Sanki yazın son direnişiydi. Güneş doğrudan yeryüzüne vuruyor, sıcaklık hızla yükseliyordu. Dershaneye vardığımda en az 30°C olmuştu bile. Bu sıcaktan bir an önce kaçmak için hızla binaya girdim. Otomatik kapı arkamdan kapanıp dışarıdaki sıcak havayla arama bir sınır çektiğinde, nihayet rahatça nefes alabildiğimi hissettim. Serin havayı derin bir nefesle içime çektikten sonra yürümeye başladım.
Üzerinde “Çalışma salonu“ yazılı tabelanın bulunduğu kapıyı açtım. Dün geldiğim saatle hemen hemen aynı zamanda varmış olmama rağmen, salon bugün çok daha kalabalıktı. Etrafı göz gezdirdiğimde Fujinami-san’ı dün oturduğu yerde buldum. Neyse ki yanındaki koltuk boştu, bu fırsatı kaçırmadan hemen oraya yerleştim. Notlarına ve ders kitaplarına odaklanmıştı, belli ki bir süredir çalışıyordu.
Ona seslenmek yerine, ben de kendi ders materyallerimi çıkardım ve fiziğe yoğunlaştım. Dönem sonu sınavlarında bu ders yüzünden birkaç puan kaybetmiş, bu yüzden toplamda 70 puan almıştım ama bu, dersi anlamadığım anlamına gelmiyordu—sanırım. Sorular adil kabul edilirse, %70’lik bir başarı fena sayılmaz.
Bununla birlikte, asıl sorunum doğru formülü bulup hesaplamayı doğru şekilde yapmakta zorlanmamdı. Lisede öğretilen fizik olayları genellikle bir kitaptan okuyup gözünüzde canlandırabileceğiniz şeylerdi. Ben de konuyu derste işlemeden önce kavramaya çalışıyordum fakat hesaplamalar söz konusu olduğunda hız açısından hep geride kalıyordum.
Şimdi bakalım… Pürüzsüz bir eğimde hareket eden bir cismin ivmesini hesaplayın, öyle mi? Genel olarak, fizik sorularında en önemli şey önce soruyu dikkatlice okumaktır. Örneğin, burada öne çıkan nokta “pürüzsüz eğim“ ifadesi. Yani sürtünmenin hesaba katılmasına gerek olmayan bir eğimden bahsediliyor.
Normalde, bir karton kutunun bir tepenin en üstüne konduğunda bir buz bloğu gibi kayıp gitmemesinin sebebi, zeminle arasındaki sürtünmedir ancak lise fiziğinde genellikle böyle pratik detaylara fazla girilmez. Bir anlığına, üniversitede bu konuların nasıl ele alındığını düşündüm. Aklıma Ayase-san’ın dün söylediği sözler geldi.
“Ve birinin sana neyi düşünmen gerektiğini söylemesi gibi değil, kendi düşünce sürecini bulup, bunu kendi kelimelerinle ifade etmen gerekiyor.“
Yani, üniversitede sorunları kendin oluşturup sonra onları çözüyorsun. Örneğin ya bu eğimde sürtünme olsaydı? Ya bu eğim Dünya gibi bir gezegende bile olmasaydı? Düşününce oldukça eğlenceli geliyor. Ah, bu bana okuduğum bir bilim kurgu romanını hatırlattı. Eğer böyle bir şey Ay’ın yüzeyinde gerçekleşseydi, ölçülebilir bir yerçekimi bile olmazdı ve bir damla su, insan derisi üzerinde Dünya’dakinden çok daha yavaş akardı. Ah, bir de böyle bir ortamda geçen duş sahneleri animelerde nasıl görünürdü acaba…?
İvme! Evet, konuya geri dönelim. İvme, hımm…
Tam o sırada, kalemin kağıda sürtünerek yazdığı sesi ve ardından sayfa çevirme seslerini duydum. Ben bir soruyu tamamlayıp sayfayı çevirdiğimde sanki benim başarımı takip ediyormuş gibi başka biri de aynı anda sayfasını çeviriyordu. Bu, garip bir rekabet gibiydi. İçimde tuhaf bir dayanışma hissi belirdi ve farkında olmadan gülümsedim.
Ancak Fujinami-san yanımda sessizce otururken ben de sorularımı çözmeye devam ettim. Derken küçük bir sürtünme sesi duydum. Başımı kaldırdığımda, Fujinami-san’ın yerinden kalktığını ve bana baktığını gördüm. Tek kelime etmeden çantasını aldı ve kapıyı işaret etti.
…Ha? Zaman bu kadar hızlı mı geçti? Biraz panikle telefonumu kontrol ettim ve saat öğleni geçmişti bile. O kadar odaklanmışım ki öğle vakti geldiğini bile fark etmemişim. Koridora çıktığımızda Fujinami-san konuştu.
“Bugün öğle yemeğini bir aile restoranında yiyelim.“
“Aile restoranı mı?“
“Fiyatları uygun bir yer biliyorum. Ne dersin?“
“Öyle mi…“
Arada bir dışarıda yemek yemek fena olmaz.
“O halde gidelim.“
Binadan çıkmamızla birlikte dışarının sıcak havası yüzümüze çarptı.
“Bugün gerçekten sıcak.“
“Evet ama yakında sonbahar gelecek. Bu bunaltıcı sıcaklık da çok uzun sürmez.“
Hava hakkında sohbet ederken Fujinami-san’ın bahsettiği aile restoranına vardık. Gerçekten de söylediği gibi öğrencilerin sıkça tercih ettiği, uygun fiyatlı ve ulaşılabilir bir yerdi. Burası bir tür İtalyan yemek zinciri restoranıydı.
Serin iç mekânda ilerleyerek pencere kenarında, küçük bir bölmede karşılıklı oturduk. Fazla zaman kaybetmemek için hızlıca sipariş verdik. Ben basit bir karbonara söyledim, Fujinami-san ise peperoncino tercih etti.
