Ülkemizin neden bir canavar yuvası olarak korkulan bir yer haline geldiği sorulduğunda, siyasetçiler ve akademisyenler sıkça böyle bir ifade kullanır.
Yaklaşık 30 yıl önce, o gün, başkentin semalarını saf beyaz bir ışıkla dolduran yeni tip bomba, sadece savaşın sonunu getirmekle kalmadı.
Ölümlerle ve sessizlikle örtülü enkaz yığınlarının arasında, gökyüzüne bir devin elbisesi gibi yükselen ışık sütununun altında bir mucize doğdu.
Savaşın sona ermesinden bir yıl üç ay sonra, genç bir kız kalemini havaya kaldırdı.
Kısa ömrü beklenmedik bir kazayla son bulmuş olsa da, bugün hâlâ İmparatorluğun bir simgesi olarak anılmaktadır. Onun ölümünden sonra doğan çocuklar arasında, zamanla onunkinden bile büyük mucizeleri kontrol edebilecek psişik yeteneklere sahip bireyler birbiri ardına ortaya çıkmaya başladı.
Bu küçük canavarlar sonunda yetişkin oldular.
O zamana kadar İmparatorluk eski görkemini tamamen geri kazanmıştı. Yalnızca en seçkin psişiklerden oluşan gizli bir teşkilat kuruldu: <-Beyaz Şövalyeler->.
Diğer ülkelerle savaşmak, casusluk yapmak, kamu düzenini sağlamak, önemli kişileri ortadan kaldırmak—onlara verilen her görevi kusursuz bir şekilde yerine getirerek, hiç mucize görmemiş yabancılar için korku, imparatorluk halkı içinse muhteşem bir gelecek sembolü haline geldiler.
Heiberg Ulusal Psişikler Eğitim Okulu.
Burası, <-Beyaz Şövalye-> adaylarının toplandığı en iyi eğitim kurumudur.
Buraya gelen yaklaşık 300 öğrenciden yalnızca birkaç düzine kişi her yıl mezun olabilir.
Hayatta kalmak için verilen amansız mücadelede, öğrenciler psişik yetenekleriyle, zekâlarıyla ve acımasızlıklarıyla birbirleriyle rekabet eder, zirveye ulaşmak için ayak bileklerine yapışan arkadaşlarını tek tek aşağıya çekerler.
Bu akademi, ülkemizin rakipsiz kudretinin kalbidir.
Ve şimdi, acımasız bir topluma adım atacak olan sizlerin, bunu aklınızdan çıkarmamanızı şiddetle tavsiye ede───.
Trene binmeden önce dağıtılan kitapçığın önsözünü okuduktan sonra, Jin Kirihara kocaman bir esneme koyuverdi.
Uykusuzluk, yorgunluk ve can sıkıntısı, gecenin derinlikleriyle aynı renkte olan gözlerini her zamankinden daha donuk göstermişti.
Üç saattir otobüsteydi.
Bu yüzden, hiç ilgisini çekmeyen, bir yerlerde birilerinin uydurduğu tumturaklı ve boş cümleler arasında defalarca gidip gelmek zorunda kalmıştı. Şimdi, hiç hata yapmadan tüm metni ezbere okuyabileceğinden bile emindi.
Jin, otobüsün en arka sırasının sağ tarafında oturduğu yerden kabine göz gezdirdi.
Otuz koltuk da, aynı üniformayı giymiş erkek ve kız öğrencilerle doluydu. Hepsinin yüzünde aynı şaşkın ifade vardı.
Bu durum tamamen doğaldı. Çünkü önceden açıklanan güzergâh, bu kadar dağlık bir bölgeden geçmeyi içermiyordu.
Yanında oturan kız, derin yeşil gözlerini hızlıca hareket ettirerek ona bir soru sordu:
"Hey, Jin-kun. Sence ne durumdayız?"
Kendini tanıttığında, adının Emma Licorice olduğunu söylemişti.
Bulundukları bu rahatsız edici durum ile turuncu renkli kısa saçlarıyla etrafa neşe saçan bu kızın atmosferi pek uyuşmuyordu.
Uyuyormuş gibi yapıp geçiştirebilirdi ama otobüs durana kadar yapacak başka bir şey yoktu.
