde sıkıca tuttuğu çakmağın tekeri soğuktu. Bu yaşamında da kesinlikle hata yapamazdı. Amacı için her türlü yolu kullanacaktı.
İnsanların yüzündeki o korku dolu bakışlar...
Hiç suçluluk hissetmedi. Sonuçta her şey gelip geçiciydi. İnsanlara acımasız gözlerle baktı. Bir süre sonra parmak uçları harekete geçti ve ateş yükseldi. İşte herşey o andan itibaren başladı.」
Tüylerim diken diken oldu ve paragrafı tekrar tekrar okumak zorunda kaldım. Huzursuzluğumun sebebiyse çok geçmeden ortaya çıktı.
“...3707.”
Refleks olarak bindiğim vagonun numarasını kontrol ettim--[3807]. Şu anda içinde bulunduğum vagon, ana karakterin bindiği vagonun arkasındaydı. Ellerim hafiften titredi.
...Dur bir dakika. Bu vagondan kaç kişi kurtuldu?
「Bulanık camdan 3807 vagonuna baktı. Artık çok geçti. Bu kaçınılmaz bir şeydi. Her halükarda, o vagonda sadece iki kişi hayatta kalmıştı.」
Sadece iki kişi hayatta kaldı. Bunun anlamı o iki kişi dışında herkesin öldüğü idi ve ben o iki kişinin kim olduğunu zaten biliyordum. Başımı kaldırdım ve boş gözlerle Yoo Sangah’a baktım. Belki de bu kadın az sonra ölecekti.
...Belki ben de.
“Dokja-ssi, bunu durdurmamız gerekmiyor mu?”
Yoo Sangah’ın eliyle gösterdiği yerde bir şeyler oluyordu. Bir inilti sesi duyuldu. Genç bir adam, yaşlı kadının önüne çömelmişti.
“Kahretsin. Moralim fena bozuk ve bu yaşlı kadın inleyip sızlanıp duruyor! Çeneni kapatmayacak mısın?”
Genç adam, giriş kapısına yaslanmış bir erkek öğrenciydi. Zayıftı ve boyalı beyaz saçları vardı. Üniformasına iliştirilmiş rozette adı yazılıydı: Kim Namwoon. Tanıdığım bir isimdi.
「O arabadan sadece Lee Hyunsung ve Kim Namwoon kurtuldu. Sorun değil. Zaten ihtiyacım olan sadece onlar.」
“Sana çeneni kapatmanı söylemedim mi?”
Heyecanlanan Kim Namwoon büyükannenin yakasına yapıştı. Büyükannenin güçten düşmüş bacakları sendeledi ve Kim Namwoon’un avuç içi havada hareket etti.
Tokat ve bir tokat daha.
Normalde biri bunu durdurmak için koşardı ama şimdi kimse hareket etmiyordu. Çok geçmeden tokatlar yerini yumruklara bıraktı.
“K-Kurtarın beni. Nolur kurtarın beni...!”
Sert bir yumruğun ete çarpma sesini duyabiliyordum. Kim Namwoon’un etrafındaki adamlardan bazıları tereddüt etse de hiçbiri ileri gitmek istemedi. Beklenmedik bir şekilde ilk harekete geçen kişi ise Han Myungoh oldu.
“Genç adam, bir büyüğüne böyle davranman...!”
Ancak aldığı tek cevap, küçümsemeyle karışık bir sesti:
“Bayım, ölmek mi istiyorsunuz?”
“...Ne?”
“Hâlâ durumu anlayamadın mı?”
“Bu velet ne zırvalıyor böyle?”
Kim Namwoon, Han Myungoh’un kendine lanet okumasına sadece güldü. Parmağıyla metro vagonunun tavanını işaret etti.
“Şunu görmüyor musun?”
Tavanda holografik bir ekran oynuyordu.
[K-Kurtar beni!]
[Aaaaaaah!]
[Öl! Öl!]
Bu sadece tren vagonları ya da Daepong Lisesi değildi. Bu, ülkenin her yerinde ölen insanların canlı bir videosuydu. Kim Namwoon konuşmasına devam etti:
“Hâlâ anlamıyor musunuz? Ordu bizi kurtarmaya gelmiyor ve birilerinin de ölmesi gerekiyor.”
“N-Ne demek istiyorsun...?”
“Ölmesi için birini seçmeliyiz.”
Han Myungoh cevap veremedi. Açıkta kalan bileğindeki tüyler diken diken olmuştu.
“Elbette ne düşündüğünüzü biliyorum. Yaşamak için hemşerilerini öldürmek zorundasın. Bu sadece orospu evlatlarının yapacağı bir şey. Ama biliyorsunuz, bu bizim elimizde olmayan bir durum. Kontrolümüzün tamamen dışında. Eğer öldürmezsek hepimiz öleceğiz. Peki bizi kim suçlayacak? Sonunda o sikik ahlak anlayışınız yüzünden mi öleceksiniz?”