“Bolca zeytinyağlı ve acılı şeyler yemeyi seviyorum.“
“Ben de genelde acılı yemekleri severim ama… Bugün biraz fazla ders çalıştım, bayağı acıktım.“
“Zaten farkına bile varmadın.“
“Neyin farkına varmadım?“
“Az önce seni bir süre izledim… ve senin fark etmeni bekledim.“
Demek öyleydi, ha? Sandalyeyi hareket ettirdiğinde gerçekliğe döndüğümü sanmıştım ama belki de sadece bakışlarını hissetmiştim.
“Söyleyebilirdin aslında.“
“Diğer öğrencileri rahatsız etmek istemedim.“
“Peki, neden özellikle bugün bu aile restoranına gelmek istedin?“
“Sana bakınca canım öyle istedi. Seninle konuşmak istedim ama öğrenci salonunda çok fazla göz üzerimizde olurdu.“
“Ah, ben su alayım o zaman. Burası self-servis, değil mi?“ ( Self-servis, genellikle satın alma yapan kişinin kendine hizmet etmesidir.)
“Ben alırım.“
“En azından kendi payımı ben taşıyayım.“
Bunu bir süre tartıştıktan sonra sonunda birlikte gitmeye karar verdik. Islak mendiller ve sular elimizde masamıza döndük. Biraz sonra yemeklerimiz de geldi. Fujinami-san, restoranın masa baharatları arasında bulundurduğu zeytinyağını bolca yemeğinin üzerine döktü. Aynısını karabiberle de yaptı. Çatalıyla makarnayı kaldırıp yemeye başladı. Görünüşe bakılırsa bu tür yemeklere alışkın. Belki buraya sık sık geliyordur?
Yine de, Fujinami-san’ın kendini unutturacak kadar bana neye bu kadar dikkat kesildiğini merak ettim. Acaba garip bir şey mi yaptım? Neyse, ben de bu arkadaşlığı geliştirmek için elimden geleni yapmalıyım.
“Şey, Fujinami-san, kitap okur musun?“
“Kitap mı? Eh, pek sevmediğim söylenemez.“
Ne garip bir yanıt.
“Yani… özellikle sevdiğin de söylenemez mi?“
“Ah. Yani, tam olarak öyle değil. Kitap okumayı seviyorum ama eğlenceye ayırdığım vakitte genellikle maliyet-performans açısından bakarım. Daha önce söylemiştim sanırım ama çok fazla harcayabileceğim param yok, bu yüzden böyle bir hobiye tam olarak odaklanmak benim için zor.“
“Anlıyorum…“
“Örneğin, şu golf meselesi. Hafta içi bir akşam, iki cep kitabı fiyatına istediğim kadar pratik yapabiliyorum bu yüzden bana çok daha mantıklı geliyor.“
Üstelik golfte kendini geliştirirse ailesini de mutlu edecek.
“Peki, sen ne tür kitaplar okuyorsun, Asamura-kun?“
“Hmm… İlginç bulduğum her şeyi. Popüler edebiyattan yabancı romanlara, bilim kurgudan hafif romanlara kadar her şeyi okuyorum.“
“Hafif romanlar mı? Bu tam olarak bir tür sayılmaz, değil mi?“
Gülümsedim. Tabii ki bunu bilecek kadar bilgiliydi.
“Haklısın. Bilim kurgu, gizem, günlük yaşam, aksiyon ve hatta bazen spor hikâyeleri bile var… Yani kesin olarak bir tür değil aslında. Biz doğmadan önce onlara gençlik romanları deniyormuş.“
“Öyle mi?“
“Buradaki ‘gençlik’ kelimesi, ‘genç erkekler ve kızlar için yazılmış’ anlamına geliyor, sanırım.“
Başka bir deyişle, bizim yaş grubumuza hitap eden her şey gençlik edebiyatı olarak kabul ediliyor. Hafif romanlar da bu bağlamda, okunması kolay ve daha genç bir kitleye yönelik yazılmış romanlar oluyor—en azından duyduğum kadarıyla.
“Bilim kurgu seviyorsan, fizik konusunda iyi misindir?“
“Öyle olduğunu söyleyemem. Hatta bazen zorlandığım bile oluyor.“
“Gerçekten mi? Ama bu sabah çalıştığın konu fizikti, değil mi? O kadar hızlı çözüyordun ki oldukça iyi olduğunu düşünmüştüm.“
Bunu duymak beni şaşırttı. Görünüşe göre beni oldukça dikkatli izlemiş.
“Eh, en azından türü seviyorum diyebilirim.“
“Son zamanlarda okuduğun güzel bir roman var mı?“
Biraz düşündükten sonra, yakın zamanda okuduğum bir bilim kurgu romanından bahsettim. Uzak bir gelecekte, uzay yolculuğunun yaygın olduğu bir dönemde geçen bir hikâyeydi. Hatta Amerika başkanının bile okuduğu bir roman olduğu söyleniyordu. Tabii, başkasının okuması benim keyfimi artırmaz ama farklı ülkeler ve kültürlerin nasıl tepki verdiğini görmek ilginçti.
“Bir keresinde kitapçıda görmüştüm ama ciltliydi, bu yüzden alamadım…“
“Evet, mantıklı.“
Aslında, bu romanı bana Yomiuri-senpai önermişti. O olmasaydı, maaşımla pahalı bir ciltli kitap almayı düşünmezdim.
“Daha kolay ulaşılabilecek bir kitap var mı?“
“Belki de yakın zamanda filme uyarlanan bir tanesi? Cep kitabı olarak da satılıyor, yazın peşinden koşan bir kedinin hikâyesi.“
“Ah, evet, onu okuyorum. Aslında klasik bir yabancı bilim kurgu romanı, değil mi? Onu ben bile biliyorum. Kedi gerçekten çok sevimliydi. Filmin fragmanlarını izledim, oradaki kedi de çok sevimliydi.“
‘Sevimli’ kelimesini iki kez kullandı. Sanırım kedileri seviyor.
“Madem kedilerden bahsediyoruz, ölen kedilerle ilgili hikâyeler de var.“
“Evet…“
Bundan sonra, içinde kedi geçen kitaplardan konuşmaya başladık. Ah evet, Yomiuri-senpai’nin o kedi dedektifli gizem romanını sevdiğini hatırladım. Fujinami-san’a bundan bahsettim. Bana ilginç olup olmadığını sordu. Sadece ön izlemesini okumuş olmama rağmen en azından umut verici göründüğünü söyledim. İnsanlardan bile zeki olan bir kedinin suçları çözmeye yardımcı olduğu bir hikâyeydi yani elbette ilginç olmalıydı. Bunu anlatınca oldukça ilgisini çekmiş gibiydi.
