Trenin hareketiyle hafifçe sağa sola savrulurken, yabancısı olduğum manzara içinde masmavi gökyüzüne gözlerimi diktim. En son ne zaman böyle bir tren yolculuğu yapmıştım ki? Shibuya’da doğup büyüdüğüm ve içe dönük bir hayat sürdüğüm için trenle bir yere gitmem çok nadirdir. "Yanımda manga ve kitaplar olduğu sürece hayatımı sürdürebilirim." gibi bir mentaliteye sahip olduğum için, Shibuya benim için adeta bir cennet. Küçük sokaklar, onların arasına sıkışmış daha da küçük kitapçılar geride kalıp kayboldukça, geriye sadece devasa gökdelenler kalıyordu.
Hafta sonları ve tatil günlerinde her zaman kitapçıdan kitapçıya dolaşıp vakit geçirirdim, bu yüzden hiç uzağa gitme ihtiyacı duymamıştım. Başkalarıyla vakit geçirmek için havuza gitmek üzere trene bineceğim bir günün geleceğini asla düşünmemiştim. Tren içerisi çok kalabalık değildi. Bugünü de sayarsak, yaz tatilinin bitmesine yaklaşık beş gün kalmıştı. Yaz aktivitelerinin çoğunun sona ermesi ve insanların tatillerinin sona ermek üzere olduğunu fark edip paniğe kapılması için mükemmel bir zamandı.
Telefonumu çıkarıp saate baktım. Şu an 09:18’di. Saat 09:30’da Shinjuku istasyonunun gişesinde buluşacaktık, yani hâlâ bolca vaktim vardı. Ancak buluştuktan sonra bir 30 dakika daha trenle, ardından bir 30 dakika da otobüsle yolculuk yapacaktık. Bu havuz tahmin ettiğimden çok daha uzaktaydı. Bir an için gidip gitmemek konusunda tereddüte düştüm.
Hayır. Cesaretimi toplayıp devam etmeliyim. Ayase-san’ı da gelmeye ikna etmek için elimden geleni yaptıktan sonra şimdi eve geri dönemezdim. Ayrıca, Ayase-san demişken… Oraya varana kadar ayrı yollar izleyeceğimize karar vermiştik, bu yüzden o benden 15 dakika önce evden çıktı. Bugün bizimle aynı sınıftan başka insanlar da olacağı için, onlara yakalanma riskini göze alamazdık.
Gerçi, Narasaka-san zaten her şeyi biliyor. Bu yüzden eğer başkaları da öğrenirse pek de büyük bir mesele olmaz, diye düşünüp onu sessiz kalmaya ikna etmeye çalışmadık. Sonunda biri öğrenirse, o zaman açıklarız. Ne de olsa yaptığımız yasa dışı bir şey yok.
Dışarıdaki manzarayı izlerken trenin hoparlörlerinden bir anons yapıldı, sıradaki istasyonun adı söylendi. Kapılar açıldığında hafif bir esinti yüzüme vurdu ve trenden indim. Gişeden geçtikten sonra, yaklaşık on kişilik bir grup gördüm. Erkek ve kız sayıları hemen hemen eşitti ve hepsi Suisei Lisesi’nin üniformasını giymişti. Yanlarında çanta da taşıdıkları için uzaktan bakınca bir okul gezisine çıkıyorlarmış gibi görünüyorlardı.
"Garip." diye mırıldandım.
Ben de Suisei Lisesi’nin üniformasını giymiştim. Evet, Narasaka-san daha sonra attığı bir mesajda üniforma giymemin kesinlikle şart olduğunu, ayrıca öğrenci çantamı ve öğrenci kimlik kartımı da getirmem gerektiğini söylemişti. Görünüşe göre bu, öğrenci indirimi almak içindi ama genellikle bunun için sadece öğrenci kimliği yeterli olmuyor mu? İçimde bazı şüpheler vardı fakat herkes üniforma giydiğine göre pek de önemli bir mesele olmasa gerek. Sonuçta kurallara uymakta iyiyimdir.
Kalabalığa göz gezdirirken bazı tanıdık yüzler gördüm.
"Yine mi…?"
Ayase-san’ın grubun biraz uzağında durduğunu fark ettim. O da üniformasını giymişti. Gözleri benimle buluştuğunda küçük bir nefes verdi. Sanırım bu grupta gerçekten yakın olduğu tek kişi Narasaka-san ve o da grubun tam ortasında, birkaç kişiyle konuşuyordu. İşte karşınızda Suisei Lisesi’nin bir numaralı iletişim canavarı (tamamen benim kişisel görüşüm). Beni fark ettiğinde, tıpkı sahibini gören bir köpek yavrusu gibi tüm vücudunu esneterek elini salladı. Bu kadar sevimli olması, erkekler arasında popüler olmasını kolayca açıklıyor.
"Günaydın, iyi günler, iyi akşamlar, Asamura-kun!"
"Günaydın… Bekle, sadece ’Günaydın’ demek yetmez mi?"
"Bizim sektörde böyle yapılıyor."
"Hangi sektör?"
"Suisei Lisesi Sektörü."
"Anlıyorum?"
Yani okulumuz bir sektörmüş. Bunu pek mantıklı bulduğumu söyleyemem ama neyse. Bu sırada gişeden birkaç Suisei Lisesi öğrencisi daha gelip grubumuza katıldı ve tanışma faslı başladı. Normalde kısa bir tanışma çok da sorun olmazdı ama her biri adını söyledikçe, Narasaka-san onlara garip bir açıklama ekleyerek bu süreci gereksiz yere uzattı.
"Ben Asamura Yuuta… Lütfen bana iyi davranın."
"Evet, işte karşınızda Asamura-kun! Sakin bir havası olabilir ama gizliden gizliye süper popüler birisi!"
"Gizli ve popüler arasında bir seçim yap!" diye bir çocuk itiraz etti.
"Özetle, onunla kaynaşmak için tek şansınız bu!" diyerek kahkaha attı.
Sanırım bu, buzları eritme yöntemi. Kibarca şaka yaparak ortamı ısıtıyor.
"Öyle değil mi, Asamura-kun?"
"Yanlış söylediğin çok şey var gibi hissediyorum ama… Boş verelim."
"Tanıştığımıza memnun oldum, Asamura!"
Aniden, iri yapılı, bronz tenli bir çocuk—muhtemelen rugby kulübündendir—elini uzatarak tokalaşmak istedi. Hiç beklemediğim bir hareket olduğu için bir an duraksadım. Sanırım bu, Narasaka-san’ın yarattığı atmosferin etkisi.
