Bilet gişesinden geçerken Maaya’nın bana el salladığını gördüm. Yanında birkaç sınıf arkadaşımız daha vardı. Görünüşe göre en son gelen ben olmuştum, o yüzden adımlarımı hızlandırdım. Onlara doğru yürürken kişi sayısını saydım. İki erkek ve üç kız, Maaya da dahil. Beni de eklersek toplamda altı kişiyiz. Evet, gerçekten en son gelen ben olmuşum.
“Üzgünüm, çok beklettim mi?“
“Hiç de değil! Buluşma saatine daha vakit var!“ dedi Maaya gülümseyerek ama bunu ne kadar ciddiye alabileceğimi bilemedim.
Bugünkü çalışma seansı Maaya’nın evinde olacak. Yakınlarda bir apartmanda yaşıyor ama pek kimseyi eve davet etmezmiş. Küçük erkek kardeşleri hep yanında olduğu için onlara göz kulak olması gerekiyormuş. Bir arkadaşını çağırsa bile, bir yandan kardeşleriyle ilgilenmek zorunda kalıyormuş ancak bugün ailesi, kardeşlerini yanına aldığı için oturma odasını özgürce kullanabiliyordu ve bu yüzden çalışma seansını evinde yapmayı teklif etmişti. İstasyondan biraz yürüdükten sonra, Maaya’nın apartmanına kısa sürede ulaştık.
“Vaaay, kocaman bir yer!“
“Gerçekten büyük bir daire!“
“Elimden geleni yaptım!“
“Sanki bunda senin bir etkin varmış gibi, Maaya.“
“Hey hey, Saki! Hadi bunu açığa çıkarmayalım!“ Maaya’nın hafif tonuyla söylediği bu söz herkesi güldürdü.
Böyle bir ortam yaratma konusunda ben pek başarılı değilim sanırım ama dünkü derste Profesör Kudou’nun söylediklerini hatırladım. Bugün burada altı kişiydik, ikisi erkekti ve bu çalışma seansını organize eden kişi Shinjou-kun’du. Şimdilik onları daha iyi tanımaya odaklanmaya karar verdim.
Girişten geçtikten sonra asansöre yöneldik. Bina oldukça büyük olmasına rağmen asansörler garip bir şekilde dardı, bu yüzden hepimiz zar zor sığabildik. Bundan dolayı iki erkek başka bir asansörle çıkmak zorunda kaldı. Asansör durduğunda otomatik kapılar açıldı ve dışarı çıktık. Kapı numarasının altındaki ahşap plakada sevimli bir el yazısıyla “WELCOME“ yazıyordu. Görünüşe göre, fazla tedbirli davranarak soyadlarını yazmamışlardı. Maaya kapıyı açtı ve içeri girdik.
Oturma odası yaklaşık 16 metrekare büyüklüğündeydi ve herkes burayı gördüğünde heyecanla tepki verdi.
“Çooook geniş!“
“Evet, burada çalışma seansımız için fazlasıyla alan var.“
“Ne kadar güzel bir yer~“
“Rahatınıza bakın, istediğiniz yere oturabilirsiniz~“ dedi Maaya ve herkes masanın etrafına yerleşti.
Maaya ise mutfağa yöneldi. Ne yapacağını tahmin ettiğim için çantamı yere bırakıp hemen peşinden gittim.
“Ha? Saki, tuvalet o tarafta değil, biliyorsun değil mi?“
“Aptal. Hadi, birazını bana ver.“
Maaya’nın tek başına taşımaya çalıştığı bir litrelik üç çay şişesini kaptım ve oturma odasına geri döndüm.
“Herkes, içmek isteyen buyursun! Saki-chan, çok teşekkürler~“
Seslenen kişi, Maaya’nın her zaman “Yumicchi“ diye çağırdığı kızdı.
Shinjou-kun da hemen ayağa kalkıp yardım etmeye koyuldu. Bardak altlıkları ve bardaklar önceden hazırlanmıştı bile.