Kitap konusundaki ilgi alanlarımız birbirine oldukça yakındı ve birçok şeye bakış açılarımız da fazlasıyla benziyordu. Bu bana bir rahatlık hissi verdi sanki Ayase-san’la konuşuyormuşum gibi. Yeni insanlarla tanışmanın aslında sandığım kadar kötü olmadığını düşünerek, pencereden dışarıya şöyle bir göz gezdirdim.
—Ve orada Ayase-san’ı gördüm.
Bir marketin önünde, güneşten kaçınmaya çalışarak bir çocukla konuşuyordu. Oldukça neşeliydi. Neden burada? Ve yanındaki bu çocuk da kim? Hemen gözlerimi pencereden çekip başka bir yere yönelttim. Uzaktan bakınca tam olarak seçemiyordum ama çocuğun yüzü bana tuhaf şekilde tanıdık geliyordu. Ayase-san, sınıf arkadaşlarıyla bir çalışma grubu yapacağından bahsetmişti. Peki ama burada ne yapıyorlar? Hem neden sadece ikisi var? Diğer arkadaşları nerede?
“…Haaaah.“
Bir iç çekiş sesi duydum ve kafamı kaldırdım.
“Ah… pardon, en son ne konuşuyorduk?“
“Um, aslında hiçbir şey konuşmuyorduk.“
Ugh… Garip bir durum oldu. Pencereden dışarıdaki Ayase-san’a takıldığımı açıklayacak halim yok.
“Anlıyorum, şey… Um…“
“Kendini zorlayıp konuşacak bir konu bulmaya çalışmana gerek yok aslında ben zaten merak ediyordum.“
“Neyi?“
“Yani, golf salonunda çalışma odasından bahsetmiştim ya… ama dün o odaya geldiğinde yüzündeki ifade…“
Bir an duraksadı ve kararsız bir ifade takındı.
“Sanki bir şeyden kaçıyormuşsun gibiydi.“
…Kaçıyor muydum? O bunu söyleyince, göğsümde küçük bir sıkışma hissettim.
“Sana öyle mi göründü?“
“Evet.“ Fujinami-san yanıtladı ve gözlerindeki ifade değişti.
Kahverengiye çalan siyah gözleri doğrudan içimi görüyormuş gibi bakıyordu. Sanki bir MR taramasından geçiyormuşum gibi hissettim.
“O zamanki yüz ifaden bana fazlasıyla tanıdık geldiği için ister istemez merak ettim. Çalışma salonunda gerçekten ders çalıştığını görünce, senin ciddi bir insan olduğunu fark ettim. Eğer bana asılmaya çalışmıyorsan, o zaman ya bir şeyden ya da birinden kaçmaya çalışıyor olmalısın diye düşündüm.“
“Sanırım…“
Bunu yapma niyetinde değildim ama Fujinami-san’ın söylediklerinden sonra inkâr edemedim. Yeni ilişkiler kurmaya, yeni insanlarla bağlar oluşturmaya çalışıyordum… ya da en azından kendime bunu söylüyordum ama belki de sadece gerçeklikten kaçıyordum. Eğer öyleyse, bu çok kaba bir davranış olmuş olmalı. Sonuçta Fujinami-san’ı bir kaçış yolu olarak kullanmış gibi hissettirmiş olabilirim.
“Üzgünüm.“
“Üzgün olman için bir sebep yok. Daha hiçbir kötü şey yapmadın ki. Üstelik, nasıl hissettiğini anlayabiliyorum.“
Ne demek istiyor acaba?
“Ben de gerçeklikten kaçmak için başka insanlara yöneldiğim zamanları yaşadım… Ah, pardon, biraz puding sipariş edebilir miyim? Buradaki puding gerçekten çok lezzetli.“ dedi ve sipariş vermek için tableti eline aldı.
“Bu, benim kendime sağlayabildiğim tek lüks. Düşük maaşımla karşılayabildiğim küçük bir keyif. Bu yüzden her gün bento yesem bile buna para ayırırım ama işin yorgunluğunu düşününce, yeterince uyumak da önemli. Dışarıda yediğimi söylersem, hem benim için daha az zahmet olur.“
Daha az zahmet… kim için? Bunu sormak üzereydim ama birden hatırladım. Dün ona golf antrenmanı yapıp yapmadığını sorduğumda, ailesiyle bir golf sahasına gitmek istediğini söylemişti qma onlardan ’bu insanlar’ diye bahsetmişti. Bunu net bir şekilde hatırlıyordum çünkü bana biraz garip gelmişti.
Bu ifade fazlasıyla mesafeli duruyordu. Ailesiyle çok yakın bir ilişkisi olmadığını gösteriyordu fakat onlardan tamamen nefret de etmiyor gibiydi. Daha çok… çekimser mi hissediyordu? Bunu düşününce, hislerinin benim Akiko-san’a karşı hissettiklerime benzediğini fark ettim. Belki de ’bu insanlar’, ona zorla bento hazırlamaya çalışıyordu. Tıpkı Akiko-san’ın, hem Ayase-san hem de benim için veli toplantısına katılmaya kendini zorlaması gibi.
Bu yüzden ailesinin onun için zahmete girmesini istemiyor ama kendisi de evde bento yapacak durumda değildi. Bundan dolayı dışarıda yiyeceğini söylüyor ve böyle bir zincir restorana düzenli olarak geliyordu.
Sipariş ettiği pudingi hızla kaşıklayıp ağzına attı, gözlerini kısarak mutlu bir kedi gibi göründü. O uzun boylu Fujinami-san, o an minicik bir yavru kediye benziyordu.
“Mmm, mutluluğun tadı~ Hepsi 500 yenin yarısı kadar.“
Maliyet-performansa ne kadar takıntılı olduğunu bildiğim için bu sözler tam da ona yakışıyordu. Pudingini bitirdikten sonra aniden dik bir duruş sergiledi.
Beni doğrudan gözlerinin içine bakarak sorduğu için lafı dolandıramadım.