"Aynı şekilde…"
Başka bir seçenek göremediğim için tokalaştım ama fazla yakınıma geldi. Kesinlikle her spor festivalinde ödül alan o popüler tiplerden biri. Yine de, ilk tanışma faslını başarıyla atlattım. Ancak ortama alışmam hâlâ zor görünüyordu. Bugünkü hedefim Ayase-san’ın keyif almasını sağlamak olduğu için bu noktada pes edemezdim.
Tanışma faslı devam etti. Daha önce olduğu gibi, Narasaka-san her tanışan kişiye ekstra yorumlar ekledi, hatta isimlerinden şakalar türetti. Bunu o kadar ustaca yaptı ki burada kimsenin adını aklımda tutmak gibi bir niyetim olmamasına rağmen, en azından birkaç kişiyle bağlantı kurmuş ve isimlerini hatırlayabilir hâle gelmiştim. Demek amacı buydu. Narasaka Maaya tam anlamıyla bir iletişim canavarı.
"Ayase Saki."
"Hepiniz Saki’yi tanıyorsunuzdur ama… neyse. Sert biri gibi görünebilir ama ısırmaz."
"Öyle bir şey yok."
"O zaman ona Ayasshii diyelim!"
Ne biçim bir komedi karakteri bu?
"Ayase yeterli." Ayase-san, konuşmanın hızına ayak uydurmaya bile çalışmadı.
Ama yine de, nazik bir gülümseme gösterdiği için kızların bazıları ona şaşkın bir bakış attı. Demek gerçekten onu biraz ürkütücü biri sanıyorlardı.
"Bu arada, Narasaka, neden üniformalarımızı giymek zorundayız?" İçimden geçen soruyu, gruptaki bir çocuk yüksek sesle dile getirdi.
"Mesajda söylemiştim ya? Öğrenci indirimi için~"
"Sadece öğrenci kimliği yetmiyor mu?"
"O, sadece ilk sebep. Eğer üniformanızı giyerseniz, evden çıkarken aileniz o kadar katı olmaz, değil mi?"
"Bunun hiçbir mantığı yok!"
"Ayrıntılara takılma! Sadece belli bir süre boyunca üniformayla gezip eğlenebiliriz, bu yüzden fırsatları değerlendirmeliyiz~"
O çocuğun sorusuna tam bir cevap verilmemiş gibi görünüyordu ama o da bunu daha fazla sorgulamak istemedi. Ancak Narasaka-san’ın cevabını duyduğumda, onun sandığımdan daha düşünceli biri olduğunu fark ettim. Görünüşe göre bazı katılımcıların ailelerinin bu konuda katı olabileceğini öngörmüş ve onlara dışarı çıkıp herkesle vakit geçirebilmeleri için bir bahane sunmuştu.
Örneğin, bir okul komitesine yardım etmek, okulun bahçesini açmaya destek olmak ya da benzeri bir şey. Muhtemelen böyle problemleri bildiği için, kimsenin sırf katılamıyor diye kötü hissetmesini istememişti… Tabii bu sadece benim tahminim.
Etrafıma baktığımda, kimlerin gerçekten bu yüzden üniforma giydiğini ve kimlerin sadece rahatına geldiği için giydiğini ayırt edemedim. Sadece Narasaka-san biliyordu ve muhtemelen bunu da bir sır olarak saklıyordu. Üstelik herkes onu biraz saf biri olarak gördüğü için, ortaya attığı mantıksız şartlar bile kimseyi rahatsız etmiyordu. Böylece ortamın neşesi de bozulmuyordu. Anlaşılan, Narasaka Maaya sandığımdan da büyük bir iletişim canavarı.
"Tamam o zaman, gidelim!"
Enerji dolu sesiyle Narasaka-san grubun önüne geçti ve bilet gişesine doğru yürümeye başladı. Böylece, yaz tatilinde hatırlayacağım son büyük etkinlik resmen başlamış oldu.
Özel bir tren hattına binerek Shinjuku’dan batıya doğru ilerledik. Yolun yarısında etrafımızdaki büyük binalar yavaş yavaş kayboldu ve pencereyi kaplayan masmavi bir gökyüzü açığa çıktı. Şehrin merkezinden batıya gitmek, Tokyo Körfezi’nden ve dolayısıyla okyanustan uzaklaşmak anlamına geliyordu. Suda oynamak için sudan uzaklaşmak garip bir şey. Belki de bu yüzden evimizin yakınlarında havuz yoktur çünkü insanlar zaten doğrudan denize gidebiliyor.
Grubumuz Ayase-san, Narasaka-san ve benimle birlikte toplamda on kişiydi. Beş erkek ve beş kız olarak mükemmel bir şekilde bölünmüştük. Yani yedi kişiyle ilk defa tanışıyordum. Yolculuk sırasında biraz sohbet ettik ve beklediğim kadar yorulmadığımı fark ettim. Konuşmalara ayak uyduramayacağımdan, bir konu hakkında yorum yapmaya çalışırken geride kalacağımdan korkuyordum ama öyle olmadı. Sanırım gerçek iletişim ustaları, yalnızları ve dışlanmışları geride bırakmadan da ortamı yönetebiliyor, öyle mi?
"Demek bir kitapçıda yarı zamanlı çalışıyorsun, Asamura?"
"Evet."
"Bu iş gerçekten kârlı mı?"
"Bilmiyorum… Daha önce başka bir yerde çalışmadığım için kıyaslama yapamıyorum."
"Ama hem çalışıp hem de yaz kurslarına katılıyorsun? Ne kadar takdire şayan!"
"Aynen aynen, ben bütün yaz tatilini uyuyarak geçirdim!"
"Bence o kadar da büyük bir şey değil…"
Bütün bunlara rağmen, hâlâ böyle sohbetleri sürdürmekte pek iyi sayılmazdım. Kitaplar hakkında konuşmak olunca saatlerce anlatabilirdim, ama sonra fark ettim ki, birine sadece kitaplardan bahsetmek tam anlamıyla bir "sohbet" sayılmaz. Yine de, ortak bir konu olmadan yapılan konuşmalar benim için fazla zor oluyor. Neyse ki, laf lafı açarken 30 dakika çabucak geçti, ardından otobüste sallana sallana geçen bir 30 dakika daha yaşadık.
Sonunda hedefimize, yani havuza ulaştık. Dışarısı tahmin ettiğim gibi sıcaktı; yaz ortasında kavuran güneşin altında, otobüsten iner inmez bir baş dönmesi yaşadım. Araç içindeki serin havaya kıyasla dışarısı adeta bir işkenceydi. Asfaltın üzerindeki beyaz çizgiler, güneş ışığı altında neredeyse göz kamaştırıcı bir hâl almıştı.