Jin, şimdilik sorusuna cevap vermeye karar verdi.
"Aa~, şoförün kendi alanında epey ünlü olduğunu duymuştum."
"Öyle mi?"
"Daha önce de birden fazla kez, tüm otobüsü ıssız bir yerde mahsur bırakmışlığı varmış."
"B-Bu durumda başımız büyük belada, öyle değil mi!? Sonuçta giriş töreni az sonra başlayacak......"
Jin, otobüsün neden bu güzergâhı izlediğini biliyordu ve en başından beri asfalt bir yol varken mahsur kalma ihtimalinin olmadığının da farkındaydı.
Sadece sakin bir şekilde düşünmek yeterliydi.
Emma’nın, onun rastgele uydurduğu hikâyeye bu kadar kolay inanması Jin’e biraz komik geldi, bu yüzden yalanlarına bir katman daha eklemeye karar verdi.
"Doğru ya, bununla ilgili başka bir hikâye daha duymuştum."
Jin, gerçekten de fazlasıyla laf yapan biri olduğunu kendisi de kabul ediyordu.
"Şöyle ki, şoförün asıl gitmesi gereken yer buraya sadece 30 dakika uzaklıktaki bir kasabaymış. Ama yönünü o kadar şaşırmış ki saatlerce bozkırlarda ve çöllerde dolaşmış, en sonunda sınırda güvenlik güçleri tarafından durdurulmuş. Neden hâlâ kovulmadığını ben de anlamıyorum."
"Bu artık sadece yön duygusunun olmaması meselesi değil, ha......"
"Aynen öyle. Gerçek şu ki, o aslında yolcuları çılgın yerlere götürmekten zevk alan bir sapık. Bugün de bayağı hevesli görünüyor, değil mi?"
"Bu hikâyeyi de kimden duydun?"
"Babamdan. Şoförün çalıştığı şirketin başkanıyla içki arkadaşı. Adam onu bir an önce kovdurmak istiyormuş, sürekli bundan bahsediyor."
"Ee? Bu uydurma bir hikâye, değil mi? Ne yapmalıyım, artık gerçeğin ne olduğundan emin değilim......"
"Sence uydurma hikâyeler böyle arka arkaya söylenebilir mi?"
Jin, neredeyse bilinçsizce yalan üretme yeteneğine sahip olmanın ciddi bir bozukluk olduğunu fark etti.
Emma, anlatılanların doğruluğundan emin olamamıştı ama bu onun içindeki kaygıyı ve korkuyu bir nebze de olsa azaltmıştı.
Emma, gereksiz şüpheleri bir kenara bırakmaya karar verdi. Kabindeki diğer öğrenciler de zamanla sakinleşti.
Evet, bu okulda her şey mümkündü.
Zaten dünyanın mantığını reddederek yaşamıyor muyduk?
Başımıza ne gelirse gelsin, fizik kurallarını yeniden yazıp kendimizi kurtarabiliriz. Öğrenciler—her biri psişik yeteneklere sahip olan bu çocuklar—bu basit çözüme bir kez daha inandılar.
Kısa bir süre sonra, otobüs aniden durdu.
Kaygı ve gerginlik birbirine karışırken, kırklı yaşlarının ortalarında görünen takım elbiseli bir adam otobüse bindi.
"Geldik. Hadi, çabuk eşyalarınızı alın ve inin."
Otobüsün geçebileceği kadar dar olan orman yolunun her iki tarafı da sık ağaçlarla kaplıydı.
Yakınlarda hiçbir bina yoktu.
Burasının gerçekten varış noktaları olduğuna inanmak zordu, ancak öğrencilerin yapabileceği başka bir şey de yoktu.
Otobüsten indiğinde Emma, Jin’e şüpheli bir ifadeyle baktı.
"Bak işte! Biliyordum, mahsur kalmamız mümkün değildi!"
"Üzgünüm, üzgünüm. Sadece şaka yapıyordum."
"Aman Tanrım, bana neden yalan söyledin ki?"
"Biliyorsun, gireceğimiz yer gerçekten acımasız bir yer. Burada hile yapmak, başkalarını aşağı çekmek sıradan şeyler. Sadece bunu hatırlatmak istedim."