“Bunu nasıl—?“
“Nasıl bildim mi? Bir kaçış yolu olarak bir kızın yanına sığındığın için tahmin ettim. Bu oldukça sık yaşanan bir şey, değil mi? Aşkın sonuç vermeyince, kendini başka birine kaptırarak dikkatini dağıtmaya çalışırsın.“
“Bu, insanlara asılmakla aynı şey olmuyor mu?“
“Bunu bilinçli olarak yaparsan, evet ama çoğu insan, bir şeyden kaçtığının farkında bile olmaz. Sadece bir şeyden ya da birinden uzak durmaya çalıştıklarını bilirler, bu da onların içten içe daha fazla sıkıntı çekmesine sebep olur ama eğer bu düşünceyi takip edersen, eninde sonunda bunun farkına varırsın.“
Gülümsedi ve bu gülümsemesi, beni suçlamasından daha çok canımı yaktı.
“Sonuçta ben o kadar iyi biri değilim.“
Ayase-san’ın insanlara karşı her zaman mesafeli olduğunu düşünürdüm ama Fujinami-san onu bile aşıyordu. Ayase-san’ın insanlara karşı soğuk tavrını kendime yakın bulurdum. O insanlardan hiçbir beklentisi yokmuş gibi dururdu. Daha doğrusu, karşı cinsle ilgili hiçbir beklentisi olmadığını belli eden bir tavrı vardı. Ona sürekli bir şeyler açıklayıp durulmasından hoşlanmaz, kimseyle ortak bir noktada buluşmaya çalışmazdı.
İlk tanıştığımızda, Ayase-san benim gerçek kişiliğimi anlamak için bazı şeyler söylemişti ve ben de bunları reddetmiştim. O da buna karşılık sinirlenmek yerine sadece gülümsemişti. İşte o zaman, onun benimle aynı olduğunu anlamıştım. Ama Fujinami-san’ın şu anki gülümsemesi farklıydı. Beni yerden yere vuruyordu.
“…Biliyor musun, aşık olmamam gereken birine aşık oldum.“
“Klişelerin en klişesi.“
“Ve bu, tam can alıcı yerime saplandı.“
“Bıçaklanmak istiyor gibi görünüyordun, ben de bıçağı sapladım.“
Elim istemsizce yanağıma gitti… Gerçekten mi? Ah, sanırım öyle. Fujinami-san beni suçluyor, hem de doğrudan. Yüz ifadesi, ameliyat bıçağını hastasına saplamaya hazır bir doktorunki gibiydi. “İşte burada, senin sorunlu tarafın. Onu kesip çıkarıyorum.“—Buna benzer bir şey. Gerçi ameliyat yapan bir doktorun yüzünü yalnızca TV dizilerinde falan gördüm ama eğer hata yapmayan profesyonel bir doktorsa, kesinlikle böyle soğuk ve mantıklı bir ifadesi olurdu.
“Eğer kendi bencil duygularımı önceliklendirirsem, ailemi incitmiş olurum. Bu duyguları gerçekten unutmam gerekiyor ama ne yaparsam yapayım işe yaramıyor gibi görünüyor…“
“Epey ciddi bir durum anlaşılan.“
Ben de nazikçe gülümsedim. Sanırım benim için gerçekten bu kadar ciddi bir mesele. Fujinami-san kollarını kavuşturdu, beni baştan aşağı süzerek derin bir “Hmmmm.“ sesi çıkardı.
“Bugün dershaneden sonra vaktin var mı?“
“İşim var.“
“O zaman işin bittikten sonra buluşalım.“
“Bana uyar da… neden?“
“Biraz eğlenelim, olur mu? Pişman olmayacaksın.“
Dürüst olmak gerekirse, daha yeni Yomiuri-senpai ile geç saate kadar dışarıda takılmıştım… Ama bu durum beni pek de rahatsız etmiyordu. İlk başta reddetmeyi düşünerek tereddüt ettim ancak sonra yine Ayase-san ve o erkek sınıf arkadaşı gözümün önüne geldi. Göğsümün derinliklerinden yükselen o karanlık ve bulanık duygular boğazıma kadar ulaştı, beni konuşamaz hale getirdi.
“Eğer bir bahane arıyorsan, beni gerçeklikten kaçış yolu olarak kullanabilirsin. Ne dersin?“
“…Şu an reddetmek için hiçbir sebebim kalmadı.“
“Harika. O zaman karar verdik.“
LINE ID’lerimizi değiş tokuş ettik ve dershaneye geri döndük.
Vardiyam bittiğinde saat çoktan 21.00’i geçmişti. Buna rağmen, Shibuya’nın sokakları her zamanki gibi kalabalıktı. Sokak lambalarının aydınlattığı yayaların gölgeleri, geceye karışarak dans ediyordu. Fujinami-san ile buluşmayı kararlaştırmıştık—meşhur Hachiko heykelinin önünde değil, heykelin yanındaki kavşağı geçtikten sonra tam da çalıştığım kitapçının önünde.
“Beklettiğim için özür dilerim.“ dedim.
Ama saat ve buluşma yerini önceden belirlediğimiz için onu pek de uzun süre bekletmiş sayılmazdım.
“Ben de daha yeni geldim.“ diye yanıtladı Fujinami-san.
“Peki, nereye gidiyoruz?“
“Acelemiz yok, gece daha yeni başladı.“
“Sabaha kadar takılmayı düşünmüyorum, ona göre.“ diye sert bir tonla cevap verdim.
Fujinami-san kıkırdayarak sadece benimle dalga geçtiğini söyledi.
“Demek burada yarı zamanlı çalışıyorsun, Asamura-kun?“
“Ah, evet. Sen de buraya sık sık müşteri olarak geliyorsun, değil mi?“
“Evet. Bana en baştan söyleyebilirdin.“
Özellikle gizlemeye çalışmamıştım ama aramızdaki mesafe de bunu anlatacak kadar yakın değildi.
“Genellikle işten önce, mağaza yeni açıldığında uğruyorum.“
“Ahh, demek bu yüzden seni hiç görmedim. Oysa düzenli müşterimizmişsin.“
Bu tamamen mantıklıydı. Okuldayken geliyorsa, yollarımızın hiç kesişmemesi doğaldı.
