18 TEMMUZ 1914, BİRLEŞİK YIL, İMPARATORLUK BAŞKENTİ BERUN’DA BİR YERLERDE Başlangıçta yalnızca ışık vardı. Ardından hafif bir süzülme hissi, kısa bir dinginlik. Sıcaklık ve belirsiz bir huzursuzluk, kişinin kendini kaybetme arzusunu tetikliyordu. Kendini kaybetmek? Evet, bir şeyi unuttum. Ama neydi acaba? Ne unutmuş olabilirim ki?
Bu sorularla yüzleşme fırsatı bulamadan, aniden titremeye başladı. Bir an sonra zihni soğuğu fark etti. Deriyi delen bir üşüme. Yeni doğmuş bir bebeğin rahim dışındaki ilk hamlesiydi bu. Tabii bunu idrak edecek zamanı yoktu.
Ancak bu yabancı ama bir yandan da tanıdık gelen duyumların ani istilası paniğe yol açtı. Aynı anda, nefes almak için şiddetli bir mücadeleye girişerek çırpınmaya başladı. Akciğerler—tüm vücut, her bir hücre—oksijen için feryat ediyordu. Acı neredeyse katlanılmazdı. Mantıklı düşünebilecek kadar sakin kalamayan bedeni, çaresizce debelenmekten başka bir şey yapamıyordu.
Bu dayanılmaz ıstırap karşısında bayılmak kaçınılmazdı. Uzun zamandır ağlamayan bir insanın duygularından tamamen arınmış halde, bedeni içgüdüsel olarak hıçkırıklara boğuldu.
Bilinç bulanıklaştı, benlik kavramı allak bullak oldu. Gözlerini açtığında kül rengi bir gökyüzü gördü. Dünya flu... Yoksa bu, bulanık görüşünden mi kaynaklanıyordu? Her şey, yanlış numaralı gözlüklerle bakıyormuşçasına bozuk görünüyordu.
İnsan duygularından bu kadar uzak kalmış olmasına rağmen, bu puslu görüş karşısında bile tedirgin olmuştu. Kabaca şekilleri bile seçmek imkansızdı. Yaklaşık üç yıllık nesnel zamanın ardından nihayet benliğini yeniden kazanmaya başlamışken, tam bir kafa karışıklığına sürüklenmişti.
Bu da ne? Bana ne oldu?
Bu beden uzun süre bilincini koruyamıyordu ve içine yerleştirildiği anı henüz hatırlamıyordu. Bu yüzden, silikleşen bilinci bir bebeğin çığlıklarını zar zor kaydettiğinde, bu ağlamayı utanç verici bulmuş ama nedenini anlayamamıştı.
Belki olgun yetişkinler ağlamazdı, ama bebekler elbette ağlardı. Bebekler korunmalı ve eşit fırsatlar verilmeliydi, hor görülmemeliydi. Böylece, belirsiz utancını zihninin karanlık bir köşesine iterek, bunu net bir bilinç eksikliğine bağladı.
Sonraki bulanık idrak anında, şaşkınlığı katlanarak arttı. Eğer hafızası doğru çalışıyorsa, bir Yamanote tren platformunda olması gerekiyordu. Ama kendine geldiğinde, nedense devasa bir taştan Batı tarzı bir binanın içindeydi ve hemşire olduğu anlaşılan bir rahibe tarafından ağzı siliniyordu. Eğer burası bir hastaneyse, bir tür kaza geçirdiği varsayılabilirdi. Bulanık görüş de yaralanmayla açıklanabilirdi.
Ancak şimdi, loş ışıkta bile net görebilen gözleri, modası geçmiş giysiler içindeki rahibeleri seçebiliyordu. Ve yetersiz aydınlatma... antika gaz lambalarından geliyor gibiydi, ya da işler göründüğü gibi değildi.
“Tanya, canım, ’aaa’ de.“
Aynı anda, etrafta elektrikli aletlerin garip bir şekilde eksik olduğunu fark etti. 2013’ün uygar toplumunda, elektronikten yoksun ama antika sayılabilecek eşyalarla dolu bir oda... Mennonitler mi yoksa Amişler mi? Ama... neden? Onlarla birlikte burada ne yapıyorum?
“Tanya, canım. Tanya!“
Durumu kavramak zordu. Kafa karışıklığı daha da derinleşti.