"Burası mı havuz?" diye mırıldandım, önümde duran devasa binaya bakarak.
"Havuz" denildiğinde aklıma okulun havuzu ya da mahalledeki halk havuzu gibi bir yer gelmişti ama burası daha çok bir kaplıca tesisine benziyordu.
"Burası giriş kısmı. Şu tarafta kapalı havuz var, ama şeffaf bir tavanı da var. Daha ilerisinde ise açık hava havuzu bulunuyor. Bak, şurada birkaç atraksiyon görebiliyorsun, değil mi?" dedi Narasaka-san.
Ben de gördüğüm nesnenin adını söyledim.
"Ah… kaydırak, ha?"
"En azından ’su kaydırağı’ de! Asamura-kun, ruhun nerede?!"
"Ruhumun bununla ne ilgisi var?"
"Modunu değiştirir. Ona ’su kaydırağı’ dersen daha heyecan verici olur. Liseli gençlerin bir kaydırakta oynadığını söylesek ne düşünürdün?"
"Sadece neden kaydırakta oynadığınızı merak ederdim."
"…Saki, Yumi, siz de bir şey söyleyin!"
Narasaka-san, Ayase-san ve yanındaki kıza döndü.
"Normal bir kaydırak için fazla büyük, o yüzden eğer gerçekten etkisini vurgulamak istiyorsan, ona ’devasa su fışkırtan kaydırak’ diyebilirsin."
Ayase-san, sen sadece farklı bir şekilde söylemiş oldun, değil mi? Yanındaki kız, yani Tabata Yumi (eğer adını doğru hatırlıyorsam, Narasaka-san, Yamanote Hattı’ndaki bir istasyonla aynı isme sahip olduğunu söylemişti), şaşkın bir ifadeyle ona baktı.
"Demek Ayase-san espri yapmayı biliyor ha?"
"Espri mi… Ah, evet."
Tabii ki Ayase-san şaka yapmıyordu. Sadece aklına ilk gelen şeyi söylemişti.
"Arka tarafta bir lunapark da var. İlk defa mı böyle bir yere geliyorsun, Asamura-kun?"
"Sanırım, evet."
Lunaparkları, hayvanat bahçelerini veya benzeri yerleri sevmediğimden değil. Aksine, hoşuma gider. Ama başkalarıyla birlikte dolaşıp atraksiyonları tek tek gezmek bana biraz zor geliyor. Yalnız başıma dolaşmayı tercih ederim fakat bunu söylemek beni daha da yalnız biri gibi gösterir diye endişeleniyorum. Keşke insanlar başkalarının tercihlerini anlamaya ve kabul etmeye biraz daha açık olsalar. Neden herkes başkalarını yargılama konusunda Usain Bolt gibi hız yapıyor?
"Bugünün operasyon merkezi kapalı havuz!"
"Ah, evet."
"Şöyle yazıyordu LINE üzerinden gönderdiği planda."
Hepimiz bir günlük giriş bileti aldık ve içeri girdik. Ardından, erkek soyunma odasında üstümü değiştirdim ve dün yeni aldığım mayo şortlarımı kontrol ettim. Okuldaki beden eğitimi kıyafetlerimi değiştirmekten pek bir farkı yoktu, o yüzden pek utanmadım ama eşyalarımı dolaba koyarken içimde garip bir huzursuzluk hissettim. Sonuçta, anahtarı bileğimde taşıyorum ve eğer suya düşerse ne yapacağım? Herkes nasıl bu kadar rahat olabiliyor? Yoksa ben mi fazla düşünüyorum?
Her neyse üstümü değiştirdikten sonra havuza doğru ilerledim. Binanın içine adım attığımda ise şok oldum. Burası devasa bir sera gibiydi. Tabii ki yan tarafları vinil levhalardan yapılmamıştı; cam ya da akrilik panellerden oluşuyordu. Buraya kaç kişi sığar, hiçbir fikrim yoktu ama tesisin içi sığ bir havuzla kaplı dev bir plaj alanına benziyordu. Havuzun üçte birini kaplayan bu bölümde, sıradan bir kaydırak—hayır, su kaydırağı—ve nasıl kullanacağımı bile bilmediğim birkaç farklı atraksiyon vardı.
Ayrıca, havada okyanusun tuzlu kokusundan farklı bir su kokusu yayılıyordu. Gelen ziyaretçi sayısı ise beklediğimden daha azdı, ki bu da yaz tatilinin sonuna geldiğimizi ve normal hayatın yakında geri döneceğini gösteriyordu. En azından düşündüğüm kadar kalabalık değildi.
Sonunda kızlarla tekrar buluştuk. Beşi de belli ki yeni mayolar giymişti. Bu da bana Ayase-san’ın dün söylediklerini hatırlattı ve neden yeni bir mayo aldığını anlamış oldum. Kızlar için bu tür şeyler konusunda gerçekten dikkatli olmak gerekiyor, değil mi? Ben ancak kıyafetlerim tamamen eskidiğinde yeni bir şey almayı düşünürdüm.
Narasaka-san oldukça fazla ten gösteren bir bikini giymişti. Limon sarısı rengi, onun neşeli kişiliğine tam uyuyordu. Ancak, muhtemelen kısa boyu ve hareketleri yüzünden, bikini sandığım kadar çekici durmuyordu. Daha çok "tatlı" kelimesi onu tarif etmek için daha uygundu.
Ayase-san ise tamamen zıttı bir şey giymişti: Çok fazla ten göstermeyen bir tankini. Omuzları açıktaydı ve üst ile alt parçaları arasında küçük bir boşluk vardı. Belki de yaz sıcağından dolayıydı ama neredeyse her gün omuzlarını açıkta bırakan kıyafetler giyiyordu. Yine de, Ayase-san’ı mayosu içinde görmek kalbimin bir anlığına hızla atmasına sebep oldu. Onun varlığına alışmış olsam da, farklı bir kıyafetle görmek ister istemez daha bilinçli hissetmeme neden oluyordu.