“O halde biraz dolaşalım mı? Seni tehlikeli bir yere götürecek değilim, o yüzden bu kadar tetikte olmana gerek yok.“
“Bunu duymak güzel. Fiziksel gücüme pek güvenmiyorum da.“
“Dürüstlüğün takdire şayan.“ diyerek Fujinami-san önden yürümeye başladı.
Şehir merkezinden tren istasyonuna geri döndük ve böylece Fujinami Maho’nun “Gece Shibuya Turu“ başlamış oldu.
“Sağlıklı ve uslu bir lise öğrencisi olan Asamura-kun için karaoke gibi şeyler oldukça sıradandır, değil mi?“
Demek karaoke sağlıklı bir aktivite sayılıyor? Öyleyse, günümüzün serseri lise öğrencileri boş vakitlerinde nereye gidiyor acaba?
“Hmm, pek sık gittiğim söylenemez.“
Genelde üç ayda bir Maru ile gideriz. Bunun sebebi de Maru’nun o dönem yayınlanan anime şarkılarını pratik etmek istemesi. Şarkı sözlerini kendi kendine ezberleyip bana söyler, doğru söyleyip söylemediğini dinlememi isterdi. Aslında Maru’nun sesi epey iyidir. Üstelik sesinin gücü de var. Beyzbol maçlarında sık sık bağırmaya alışık olduğundan olsa gerek.
“Tam bir örnek öğrenciymişsin. O zaman şu karşıdaki yer? Daha önce hiç denedin mi?“
Karşıya baktım ve parlak ışıklarla aydınlatılmış siyah bir bina gördüm.
“Bir bowling salonu mu?“
“Sadece o değil. Aslında bir eğlence kompleksi diyebiliriz. Bowling, bilardo, karaoke, masa tenisi ve oyun merkezi var.“
Binaya doğru ilerledik. Daha önce defalarca önünden geçtiğim ama hiç girmediğim bir yerdi.
“Gerçekten büyükmüş.“
“Ve tamamen güvenli. Bu arada, eskiden bowling ve bilardo yetişkin eğlencesi olarak görülürdü. Bowling 70’lerde, bilardo ise 80’lerde büyük bir patlama yaşadı.“
“Bir saniye, dur.“
Düşüncelerimi toparlamak zorunda kaldım.
“Bu neredeyse yarım asır önceydi. O dönemde oynayan insanlar babamdan bile yaşlıdır.“
“Muhtemelen öyle. Ben 21. yüzyılda doğduğuma göre, o insanlar büyük ihtimalle dedelerimizin kuşağından ama burası yeni bir tesis ve tren istasyonuna yakın olduğu için akılda kalıcı bir yer. Ayrıca, sabahın ilk trenine kadar açık, yani son treni kaçırırsan geceyi burada geçirebilirsin.“
Bunu daha önce yapmak zorunda mı kaldı acaba?
“Bunu aklımda tutacağım.“
Benim için pek fark etmez gerçi çünkü eve ya kısa bir yürüyüşle ya da bisikletle kolayca ulaşabilirim. Bundan sonra tekrar tren istasyonuna döndük ve Shibuya Hikarie’ye doğru ilerledik. Saat şu an 21.27’ydi. Servis yapan suşi restoranları ve köri dükkanları her zamanki gibi müşteri kaynağıyor, işlerini sürdürüyordu. Babam tekrar evlenmeden ve Ayase Ailesi bizimle yaşamaya başlamadan önce, eve dönerken burada birkaç kez akşam yemeği yemişliğim vardı.
Bu açıdan bakınca burası benim için tanıdık bir manzaraydı ama Fujinami-san, daha önce hiç adım atmadığım birçok yerden bahsediyordu.
“Asamura-kun bir lise öğrencisi olduğu için en fazla barların ve kulüplerin dışını gösterebilirim.“
“Sen de benimle aynı yaşlarda değil misin, Fujinami-san?“
“Öyle olabiliriz ama yaşadığımız tecrübeler tamamen farklı, Asamura-kun.“
Sanki birçok hayat yaşamış bir hikâye kahramanı gibi konuşuyordu. Gerçek hayatta böyle bir söz duyacağımı hiç düşünmezdim doğrusu.
“Öyle diyorsan.“
Tren istasyonunun etrafında dolaşırken (temelde Doğu Kapısı’ndan Güney Kapısı’na kadar yürüdük), Fujinami-san Tamagawa Caddesi’ni takip etmek yerine küçük bir ara sokağa yöneldi.
“Shibuya’da yaşarken, gecenin getirdiği sessizliği unutabiliyor insan. Taşrada ise saat 19.00 olur olmaz birçok kasabanın eğlence bölgeleri bile karanlığa gömülür.“
“Oralara hiç gittin mi?“
“Ara sıra kimsenin seni tanımadığı bir yere gitmek istemez misin?“
Onun nereden geldiğini, ne hissettiğini anlıyorum diyemem. Bana soracak olursan, benim yaptığım en uç şey, gece geç saatlerde halka açık bir parkta boş kutulara tekme atmaktı. Beni en çok rahatlatan şey ise kutuları otomatın yanındaki küçük çöp kutusuna düzgünce atmak olmuştu.
“Sen kötü bir şey yapmadın ki bence biraz daha kendine güvenmelisin.“
“Belki de sadece cesaretim yoktur?“
“Eğer cesaret dediğin şey ahlaksızca bir şey yapmak veya suç işlemekse, böyle bir cesaretin olması sana hayatta pek yardımcı olmaz. Ah, işte burası. Kitapları seviyorsan burayı aklında tut.“ dedi Fujinami-san ve ortalama üç katlı bir binanın önünde durdu.
