Ince Zangwill’in kaybolduğu yerdeki ışık aniden soldu ve alan tamamen karanlığa gömüldü.
Karanlığın içinde, melodik ilahi sesleri duyuluyordu. Ses oldukça sessiz, sakin ve hatta hipnoz ediciydi. Kapkara suyun altından yukarı doğru sallanan sayısız soluk kol bile yavaşlamış gibiydi.
Bu ’karanlık’ ortamın içinde aniden bir figür belirdi. Bu, az önce ruh dünyasına sürüklenmiş olan Ince Zangwill’in ta kendisiydi.
Ancak bu kez başında başlık yoktu. Kıyafetinin sol omuz kısmı parçalanmış, hatta bir parça eti koparılmıştı. Bu yaradan soluk sarı bir irin çıkıyordu.
Ince’in bakışları artık kayıtsız değil acı doluydu.
Bu sırada 0-08 de yazmaya devam ediyordu.
"Kimileri pişmanlık, kimileri neşe duyabilir. Ince Zangwill, Megose’un karnındaki bebekten gelen, şeytani tanrının göbek bağına sahipti. Bu, Gerçek Yaratıcı’dandı ve göbek bağı aracılığıyla, kendisi bilinmeyen varlığın kısıtlamalarından kaçarak zorla gerçek dünyaya dönmüştü, ancak sonucunda o mistik nesneyi kaybetmişti. Ayrıca, kısa süre içinde dünyaya inişini başaramadığından tanrının doğuş öfkesine maruz kalacaktı.
Bu da gücünden geriye yalnızca %50 kalmasına sebep olacaktı. Evet, bu sayı gayet doğru."
…
Doğu Bölgesi’nin derinliklerindeki bir sokakta.
Yaşlı Kohler, elinde içinde jambon olan kese kağıdıyla hızlı hızlı evine gidiyordu.
Bu sırada da, çevresindeki yırtıcı kurtların ona saldırıp kendisine aldığı yeni yıl hediyesini çalacağından endişelendiğinden, dikkatli bakışlarla etrafını gözlemliyordu.
Kırsal kesimde olduğu süreçte kurtları görmüştü, ancak şaşırtıcı bir şekilde o aşina hissi Backlund’da da deneyimleyebilmişti.
Hala çok pahalı. Maliyeti bir başkasıyla paylaşıp ince dilimler halinde yemekten başka yolum yok... Bu, yeni yıl tatili için yeterli. Her öğünde yalnızca iki dilim jambon yiyebilirim. Üç dilim, hayır, en az beş dilim jambon. Bir kısmını da kesip patatesle birlikte haşlayabilirim. Tuz eklemem bile gerek yok... Kohler, bu düşünceler eşliğinde başını eğip elindeki jambona baktı, ister istemez ağzı sulanmaya başlamıştı bile.
Yürümeye devam ederken, etrafındaki sisin giderek yoğunlaştığını fark etti. Katedralin saat kulesi bile siyah ve sarı karışımı sisin içinde neredeyse kaybolmuştu. Çevresindeki yayalar oldukça bulanık gölgeler gibi görünüyordu.
Bu ortam Kohler’a dünya tarafından unutulmuş gibi hissettiriyordu.
"Bugün sis neden bu kadar kötü kokuyor?" diye mırıldandı eliyle burnunu kapatırken.
Bu sırada adımlarını da hızlandırmıştı. Ancak çok geçmeden, yüzünün iyice ısındığını, alnının yanmaya başladığını fark etti.
Göğsü sıkışmış, boğazı rahatsız hissediyordu.
Hasta mı oldum? Kahretsin, güzel bir yeni yıl geçirmek istiyordum ve şimdi birikimlerimi bir kliniğe ya da hastaneye ödemem gerekecek... Hayır, belki de biraz uyursam toparlarım. Üzerime bir battaniye alıp uyursam iyileşirim! Kohler sessizce kendi kendine mırıldanarak yürümeye devam etti, ancak vücudu giderek ısınıyor, duyuları gittikçe daha da karmaşıklaşıyordu.
Huh. Huh. Huh. Zorlu nefesini net bir şekilde duyabiliyordu ve çok geçmeden kese kağıdını düşürüp ağır bir şekilde yere yığıldı.
İçgüdüsel olarak doğrudan kese kağıdına uzandı, ancak sonunda tekrar yığılıp kaldı.
Jambonun bulunduğu keseyi eline almış, sıkıca tutmaya çalışıyordu.
O anda boğazında yoğun bir balgam olduğunu, soluk borusunu engellediğini düşünerek çılgınca mücadele etmeye başladı.