Kızları bu hâlde gören erkekler bir anlığına tezahürat yaptı ama ben bile, bu tür şeylere pek ilgi duymayan biri olarak, bakışların büyük bir kısmının Ayase-san’a yöneldiğini fark ettim. O ise grubun ortasında durup adeta kızların arkasına saklanmaya çalışıyordu. Onun fiziği ve tarzı diğerlerinden farklıydı. Kalçaları geniş ve yukarıda, bacakları ise uzun ve zarifti. Açık bir mayo giymesine gerek kalmadan bile bu net bir şekilde belli oluyordu. Hatta birkaç kişinin ıslık çaldığını duydum ama nedense içimde garip bir his uyandı.
"Ayase çok fena! Ha, değil mi Asamura?!"
"Yani, şey… Böyle konuşmak… çok hoş bir şey değil bence…" dedim, istemsizce.
"Bu devirde, tek bir cümlenin bile cinsel taciz olarak kabul edilebileceği bir ortamda, ne söylediğine dikkat etmen gerekiyor."
Tabii ki bu tek sebep değildi. İçimde bir yerlerde tuhaf bir rahatsızlık hissi oluşmaya başlamıştı ve asıl sebep buydu ama anlaşılan bu his, etrafımdaki adamlara hiç geçmemişti.
"Yok yok, erkek adam bakar! Kesinlikle bakmalısın!"
"Yapacak bir şey yok, değil mi?"
Aralarında fısıldaşmaya başladılar. Yüzümdeki memnuniyetsiz ifadeyi gizleyebildim mi, emin değildim. Tam konuşmalarına bir itiraz eklemek üzereyken, Narasaka-san benden önce davrandı. Sol elini beline koydu, sağ kolunu kaldırıp parmaklarıyla bizi işaret etti.
"Hey hey, siz oradakiler! Asamura-kun haklı! Baktığınızı görürsem gözlerinizi iki parmağımın arasına sıkıştırırım!"
Bunu derken işaret ve orta parmağıyla kıstırma hareketi yaptı.
Narasaka-san, ne kadar da saldırgan ve doğrudan. Sayesinde çocuklar konuşmayı kesip biraz sakinleştiler. Muhtemelen kızlar grubundan gelen soğuk bakışları hissetmişlerdi. Tabii ki ben de sağlıklı bir lise öğrencisiyim, bu yüzden onların hislerini anlıyorum fakat en azından neyin nerede söylenmesi gerektiğini bilmelerini öneririm. Yine de, ben de ağzımdan kaçırmıştım bir şeyler, dolayısıyla ne tür bir izlenim bıraktığımı bilmiyorum.
Tam o anda birinin bana baktığını hissettim ve hemen ardından Ayase-san’ın bakışlarını kaçırdığını fark ettim. Az önce… bana mı bakıyordu? Ama cevabını alamadan, Ayase-san kızların arasına katıldı.
"Hadi bakalım, başlıyoruz!" diye bağırdı Narasaka-san, ortamın gerginliğini tamamen silerek. "Öğle yemeğine kadar tüm atraksiyonları deneyeceğiz! Önce şu kaydırağı deneyelim!" dedi ve su kaydırağını işaret etti.
Ama… az önce bana kaydırak dediğim için kızmıştın?
Narasaka-san’ın "Yaz Tatilinde Bolca Anı Biriktirme Planı" adlı programına göre, havuzdaki farklı aktiviteleri tek tek denememiz gerekiyordu. İlk olarak elbette su kaydırağı vardı. Dışarıdan gördüğümüz devasa kaydıraktan biraz daha küçük olmasına rağmen, iki kat yüksekliğe ulaşıyordu ve oldukça heyecan verici görünüyordu. Ondan sonra küçük bir şelalenin altından geçtik, bir labirentin içinde dolandık (neden orada olduğunu hâlâ bilmiyorum), ve bizi şaşkına çeviren birçok farklı atraksiyonu denedik.
Bunları yaparken Narasaka-san’ın planını hatırladım ve onun düşünceliliğine bir kez daha hayran kaldım. Tesisin sunduğu her şeyi güzelce sergiliyor ve ortamı oldukça eğlenceli hâle getiriyordu. Kim olursa olsun, herkesin keyif alabileceği bir şeyler vardı.
Burada önemli olan nokta, grubumuzun baştan beri çok yakın arkadaşlar olmamasıydı. Narasaka-san’ın grupların bölünmesini önleme yöntemi, herkesin birbirini ilk kez tanıdığı bir ortam yaratmaktı. Tabii ki Ayase-san ve ben birbirimizi önceden iyi tanıyorduk, ama aynı okulda okumamıza rağmen, farklı sınıflarda ve farklı ilgi alanlarına sahip olmamız bizi doğal olarak yakınlaştırmazdı. Bunun için, Narasaka-san gibi geniş bir çevresi olan, açık fikirli ve insanları bir araya getiren biri lazımdı.
Grup içinde spor kulübünden, edebiyat kulübünden, öğrenci komitesinden ve eve direkt dönenlerden insanlar vardı. Bu yüzden, günlük sohbetlerin ötesine geçen bir konuşma başlatmak kolay değildi. Ortak bir ilgi alanı eksikti. İşte burada Narasaka-san devreye giriyordu.
Önce herkesi çeşitli atraksiyonlara götürerek, her birini tek tek tanıttı. Bu sayede herkes eğlendi, birbirine alıştı ve ortak noktalar buldu. Öğle yemeği sırasında doğal olarak yeni konuşmalar ortaya çıkacaktı. Bu yüzden, küçük gruplara ayrılmak yerine herkesin birlikte hareket etmesini sağladı. Öğleden sonra için de karışık aktiviteler planlamıştı.
Basit görünebilir ama aslında hiç de kolay bir şey değil. Sonuçta, insan her zaman kendi istediği aktiviteleri yapmayı daha eğlenceli bulur. Ama Narasaka-san kendi tercihlerinden çok başkalarının eğlenmesine odaklanabiliyordu. Böylece, grup fazla heyecanlanıp zaman kaybetse bile, programı es geçerek eğlenmeye devam edebilirdik (ki bu da Narasaka-san’ın gönderdiği planda yazıyordu). Eğer başkalarının önceliklerini kendi önceliklerinin önüne koyamazsan, böyle bir şey başaramazsın.
Saat 12’yi geçtiğinde, yemek alanında boş masalar bulduk ve öğle yemeği yemeye karar verdik. Herkes sabahki aktiviteleri neşeyle tartışırken, Narasaka-san’ın planının başarılı olduğu açıktı. Şahsen, Ayase-san’ın diğer kızlarla gülerek sohbet etmesini görmek beni mutlu etti.
Öğle yemeği sona erdikten sonra, sığ havuzda oynamaya karar verdik.