“Burası ne?“
“Bir kütüphane salonu.“
“Ha?“
“Yani, adı öyle qma burada alkol de içebiliyorsun. İnsanların kitap okuyup içkilerini yudumladıkları bir yer. Hem kitap okurlar hem de alkol severler arasında popüler. Mezun olup yetişkin olduğunda uğramanı tavsiye ederim.“
“…Bunu tekrar sorduğum için özür dilerim ama sen gerçekten reşit değilsin değil mi, Fujinami-san?“
“Tabii ki değilim. Sadece burayı bildiğimi söylüyorum, hepsi bu.“
Ama yine de, bir reşit olmayan biri için bu tür yerler hakkında fazla bilgiye sahip değil mi? Her şeye rağmen gösterdiği hiçbir yere girmeye çalışmadı. Bu benim için rahatlatıcıydı. (Bir de buraların hepsi inanılmaz pahalı görünüyordu, maaşımla çok fazla bir şey karşılayabileceğimi sanmıyorum.) Biz sadece eğlence bölgesinin sokaklarında yürüyorduk, o ise zihninde bana bir harita çiziyordu.
Gece vakti Shibuya sokaklarında yürümeye devam ettik. Eğlenmek için dışarı çıktığımızı söylemişti, bu yüzden belli bir yere gideceğimizi düşünmüştüm ama sadece farklı mekânlara göz gezdiriyorduk, hiç durmadan ilerliyorduk. Yine de, Shibuya’da yürüyüp yanından geçtiğimiz insanlara bakmak bile yeterince eğlenceliydi. Şehrin düşündüğümden daha fazla şey sunduğunu fark ettim. O anlarda, sanki geniş bir okyanusta yüzen balıklarmışız gibi hissediyordum.
Eğlence bölgeleri büyük şehirlerde yaygın olabilir ama bu onların özellikle güvenli olduğu anlamına gelmiyor. Sokaklarda yürürken ara sıra içimi bir huzursuzluk kaplıyordu. Fujinami-san ise cesur adımlarla ilerlemeye devam ediyordu. Küçük bir ara sokağa her girdiğimizde ya da kalabalık bir caddede yürüdüğümüzde başımıza bir şey gelme ihtimali hep vardı.
Bir köşede, benim yaşlarımda görünen bir kız, babam yaşındaki bir adamın koluna yapışmıştı. Reşit olmadığı neredeyse kesindi ama alkolün etkisiyle yüzü kızarmış ve titrek bir sesle daha fazlasını istiyordu. Biraz ileride, kravatı gevşemiş bir başka iş adamı devrilmiş bir ağaç gibi yerde yatıyor, derin bir uykudaydı. Biraz ötesinde ise bir kadın, sokak lambasının altında kusuyordu.
“Herkes gecenin içinde kaybolmuş, değil mi?“ dedi Fujinami-san. “Ama gündüz vakti ciddi insanlar gibi bir maske takıyorlar.“
“Öyle sayılır. Benim babam da arada bir sarhoş gelip eve çökerdi.“
Bunu söyleyince aklıma geldi; babamın Akiko-san ile tanışma sebebi de, amiri tarafından zorla çalıştığı bara götürülmesi ve sonunda sarhoş olmasıydı.
“Shibuya’nın ara sokaklarında yürürken,“ diye devam etti Fujinami-san, “Dünya, yanlış insanlarla dolup taşan bir yer gibi görünüyor ama bazen neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerine düşünüyorum.“
“Yani, birine maddi destek sağlayan bir sevgili olmak pek doğru sayılmaz.“
Tabii, bunun bir erkek için de doğru olduğunu düşünmüyorum.
“Ama anlaman gereken bir şey var: Bazı insanlar sadece bu şekilde hayatta kalabiliyorlar. Mesela ben, ortaokuldayken—“ dedi ve dar bir ara sokağa giren bir kıza kısa bir bakış attı.
“Ben de bir zamanlar bu ‘kötü’ insanların arasındaydım ama şu anda aklı başında biriyim; sabahları çalışıyorum, akşamları ise yarı zamanlı okula gidiyorum.“
“…Şey.“ Ne diyeceğimi bilemeden başımı hafifçe yana eğdim.
Yani, bana Shibuya’nın gece hayatındaki turistik yerleri göstermek istemesinin asıl sebebi, sokakların rengârenk ışıkları altında yaşayan insanları görmek miydi?
“Onlar normal olmadıklarının, toplumun gözünde ‘ortalama’ olmadıklarının farkında fakat hangi açıdan bakarsan bak, herkes içine doğduğu ortam tarafından şekillendiriliyor. Yani mutlak bir doğru veya yanlış yok…“
Sonunda bana ne anlatmaya çalıştığını anladım ancak hâlâ kafama takılan bir şey vardı—
“Bunları bana neden anlatıyorsun?“
“Sana bakınca, geçmişteki kendimi izliyormuşum gibi hissediyorum ve bu beni sinirlendiriyor.“
“Ben… senin geçmişteki haline mi benziyorum?“
“Öyle tipler.“
Bunu söylerken parmağıyla belirli bir grubu işaret etti.
Sokakta sendeleyerek yürüyen, yüzleri pancar gibi kızarmış sarhoş adamlar vardı. Bir happi ceket giymiş genç bir adam, arkasındaki mekânı tanıtmaya çalışıyordu. Onun biraz ilerisinde ise göğüs dekoltesi fazla açık olan bir kadın, el ilanları dağıtıyordu.
“Sen… kadınlardan beklentisi olamayacak şekilde yetiştirildin, değil mi?“
Yutkundum.
“Dünyaya düz ve mesafeli bir bakış açın var. Bu, senin güçlü yanın olabilir ama bu şekilde yetiştirilme sebebini düşününce aynı zamanda bir zayıflık.“
“Zayıflık…“
“Sana daha önce sormuştum, değil mi? Gündüzleri yarı zamanlı okula gidip, geceleri oyun merkezine giden bir kız hakkında ne düşündüğünü.“
“Evet, hatırlıyorum.“
“O zaman, bunu olduğu gibi kabul etmiştin. Tarafsız bakabilmen takdire şayan ama eğer bu bakış açısını nasıl kazandığını tahmin edecek olsaydım—“
Fujinami-san içini çekti ve sanki doğru kelimeleri arıyormuş gibi kısa bir süre durdu.
Sokağın aşağısına bakıyordu, bana doğrudan bakmadan devam etti.
“Bu, kadınlardan hiçbir beklentin olmadan büyüdüğün için.“
Bu sözler, çocukluğuma dair bazı eski anıları zihnimde geri getirdi. Uzun zaman önce dinlemeyi bıraktığım bir albümün sesi… Ve hiç gülmeyen annemin yüzü.