“B-Bu...”
“İyi düşünün. Şimdiye kadar bildiğiniz dünya az önce sona erdi.”
Han Myungoh’un omuzları titredi. Titreyen sadece Han Myungoh değildi. Orada bulunan diğer insanların da gözlerinde çatlaklar beliriyordu. Belli belirsiz ahlak anlayışlarının çöktüğü bir sahneydi bu. Kim Namwoon da bu çatlağa tüy dikerek son noktayı koymuştu.
“Yeni bir dünya yeni kanunlar gerektirir.”
Kim Namwoon, Hayatta Kalma Yolları dünyasına en hızlı adapte olan delikanlıydı. Arkasını döndü ve büyükanneyi yumruklamaya devam etti. Ancak bu kez kimse onu durduramadı; ne Han Myungoh, ne diğer adamlar... hatta ne de Lee Hyunsung. Askerin yumrukları titrerken, yüzünde kaybolmuş bir ifadeyle havaya bakıyordu. Belki o da bir kararını vermişti.
“Ah... Öldürmek çok zor. Öylece izleyecek misin? Geride mi kalmak istiyorsun?”
Kim Namwoon’un sözleri karşısında insanlar titredi. Yüz ifadeleri ucuz bir romandaki satırlar kadar kolay okunuyordu.
「Beş dakika içinde kimse ölmezse, bu vagondaki herkes ölecek.」
İnsanların gözlerindeki duygular değişiyordu.
「Büyükanne ölmezse, beş dakika içinde öleceğiz...」
Artık bir canlının sahip olabileceği en ilkel duygulara sahiptiler.
“Evet... Bu piç haklı. Eğer bunu yapmazsak herkes ölecek.”
İlk adam Kim Namwoon’a doğru koştu. Yere yığılmış ve kıvrılmış olan yaşlı kadını tekmeledi.
“Unuttun mu? Birisi ölmeli! Biz de böylece yaşayabiliriz!”
“Ah, lanet olsun... Bilemiyorum.”
İkincisi ve üçüncüsü, büyükanneden uzakta duran insanlar, oyalanan korkak adamlar, bunu telefonuyla çeken üniversite öğrencisi, çocuğun annesi ve Han Myungoh... Hepsi büyükanneyi linçlediler ve ölümünü amaçladılar.
“Öl! Çabuk öl!”
Ölüm cezası için işbirliği yapan gardiyanlar gibiydiler. Mahkumu kimin öldürdüğü anlaşılmasın diye kolu aynı anda çeken gardiyanlar gibi bu insanlar da büyükanneyi aynı anda tekmeliyor ve yumrukluyorlardı.
...Ve ben de tüm bu olanları izliyordum. Sanki başka bir dünyada olan bir şeyi seyreden biri gibi duruyordum. Adını sanını bilmediğim büyükanne yaşamaması gereken biriydi. Orijinal senaryoda da büyükanne ölmüştü. Yani... onun ölümünü izlemek günah sayılmazdı.
Tam o sırada Yoo Sangah ayağa kalktı ve büyükanneye hitaben:
“Öldürüleceksin.”
Refleks olarak onu tuttum.
“Sana hareket etmemeni söylemiştim.”
Tuttuğum kolum titriyordu. Yoo Sangah titremesini gizlemek için yumruklarını sıktı.
“Biliyorum, biliyorum...!”
“Yoo Sangah-ssi, şimdi gidersen öleceksin.”
Yoo Sangah’ın gözleri korkuyla titriyordu. Öyle bile olsa... Fark etmiştim. Hikâyenin türü değişmesine rağmen bazı insanlar hâlâ ışıl ışıl parlıyordu.
“Yoo Sangah-ssi, otur.”
Ancak, bu hikâyeyi değiştirebilecek kişi Yoo Sangah değildi. Yoo Sangah bu dünyanın baş kahramanı değildi.
“Ha? Ama-”
“Sadece bu seferlik ne diyorsam onu yap. Ondan sonrasına karışmayacağım.”
Yoo Sangah’ı zorla yerine oturttuktan sonra derin bir nefes aldım ve ona arkamı döndüm. Sırtımı dikleştirdim ve nefes verirken ayak bileklerimi ve el bileklerimi yavaşça gevşeterek sallandım. Doğrusu öne çıkmak için biraz erkendi. Başlangıçta planım bu değildi.
“...Dokja-ssi?”
Büyükanneye saldırmaya niyetli olan insanlara bakarken onun çağrısına cevap vermedim. Kim Namwoon’dan ya da insanlardan korktuğum için hareketsiz kalmıyordum, onların insanlık dışı davranışlarına rıza da göstermiyordum. Sadece bekliyordum. İşte o an harekete geçmem gerekiyordu. Böylece...
Kvannnnnnnk!
İşte tam sırası.
“Aaah! Ne?”
