Eun-jung, Gun-woo’nun hareketsiz bedenine bakarken gözyaşları yanaklarından süzülmeye devam ediyordu. “Huhuhu... Tamam, sakin kalmalıyım,” diyerek kendini teskin etmeye çalıştı. Derin bir nefes aldı ve titreyen elleriyle Gun-woo’nun kolundan tutarak, “Önce seni yatağa yatırmalıyım,” diye mırıldandı. Bedenini kaldırmaya çalışırken ağırlığından dolayı sendeledi. “Neden bu kadar ağırsın?” diyerek şikayet etse de pes etmedi. Onu zar zor yatağa taşıyıp dikkatlice yatırdı. Elleriyle üzerindeki tozları silerken iç çekti. Gözleri hâlâ endişeyle doluydu. ‘Bu halde ne yapacağım? Lütfen bir şeyler söyle… ya da bir işaret ver...’ diye düşünürken titreyen dudaklarını ısırdı. Bir anlığına başını Gun-woo’nun göğsüne yasladı, nefes alışlarını duyup duymadığını anlamaya çalıştı. Sessizlik, kalbinin daha da hızlı çarpmasına neden oluyordu. Eun-jung’un gözleri yerdeki kağıtlara takıldı. İçinden, ‘Umarım düşündüğüm değildir...’ diye geçirirken kağıtlardan bir anlığına belli belirsiz bir aura ipliği gördü. “Kahretsin,” diye homurdandı, kaşlarını çatarak elini alnına vurdu. Sonra gözlerini kağıtlara dikti ve normal bir tonda konuşmaya başladı. “Hıh… Kendini bu kadar belli etmesen mi, Sophia?” İç çekip başını hafif yana eğdi, kollarını önünde birleştirdi. “Ne işin var burada?” Kağıtlardan zarif bir ses duyuldu: [Fufufu… Keskin gözleriniz var, Leydim.] Kağıtlardan dışarı doğru spiral şekilde dönen aura, odanın ortasında birleşerek Sophia’nın bedenini oluşturdu. Boyu normal bir insanın üç katıydı. Kafasından siyah tüylerle süslenmiş altı kanat çıkıyor, teni hafif gri bir tonla parlıyordu. Çekik dört gözü, gri küllere bulanmış uzun saçları ve büyüleyici yüzüyle, Sophia gerçek bir düşmüş meleğin tüm görkemini taşıyordu. Saçları rüzgar varmış gibi dalgalanıyor, siyah kristallerle süslenmiş elbisesi, kalçasına kadar yırtmaçlı eteği ve göğsünden omuzlarına uzanan uzun tül ile neredeyse tehditkâr bir zerafet yayıyordu. Sophia kağıtların arasından tam anlamıyla dışarı çıkarken başını hafifçe eğdi ve melodik bir sesle konuştu: [Sizi tekrardan görmek bir onurdur, Leydi Maeng.] Odadaki koku, cennetin saf zambaklarının cehennemin kül kokusuyla harmanlanmış, hafif bir afrodizyak etkisi yaratan eşsiz bir bileşimdi. Sophia’nın varlığı, kokuyla birlikte odanın atmosferine hem büyüleyici hem de rahatsız edici bir yoğunluk katıyordu. “Seni de gördüğüme sevindim, Sophia,” dedi Eun-jung, sanki eski bir dostu karşılar gibi rahat bir sesle. Ancak yüzündeki endişe hâlâ tam anlamıyla silinmemişti. “Ama buraya gelmen sakıncalı değil mi? Eğer fark ederlerse…” Sophia, yüzünde soğuk bir tebessümle cevap verdi: [Haklısınız, Leydim. Buraya o’nun haberi olmadan geldim. Fazla zamanım yok ve… maalesef bizim de zamanımız yok.] Sophia, zarif ama kesin adımlarla yatağa doğru yürüdü. Uzun, ince parmaklarını Gun-woo’nun yanağına dokundurup yavaşça okşadı. Aura, dokunduğu yerde ince bir ışık halkası gibi dalgalandı. ‘Seni görmek güzel, genç efendi...’ diye içinden mırıldandı, gri gözleri Gun-woo’nun hareketsiz yüzünde gezinirken. Sonra Eun-jung’a dönerek, daha ciddi bir ifadeyle konuştu: [Leydim, size bir şey söylemem lazım.] Gözlerini kısarak Gun-woo’ya baktı, sanki onu derinlemesine tarıyormuş gibi. Kısa bir sessizliğin ardından, biraz çekingen bir ifadeyle ekledi: [Bu arada, Leydim, soru sorduğum için mazur görün...] Sophia, zarif bir hareketle Eun-jung’a döndü. [Genç efendi’nin nesi var? Onda belirsiz bir mana hissediyorum. Ama bu... tanıdık ve aynı zamanda tamamen yabancı bir şey.] Eun-jung, Sophia’nın önerisini duyunca şaşkınlıkla bir adım geri çekildi. “Nasıl...? Yani ne demek istiyorsun?” diye sordu, sesi hafifçe titrerken. Sophia, sakin bir ifadeyle başını hafifçe eğdi. [İsterseniz gücümle araştırabilirim sizin için, Leydim.] Bu sözlerin ardından elini Gun-woo’nun alnına koydu. Gözlerini kapatarak bir büyü cümlesi fısıldadı. O anda, elinden mor ve siyah karışımı bir ışık yayılmaya başladı. Aura o kadar yoğundu ki odadaki hava bile ağırlaştı. Ancak, büyü devam ettikçe Sophia’nın yüzü değişmeye başladı. Önce derin bir endişe, ardından korku yüzüne yayıldı. Alnında ter damlaları birikiyor, kaşları çatılıyordu. Birdenbire büyü bozuldu ve Sophia, keskin bir çığlıkla yere yığıldı. [Aaah...!] Yerde titreyerek başını tutuyordu. Korku dolu gözlerle yere bakarken kendi kendine mırıldandı: ‘O neydi öyle?’ Eun-jung, şaşkınlığını üzerinden atarak hızla yerinden kalktı ve Sophia’nın yanına koştu. Yere çömelip onu kaldırmaya çalışırken endişeyle, “İyi misin?” diye sordu. Sophia’nın zayıf bir şekilde başını sallaması üzerine, onu yavaşça tutup oturma odasına götürdü. Rahat bir koltuğa oturttuktan sonra yanına geçti. Sophia başını eğmiş, üzgün bir ifadeyle konuşmaya başladı: [Üzgünüm, Leydim. Küstah bir hareket yaptım…] Eun-jung, onun sözünü aniden keserek ofladı. “Of, eskiden de sana söyledim, benimle rahat konuşmana izin veriyorum. Başını kaldır,” dedi, biraz sert ama dostane bir tonla. Ardından iç çekti ve gözlerini kısa bir süre kapattı. Sophia, yavaşça başını kaldırırken hâlâ biraz huzursuz görünüyordu. Ama o korkunun izleri yüzünden silinmemişti. Eun-jung’un da gözlerinden geçen bir şeyler vardı; hem merak hem de tedirginlik. Sophia’nın gördükleri kesinlikle sıradan bir şey değildi. Eun-jung, yüzündeki ciddi ama endişeli ifadeyle, “Öğrenebildin mi neden olduğunu?” diye sordu. Gözleri, hala toparlanmaya çalışan Sophia’ya odaklanmıştı. Sophia, bir an duraksadı. Ancak zihni, gördükleriyle ilgili düşüncelerle doluydu. *** ‘Gun-woo’yu araştırırken... bilincine ulaştığımda bir şeyler çok farklıydı. Sanki beni engelleyen sonsuz bir perde vardı. O perdenin üzerinden aşağıya doğru akan sonsuz yazılar gördüm. Ama bu yazılar... onların anlamını kavrayamıyordum. Perdeyi aşmak için çok fazla güç harcadım.’ Sophia, içten içe titreyerek gördüklerini hatırlıyordu. O perdeyi aşmaya çalışırken, bilincin merkezinde bir çekirdek parıldıyordu. ‘Ve o... o çekirdek... yüce bir ışık saçıyordu. Tamamen saf ve büyüleyici. Ama aynı zamanda korkutucu. Sanırım bu çekirdek, o’nun sürekli arayıp da bulamadığı şey... Anahtar.’ Sophia, gözlerinde bir ürpertiyle, çekirdeği daha detaylı incelemeye çalışmıştı. Ancak tam o sırada, çekirdeğin dışında bir ışık süzmesi dikkatini çekmişti. Dönüp ışığın kaynağına baktığında, kalbini sıkıştıran bir korku her yanını sarmıştı. ‘Olamaz... Korkarım ki bu çekirdek...’ Çekirdek, onun hayal edebileceğinden çok daha büyüktü. Kadim Karanlık ve Kadim Nur, birbirine karışmış ve çekirdeğin derinliklerinden dalgalanıyordu. Ancak asıl dehşet verici olan, çekirdeği çevreleyen güçlerdi. Çekirdeğin etrafında, onu tamamen zapt etmeye çalışan devasa mühürler ve lanetler vardı. Sophia’nın daha önce hiç görmediği kadar güçlü ve karmaşık yapılardı bunlar. Her biri, çekirdeğin potansiyelini bastırmaya çalışırken, aynı zamanda varlığını devam ettiriyor gibiydi. Sophia, bu mühürlere ve lanetlere bakarken anladı; bu sadece bir güvenlik önlemi değil, aynı zamanda bir savaş alanıydı. Ve bu savaş, Gun-woo’nun bilincinin derinliklerinde sürüyordu. Sophia, mühürlere ve lanetlere odaklandıkça, onların enerjisindeki tanıdıklığı daha da net bir şekilde hissetti. Gözleri irileşti, nefesi hızlandı ve yüzü giderek soluklaştı. ‘B-bu… bu enerji… o’nun enerjisi…’ diye mırıldandı. Ancak bu farkındalıkla birlikte daha korkutucu bir şey hissetti. ‘Gücüm… neden azalıyor?!’ Etrafına baktığında, bedenini sarıp sarmalayan yumuşak bir dokunuş hissetti. Sanki omuzlarına ve ruhunun derinliklerine kadar uzanan bir perdeye dokunuyordu. ‘...ve… neden bu kadar rahat hissediyorum? Sanki yumuşacık bir kumaşa uzanmış gibiyim.’ Ama bu rahatlık, içinde büyük bir ürpertiye dönüştü. İçgüdüsel olarak arkasına baktığında, gördüğü şeyle kalbi sıkıştı. “SİKTİR HAYIR! KAHRETSİN! AAAAA!” Arkasında, sonsuz bir perde belirmişti. Ve bu perde, onun varlığını yavaş yavaş özümsüyordu. Sophia, çılgınca kaçmaya çalıştı. ‘AACCK! BU AMINA KOYDUĞUMUN BELİRSİZ PERDESİNDEN KAÇMAM GEREK!’ Ama ne kadar uğraşsa da kaçış yoktu. Hareketleri ağırlaşıyor, güçsüzleşiyordu. Ve tam o anda, perdenin derinliklerinden gelen bir ses duyuldu. – Kaçamazsın. Sophia bir an durakladı, gözleri büyüdü. Korku ve öfke dolu bir şekilde bağırdı: ‘NE?! NE DEMEK KAÇAMAM! GÖRÜRSÜN SEN, ÇIKTIĞIMDA SENİ O’NA RAPOR EDECEĞİM!’ Ancak bu sözleri söylemesiyle birlikte, özümseme daha da hızlandı. Bilincin titrediğini, karanlıkla ve parıltılarla sarsıldığını hissetti. Tam bu anda, perde bir kez daha konuştu. Ama bu sefer sesi daha gür, daha otoriterdi. – SEN KİMSİN Kİ BENİ TEHDİT EDERSİN, DÜŞMÜŞ MELEK SOPHIA?! Sophia’nın bütün bedeni dondu. İçinde, daha önce hiç hissetmediği bir korku yankılandı. ‘S-sen… sen benim adımı nereden biliyorsun?’ diye içinden geçirdi. Perdenin sesi bu kez alaycı bir şekilde yankılandı, ama Sophia’yı içine daha da çekerken tüm ortamı sarsıyordu. Sophia, çaresizce perdeye döndü. Dudakları titrerken, düşüncelerinin ve korkularının ağırlığı altında eziliyordu. ‘Yaşamam gerek,’ diye düşündü ve dudaklarını ısırarak yalvarmaya başladı. "Lütfen! Yaşamam gerek! Söz veriyorum, O’na bu olanları anlatmayacağım. Lütfen beni serbest bırak." Perde, onun sözleri üzerine bir anlığına duraksadı. Sessizlik ölüm kadar ağırdı, ta ki yankılanan o ses duyulana kadar: – SANA NASIL İNANAYIM? Sophia, bir an çaresizliğin zirvesinde daha fazla panikledi. "Anlaşma yapalım! Zaten gücümün yarısını özümsedin. Lütfen! Yaşamam gerek, her şartı kabul ederim! Yeter ki beni serbest bırak!" Sesi korkudan çatlamıştı, ancak içinde umut ışığı belirmişti. Perdenin görünmeyen yüzünde alaycı bir gülümseme belirdi. – HER ŞARTI KABUL EDECEK MİSİN? Sophia, gözlerindeki umudu daha da belirginleştirerek ve aceleyle başını sallayarak cevap verdi: "E-evet! Her şartı kabul ederim! Lütfen!" Ancak bu sırada içinde alaycı bir zafer duygusu kabardı. Elini ağzına götürerek gülmesini gizledi ve içinden mırıldandı: ‘Hah! Kolay oldu. Çıktığımda bunu O’na mutlaka anlatmalıyım.’ Perde, Sophia’nın içindeki düşünceleri okumuş gibi daha derin bir tonla konuştu: – TAMAM. ANLAŞTIK. Ansızın perdenin içinden yazılardan oluşan bir parmak belirdi ve Sophia’nın alnına dokundu. Dokunuş anında, Sophia’nın tüm bedeni titredi. "N-n-ne yapıyorsun?! AAAAAAAACK!" Dokunmayla birlikte inanılmaz bir acı hissetti. Bilinci sarsılıyor, parçalanıyormuş gibi bir acıyla inliyordu. Bağırışları sonsuzluğun içinde yankılanırken, gözleri acıdan dolup taşan yaşlarla parladı. Perdenin sesi, Sophia’nın çığlıkları arasında yankılandı. Soğuk ve ürpertici bir tondaydı, ama bir o kadar da net: – MERAK ETME, MELEK. BU SADECE BİR ÖNLEM. EĞER BURADA YAŞANANLARI BİRİNE ANLATMAYI DÜŞÜNÜR YA DA AĞZINDAN TEK BİR KELİME DAHİ ÇIKARIRSAN, BİLİNCİNE YERLEŞTİRDİĞİM LANET DEVREYE GİRECEK. O ZAMAN VARLIĞIN, TÜM KÂİNATTAN SİLİNECEK. Sophia’nın gözleri acıyla büyürken tüm bedeni titredi. ‘’n…n.. ne?!’ sophia’ nın gözlerinden yaşlar akmaya başladı. [Büyü devre dışı bırakıldı] *** Eun-jung, Sophia’nın derin düşüncelere dalmış olduğunu fark edince, onu uyandırmak için başının üzerindeki kanatlardan bir tüy kopardı. O an, tüy yerden süzülecekken, Sophia derin bir çığlık atarak kendine geldi. [AAYyy!] Sophia, gözlerini açıp etrafına bakarken, hala beyninde yankılanan düşüncelerle karışık bir şekilde sanki dünyadan kopmuş gibiydi. “Okadar dalmıştın ki, ne kadar dürtsem de uyanmadın. Cidden iyisin mi?” Eun-jung, boş boş gözleriyle ona bakarken hafifçe kaşlarını çatıp endişeliydi. Sophia, kızaran yüzüyle utanarak başını eğdi ve ellerini kollarının etrafına sarmaladı. [Leydim! Çok özür dilerim bağırdığım için.] dedi, sesindeki mahcubiyet net bir şekilde