Fujinami-san, benim bu kadar düz ve mesafeli bir kişiliğe sahip olmamın sebebinin, işe yaramaz birini izlemek zorunda kalmam olduğunu söyledi. Bu durumda bir kadını ve aynı şeyleri kendisinin de yaşadığını, bu yüzden beni anladığını ekledi.
“Gerçi benim durumumda, bu sadece kadınlara özgü bir problem değildi. İnsanlara karşı genel bir sorundu.“
Bundan sonra, en ufak bir tereddüt göstermeden geçmişinden bahsetmeye başladı. Ortaokuldayken yaşadığı bir olaydı bu. Bir kaza sonucu, anne ve babasını aynı anda kaybetmişti. Çevresindekilerin ona acıyıp destek olması gerekirken tam tersine onu soğuk bakışlar ve sert sözlerle karşılamışlardı. Meğer ailesinin evliliği, akrabalarının tamamına yakını tarafından başından beri onaylanmamış. Bu yüzden cenaze günü, etrafta duyduğu tek şey hüzün ve yas değil aksine onları küçümseyen ve böyle bir sonu hak ettiklerini söyleyen sözler olmuş.
Dahası, onu yanına alan teyzesi de ona asla sevgi göstermemiş. Anne ve babasından sürekli kötü şekilde bahsetmiş—tabii doğrudan değil ama dolaylı yoldan, ima ederek.
“Ne kadar zalimce…“
“Böyle bir şey yaşarsan, yoldan çıkman kaçınılmaz olur, değil mi?“
Sadece sessizce başımı sallayarak onaylamaktan başka bir şey yapamadım.
“Tabii ki olur ama teyzeme karşı hissettiğim şey öfke değil sadece bir kabullenme duygusuydu. Bunun değişmeyeceğini, elimden bir şey gelmeyeceğini anlamıştım.“
İşte o an, insanlardan hiçbir beklentisi kalmamış. O günden sonra, teyzesine tepki göstermek ve ona isyan etmek için sürekli evden kaçmış, geceleri dışarıda kalmaya başlamış sonunda tamamen boş vermiş bir hayat yaşamaya koyulmuş. İç dünyasındaki bu çöküş, fiziksel durumuna da yansımış ve sağlığı giderek kötüleşmiş. Okula da sık sık devamsızlık yapmaya başlamış.
Anlattıklarını dinlerken, ne anlatmak istediğini anlamıştım. Benim geçmişim onunki kadar trajik değildi belki ama ben de öz annemden hiçbir şey görememiştim. Bu yüzden, Fujinami-san’ın yanında yürürken, ona kendi geçmişimden bahsetmeye başladım ama konuştuklarım, onun anlattıklarının yanında çok sönük kalıyordu.
Konuşa konuşa Shibuya’yı baştan sona dolaşıp Dōgenzaka’ya kadar gelmiştik. Tarihin değişmesine de az kalmıştı. Ellerini cebine koyarak gökyüzüne baktı. Benden daha uzun olduğu için, yoldan geçen birçok kişi ona hayranlık ve şaşkınlıkla dönüp bakıyordu. Hatta bazıları bana şüpheli bakışlar atıyordu. Kusura bakmayın ama ben onu peşimden sürükleyen taraf değilim. Aksine, onun peşinden gelen benim.
“Ahh, çok sinir bozucu.“
“Ne?“
“Bu gece hasat dolunayı olacakmış.“
(Hasat Dolunayı, çiftçilerin gün batımından sonra hasatlarını uzatmak için bu dolunayın ışığını kullandıkları zamana atıfta bulunmaktadır.)
Ben de gözlerimi gökyüzüne çevirdim. İnce bulutların arasından parlak ay gözüküyordu. Demek bu gece dolunay var. O gün, Ayase-san ile Shibuya’dan eve dönerken de gökyüzünde böyle parlak bir ay vardı.
“Bundan sonra ay daha da yükselecek.“
“Gerçekten mi?“
“Yaz aylarında güneş çok yükseğe çıkarken, dolunayın yörüngesi alçak olur. Kışın ise tam tersi, ay yükselir. Şu anda ay hâlâ alçak bir konumda ama yavaş yavaş yükselmeye başlayacak.“
“Fizik seven birinden beklenen bir bilgi.“
“Buna astronomi bilgisi denir ama evet, seviyorum.“
Fujinami-san gözlerini gökyüzünden indirip doğrudan bana baktı. Neden benimle bu kadar ilgilendiğini hâlâ anlamıyordum.
“Kadınlardan hiçbir beklentin olmadığını söylüyorsun ama bu muhtemelen bir yalan.“
“Bu… doğru değil.“
“Öyle değil mi?“ Daha söyleyeceğim şeyi tamamlamadan Fujinami-san devam etti. “Ben de aynı şeyi düşünüyordum. Ta ki büyükannem bana bunun yalan olduğunu gösterene kadar. Kendimi kandırdığımı fark etmemi sağladı.“
“Büyükannen mi—“
“Şu anki ailem. Teyzemden farklı biri. Evlat edinildim.“
Geceleri başıboş dolaşırken, yasa dışı bir mekânın kadın işletmecisi onu fark etmiş. İnsanlara bakma konusunda yetenekli olan bu kişi, toplum dışına itilmiş bu kızı suç dolu bir hayata sürüklenmekten korumuş. Fujinami-san’ın karmaşık aile durumunu öğrendiğinde ise onu öylece bırakamamış.
Teyzesi de dahil olmak üzere ailesi ve bir uzmanla görüştükten sonra Fujinami-san’ı evlat edinmiş. Birlikte yaşamaya başladıkları ilk gün, ona şu sözleri söylemiş:
“Biliyor musun, kalbinle ortak bir noktada buluşman gerek.“
“Ortak bir nokta?“
“Uyum sağlamak, dengede tutmak. Yani hislerini görmezden gelmemek. Annenden hiçbir beklentin olmadığını, ona kızgın olmadığını, bunun kaçınılmaz olduğunu söylüyorsun—ama gerçekten böyle hissettiğine emin misin? İşte bunu sordu bana.“
Sokak lambasına yaslanmasının sebebi ayakta duracak gücü bulamaması mıydı?