Bir patlama sesi kulaklarımı doldurdu ve vagon sarsıldı. Vagonun sağ ön köşesinden dumanlar yükselirken insanlar çığlık atıyordu. Başlamıştı. Bu yüzden hareket ettim. Sağ ayağımla yere olabildiğince sert bir tekme attım ve çığlık atan insanların yanından geçip büyükanneye doğru oturdum.
“Ne? Eee!”
Kim Namwoon bana çarptı ve bir çığlık atarak yere düştü. İlk bakışta büyükanneyi kurtarıyor gibi görünüyordum ama amacım bu değildi.
Neredeydi o? Hızlıca etrafıma bakındım. Birisi patlamanın etkisiyle büyükanneye doğru savrulmuştu. Bu cehennemin ortasında ağlayan bir çocuktu... Az önce elinde böcek toplama ağını tutan çocuk.
“Bana bir dakika izin verin.”
Çocuğun elinden ağı aldım. Elimi ağın içine soktuğumda bir çekirgenin kitini parmak uçlarıma ulaştı. Bir tanesini çıkardım ve çocuğun eline verdim. Sonra insanlara doğru döndüm.
Patlamadan sonraki geçici sessizlik nedeniyle sesim şaşırtıcı derecede netti. İnsanlar teker teker bana bakmaya başladı.
“Diyelim ki büyükanneyi öldürdünüz. Sonra ne olacak?”
Şaşkın yüzleri iyi görünüyordu. O zaman onlara biraz daha açıklayayım.
“Büyükannenin ölümü, dokkaebi’nin ‘ilk öldürme’ dediği şey olacak ve bir süre daha kazanacağız. Peki ya sonra?”
“Ah...”
“Dokkaebi’nin söylediği doğruysa, her biriniz bir şeyi öldürmek zorundasınız. Peki büyükanneden sonra kimi öldüreceksiniz? Yanınızdaki kişiyi mi öldüreceksiniz?”
Bir şeyler düşünen insanlar birbirlerinden uzaklaştı. Korku gözlerini kapladı. Aslında herkes farkındaydı... Büyükanne sadece bir başlangıçtı. Kim Namwoon bu sallantılı atmosferi fark etti.
“Haha, hepiniz neden endişeleniyorsunuz? Sonra da onu öldürürsünüz! Ödlekler. Sıranın size geleceği konusunda endişelenmeyin! Olasılıklar eşit!”
Kim Namwoon’un böyle bir şey söyleyeceğini tahmin etmiştim. Elimi hafifçe sallayarak sözünü kestim.
“Bu şekilde kumar oynamaya ne gerek var? Katil olmasan bile hayatta kalmanın bir yolu var.”
“Ne?”
“N-Neymiş o?”
İnsanlar büyük ölçüde heyecanlandı ve Kim Namwoon’un ifadesi bozuldu.
“Unuttunuz mu? Senaryonun açık koşulu ’bir kişiyi öldürmek’ değildi.”
Çoğu hâlâ şaşkındı ama birkaç kişi bir şey fark etti.
[Bir veya daha fazla canlıyı öldürmek.]
Bu doğru. Başından beri, senaryonun içeriğinde ’kişi’ kelimesi hiç belirtilmemişti. Bir ya da daha fazla canlıyı öldürmek... Başka bir deyişle, herhangi bir canlıyı öldürmek mümkündü. Kıvrak zekâlı biri elimdeki toplama ağına doğru bağırdı:
“Böcek! Böcekler!”
Çekirgeler ve çekirgeler toplama ağının içinde zıplıyorlardı. Onlara bakan insanların gözleri parlıyordu. Başımı salladım.
“Doğru, böcekler.”
Sonra elimi ağın içine soktum ve bir çekirge çıkardım. Daha önce gördüğüm tombul bir çekirgeydi.
“V-Ver şunu bana! Çabuk!”
“Sadece bir tane! Sadece bir tane lazım!”
Yaklaşan insanlara bakarken yavaşça geri çekildim. Şu anda, büyükanneyi öldürmeye çalışan çılgınca bir delilik ile karşı karşıyaydım ama suratımda bir gülümseme belirmişti. Neden ki? Bu nefes kesici gerilimde bile kalbim neden keyifle çarpıyordu?
“İster misiniz?”
Ağı bir hayvanı kışkırtan bir eğitmen gibi salladım. Birkaç sabırsız insan bana doğru sıçradı.
“O zaman tut!”
Elimdeki çekirgeyi parçaladım.
[’İlk Öldürme’ başarımını elde ettiniz!]
[Ek ödül olarak 100 jeton kazanıldı.]
Aynı anda diğer elimdeki ağı olabildiğince sert bir şekilde büyükannenin ve kalabalığın toplandığı alanın aksi tarafına doğru fırlattım.
“Saçmalık!”
Böcekler serbest kaldı ve özgürlükleri için olabildiğince sert zıpladılar.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.