“Bardaklardan damlayan çay konusunda endişelenenler peçete kullanabilir~!“
“Maaya, yeter artık, otur yerine. Böyle yaparsan biz de huzursuz oluruz.“
“Saki ne kadar düşünceli~ İşte ellerinizi kirletmeyecek atıştırmalıklar.“
“…Biz buraya ders çalışmaya geldik, değil mi?“
“Elbette? Ama tatlılar da olmazsa olmaz.“
“Sanırım benim ders çalışma seansı hakkındaki fikrimle Maaya’nın fikri pek uyuşmuyor…“
Herkes güldü ama açık konuşmam gerekirse, bu hiç de gülünecek bir şey değildi. Maaya’yı tanıyorum ve kesinlikle ciddiydi. Bu gidişle çalışma seansından çok bir çay partisine dönüşecekti. Gerçi benim için asıl önemli olan şey göz önüne alındığında, bu da pek fena sayılmazdı—Bir dakika, hayır.
“Peki, bu çalışma seansını nasıl yöneteceğiz?“ diye sordu Maaya.
“Özellikle odaklanmak istediğiniz bir ders var mı?“ diye sordum.
“Benim için fark etmez~“
“Tam Narasaka-san’dan beklendiği gibi. Her derste üst sıralarda yer alıyor.“
“Onur öğrencileri gerçekten farklı oluyor~“
“Hee hee, daha fazla övebilirsiniz~ Şaka bir yana, en kötü olduğumuz derslere çalışsak nasıl olur?“
“En kötü olduğumuz dersler mi?“
“Yumicchi için bu Japonca olurdu, değil mi?“
Yumicchi, somurtarak biraz sevimli bir ifadeye büründü.
“Çok basit~ Bu kadar kişiyle mutlaka her konuda iyi olan birileri vardır. Böylece birimiz bir konuda zayıfsa, diğerimiz ona yardım edebilir.“
Ah, anladım. Mantıklı geliyor. Eğer iyi ve kötü olduğumuz dersler arasındaki farklara odaklanırsak, soru “Bu doğru mu, yanlış mı?” olmaktan çıkıp “Çözümü bulma yöntemim doğru mu?” sorusuna dönüşüyor. Eğer cevabı bilmiyorsan bile eğer bu iyi olduğun bir dersse, ya neye bakman gerektiğini bilirsin ya da bir şekilde yolunu bulabilirsin.
Ancak eğer kötü olduğun bir dersse, sözlüğe bakamazsın, çalışma kitaplarını referans olarak kullanamazsın ve internetten de arayamazsın. Peki, böyle bir durumda ne yapmalısın? Bana birkaç ay önce bu soruyu sorsaydınız, büyük ihtimalle cevap veremezdim ama artık bu sorunun cevabı benim için çok net: Başkalarına güvenirsin. Birinin omuzlarına çıkarsan, önünü daha iyi görebilirsin. Birbirine öğretmek ve birlikte gelişmek… Bu benim için tamamen yeni bir düşünce.
Asamura-kun… yani Nii-san konusunda, bana zaman zaman ders anlatırdı. Zayıf yönlerimi gösterir ve cevabı sorardım. Aynı şekilde, eğer başkasının bir konuda zorlandığını görürsem ona yardım etmeye çalışırdım. Klasik bir alışveriş: Ver ve al. Bu mantık bana hiç yabancı değil ama bunu daha önce hiç gerçekten yapamamıştım.
Ama şimdi anlıyorum. Başkalarına güvenmek bir beceri ve her beceri gibi, bu da pratik gerektiriyor. İnsanlara güvenmekten, onların bana güvenmesinden nefret ediyordum çünkü bir şey beklediklerinde, onları mutlu etmek için ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Sonuçta birinin aklından geçenleri göremiyorsam, doğrudan bana ne istediklerini söylemedikleri sürece bunu bilmemin bir yolu yoktu. İnsanların ne istediklerini tahmin edebilmek inanılmaz kullanışlı bir yetenek olurdu—ben hep böyle düşünürdüm.
Eğer bir şey istiyorsan, söylemelisin. Eğer hoşlanmadığın bir şey varsa, bunu da belirtmelisin. Duygularınızı açıkça paylaşır ve birbirinize uyum sağlarsanız herkes mutlu olabilir. Bu düşünce hâlâ içimde çok derinlere kazılı ve yanlış olduğunu da sanmıyorum fakat bu, benim ilkemle çelişiyor. Çünkü duygularımı açmak ve uyum sağlamak zorunda olduğum kişi, asla duygularımı açamayacağım biri.