duyuluyordu. [Benim için endişelendiğiniz için teşekkür ederim, leydim.] Eun-jung, Sophia’nın utangaç bakışlarını görünce hafifçe içini çekti, ancak yüzündeki sert ifadeyi kaybetmeden, “Her şey yolunda mı, Sophia?” diye sordu. Sophia derin bir nefes aldı ve sakinleşmeye çalışarak Eun-jung’a cevap verdi: [Evet, leydim, her şey yolunda. Sadece gücümü biraz fazla kullandım, bu yüzden arada bir dalıyorum.] Eun-jung, Sophia’nın söylediklerine daha fazla odaklandı ve kaşlarını çattı. Sophia devam etti: [Şu an gerçek bedenim o yerde duruyor. Burada gördüğünüz ise benim bir klonum. Ancak bu klonu o’nun desteği olmadan, tamamen kendi gücümle oluşturdum. Bu yüzden gücüm oldukça sınırlı.] Eun-jung’un kaşları daha da çatıldı. “O’nun desteği olmadan mı? Bu tehlikeli değil mi?” Sophia, hafifçe gülümsedi ve başını salladı. [Haklısınız, leydim. Ama başka çarem yoktu. Klonumu oluşturmak için gücümün yarısını harcadım. Bu yüzden şu an elimde kalan büyü gücü oldukça sınırlı ve dikkatli olmam gerekiyor.] Eun-jung, Sophia’nın açıklamalarını dikkatle dinlerken, gözlerini Gunwoo’ya çevirdi. "Peki, bu kadar zayıf bir durumdayken neden geldin, Sophia? Bu, risk almaya değecek kadar önemli bir şey mi?" Sophia’nın yüzündeki ifade daha da ciddileşti. [Evet, leydim. Burada olmamın sebebi düşündüğünüzden daha önemli.] Eun-jung derin bir nefes alarak kollarını çaprazladı. “Hmm… anladım. O zaman anlat.” Ciddi bir ifadeyle Sophia’ya bakıyordu. Tam Sophia konuşmaya başlayacakken, odanın içinde bir ses yankılandı: “Anneee!” Eun-jung hızla Gunwoo’nun yattığı yere döndü. Gunwoo gözlerini açmış, kafasını doğrultmuştu. O anda Eun-jung ve Sophia birbirlerine bakarak donup kaldılar. Sophia, hafif bir panikle Eun-jung’a döndü: [Leydim, rol yapmayı biliyor musunuz?] Eun-jung şaşkın bir şekilde kaşlarını kaldırdı. “Evet… ama neden?” Sophia, sinsice sırıtarak elini kaldırdı: [Tamam, o zaman akışa bırakın leydim.] Bir anda parmaklarını şıklattı. ŞKKT! *** Gunwoo yataktan aniden doğruldu, boş gözlerle duvara bakarken kendini tuhaf bir boşlukta hissetti. ‘Çok boktan hissediyorum.’ diye içinden geçirdi. Ama tam o anda beyninde başka bir ses yankılandı: – Neden boktan hissediyorsun, tatlım? Gunwoo irkildi ve etrafına bakındı. Gözleri odada dolaşırken hiçbir şey bulamadı. – Fufufu... Sesime bu kadar mı aşık oldun? Kalbinin atışını hissedebiliyorum. O an tüm vücudu gerildi, yüzüne bir şaşkınlık ifadesi yerleşti. “...” – Ahh... İlk duyuşta aşk, işte buna denir. “...” Gunwoo’nun yüzü bir anda buruştu. Tedirginliği öfkeye dönüşerek bağırdı: “ANNİİIEEE!!” Bağırışıyla birlikte odanın içinde sessizlik hâkim oldu. Bir yandan nefesi hızlanmış, bir yandan da terlemeye başlamıştı. O sırada annesi yanında bir doktorla telaşlı bir şekilde odaya geldiler Eun-jung, Gunwoo’nun hâlini görünce daha da endişelendi. Gözlerinden yaşlar süzülerek hızla doktor kadına döndü. “Doktor hanım! Oğlum dün akşamdan