Pat! Kohler, birkaç adım ötesinde başka birinin de nefes nefese bir halde yere düştüğünü bulanık bir şekilde de olsa görebilmişti. O adam da onunla aynı yaşlardaydı, favorileri beyazdı.
Öleceğini o anda anladı.
Bu durum ona, aniden veba olup kısa süre sonra da ölen karısını ve çocuklarını hatırlatmıştı.
Kendisinin de hastaneye kaldırıldığı zamanı... O gece aynı odadaki hastalar sohbet edip gülüşmeye devam etmiş, ancak ertesi sabahın erken saatlerinde morga gönderilmişlerdi.
Berduşluk zamanlarından tanıdığı, kış vakti kaybolan, köprü altında ya da başka bir yerde donarak ölmüş, kaskatı halde bulunmuş, arkadaşlarını anımsadı. Bunların bir kısmı uzun süre aç kaldıktan sonra aniden fazla yemekten ölmüştü.
Uygun bir işi olduğu zamanlarda, mahalledeki komşularının da böyle aniden öldüğünü hatırladı. Bazıları baş ağrısından, bazıları kazara erimiş çelişe düşerek, bazıları da acı verici şişkinlik rahatsızlığından ölmüştü. Hatta bazılar fabrikalarda çalışırken aniden düşüp ölmüştü.
Bütün bunlar aklına, bilgi ararken girdiği bardaki bir sarhoştan duyduklarını getirdi.
"Bizim gibiler yerde duran samandan farksızdır, rüzgar esti mi savruluruz. Rüzgar olmadan, kendi kendimize savrulmamız bile mümkün..."
Rüzgar geliyor...
Kohler, kese kağıdını sıkıca tutmaya devam ederek eski ceketinin cebindeki, içmeye kıyamadığı sigaraya uzandı.
Anlayamadığı, sapasağlamken neden aniden hastalandığıydı. Daha önce hiç sise maruz kalmamış değildi.
Ancak şu anda, aniden yere yığılıp nefessiz kalmasının sebebini anlayamıyordu, hem de tam hayatı biraz düzene girmişken. Dahası, Dedektif Moriarty’den peşin ödeme almış, yıl başı için almak istediği, uzun zamandır özlemini duyduğu jambonu da almıştı.
Kohler buruşuk sigarasını eline aldı, ancak artık kolunu kaldıracak gücü kalmamıştı.
Bu nedenle, içindeki son güç kırıntılarıyla uzun zamandır içinde biriktirdiği soruyu sordu.
"Neden?"
…
Doğu Bölgesi’ndeki bir dairede.
Liv, son çamaşırları da asmış, kurumalarını bekliyordu.
Pencereden dışarı doğru baktığında saatin kaç olduğunu anlayamadı, çünkü aniden havaya yoğun bir sis çökmüştü.
"Her neyse, hala erken ve çamaşırları şimdiden bitirdik..." O anda yüzünde ağır bir ifade belirdi.
İşi bu kadar erken bitirmek iyi bir şey değildi. Bu, dinlenebilecekleri anlamına gelse de, yeterince işleri olmadığına ve gelirlerinin az olacağına da işaret ediyordu.
Liv derin bir nefes alıp büyük kızı Freja’ya baktı, kız ellerini silerken bir yandan da karşı odadaki kelime bilgisi kitabına doğru bakıyordu.
"Yeni yıl neredeyse geldi. Müşterilerimizin çoğu Backlund’dan ayrıldı. Bu şekilde devam edemeyiz. Yeni işler bulmamız gerek."
Bu sırada kapıya yönelmişti.
"Bu süre zarfında, zenginler bol bol ziyafet düzenleyecek. Bunun için geçici mutfak temizlikçilerine ihtiyaç duyacaklar. Etrafa bir sorayım. Freja, sen evde kalıp vakit geldiğinde Daisy’i almaya git. Paraya ihtiyacımız var, ancak hırsızların, haydutların, insan kaçakçılarının da paraya ihtiyacı var."
Doğu Bölgesi’nde, fabrika çalışanı olmayan her kadın hayatta kalmak için yeterince becerikli ya da agresif olmak zorundaydı.
Freja tereddüt etmeden cevap verdi, "Tamam."
Aklı hala masada ve kapının yanındaki kelime bilgisi kitabındaydı.
Bu sırada Liv de kapıyı açmıştı, ancak daha dışarı adımını atamadan yığılıp kaldı.
Öhhö! Öhhö! Öhhö! Yüzü kızaran kadın şiddetle öksürüyordu, her bir eklemi inanılmaz bir ağrıya maruz kalmıştı.
Freja panik halinde koşup annesinin yanında diz çöktü.
"Anne, ne oldu? Ne oldu sana?"