Dalga havuzları bazen gerçek deniz dalgalarına benzer dalgalar oluşturur ama yaz tatilinin sonuna geldiğimizden, içeride pek kimse yoktu. Bu da kimseyi rahatsız etmeden özgürce eğlenmemizi sağladı. Elbette, bir havuza gelince sahilde olduğu gibi kumdan kale yapmak ya da plaj voleybolu oynamak gibi şeyler yapamıyordunuz. Ancak buna rağmen, Narasaka-san’ın planında bazı öneriler vardı.
"Evet, şimdi sırada kickboard othello var!"
"Eveeet!"
Hepimiz ilkokul öğrencileri gibi coşkuyla tezahürat yaptık. Ses çok hafifti ama Ayase-san’ın da katıldığını duyabiliyordum, bu da beni gülümsetti. Tam anlamıyla bir “Evet!” değil, daha çok “Tabii~” gibiydi.
Narasaka-san bu oyuna "kickboard othello" diyordu ama resmi adını bilmiyorum. Belki de bizzat Narasaka Maaya’nın icadıydı, fakat kuralları oldukça basitti. Herkesin birer kickboard’u vardı ve mümkünse iki tarafı da belirgin şekilde farklı renkte olmalıydı. Neyse ki buradaki kiralık kickboard’lar tam olarak bu şekildi. Daha sonra, bunları ön ve arka yüzleri eşit olacak şekilde bölüştürdük, iki gruba ayrıldık ve tahtaları ters çevirmeye başladık.
"Takımları taş ve kağıt ile ayıracağız! Taş grubu buraya, kağıt grubu şuraya."
Beşe beş oynanan bir oyundu. Kağıt tarafı ön grup, taş tarafı ise arka grup oldu. Şans eseri Ayase-san ve ben aynı takımda, Narasaka-san ise rakibimiz oldu.
"Şimdi süreyi başlatıyorum. Süre sınırı üç dakika. Süre bittiğinde hangi takımın daha fazla kickboard’u kendi tarafına çevrilmişse, o kazanacak."
"Tamam."
"Anlaşıldı!"
"Kickboard’ları kapmak veya çalmak yok, tamam mı? Yüzeyde yüzmeli ve sadece köşelerine vurarak çevirebilirsiniz. Ancak rakibinizin kickboard’larınızı çevirmesini engellemek serbest, tabii ki kurallar dahilinde." dedi Narasaka-san, söylediklerini uygulamalı olarak göstererek.
"Anlaşıldı!"
"Erkekler, çekiştirmek veya başka türde şiddet yok, tamam mı?!" diye ekledi Tabata-san.
"Bize hiç güvenmiyorsun öyle değil mi?!" diye sitem etti Myoujin, sanırım adı buydu.
Narasaka-san, su geçirmez kılıf içindeki telefonunda zamanlayıcıyı başlattı ve oyunun başlangıcını duyurdu. Hepimiz harekete geçtik. Bu, tahmin ettiğimden çok daha zordu. Ayrıca… bu dalgasız bir havuzda oynanması gereken bir oyun değil mi? Hiçbir şey yapmasanız bile kickboard’lar sürekli sürükleniyordu ve kurallar gereği onları tutmak yasaktı, bu yüzden sürekli geri toplamamız gerekiyordu.
Sonunda, takımlar arasında "geri getirici" ve "çevirici" rolleri ayrıldı. Yine, doğaçlama bir takım çalışmasının güzel bir örneği. Sonunda, Narasaka-san’ın telefonundan bir melodi çaldı, üç dakikanın dolduğunu işaret etti.
"Tamam, durun! Artık çevirmek yok!"
Narasaka-san’ın komutuyla herkes hareketi kesti. Son skor 4-6 idi ve Ayase-san ile benim bulunduğum takım kazanmıştı. Kazananlar sevinç çığlıkları atarken, kaybedenler suya yumruklarını indirdi. Görünüşe göre herkes ciddi ciddi mücadele ediyordu. Ben de dahil. Nefes nefese kalmıştım.
"Pekâlâ, pekâlâ. Bir maç daha!" dedi Narasaka-san ve yeniden zamanlayıcıyı ayarladı.
İki takım da motivasyonla doluydu. O sırada bir şey fark ettim. Narasaka-san’ın alarm olarak kullandığı melodi… bu bir anime açılış parçası değil mi? Bunu sadece Maru’nun bana zorla izlettirdiği tek sezonluk bir animeden bildiğim için fark edebilmiştim. Görünüşe göre Narasaka-san anime konusunda da bilgili. Gerçekten çok çeşitli ilgi alanları var.
İkinci turu kaybettik. Ne Ayase-san ne de ben sporcu tipler olduğumuzdan, ilk turdaki enerjimizi koruyamadık. Beş kişilik bir takımda iki kişi işlevsiz kalınca, spor kulübü üyelerine ya da sürekli oyun oynayanlara karşı şansımız yoktu.
"Evet, bugünkü etkinlik süresi sona erdi! Kısa bir moladan sonra serbest zaman. Saat 16:00’da buradan ayrılacağız, o yüzden o saate kadar burada olun!" dedi Narasaka-san. Ben de havuz kenarına oturdum.
Artık kımıldayamıyordum bile. Muhtemelen normalde hiç kullanmadığım kasları kullandığım için. Sadece uyumak istiyordum. Havuzda turlar atan ya da başka yerlerde oynayan çocuklara katılacak enerjim kalmadığından, tek başıma dinlenmeye karar verdim. O sırada Ayase-san bana yaklaştı. Onun karşısında bu kadar bitkin ve halsiz görünmenin kötü olacağını düşünüp hızlıca dik oturdum. Ayase-san yüzünü bana yaklaştırdı ve biraz endişeli görünen bir bakış attı.
"İyi misin?"
"Evet. Biraz yoruldum ama sorun yok. Yine de herkes harikaydı. İnanılmaz bir dayanıklılıkları ve atletik yetenekleri var."
Sabah farklı atraksiyonları denerken ve minik oyunlar oynarken, en aktif olanlar hep dışa dönük çocuklardı. Ben zaten hep daha çok iç mekân insanı olduğum için pek öne çıkmadım. Zaten öyle bir niyetim de yoktu.
"Ama az önce gayet havalıydın."
"Huh?" Şaşırtıcı bir övgü beklemiyordum.
"Az önceki minik oyunda. Asamura-kun, dışarı sürüklenen tüm kickboard’ları geri getiren sendin, değil mi?"
"Ahhh."
Kimse bunu yapmazsa, oyun düzgün oynanamazdı. Başkaları da bunu fark edince benim yaptığımı yapmaya başlamışlardı. Bunu belirttiğimde Ayase-san başını iki yana salladı.