"Ee~? Bunu düşündüğünü bilmiyordum...... Teşekkür ederim."
"Önemli değil. Bundan sonra beraber çalışalım."
Jin, gülümsemesini mükemmel bir zamanlamayla yaptı.
"Bu arada, Emma, hâlâ yeterince gergin olmadığını düşünüyorum. İstersen, Heiberg Akademisi’nde hayatta kalmanın yolları hakkında sana bazı ipuçları verebilirim?"
"Gerçekten mi!? Emin misin?"
"Elbette, bu nadir bulunan fırsatlardan biri. Normalde bilgi ücreti 300.000 el ama Emma için özel indirimle 150.000......"
Jin’in durmaksızın konuşan ağzını, aniden kendi sağ eliyle kapattı.
"Hayır, hayır, az önce söylediklerimi unutabilir misin? Çok kaba davrandım ve kendimi tutamayıp böyle bir şey söyledim......"
Emma, boş bir ifadeyle ona bakıyordu.
Çevrelerindeki öğrencilerin çıkardığı gürültü, Jin’in sözlerinin Emma’ya ulaşmasını engellemişti.
İçten içe rahat bir nefes alırken, Jin de kendi diline lanet etti—kontrolsüzce hareket etmeye başlamıştı.
Mesleki alışkanlıklar bu noktaya ulaşırsa, artık geri dönülemez bir hastalık haline gelmiş demekti.
Jin, burada bulunma amacının kesinlikle para kazanmak olmadığını bir kez daha kendine hatırlattı.
Önündeki üç yıllık görev, şimdiye kadar yaptığı her şeyden çok daha zorlu olacaktı.
Böyle bir yerde düşüncesizce hareket etmemesi gerektiğini biliyordu.
"Ama biliyor musun Jin-kun? Sence şimdi ne olacak?"
"Kim bilir? Artık bir bilgilendirme yapılmasının zamanı geldi."
Tam o sırada, takım elbiseli bir adam grubun önüne geçti ve boğazını temizledi.
Sadece bu hareketiyle bile öğrencilerin çıkardığı tüm gürültü bir anda kesildi.
Bütün gözler ona çevrilmişti.
Adam, ciddi bir ses tonuyla konuşmaya başladı.
"Sonunda buraya vardınız, geleceğin öğrencileri."
Öğrencilerin gözlerinde belirsiz bir endişe vardı.
İçlerinden biri elini kaldırarak bir şey sormaya çalıştı, ancak eğitmen onu durdurdu ve kayıtsız bir şekilde devam etti.
"A~a, ne diye mızmızlanacağınızı şimdiden biliyorum.
’Biz zaten giriş sınavlarını geçmiştik.’
’Şu an açılış törenine gitmiyor muyuz?’
’Bu adil değil!’
—Bir de kendinizi bizim yerimize koyun ve her yıl aynı şikâyetleri dinlediğinizi düşünün. O kadar sıkıcı ki, insanın işten izin alası geliyor."
Eğitmenin kelimelerine sinmiş düşmanlık ve küçümseme, öğrencilerin nefesini kesmişti.
"Bunu en baştan söyleyeyim, siz bazı şeyleri yanlış anlamışsınız."
Heiberg Ulusal Psişikler Eğitim Okulu bir hayır kurumu değil!
Bizim için hiçbir değeri olmayan sıradan insanları içeri alamayız!
Bir an düşünün, İmparatorluğumuz bu projeye ne kadar para harcıyor, farkında mısınız?
Kayıtlı tüm öğrencilere her ay ödenen devasa sübvansiyonlar, bunun en açık örneğidir.
Bu para,<-Beyaz Şövalyeler->’e katılmak isteyen gelecek vadeden psişikleri desteklemek için var.
Pis sıradan insanlar için hayırseverlik olsun diye değil!"
"Whoa, bu biraz fazla sert olmadı mı......?"
Jin, kimsenin duyamayacağı bir sesle mırıldandı.
Yeteneği olmayanlara karşı hiçbir ayrım gözetmeme zahmetine bile girmeyen bu adamın tonu, neredeyse onu güldürecek kadar acımasızdı.