"Bir şey yok. Öhhö, iyiyim." Liv’in nefes alıp verişi giderek zorlaşıyordu.
"Hayır, hastalandın, hastasın! Seni hemen hastaneye götüreceğim!" Freja güçlükle annesini kaldırmaya çalıştı.
"Çok pahalı, olmaz... çok pahalı. Öhhö, yardım hastanesine gidelim. Yardım hastanesi, bekleyebilirim. Büyük... büyük bir şey yok."
Freja göz yaşlarına boğulmuştu.
Ancak çok geçmeden o da ciğerlerinin yandığını hissetti, birkaç adım topalladıktan sonra da Liv’in yanına yığıldı.
"Freja, neyin var? Öhhö! Sen de mi hasta oldun?" Liv endişeli bir şekilde bağırıyordu. "Duvardaki delikte... dolapta öhhö... para var... Acele etmen lazım. Hastaneye git! İyi... iyi bir doktor bul!"
Freja cevap vermeye çalışsa da ses çıkaramadığını fark etmişti. Ancak gözleri yanındaki kapıdaydı.
Burası onların yatak odasıydı, ranzalarıydı. Üstünde de Freja’nın en sevdiği masa ve kelime defteri vardı.
Zavallı kızın bedeni aniden seğirmeye başladı.
Ancak Liv’in öksürüğü kesilmişti.
Doğu Bölgesi’nin devler ilkokulunda sis henüz fazla yoğun değildi, ancak pek çok öğrenci şimdiden öksürmeye başlamıştı.
Görevdeki deneyimli öğretmen hemen harekete geçti, "Çabuk, katedrale gidin. Yan taraftaki katedrale gitmemiz gerekiyor!"
Daisy panik halinde ayağa kalkıp kalabalıkla birlikte katedrale koşmaya başladı.
Ancak aniden kalbinin sıkıştığını hissetti, çok önemli bir şeyi hatırlamıştı.
...Anne... Freja... Daisy başını çevirip geriye doğru baktı, kalabalığın geldiği yönün tersine, doğrudan evine koşmak istiyordu.
Ancak öğretmenleri ona engel olmuş, kolundan yakalayıp katedrale doğru sürüklemeye başlamıştı.
Yine de Daisy mücadele ediyor, tüm gücüyle bağırıyordu, "Anne! Freja!
Anne! Freja!"
…
Doğu Bölgesi, rıhtım ve fabrika alanları, ağaç dalları gibi yere yığılmış, yaşlı ya da gizli hastalığı olan insanlarla doluydu, onlara temas edenler ise veba olmuş gibi çılgınca davranıyordu. Yere düşenler hızla ölüyor, güçlü yetişkinler ve çocuklar bile kendilerini çok kötü hissediyordu.
Onların gözünde, bu siyah-sarı sis Ölüm’ün soyundan gelen bir düşman gibiydi.
1349’un son haftasında, Salı günü, Backlund tamamen pusla örtülmüştü.
…
Hala salonun köşesinde, gölgelerde gizlenen Klein, Bay A tarafından fark edilmemek için duvara iyice yaslandı.
Kısa süre sonra boğuk homurtuları duydu, et ve kan kokusunu net bir şekilde alabiliyordu.
"Tanrı için canınızdan vazgeçin!" dedi Bay A’nın boğuk sesi aniden.
Pat. Pat. Klein, insanların yere düşüşlerini, nefes alış verişlerini duyabiliyordu, duyduğu her seste maneviyatı daha da dalgalanıyordu.
Bay A kendi görevlilerini mi feda ediyor? O anda hayali ağlama sesleri duyuldu. Bazıları annelerine sesleniyor, bazıları şiddetle öksürüyor, bazıları da acı içinde inliyordu.
Yarı mistisizm uzmanı sayılabilecek olan Klein, hoşnutsuz ve saydam figürlerin ritüele birer birer girdiğini görebiliyor gibiydi ve bu figürleri, Doğu Bölgesi’nde yıllardır biriken uyuşmuşluk, umutsuzluk, acı ve öfke gibi hisler takip ediyordu.
Başladı mı? Klein gözlerini kapatıp sağ yumruğunu sıktı.
Ona göre şu anda yapılabilecek en iyi şey, hazır Bay A ritüele odaklanmışken salondan kaçmaktı.
Ancak gözü kapalı bir şekilde birkaç kez yumruğunu sıkıp bıraktıktan sonra gözlerini açtı, dudaklarının kenarı abartılı bir şekilde yukarı doğru kıvrılmıştı.
Tabancasını çıkarıp aniden dışarı fırladı.
Sağ elini kaldırmış, sunağa nişan almıştı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.