"Ama bunu ilk yapan sendin, Asamura-kun. Üstelik tahtaları geri getirdiğinde, onları çevirmeyip başkalarına bırakıyordun. Oysa oyunun en eğlenceli kısmı buydu."
Yine şaşırmıştım. Fark ettiğini düşünmemiştim. Getirdiğim kickboard’lar ön yüzeydeyse olduğu gibi bırakıyordum. Ters yüzeydeyse, kurallar gereği çevirmem gerekiyordu ancak bunun yerine, tahtayı bir takım arkadaşıma iterek, "Sen hallet" diyor ve bir sonraki kickboard’u arıyordum. Neden mi? Ayase-san’ın da söylediği gibi, tahtaları çevirmek oyunun en eğlenceli kısmıydı. Bütün tahtaları kendim çevirsem, pek eğlenceli olmazdı. Sonuçta, bu bir takım oyunuydu.
"Ahh, şey… Sadece herkesin önünde hata yapıp batırmak istemedim."
Bunu söylerken hiç yalan söylemiyordum.
"Öyle mi? Sebebin ne olursa olsun, seni tamamen öznel bir bakış açısıyla övmek istedim. Destekleyici bir asistan gibi perde arkasında çalışarak ekibe katkı sağlıyordun. Ve bence bu çok havalıydı."
"Bu gerçekten havalı bir şey mi?"
"Herkesin bakış açısı farklıdır, değil mi?"
"Yani… haksız sayılmazsın. Ama bunu böyle söylemen biraz utanç verici." Bunu dediğimde, Ayase-san nazikçe gülümsedi.
Evde babama karşı yaptığı kuru ve zoraki gülümsemelerden biri değildi bu. Nasıl desem… Bana gösterilen fotoğraflardaki genç Ayase-san’ın masum ve sıcak gülümsemesine benziyordu. Bunu gördüğümde içimden “İyi ki o adımı attım ve onun sınırlarını aştım” diye düşündüm.
Tabii ki bu, kendimi beğenmiş bir şekilde “Ayase-san’ı ben kurtardım” gibi bir düşünceye kapıldığım anlamına gelmiyor. Bunun böyle olmadığını kanıtlayan bir şey de var. Sadece şunu biliyorum: Eğer eskisi gibi mesafeli dursaydım, bu gülümsemeyi asla göremezdim ve bu gülümsemenin yalnızca bana, sadece bana yönelik olduğunu fark ettiğimde içimi garip bir üstünlük hissi kapladı. Belki de gerçekten tüm bunları kendim için yapmıştım.
"Eh, söylemek istediğim buydu."
Bunu dedikten sonra Ayase-san ayağa kalktı.
Sanki ağına yakalanmış bir balık gibi bakışlarım istemsizce ona doğru kaydı.
"O zaman…"
Mayosu hâlâ ıslaktı ve bu da renginin eskisinden daha canlı görünmesini sağlıyordu. Işığın vurduğu cildinin açıkta kalan kısımlarında su damlacıkları inci gibi parlıyordu. Saçlarının arasında bile su damlaları serpilmişti.
"Biraz daha yüzmeye gidiyorum!"
Kollarını başının üzerine kaldırıp hafif esneme hareketleri yaptı.
"…Ha?"
O an bir anda içimde bir şeylerin uyandığını hissettim. Neden bilmiyorum. Hem çok doğal hem de bir o kadar ani bir şeydi. İçimde tarif edemediğim bir duygu kabarmaya başladı.
Ah, ben… onu seviyorum.
Bu kelimeleri önce zihnimde oluşturdum ancak sonrasında içimde aniden doğan bu duyguya kendim bile şaşırdım. Bunu fark etmem için o kadar çok fırsat ve an vardı ki … Ama böyle basit bir hareket yüzünden, sayısız kez gördüğüm bir şey sayesinde fark ettim. Sadece kollarını yukarı kaldırıp gerindi. Hepsi bu.
Ne bana aşkını itiraf ediyordu ne de bizi birbirimize yakınlaştıran bir tehlike atlatmıştık. Şu ana kadar başkalarının yaşadığı aşk hikâyelerini dinlemiş, izleyip anlamaya çalışmıştım ancak şimdi, işin içinde doğrudan ben vardım.
Dürüst olmak gerekirse, kadınlarla nasıl iletişim kuracağımı pek bilmiyorum. Küçüklüğümden beri babamla annemin ilişkisini izledikçe, evliliğin mutluluk getireceğine dair inancımı kaybettim ve romantik ilişkileri küçümsedim. Sessiz kalırsan ilgisiz derler, fazla düşünceli davranırsan erkeksi bulunmazsın, eğer tamamen karşı tarafın hislerini düşünerek hareket edersen yetersiz görülürsün… Ve sonunda, sevgilin senden daha zengin ve daha erkeksi biriyle aldatır.
Benim için erkek ve kadın ilişkileri işte böyle başlar ve böyle biterdi. Bu yüzden hiçbir zaman aşkla ilgili bir deneyimim olmadı, edinmeye de çalışmadım.
Peki neden bu kişi? Neden Ayase-san? Bunu açıklayacak bir sebep var mı?
İçimde olup bitenler o kadar hızlı gerçekleşti ki… o kadar gerçekti ki… ve beni tamamen hazırlıksız yakaladı. Anlamıyorum.
Dürüst olmak gerekirse, aşk dediğimiz şey harika ve hayranlık uyandıran bir duygu ama bu kadar basit olacağını hiç düşünmemiştim. Sadece bir anlık bir farkındalıkla içimi bu kadar rahatlatacağını da. Fakat aynı zamanda, bu his sanki çok geçici bir şeymiş gibi de geliyordu.
Su damlacıkları ışık altında daha da parıldarken Ayase-san’ın uzaklaşan siluetine baktım.
O benim küçük kız kardeşim ama o, Ayase-san. O benim ÜVEY kız kardeşim.
Saat 16:00 olduğunda, dönüş hazırlıklarına başladık. Erkekler soyunma odasında kıyafetlerini daha hızlı değiştirdi. Mantıken, kızların saçlarını kurutması ve hazırlanması daha uzun sürecekti. Bunu bekliyordum zaten.
Saat 17:00 civarında otobüs geldi ve havuza veda ettik. Giderken olduğu gibi dönüşte de 30 dakika otobüs, 30 dakika tren yolculuğu yaptık fakat bu sefer, sabaha kıyasla çok daha fazla sohbet ettik. Muhtemelen gün boyunca birlikte vakit geçirdiğimiz için artık birbirimize daha aşinaydık. Shinjuku’ya vardığımızda saat 18:00 olmuştu.