Biyolojik babamı ve annemi hatırladım. Babam işinde başarısız olduktan sonra annem onu desteklemek için ek iş yapıyordu ancak annem gerçek bir başarı elde ettiğinde, babam ona karşı kin beslemeye başladı. Bu tamamen mantıksızdı. Onu aniden affetmiş değilim ama artık biraz daha anlayabiliyorum. Zayıflığını anneme gösteremedi. Ona güvenemedi. Annemle ver ve al temelli bir ilişki kuramadı. Karısına güvenme becerisine sahip değildi.
O halde ben de farklı değil miyim? Modern Japonca konusunda yaşadığım sıkıntıyı ona söylemekte hiç tereddüt etmemiştim ama göğsümde hissettiğim bu duyguyu asla dile getiremiyorum. Kendime bunun sebebinin, eğer ne olduğunu tahmin edersem kötü olacağını söylüyordum ancak gerçekten de tek sebep bu mu?
“…ki. Saaaakiiii!”
“Eh?“ Başımı kaldırdığımda, Maaya’nın elini yüzümün önünde salladığını gördüm.
“Aç değil misin?“
Onun bu sorusuyla birlikte midemin guruldadığını fark ettim. Telefonumun saatine baktığımda 11:57 olduğunu gördüm.
“Eh, şimdiden öğle vakti mi olmuş ?“
“Aynen öyle. Peki, ne yapalım? Bir şeyler mi sipariş edelim? Yoksa basit bir şeyler mi hazırlayalım?“ Maaya öneride bulundu fakat altı kişiye birden yemek yapmak kolay olmayacaktı.
Sipariş vermek de epey masraflı olur.
“En yakın markete gidip bir şeyler alırım.“
“Hmm, hep birlikte mi gitsek?“
“O kadar kalabalık olursak dükkânı gereksiz yere doldururuz. Bana ne istediğinizi söylerseniz ben alıp gelirim.“
“Her şeye bu kadar dikkat etmen… Peki, o zaman ben de küçük atıştırmalıklar hazırlarım!“
Herkesin siparişlerini not almaya başladım ve kısa sürede listenin epey kabardığını fark ettim. Özellikle de içecekler konusunda. Zaten genelde alışverişe çıktığımda birçok şeyi aynı anda alıyorum, o yüzden çok da zor olmayacaktır.
“Bunca şeyi tek başına taşımak zor olmaz mı? Sana yardım edeyim.“
“Ah… Evet, olur. Teşekkürler.“
Shinjou-kun yardım etmeyi teklif etti, böylece birlikte markete doğru yola çıktık. Bu sırada Maaya ve diğerleri evde basit yemekler hazırlamakla meşguldü.
Market, Maaya’nın apartmanına oldukça yakındı. Ana caddeye çıktığımızda, çapraz köşede öğrenciler arasında epey popüler olan bir İtalyan restoran zinciri göze çarpıyordu. Bu bana gelirken gördüğüm bir sınav hazırlık kursu tabelasını hatırlattı. Meğerse Asamura-kun’un gittiği dershane burasıymış. Gerçi popüler dershanenin sayısı az olduğu için bu çok büyük bir tesadüf sayılmaz.
…Dur, bu iyi değil. Yine Asamura-kun’u düşünmeye başladım. Bunu yapamam. Yeni ilişkiler kurmaya karar verdim.
Kırmızı ve yeşil tabelasıyla uzaktan bile fark edilen markete hızlıca vardık. Ekmek, onigiri, sandviç ve çeşitli atıştırmalıklar aldık. Ayrıca emin olmak için üç büyük şişe çay da ekledik sepete. Kasada ödemeyi yaparken, Shinjou-kun ağır olan poşeti—içinde çay şişeleri olanı—tek başına taşıdı.
“Bir kısmını benimle paylaşabilirsin.“
“O zaman lütfen al.“
Dedim ve patates cipsi dolu torbayı kendi poşetime aktardım ama bu hiç adil değil. Şu an neredeyse her şeyi tek başına taşıyor.
“Anlıyorum.“
“Hm?“
Shinjou-kun’un gülümsemesine baktığımda, bazı kız arkadaşlarımın onun ne kadar popüler olduğundan bahsettiğini hatırladım. O an taşlar yerine oturdu. Gerçekten tam bir centilmen gibi davranıyordu.