"Normalde, giriş sınavlarında düşük not alan siz aşağılık domuzları bir çırpıda kovmak isterdim, ancak iyi yürekli başöğretmen, size karşı merhametini gösterdi. Şimdi başlayacak olan son sınavı geçenler, Heiberg Akademisi’ne tam kabul hakkı kazanacak.
...... Anlaşıldı mı sizi domuzlar?
Bu sizin, 30 kişinin kazanma ve kaybetme sınırında olduğu anlamına geliyor."
’’Eleme Sınavı...’’
Birinin mırıldanışı, Jin’in kulak zarına dokundu.
Görünüşe göre bazı öğrenciler, en azından söylentilerden bu sınavın varlığını duymuştu.
Her biri yumruklarını sıkarak bu aşağılanmaya katlandı.
Şimdiye kadar, psişik yeteneklere sahip bireyler olarak, çevrelerinden gelen tüm beklentileri taşımışlardı ve en alt yüzde 10’luk kesime, yani elenenler arasına gireceklerini asla hayal etmemişlerdi.
Başka bir deyişle, burası öyle bir yerdi.
Psişik yeteneklere sahip olmak, tek başına bir değer taşımaz.
Sadece üç yıllık okul hayatından sağ çıkabilenler bir şeyler elde edebilir.
"Şimdi, sınavın içeriğini açıklayacağım."
Herkesin bakışlarının ciddileştiğini gördükten sonra eğitmen konuşmaya başladı.
"Buradan kuzeybatıya, dağdan aşağı inerseniz, okul bölgesine varırsınız. Acele ederseniz, yaklaşık bir saat sürer.
Giriş töreninin başlamasına iki saat var. Bu süre içinde dağın eteklerine ulaşanlar, resmî kabul hakkını kazanacak.
Buna karşılık, zamanında varamayanlar derhâl okuldan atılacak.
Normalde, okuldan ayrılanlara bağlı okullarımızdan birine nakil hakkı tanırız.
Fakat burada elenen domuzlar için, böyle bir muamele bile fazla lüks olur."
Cezanın ağırlığına bakılmaksızın, sınavın içeriği oldukça basit görünüyordu.
Jin, açıklamanın devamını dikkatle bekledi.
"İki kural var. Dikkatle dinleyin, çünkü bunlar Heiberg Akademisi’ndeki geleceğiniz için önemli olacak.’’
"Aslında, hepiniz giriş sınavları sırasında başöğretmen tarafından bir telkine maruz kaldınız."
Başöğretmen Jill Will Weiser.
İmparatorlukta, onun psişik yeteneklerinden daha ünlü olan sadece birkaç kişi vardı.
Beyaz Sövalyeler’in en büyük isimlerinden biri ve sayılamayacak kadar çok efsanenin baş kahramanıydı.
Buradaki öğrencilerin hiçbiri, böyle bir telkin aldığını hatırlamıyordu.
Fakat başöğretmenin bunu yapabilmesi imkânsız sayılmazdı.
İnsan aklının ötesinde şeyler yapabilen biri için, bu şaşırtıcı bile değildi.
Öğrenciler bağırmaya ve söylenmeye başlamıştı, ancak eğitmen onları görmezden gelerek açıklamasına devam etti.
"Telkinler çok güçlü olabilir.Onu psişik yeteneklerinizle ortadan kaldırmayı düşünmeyin bile."
Eğitmen, işaret parmağıyla kendi şakağına vururken böyle dedi.
"Telkinin içeriği çok basit.
Kişi belirli koşulları sağladığı anda, kendi iradesi dışında güçlü bir hipnotik duruma giriyor.
Zamanla, beynindeki bilgiler işlenecek ve bir sonraki uyanışlarında yakındaki bir hastanede gözlerini açacaklar.
Ancak okulla ilgili tüm anılarını kaybetmiş olacaklar.
......
Bu kez, özellikle varış noktanıza iki saat içinde ulaşmazsanız tetiklenecek şekilde ayarlandı, o yüzden dikkatli olun."
Tüm öğrencilerin yüzleri bir anda karardı.
Heiberg Akademisi, sadece bir eğitim kurumu değil, aynı zamanda devletin birçok sırrını barındıran bir tesis idi.