Turnikeden geçtikten sonra berrak gökyüzüyle karşılaştık. Hâlâ açık bir kırmızı tonuna sahipti, ancak güneş çoktan batıya doğru alçalmaya başlamıştı. Akşam gökyüzünün renklendirdiği yüksek binalara bakınca, büyük bir şehre döndüğümüzü iyice hissettim.
"Ahhh, çok eğlenceliydi!"
"Sen hâlâ enerjik görünüyorsun, Maaya."
"Açlıktan başka hiçbir şey yapacak halim yok!"
Narasaka-san karnını ovaladı, buna karşılık herkes kahkahalarla güldü.
Bundan sonra herkes otobüse, Japan Railways’e, özel demiryoluna ya da bisikletine binerek ayrıldı. Ayase-san ve ben ise Shibuya istasyonuna kadar trenle gidecek, ardından eve yürüyerek dönecektik. Ben her zamanki gibi bisikletimi iterek yürümek zorunda kalacaktım. Nasıl olsa aynı yoldan döneceğimiz için birlikte gitmeye karar verdik. Sonuçta, Shibuya tren istasyonuna kadar birlikte yürümemiz kimseye şüpheli gelmezdi.
"O zaman, okulda görüşürüz!"
Tam ayrılmak üzereydik ki…
"Ah, Asamura-kun! Bekleyiver bir saniyecik!"
"Bu nasıl bir dil?"
Narasaka-san beni el işaretleriyle çağırarak yanımıza koştu.
"LINE’dan birbirimizi eklesek olur mu?"
Bunu duyunca gözlerim ister istemez Ayase-san’a kaydı. O da hemen bakışlarını kaçırdı ama bana sinirlenmiş gibi de görünmüyordu. Sonuçta aynı sınıfta olduğumuza göre bunda bir sakınca yoktu.
"Tabii."
LINE hesaplarımızı ekledik. O sırada aklımda bir süredir olan bir şeyi söyleme isteği hissettim.
"Bu arada, Narasaka-san, bugün tüm organizasyon için eline sağlık."
"Hmmm? Hadi ama bana ’Maaya-chan’ diyebilirsin!"
"O kadar samimi değiliz."
"Değil miyiz?! Sonuçta birlikte havuza gittik, bu bizi kanka yapmıyor mu?"
Bu nasıl bir mantık?
"Bu arada, gerçekten güzel bir organizasyon yaptın. Sayende her yeri dolaşıp gördük, akşam yemeğinde konuşacak bolca şeyimiz oldu. Tabii tüm minigames’leri yapamamamız biraz üzücü oldu."
"Ahhh."
Narasaka-san başını kaşıyarak biraz mahcup bir şekilde gülümsedi.
"Mm. Ama zaman kısıtlıydı, yapacak bir şey yoktu."
"Ancak sayende çok eğlendim, o yüzden teşekkür ederim."
"Ayy, beni bu kadar övsen de sana hiçbir şey vermem, tamam mı?"
"Övgü almak için söylemiyorum, sadece teşekkür etmek istedim. Hepsi bu."
"Yine de mutlu oldum~ Ahaha. Böyle düşünmeni ummamıştım ama fark ettiğin için sevindim."
"Evet, anladım."
Birinin çabasını fark edip, onun niyetini anlayınca mutlu olması gayet doğal bir şeydi. Yakın zamanda ben de buna benzer bir şey yaşamıştım.
"O zaman tekrar görüşürüz! Sen de Saki! Sana sonra LINE’dan mesaj atarım!"
"Evet, evet."
İkisi ellerini sallarken, Narasaka-san ara sıra arkasına dönüp bize gülümseyerek el sallıyordu.
"Beklettiğim için üzgünüm."
"Yok, çok beklemedim."
Turnikeden geçtik ve Shibuya’ya giden trene bindik. Yol boyunca neredeyse hiç konuşmadık. Shibuya istasyonundan çıkıp eve doğru yürümeye başladık. Ben her zamanki gibi bisikletimi iterek Ayase-san’ın yanında yürüyordum. Turuncu gökyüzü yavaş yavaş laciverte dönmeye başlamıştı. Etraf kararmaya başlamış olsa da, binaların ışıkları her yeri aydınlatıyordu.
Bu an, bana hem gün batımını hem de gün doğumunu anımsattı.
Günümüzde "alacakaranlık" veya "akşam vakti" gibi kelimeler daha sık kullanılıyor belki ama ben "şafak vakti" ifadesini daha çok seviyorum. Ayrıca, bu saatlerde, gerçek anlamda yaşayan bir varlık mı yoksa sadece bir yanılsama mı olduğunu bilemediğimiz şeylerin sokaklarda dolaştığını hayal etmek de ilginç geliyor.
Bir bakıma, bu saatler "Cadı Saati" gibi… İnsanların normalden farklı şeyler gördüğü, bazen yanındaki kişinin gerçekten o olup olmadığını sorgulamaya başladığı bir zaman dilimi. Gerçeklikten kopmaya başladığınız an—
"Maaya ile bayağı samimi oldun ha?"
Ayase-san aniden konuşunca, düşüncelerim dağılmadan önce tekrar gerçek dünyaya döndüm.
"Ahh, şey… Sonuçta beni davet ettiği için teşekkür etmek istedim."
"Teşekkür ederim."
"Ha?"
"Biz arkadaşız, bu yüzden ona öyle teşekkür etmen beni mutlu etti."
Tabii ki o sırada söylediklerimi duymuş olmalıydı. Aslında bunda hiçbir sorun yoktu fakat yine de içimde garip bir his uyandırdı.
"Asıl önemli konu şu, kanatlarını biraz açabildin mi peki?"
"Senin sayende, evet."
Ayase-san hafifçe başını eğdi, sesi oldukça sakindi.
"Havuzda yüzmek çok eğlenceliydi."
Bana baktı.
"Bolca yüzebildiğim için kendimi çok daha iyi hissediyorum. Senin dediğin gibi yapmak iyi oldu." Ve ardından yüzünde nazik bir gülümseme belirdi.
O ifadeyi gördüğümde, içimde filizlenmeye başlayan ama sesli olarak dile getiremeyeceğim duyguyu hatırladım. Belki de buna romantik bir his denebilirdi—derinlere kök salmış bir tohum gibi içime yerleşmişti. En azından, onu bir kadın olarak çekici bulduğumun farkına varmaya başlamıştım, bu da beni ne yapacağım veya ne söyleyeceğim konusunda kararsız bırakıyordu.