“Sadece… Tüm bunları taşıdığın için teşekkür ederim.“
“Sen de bir şeyler taşıyorsun, değil mi?“
“Öyle ama yine de.“
Benim yapım biraz ters, bu yüzden bir şeyler benden alınmaktansa bana yüklenirse daha rahat hissediyorum. Bu yüzden Shinjou-kun’un bu kadar düşünceli olmasına gerek olmadığını düşünüyorum. Tek istediğim, kendi eşyalarımı kendim taşımak. Yine de, marketten çıkarken neredeyse tökezlediğimde kendimi daha da mahcup hissettim. Neyse ki Shinjou-kun kolunu uzattı, böylece düşmeden dışarı çıkabildim.
“T-Teşekkürler.“
“Önemli değil.“
Bunu söylese de, iki ağır poşet taşıyor ve üstüne üstlük bir kızı destekliyor.
“Bana daha çok güvenebilirsin.“ diye mırıldandı ama ben yine de bir daha böyle düşecek gibi olmak istemem.
Yoksa tek başıma yaşamaya nasıl güvenebilirim ki? Böyle yardım alınca, gerçekten kendi başıma yetebiliyor muyum diye içten içe sorgulamaya başladım.
“Şey, Ayase.“
Düşünceler içinde kaybolmuştum ama adımı söyleyince aniden gerçek dünyaya döndüm.
“Senin ve Asamura’nın kardeş olduğunu duydum.“
Sözler boğazıma düğümlendi.
“Bunu… birkaç kişi zaten biliyor.“
“Öyle mi? Aslında Asamura’nın kendisinden duydum.“
“Huh…?“
“Veli toplantısında, annesinin seninle birlikte sınıfa girdiğini gördüm ve ona sordum.“
“Ahh… Anladım.“
İçim biraz rahatladı. Asamura-kun’un böyle bir şeyi başkalarına anlatacak biri olduğunu hiç düşünmezdim ama durum göz önüne alındığında, buna mecbur kaldığını anlıyordum. Shinjou-kun, konuşmayı nasıl devam ettireceğimi bilemediğimi fark etmiş olmalı ki konuyu değiştirdi.
“Ayase, gerçekten çok disiplinli ve ağırbaşlısın. Küçük bir erkek kardeşin var sanmıştım.“
“Aslında yok, bence bu normal.“
Ben her zaman mantıklı düşünebilen biri değilim.
“Öyle görünüyor ama.“
“Beni fazla gözünde büyütüyorsun. Asıl her şeyi kontrol altında tutan sensin. Gerçekten tam bir abi gibi hissiyatın var.“
“Aslında bir kız kardeşim var.“
“Öyle mi…? Peki, yakın mısınız?“
“Sayılır? Normal kardeşler kadar.“
“Yani onun ağır eşyalarını böyle taşıyor musun?“
“Uh, şey, bu normal.“
“Düşmesin diye elinden tutuyor musun?“
“Küçükken yapardım.“
Ona biraz takılmak istememin sebebi, küçük kız kardeşinin onun gibi bir abiye sahip olduğu için kesinlikle övünebilecek olmasıydı.
“Kardeşine gerçekten değer veriyorsun. Anlıyorum. Bence bu harika bir şey.“
“Bu, normal bir abinim yapacağı şey.“
Bunu duyunca, bir kez daha onunla aynı fikirde olduğumu fark ettim. Bir abi olarak yapılması gereken normal bir şeydi. Peki ya Asamura-kun’un benim için yaptığı her şey? Yarı zamanlı iş araması, derslerimde bana yardımcı olması, daha iyi çalışabilmem için yollar bulması… Bunları da sadece bir abi olarak mı yapıyordu? Yine onu düşünmeye başlamıştım.
Başımı kaldırıp etrafı tekrar incelediğimde, çoktan Maaya’nın dairesine varmıştık bile.
Çalışma seansı akşam 6 civarında sona erdi. Eylül ayının sonlarında, güneş oldukça erken batıyordu; yaklaşık 5 buçuk gibi. Şu an gökyüzünde hâlâ biraz ışık kalmıştı ama kısa sürede karanlık çökecekti, bu yüzden bitirmek için en uygun zamandı.
Maaya’ya, ailesinin ve küçük kardeşlerinin saat 6’dan biraz sonra döneceği bildirilmişti. Ders çalışırken birkaç kez konu dağılsa da genel olarak iyi ilerlediğimizi düşünüyorum. En azından kendimi geliştirdiğimi hissediyorum.