beridir baygın. Lütfen, nesi var oğlumun?” diye telaşlı bir sesle sordu. Doktor, profesyonel bir soğukkanlılıkla Eun-jung’a döndü. Uzun boyu ve dik duruşuyla güven veren bir auraya sahipti. Siyah ve gri karışımı saçlarını arkadan toplamış, hafif kumral teni zarif bir şekilde beyaz gömleği ve siyah dar kot pantolonu ile uyum içindeydi. Üzerindeki uzun doktor önlüğü ise otoritesini tamamlıyordu. Boynundaki stetoskop dikkat çekiyordu ve onu dikkatle izleyen gözleri işinin ehli olduğunu hissettiriyordu. “Lütfen sakin olun, hanımefendi. Öncelikle oğlunuzun nabzını kontrol edelim,” dedi yumuşak ama ciddi bir tonla. Gunwoo’ya yaklaştı ve diz çökerek ona doğru eğildi. Elini nazikçe Gunwoo’nun bileğine koyup nabzını kontrol ederken Eun-jung’a baktı. “Biraz önce bağırdığına göre bilinci açık ama belli ki bir şey onu etkiliyor. Daha detaylı anlamak için birkaç kontrol yapmam gerekecek,” dedi. Eun-jung endişeyle, “Ona ne oluyor, doktor hanım? Lütfen bana bir şey söyleyin!” diye tekrar sordu. Doktor, sakin bir yüz ifadesiyle ayağa kalktı. “Henüz bir teşhis koymak için erken, ama yine de tedbir olarak dört tüp kan al… öhöm! Yani üç tüp kan almalıyım,” dedi, bir an için ağzından çıkan sözcükleri toparlamaya çalışarak. Eun-jung, gözlerini doktorun üzerinde gezdirerek içinden ‘Oğlumu sakat etmezsin inşallah,’ diye geçirdi. Ardından komik bir pişmanlıkla kafasında ‘Gerçek doktormu çağırsaydım?’ diye düşündü. Sophia, doktor rolüne bürünmüş ve ciddi bir ifadeyle hareket ediyordu. Bu durumu bir fırsat olarak görmüş, tüm dikkatini ve disiplinini bu role vermişti. "Her şey yolunda olacak," diyerek, hastanın yatak başında sakinleşmeye çalışan Eun-jung’a bakarak devam etti. "Bu tahlilleri hızlıca yapıp, gerekli tedaviye başlayacağım." Eun-jung, Sophia’nın söylediklerine biraz şüpheyle yaklaşsa da, yüzündeki endişe karışık duyguyu gizlemeye çalışarak başını salladı. "İyi, ama dikkatli olun doktor hanım, oğlumun damarları incedir ve kolayca gözükmüyor!" diyerek, Sophia’nın her hareketini endişeyle izlemeye devam etti. Sophia, Eun-jung’a gülümsedi ve cevap verdi: "Endişenizi anlıyorum, hanımefendi, ama endişelenmeyin. Doktorlar işinin ehlidir. Hiç şüpheniz olmasın, Hitakrok yeminimi insanlığı korumak için ettim." Eun-jung, içinden elini alnına vurarak ‘Bende ondan endişeliyim çünkü sen doktor değilsin, daha Hipokrat yeminini bırak, adını bile doğru söyleyemiyorsun!’ diye geçirdi. Ardından, ‘Ben ne günah işledim de bu salağın planına uydum?’ diye düşündü. Sonra, Sophia’ya dönerek, gözlerinde biraz da olsa güven hissiyle, "Size güveniyorum doktor hanım," dedi. ‘Hayır, hiç güvenmiyorum,’ diye düşündü Eun-jung, ama yüzünde gülümseme takınarak sesini çıkarmadı. Sophia, gözleri parlayarak, “Sevindim. O zaman kan almadan önce bir kontrol edelim…” dedi. Boynundaki stetoskopu alarak, Gunwoo’ya dönüp, “Bay Maeng, lütfen arkanıza dönüp sırtınızı açabilir misiniz?” diye sordu. Gunwoo, tişörtünü çıkararak sırtını döndü. Geniş omuzları ve orta kaslı, pürüzsüz cildiyle dikkat çekiciydi. Sophia, ona bakarken yüzü domatese dönmüş ve burnundan kan akmaya başladı. Aşk dolu bir şekilde ona bakıyordu. Sophia’nın içindeki kalp atışları hızlanmıştı, ama aynı zamanda mesleki sorumluluğunu unutmadan elinden geleni yapmaya çalışıyordu. Eun-jung, içinde fırtınalar kopsa da, yüzündeki gülümsemeyi zorla yerleştirdi. İçinden ‘Azgın piç, oğlumun ırzına çöküyor. Önceden söyleyeyim, ben kanat kafalı bir torun istemiyorum,’ diye düşündü. Bunu belli etmemek için, hızla ayağıyla Sophia’yı dürttü. Ardından, sanki hiçbir şey olmamış gibi, gülümseyerek, "Doktor hanım, kontrole başlasanız mı? Odanın içi soğuk, oğlum üşümesin," dedi. Sophia, Eun-jung’ın endişeli bakışlarını fark ederek hafifçe gülümsedi. "Haklısınız hanımefendi, havalar soğudu," dedi ve stetoskopun ucunu Gunwoo’nun sırtına yerleştirirken, "Lütfen derin bir nefes alınız," diye ekledi. Eun-jung, Sophia’ya gizlice bir bakış attıktan sonra, ona belirgin bir şekilde sinyal vermek için her iki elini sanki kulaklık takıyormuş gibi gösterdi. Çünkü Sophia, stetoskopun kulaklık kısmını takmadan önce kontrole başlamıştı. Sophia, bu durumu fark etti ve hemen kulaklıkları takarak Gunwoo’ya döndü, "Hmm, burada bir sıkıntı gözükmüyor," dedi. Sanki kıdemli bir doktor gibi konuşarak, "Peki, o zaman dönebilirsiniz…" diye ekledi. Ancak, içinden başka bir dünya fırtınası geçiyordu. ‘DÖN… DÖN… DÖN… Ahhh, gelecekteki kocam, yemek istiyorum seni… Muahhh…’ diye hayal ederken, Sophia’nın ağzı hafifçe sulanmıştı. Eun-jung, Sophia’nın halini fark edip hızlıca Gunwoo’nun üstünü bir battaniyeyle örttü. Ardından, kasvetli bir gülümsemeyle doktora döndü ve "Doktor hanım, oğlumun bir şeyi yok yani, değil mi? Kan almaya gerek yok, öyle mi?" diye sordu. Aklında, gelecekteki torunlarını düşünerek içinden ‘Hayır, lütfen hayır, yüce İsa aşkına kanat kafalı torunum olmasın,’ diye geçiriyordu. O kadar derin düşünmüştü ki, artık sesi bile duyuyordu: – Agu ingaaaa vaaaeee hühü – Ba…an…ne ‘Hayır, olmayacak.’ Soğuk bir tavırla Sophia’ya baktı. Sophia, birkaç saniye duraksadıktan sonra, "Ah, evet, haklısınız hanımefendi..." dedi ve kolundaki saate bakarak devam etti, "Önerinizi dikkate aldım, zaten ameliyatım var, ona da yetişmem lazım. Bir şey olursa, kartımda numaram yazıyor, arayabilirsiniz." Kartı uzattı. Sophia’nın yüzündeki profesyonel ifadenin ardında, aklında başka bir dünyada yaşadığı düşünceler vardı, ama dışarıdan her şey yolundaymış gibi görünüyordu. Sophia, doktor çantasını toplarken ciddi bir ifadeyle, "Muhtemelen hastamız bayılmış olabilir," dedi. Öyle bir ciddiyetle söyledi ki, sanki profesyonel bir doçent doktordu. Eun-jung, içinde ‘Ciddi olamazsın ya, Allah Allah, nasıl olmuş bu? Neden benim aklıma gelmedi? Demek ki bayılmış, pühffft…’ diye geçirerek, gülmemek için kendini