Bilgi sızıntısını önlemek için böyle önlemler alınması gayet doğaldı.
Eğitmenin söylediği şey hiçbir şekilde bir blöf değildi.
Anıları, gerçekten rehin alınmıştı.
"İkinci kural çok daha basit."
Eğitmen, hala aynı doğrudan tavrıyla açıklamaya devam etti.
"Ölüme yol açan her türlü eylem yasaktır. Hepsi bu."
Eğitmenin emriyle Eleme Sınavı başladı ve öğrenciler, yaklaşık 30 saniyelik aralıklarla tek tek ormana girmeye başladılar.
İsimleri çağrılana kadar, öğrenciler birbirlerine bakıp duruyordu.
Tek yapmaları gereken yürüyerek varış noktasına ulaşmak olan bir sınavdan kimsenin elenmesi mümkün olmazdı.
Elbette, bir tür tuzak kurulmuş olabilir ama bu kadar geniş bir ormanda bu yöntem pek de verimli gözükmüyordu.
Kaç öğrenci bu durumun farkındaydı, bilinmez.
Çünkü eğitmen, onlara en önemli kuralı özellikle söylememişti.
"Normal bir şekilde yürürsek, bir saate varırız değil mi? Böyle bir sınavın ne anlamı var?"
Bu soruyu soran Emma’nın ifadesi çok ciddi değildi, ancak sesinde kaygı hâkimdi.
"Muhtemelen bitiş çizgisine ulaşma süremizi ölçüyorlar. Belki de erken varanlar için iyi bir şey hazırlamışlardır."
"A~a, demek öyle! Harika, hız konusunda kendime oldukça güveniyorum!"
"Bunu duyduğuma sevindim. Rekor kıran koşuna bol şans dilerim."
Aslında Jin, sınavın gerçek doğasını anlatabilirdi.
Ancak onu gereksiz yere telaşlandırmaktansa, rastgele bir yalan söyleyip inandırmak daha iyiydi.
"Neyse, önemli değil."
Jin, içinden böyle mırıldandı ve çevresine bir göz gezdirdi.
Burada yalnızca giriş sınavlarında en düşük notları alanlar bulunduğuna göre, doğal olarak henüz kayıt yaptırmadan isimleri ün salmış kişiler burada yoktu.
Örneğin, okulun en yüksek derecesini alması en muhtemel aday olarak gösterilen Gilrein Bloodnote ya da çocukluğundan beri hakkında pek çok kötü şöhretli hikâye anlatılan Nina Stingray...
Bunlar muhtemelen doğrudan giriş töreni alanına gitmişlerdi.
Ancak bu, dikkat edilmesi gereken rakiplerin olmadığı anlamına gelmezdi.
Bunun en iyi örneği, otobüsün arka tarafında, eğitmenin görüş alanının dışında bulunan iki çocuğa öfkeyle bakan o çocuktu.
Jin, Emma ile uygun bir sohbeti sürdürmeye devam ederken bir yandan da bu kişinin görünüşünü dikkatle inceledi.
Genel olarak, 15 yaşında olduğuna inanması zor bir fiziğe sahipti.
Hem boy hem de enine geniş bir vücut, gözlerindeki vahşi bakış, derin bir ses...
Ayaklarının dibinde, içine küçük bir çocuğun bile sığabileceği büyüklükte bir çanta vardı.
Bu da onun ürkütücülüğünü daha da artıran bir diğer unsurdu.
"Söylediğimiz gibi, bu tamamen asılsız bir suçlama!"
Neredeyse ağlamaklı bir şekilde bağıran iki çocuğa tiksintiyle bakan iri yapılı çocuk, tiz bir sesle tısladı.
"Hayır, siz dik başlı bir tavır sergilediniz. Akademide böyle davranılmaz."
"Biz sadece biraz şikâyet ettik, anlıyor musun? Hiçbir açıklama yapılmadan böyle bir yere bırakılmamızdan yakınıyorduk sadece..."
"Tamam, bunu başöğretmene yönelik bir eleştiri olarak kabul ediyorum."
Sözlerini tamamlayamadan, erkek öğrenci ortadan kayboldu.