Daireden çıktığımızda, doğu tarafındaki gökyüzünün çoktan gece mavisine büründüğünü, batıdaysa hâlâ biraz kırmızı ve turuncunun kaldığını fark ettim. Maaya, bizi istasyona kadar geçirmeyi teklif etti ancak kardeşlerini beklemesi gerektiğini söyleyerek ısrar ettik. Bu yüzden artık beşimiz kalmıştık.
Böyle birlikte en son havuz gezimizde konuşmuştuk ve o gün beklenmedik bir şekilde çok eğlenmiştim.
“Ayase.“
Biri adımı söyledi, beni olduğum yerde durdurdu.
“Shinjou-kun?“
“Bir dakikan var mı?“
Beni böyle garip bir şekilde çağırması, içimde tuhaf bir his uyandırdı. Diğerleri bizden önde yürüyordu ama biraz hızlanırsak yetişebilirdik.
“Bizi geride bırakacaklar, biliyorsun değil mi?“
“Konuşmak istediğim bir şey var.“
“Evet?“
“Mm… Nasıl söylesem?“ Shinjou-kun yanıma gelip tekrar yürümeye başladı.
İlerideki insanlara karşı temkinli gibi görünüyordu, sanki fazla yaklaşmak istemiyormuş gibi.
“Bir şey mi lazım?“
“Şey… Bugün gerçekten…“
“Evet, yaz sıcakları bu yıl hiç dinmiyor. En azından ağustos böcekleri sustu ama hâlâ yaz öğleden sonraları gibi geliyor.“
Yine de mevsimler yavaş yavaş değişiyordu. Birkaç hafta önce, televizyonda sıcak çarpması uyarısı verildiğinde tüm ada kıpkırmızıya bürünmüştü. Şimdiyse sarıya çalan bir renk hâkimdi. Sokak köşelerindeki ayçiçekleri solmaya başlamış, gökyüzündeki bulutlar akşamları artık koyu kırmızı parlamıyordu. Onun yerine, sonbaharın dingin renklerine bürünmüştü.
Sokak lambalarının ışığı artık boğucu ve bunaltıcı bir sıcaklık yaymıyor, aksine insanı rahatlatan bir hava yaratıyordu. Gün batımında eve dönüş yolculuğu huzur vericiydi. Yola düşen gölgelerimiz gitgide uzarken, Shinjou-kun’un yavaşladığını fark ettim. Sonunda tamamen durdu. Başka çarem kalmadığı için ben de durdum.
Yüzünü bana dönmüş olduğunu fark ettim. Bakışlarının üzerimde sabitlenmesi içimde bir huzursuzluk uyandırdı.
“Senden hoşlanıyorum.“
Tam bir şey söylemek için ağzımı açıyordum ki kelimeler boğazımda düğümlendi. Sessizliğimden dolayı gerginleşmiş olmalı çünkü kendini toparlayıp sözlerini bir kez daha tekrarladı.
“Senden hoşlanıyorum, Ayase.“
“Öyle mi.“
Dur, bekle… Bu doğru tepki değildi.
İkimiz de sustuk ve havada garip bir sessizlik asılı kaldı.
“…Şey, teşekkür ederim. Bunu böyle hissetmen beni mutlu etti ama—“
Doğru kelimeleri bulmaya çalışıyordum.
Bu bir itiraf, değil mi? Ne yapmalıyım? Shinjou-kun’un bana karşı böyle hissettiğini asla tahmin etmezdim. Onu nasıl geri çevirmeliyim…? Ama tam bunu düşünürken, kendime şaşırdım. Neden hemen nasıl reddedeceğimi düşünüyorum ki? Shinjou-kun’un ne kadar çekici biri olduğunu biliyorum. Onu bütün gün izledikten sonra, en ufak bir kötü yanının olmadığını fark ettim. Kız sınıf arkadaşlarımın birçoğunun ona ilgi ve hayranlıkla baktığını da biliyorum. Mantıklı düşündüğümde, herkesin rahatlıkla kabul edebileceği biri o. Nazik ve düşünceli. Eğer onun küçük kız kardeşi olsaydım, kesinlikle kendimi şanslı hissederdim.
Az önce beni çağırdığında içimde bir huzursuzluk oluşmuştu. Muhtemelen böyle bir şeyin olacağını bir şekilde sezmiştim ama görmezden gelmeye karar vermiştim.