Ayase-san’a bu gözle bakmak, onun güvenini sarsmak olurdu. Eğer bu duyguyu açıkça ortaya koyarsam, onu sadece zor durumda bırakırım ama aynı zamanda, o da bana karşı olumlu bir şeyler hissediyor olabilir miydi? Peki, doğru olan seçim neydi?
Duygularımın içindeki bu labirentte kayboldukça, Ayase-san’la olan konuşmamda giderek daha az konuşmaya başladım. Sonunda o da sessizliğe büründü ve aramızdaki sohbet tamamen durdu. Sokak boyunca yalnızca bisikletimin dönen tekerleklerinin gıcırtısı ve adımlarımızın ritmik sesi duyuluyordu.
Ona bakamıyordum. Sadece yere bakıyordum. Ayase-san’ın nereye baktığını bile bilmiyordum. Kalbimin gittikçe hızlanıp daha gürültülü attığını hissedebiliyordum ama bu da normaldı, değil mi?
Şu an gün batımında böylesine güzel bir kızla yan yana yürüyordum.
Hayır, mesele bu değildi. Geçen ay, Yomiuri-senpai ile sinemaya gitmiştim. O zaman da biraz gergindim fakat şu an hissettiklerimden farklıydı. Zaman açısından çok uzak bir anı olmadığından, ikisi arasındaki farkı ayırt edebiliyordum ama eğer biri bana “Tam olarak ne farklı?” diye sorsa, verecek bir cevabım olmazdı.
Bu gerçekten de utanç verici bir şeydi. Kendi duygularımı bile kelimelere dökemiyordum.
İçgüdülerim bunun farklı bir his olduğunu söylüyordu ancak hangi yönüyle farklı olduğunu anlamak çok zordu. Sanki hislerim kilitli bir kutunun içindeydi, açıp bakmam imkânsızdı. Kendi duygularımı bile anlamıyordum.
Düşüncelerime dalmış halde bisikletimin tekerleklerinin asfalta vurduğu düzenli ritme bakıyordum. Gölgesinin uzayıp kalınlaştığını fark ettim. Gökyüzüne baktığımda, gecenin çoktan çöktüğünü gördüm.
Tam gün batımının ne kadar kısa sürdüğünü düşünürken aklıma başka bir şey geldi—
“Ahh, ay ne kadar güzel.”
Tam o sırada…
"Asamura-kun, insanlardaki güzel yönleri bulmakta gerçekten iyisin."
"Eh?"
Ayase-san aniden konuşunca, ona doğru döndüm. Gökyüzüne bakıyordu. Muhtemelen aya bakıyordu… Ardından bana döndü.
"Maaya hakkında. Onu övmüştün ya."
"Ah, evet."
"Etrafındaki insanları her zaman bu kadar dikkatli bir şekilde gözlemliyorsun. Buna hayran kalmamak elde değil."
"Ben… bilmiyorum."
"Ama ben öyle düşünüyorum. İnsanların çabalarını görebiliyorsun. Havuzda da söylemiştim ama, bu gerçekten hayran olunası bir özellik. Bence bu çok harika bir şey—"
Bu kadar övgü alınca kalbim hızla çarpmaya başladı ama ondan sonraki cümlesiyle… bütün düşüncelerim uçup gitti.
"—Nii-san."
Nefesimi tuttum.
Gözlerim bir anda Ayase-san’ın yüzüne kaydı. Ama nedense… onu bir yabancı gibi hissettim.
Nii-san.
Nii-san.
Nii-san.
Kelimeleri kafamda tekrar tekrar döndürmemin bir anlamı olmadığını biliyordum ama beynim bunu yapmadan edemedi.
Nii-san. Yani… Abi.
Ayase-san’ın bana böyle hitap etmesi için geçmişte hiç olmadığı kadar karşı çıkmışken, neden şimdi bir anda söylemişti? Fakat asıl şaşırtıcı olan da bu değil.
Düşünürsek, Ayase-san bu dünyada bana gerçekten "Nii-san" diyebilecek tek kişi.
"Şey… seni şaşırttım mı yoksa? Sadece, bana böyle davranman, benim için endişelenmen… güvenilir bir abi gibi hissettirdi. Yani, bilmiyorum. Böyle düşünmem garip mi?"
Başını yana eğerek gülümsediğinde, içimdeki gerçek duyguları söyleyemedim.
"Hayır… mutluyum, Ayase-san."
"…Ahaha. Ama kulağa pek doğal gelmiyor, değil mi?"
Açıkçası, bu beni biraz rahatlattı. Çünkü o anda tamamen yanlış bir yola sapmak üzereydim.Ne düşünüyordum ben? Ayase-san’ın bana olan bu ilgisi, bana duyduğu güven… hepsi sadece ’abisine’ yönelikti. Beni, sakin ve rahat bir şekilde vakit geçirebileceği biri olarak görüyordu. Beraber yaşadığı kişinin garip beklentilere ya da hoş olmayan duygulara kapılmasını istemiyordu. Sadece rahat bir ilişki istiyordu ve ben, bir erkek olarak, bu sınırı aşmak üzereydim.
"Bugün biraz yorgunum, yemeği basit tutabilir miyiz?"
"…Tabii."
Hatta bu basit konuşma bile beni korkutuyordu. Bundan sonra onunla doğal bir şekilde konuşabilecek miydim?
Kısa bir süre sonra eve vardık. Bisikletimi park etmek için apartmanın girişinde Ayase-san’dan ayrıldım. Bisikleti kilitleyip başımı kaldırdığımda… Ay çoktan apartmanın yüksek siluetinin arkasına saklanmıştı. Derin bir nefes aldım, kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Ayase-san artık yanımda değildi. Eğer bu sadece hormonlarımın bir etkisiyse, artık yatışmam gerekiyordu. Kalbimin sakinleşmesi gerekiyordu. Eğer öyleyse, bu "romantik bir his" gibi görünen şeyi unutup hayatıma devam edebilirdim.
Ama…
"Bu hiç iyi değil…"
Bunun yanlış olduğunu biliyordum. Bu duyguları beslememem gerektiğini biliyordum. Fakat ne kadar beklersem bekleyeyim, duygularım azalmıyor, yok olmuyordu.
"Eve döndüğümde onunla nasıl konuşacağım?"
Cevaplayacak kimse yoktu. Şanslıydım. Çünkü bu, kimsenin duymaması gereken bir soruydu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.