zor tutuyordu. Sophia, ciddiyetini koruyarak, "Yani strese bağlı bir bayılma, kan değerleri de düşmüş olabilir," dedi. Bu sırada çantasını toparlamaya devam etti. Eun-jung başını eğerek, "Çok teşekkür ederim doktor hanım, siz olmasaydınız belki oğlum hiç iyileşmeyecekti…" dedi ve başını kaldırarak devam etti, "Sizi kapıya kadar eşlik edeyim ben." Sonra Gunwoo’ya döndü, "Oğlum, sen uzanmana bak, ben doktor hanımı uğurlayacağım." Sophia’nın ciddiyeti, Eun-jung’un içindeki gülme isteğini bir an olsun kesememişti, ama yine de dışarıya yansıtmamaya özen gösterdi. İkisi de odadan çıktılar ve kapıyı dikkatlice kapattılar. Dış kapıya geldiklerinde, Sophia aniden gerçek görünüşüne büründü. Eun-jung, elini göğsüne koyarak derin bir iç çekti ve mırıldandı, "Huhh… kanat kafalı torun iptal," rahatlamış bir şekilde. Sophia, Eun-jung’u görünce başını yana eğerek [Banamı seslendiniz leydim?] diye sordu. Eun-jung gülümseyerek, "Yok sana seslenmedim, dedim ki planın çok iyiydi, güzel bir plan hazırlamışsın," dedi. Sophia başını hafifçe eğerek, [Rica ederim leydim] diye cevap verdi. Eun-jung, Sophia’nın ciddi bakışlarıyla karşılaştı. "Başını kaldır da bana ne anlatacaktın?" dedi, sesi kararlı ve biraz da meraklıydı. Sophia başını eğerek, [Evet leydim…] dedi ve anlatmaya başladı. [Muhtemelen o size zamanında söylemiştir…] sakin bir şekilde devam etti. Eun-jung’ın kaşları çatıldı, içinde bir korku belirmeye başladı. Ne demek istediğini anlamış gibiydi. "Bana söyleme! Zamanı geldi mi…?" dedi, korkusunu saklayamayarak hafifçe titriyordu. Sophia başını sallayarak, [Maalesef ki evet leydim, zaman geldi. Bunu size söylemem bile büyük bir cezayı beraberinde getirecek, ama ben bir yolunu buldum.] diyerek sözlerine devam etti. [Bu bilgiyi de o’nun diğerleriyle toplantısında gizliden duydum. Çok yakın bir zamanda gerçekleşecek. Duyduğuma göre, şuan dünyada yirmi bine yakın Zephyra inmiş. Bunlar, o’nun tarafından özel olarak hazırlanmış ve dünyanın her tarafına yayılmış durumda…] Sophia derin bir nefes alıp vermeye başladı, vücudu yavaşça kayboluyordu. [Ha ha hah, leydim… zamanın tükendi. Son bir şey söyleyeceğim…] dedi, tam yok olmadan. [Kendinize dikkat edin, özellikle…] sözünü tamamlamadan, bir anda kayboldu. Eun-jung, Sophia’nın söylediklerini sindirmeye çalışarak donakaldı. Dizlerinin üzerine çöktü ve boş boş başını eğerek yere bakarken gözlerinden yaşlar süzüldü. “Hıhh… demek zamanı geldi…” diyerek derin bir iç çekti, bu kelimeler tüm vücuduna ağır bir yük gibi çökmüştü.
DEVAM EDECEK…
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.
Spoiler butonu kullanılarak spoiler yazılabilir fakat buton kullanılmadan spoiler verenler uyarılmadan süresiz engellenecektir ve geri alınmayacaktır.,
Küfür, siyasi ve seviyesiz yorumlar,
İçerikle alakasız link paylaşımları yasaktır.
İçeriği çeviren gruplar dışında site reklamı yapanlar sınırsız uzaklaştırılacaktır.