“—Üzgünüm.“ Shinjou-kun’a döndüm ve başımı derin bir şekilde eğerek özür diledim. “Seni o şekilde göremiyorum…“
“Ama şu an kimseyle çıkmıyorsun, değil mi?“
“Eh… Evet, doğru…“
“Öyleyse, benimle çıkar mısın? Belki zamanla bana karşı böyle hissetmeye başlarsın, ne dersin?“
Bu… Bilmiyorum.
“Yoksa aslında hoşlandığın biri var da ona itiraf etmedin mi?“
“Ben… yok.“
“Öyle olsa bile benimle çıkmayacak mısın?“
“Öyle olsa bile çıkmayacağım.“
Neden acaba? Onu sevebileceğim bir gelecek hayal bile edemiyorum. Onun iyi biri olduğunu biliyorum, harika bir abi olduğuna da eminim ama…
“Yani belki de aslında… Asamura’ya karşı—“
“Eh?“
“Yok, boş ver… Anladım. Vazgeçeceğim. İyi anlaştığım bir sınıf arkadaşımla aramı bozmak istemem.“
“…Shinjou-kun.“
“Evet, sanırım Asamura’nın yanında biraz daha vakit geçirsem iyi olacak.“
Sözleri içimde bir şeyleri harekete geçirdi.
“Neden?“
Neden şimdi Asamura-kun’dan bahsetti?
“Abini seviyorsun, değil mi?“
“Bu…“ Hemen inkâr edemedim.
Ama aynı zamanda kabul etmek de istemiyordum.
“Ahah, bak sen şu işe. Beni anında reddettin ama bunu inkâr etmiyorsun.“
“Abim olarak.“
“Hmm? Peki, öyle olsun ama nasıl biri olduğunu ve senin neden onu bu kadar sevdiğini anlayabilirsem, belki benim de bir şansım olur.“
Bunu şakayla söylüyor gibiydi ama mantığını tam olarak kavrayamıyordum.
Hoşlandığın birinin abisi gibi davranırsan, en fazla abi figürü olarak sevilirsin, değil mi? Bana pek mantıklı gelmiyordu ama Shinjou-kun kötü biri değil, bu yüzden Asamura-kun’un onunla daha fazla arkadaşlık etmesi beni mutlu ederdi. O sırada, sınıf arkadaşlarımızın seslerini duyduk; bizi bekliyorlardı.
Gece, gün batımını yavaşça geride bırakıyordu. Perdeler kapanmaya, bugünü sonlandırıp bir sonraki mevsimi yaklaştırmaya başlamıştı. Tren istasyonuna vardığımızda, dünya tamamen karanlığa gömülmüş ve gece bizi tamamen kucaklamıştı.
Tam asansörü çağırmak üzereydim ki, telefonuma gelen bir LINE mesajını fark ettim. Asamura-kun, eve dönerken biraz dolanacağını ve geç geleceğini yazmıştı. Onun yine Yomiuri-senpai ile birlikte olacağını düşünmek içimde tuhaf bir sıkışma hissi uyandırdı. Boşluğa yayılan kasvetli bir duyguyla göğsüm daraldı. İçimden o serseriyi lanetledim ama aynı zamanda garip bir şekilde rahatladım da. Kafam yanıyor gibi hissediyorum. Bu gece yüzüne bakmaktan kaçınsam iyi olacak.
“Ancak, eğer başka biriyle vakit geçirip yine de hislerin değişmezse, o zaman sahip olduğun duygulara gerçekten değer vermelisin.“
Profesör Kudou’nun sözleri aklıma geldi. Sanki her şeyi biliyormuş gibi konuşmuştu. Kelimelerinde tuhaf bir çekicilik vardı sanki beni ileri itiyordu… Sonucunda modern etik ve ahlaka aykırı bir yola sapacak olsam bile.
Sakinleşmek için zamana ihtiyacım var. En azından bir gün ondan uzak durmalı, onunla karşılaşmamalıyım ama eğer yarın olur da hâlâ aynı hissediyorsam, o zaman…
“Um…?“
“Eh? Ah, özür dilerim, buyurun geçin!“
Apartmandaki başka bir sakin (komşu) bana seslendi ve o anda asansörün önünde öylece durup kalmış olduğumu fark ettim. Onun asansöre binişini izledim, mahcup bir gülümsemeyle elimi salladım. Kapılar kapanırken içimden sadece tek bir şey geçiyordu.
—Ben tamamen darmadağınığım.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.