Hayır, muazzam bir kuvvetle geriye savruldu.
Hiç de hafif olmayan bedeni yaklaşık üç metre boyunca yuvarlandıktan sonra çalılıkların içine gömülerek ancak durabildi.
"Sen... Ne halt ediyorsun?!"
Geriye kalan çocuk, panikle psişik yeteneğini harekete geçirdi.
Sağ eli, elektrik akımı gibi parlayan bir ışıkla kaplandı ama tepkisi çok yavaştı.
Daha saldırı pozisyonu bile alamadan, kendi bedeniyle birkaç saniye önceki sahneyi yeniden canlandırmak zorunda kaldı.
Yaratmış olduğu psişik fenomenin sonucunu büyük bir hazla izleyen iri yapılı çocuk, aniden arkasını döndü ve Jin’e doğru bakmaya başladı.
"...... Peki, sen neye bakıyorsun? İlerideki Doğulu."
Jin, bir anda kendisine yönelen bu düşmanca tavır karşısında şaşırmış gibi yaparak cevap verdi.
"Bir yanlış anlaşılma var. Sana karşı en ufak bir ilgim bile yok."
"Saçmalama, gözlerinle bile bana karşı geliyorsun."
Etraflarındaki insanların acıyan bakışları yavaş yavaş Jin’in üzerine toplanmaya başladı.
Yanında duran Emma, kolunu çekiştirerek kaçmasını ima ediyordu.
Ancak Jin, karşı tarafın kışkırtmasını kabul etmeye karar verdi.
"Sen de mi temizlenmek istiyorsun? Hem de burada, hemen şimdi?"
"Temizlenmek mi, huh? ...... Ne komik bir ifade ama. Sonuçta sen de benim gibi bir öğrencisin, değil mi?"
"Ben sizin gibi domuzlardan farklıyım. Burada başöğretmenin emriyle bulunuyorum."
"Bu ilginç oldu. Tedd Lieber-kun."
"Vay canına, bir göçmen bile adımı biliyor, ha? Öyleyse buraya kadar zahmet edip neden Eleme Sınavı’na katıldığımı anlamışsındır, değil mi?"
Jin, hafif bir gülümsemeyle cevap verdi
"Anlıyorum. Kendi kendini feda etmeye hazırlanıyorsun."
"...... Ne demek istiyorsun? Daha basit anlat."
"Çünkü birazdan benim stres topum olacaksın."
Etraflarındaki öğrenciler, Jin’in bu cüretkâr sözleri karşısında gürültü koparmaya başladı.
Durumda bir gariplik sezen eğitmen de onlara doğru bakışlarını çevirdi.
Fakat bu umurunda bile olmadan, Tedd, Jin’e burun buruna gelecek kadar yaklaştı ve ona öfkeyle baktı.
"Kendini mi kandırıyorsun? Ormanda seni kolayca öldürebilirim."
"Heh~, yanlış mı duydum yoksa öldürmek yasakmıydı, öyle değil miydi?"
"Başöğretmenin dileği senin gibi çöplerin ölmesi yönünde. Merak etme."
"Beni ilgilendirmiyor ama sence biraz fazla yakınlaşmadık mı? İnsanlar yanlış anlarsa nasıl sorumluluk alacaksın?"
"......Sen, başından beri benimle dalga mı geçiyorsun?"
Jin sürekli lafı dolandırarak konuşmanın kontrolünü Tedd’e kaptırmıyordu.
Tedd’in sabrı patlama noktasına gelirken, uzaklardaki eğitmen onun adını seslendi.
Sonunda ormana girme sırası ona gelmişti.
"Yüzünü aklıma kazıdım. Sakın geri adım atayım deme."
"Merak etme, Tedd-kun. Daha çook eğleneceğiz."
Jin’i öldürmek istercesine son bir kez bir bakış atan Tedd, elinde devasa çantasıyla orman girişine doğru ilerledi.
"Bir dakika, Jin-kun, şimdi ne yapacaksın!? Olay bi anda nasıl bu kadar ciddileşti....."
"Sorun yok. Aslında biz çok iyi arkadaşız."
Son bir yalan daha söyleyerek, Jin karşı tarafın uzaklaşan sırtını izledi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.