Belki de fazla derin düşünüyorumdur.
“‘Eğer birinden gerçekten beklentin olduysa ama hayal kırıklığına uğradıysan buna gerçekten kızmamış olabilir misin?’ dedi bana ama ben ona bunun doğru olmadığını söyledim.“
“Ve… sonra?“
“Bana, ‘O zaman neden asi bir çocuk gibi davranıyorsun?’ diye sordu. İşte o an anladım. Sabaha kadar ağladım.“
Tam o anda sokak lambası söndü. Belki enerjisi bitmişti aynı anda üzerimizdeki bulutlar da dağıldı ve gökyüzünde parlak bir hasat dolunayı belirdi.
“Duygularını zorla bastırıp, bir gün yok olacaklarını mı umuyorsun, Asamura-kun?“
Sesim çıkmadı. Shibuya’nın yapay ışıkları etrafı aydınlatıyordu. Yüzündeki gülümseme, baktığı vitrin ışıklarıyla aydınlanıyordu belki ama sanki onu asıl aydınlatan, tepemizdeki parlak aydı.
“Yani… duygularımı açığa çıkaramam… hiçbir şekilde.“
“Keşke duygularımızı uzun süre bastırarak onlardan kurtulabilsek ama annem ve babam öldüğünden beri… beş yıl geçti. O akşam, ilk kez, çoktan yok olması gereken hislerin içimde hâlâ canlı olduğunu fark ettim.“
“Beş yıl mı?“
“Duygular kaybolmaz. O an benim için bir dönüm noktası oldu ve o kişi beni evlat edindi, böylece teyzemin yanından kurtuldum. Sürekli yaşadığım fiziksel rahatsızlıklar da bir anda kayboldu. O zaman anladım ki teyzemi ve akrabalarımı asla affetmemişim, hâlâ onlara takılı kalmışım.“
Bulutlar tekrar ayı kapladı ve sadece çevredeki binaların ışıkları Fujinami-san’ın ifadesini aydınlattı.
“Başkalarına tarafsız bakabilme yeteneğinin senin en büyük gücün olduğunu düşünüyorum. İnsanlarda nadir bulunan bir şey bu fakat bir insanı tarafsızca değerlendirmek ile ondan hiçbir beklentiye sahip olmamak farklı şeyler. Sonuçta biz de insanız. İster istemez birilerinden beklentiye gireriz.“
Ne kadar yalvarırsan yalvar, eğer kalbinin derinliklerinden gerçekten arzuladığın şeyi alamıyorsan, o yaralar hep kalır. Sonuçta biz de insanız, değil mi?
Ayase-san ile tanıştığımız gün yaptığımız konuşma aklıma geldi. O gün, ikimiz yalnızken bana şöyle demişti:
“Senden büyük bir beklentim olmayacak, bu yüzden senin de benim için aynısını yapmanı istiyorum.”
Ayase-san’ın o sorgulayıcı bakışını hatırladım. O andan itibaren birlikte yaşamaya başlayacaktık ve onun bu sözleri beni rahatlatmıştı. Çünkü onunla aynı olduğumuzu düşünmüştüm ama objektif bakınca, bu sözler bir ilk karşılaşmada sarf edilecek kadar kaba şeylerdi. Öyle ki, birini kızdırmaya bile yeterdi fakat yine de bana gerçek duygularını göstermişti. Doğrudan bir yüzleşme arıyordu… belki de bunu hiç fark edemedim.
Gerçekten beklentisi yok muydu? Aynı soruyu kendime de sorabilirdim. Babamın tekrar evlenmesini sadece bir gerçek olarak kabul ettim. Ya da belki de sadece öyle görmeye çalıştım lakin gerçekten hiçbir beklentim yok muydu?
“Bak, Asamura-kun. Eğer gerçekten her şeyi tarafsız ve kuru bir şekilde ele alıyor olsaydın, içinde ’Kadınlardan hiçbir beklentim yok’ cümlesini tekrar edip durmazdın. Bunu sürekli vurguladığın anda, artık tarafsız kalmıyorsun demektir. O konu hakkında bilinçleniyorsun ve bu seni daha da sarsıyor.“
Cevap veremedim. Fujinami-san’ın söylediklerine karşı hiçbir şey söyleyemedim.
“Böyle karanlık bir konudan bahsettiğim için üzgünüm ama seni izlerken öyle hissettim. Kendi hislerinden vazgeçmiş, kendini ikinci plana atmış ve başkalarından sadece en iyisini uman biri gibisin. Sen böyle bir insansın, değil mi? Mantık ve etik devreye girdiği anda hemen tökezleyen biri.“
“Bir insanın sağduyuya sahip olmamasını sorgulanabilir buluyorum.“
“İşte tam da bundan bahsediyorum. Gerçekten çaresizsin.“ Fujinami-san derin bir iç çekti.
Sonra konuşmaya devam etti. Başkalarından beklentiye girmemek. Bunu normal bir şeymiş gibi tekrar edip kendini kandırmaya devam etsen bile, yine de bazı şeyleri bekler, o beklentiler karşılanmadığında öfkelenir ve farkında bile olmadan sürekli yara alırsın.
“Temelde ’Benim umutlanmama sebep olan sensin, bu yüzden suçlusun’ gibi bir şey, değil mi?“
“Ama birinden, sadece kendi kafanda kurduğun beklentileri karşılamadığı için nefret etmek fazla bencilce olur.“
“Bencilce, evet ancak insanların hisleri de bencil. İşte bu yüzden kendine yalan söylememen gerektiğini düşünüyorum. Bir yalan sonsuza kadar sürdürülemez.“
Bu sözleri ardında bırakarak elini salladı ve uzaklaştı.
Sönmeye yüz tutmuş sokak lambalarının altında onun giderek uzaklaşan siluetini izledim. Hiçbir şey söyleyemedim. Sessizlikle cevap verdim.
Gece yarısını geçmiş olmasına rağmen Shibuya’nın gürültüsü ve hareketliliği kaybolmamıştı. Hiç bitmeyen, hiç durmayan bir şehir. Tıpkı o an yerimde donup kalmış hâlim gibi lakin gökyüzündeki ay sanki bana gülümsüyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.