“Hadi ama. Benim için ağzını açmayacak mısın, canım? Tanya?“
Anlamıyordum. Asıl sorun da buydu. Bu yüzden rahibenin uzattığı kaşığı fark etmemişti. Ama elbette, fark etse bile, asla bu sunulan yemeği yemeyi düşünmezdi. Kaşık, belli ki bu “Tanya, canım“ içindi.
Tüm bu düşünceler zihninde dönerken, rahibe sabrını tüketmişti. Tartışmaya yer bırakmayan tatlı ama sert bir gülümsemeyle kaşığı ağzına tıkıştırdı.
“Seçici olmamalısın, canım. Aç ağzını!“
Lapa haline gelene kadar haşlanmış sebzelerden bir kaşıktı. Ama o tek kaşık, gerçeği şimdiye kadar hiçbir şeyin farkında olmayan “Tanya“ya dayatıvermişti.
Haşlanmış sebzeler. Rahibenin ağzına tıkıştırdığı tek şey buydu. Ama söz konusu kişi için bu hareket, her şeyi daha da anlaşılmaz hale getirdi. Başka bir deyişle, o—yani ben—Tanya’ydım.
Böylece ruhunun derinliklerinden bir çığlık yükseldi: Neden?
14 AĞUSTOS MS 1971, AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ 14 Ağustos 1971’de, Dr. Philip Zimbardo liderliğindeki bir araştırma ekibi, Amerika Birleşik Devletleri Donanması Araştırma Enstitüsü (ONR) tarafından sağlanan bir fonla bir deneye başladı. Planlanan süre yalnızca iki haftaydı. Amacı, Donanma’nın da karşılaştığı Deniz Piyadeleri hapishanelerindeki bir sorunla ilgili temel veriler toplamaktı.
Bu deneye katılanlar, zihin ve beden sağlığı yerinde olan sıradan üniversite öğrencileriydi. Ancak ikinci günde, ekip ciddi bir etik sorunla karşılaştı.
Gardiyan rolü verilenler, yasak olmasına rağmen, mahkum rolündekilere sözlü tacizde bulunuyor ve onları aşağılıyordu. Üstelik fiziksel şiddet eylemleri de giderek yaygınlaşmıştı. Sonuç olarak, ekip deneyi başladıktan sadece altı gün sonra durdurmak zorunda kaldı.
Bu deney, sonradan Stanford Hapishane Deneyi olarak anılacaktı. İronik bir şekilde, projenin tartışmalı ahlakına rağmen, sonuçlar psikoloji alanı için önemli çıkarımlarla doluydu. Öncülü olan Milgram Deneyi ile birlikte, Stanford Hapishane Deneyi, insan doğası hakkında temel bir gerçeği gözler önüne serdi:
İzole bir ortamda bireyler, iktidar ve otoriteye boyun eğerken, baskın konumdakiler bu gücü sınırsızca kullanıyordu. “Otoriteye itaat“ olarak bilinen bu fenomenin analizi, şok edici sonuçlar ortaya koydu. Şaşırtıcı bir şekilde, bu itaat kişinin rasyonelliği, duyarlılığı veya kişiliğiyle değil, rollerin atanmasıyla tetiklenen bireysizleşme ile ilgiliydi.
Başka bir deyişle, bu iki deney, insan davranışının çevreye bağımlı olduğunu gösterdi. Daha uç bir ifadeyle, sonuçlar, Auschwitz’de gardiyanlık yapabilecek insanların bireysel eğilimlerinden veya ahlaki karakterlerinden bağımsız olarak seçilebileceğini ima ediyordu.
Sonuçta, çevre kişiyi tanımlamada kişisel özelliklerden daha büyük bir rol oynuyordu. Üniversitede insanların bu tür yaratıklar olduğunu öğrendiğinde, bu ona yanlış değil, doğru gelmişti.
Elbette herkes ilkokuldaki zorunlu eğitimin bir parçası olarak tüm insanların eşit doğduğunu öğrenir. Çocuklara hepsinin eşsiz ve yeri doldurulamaz olduğu öğretilir. Ama bu tanıdık özdeyişleri çürüten farklılıkları görmek zor değildir.
Neden önümde oturan çocuk benden daha uzun? Neden bazı sınıf arkadaşlarım yakar top oyununda iyi de bazıları değil? Neden yanımdaki çocuk bu kadar basit bir problemi çözemiyor? Neden öğretmen konuşurken arkadaki çocuklar sessiz duramıyor?
Ama ilkokul ortamında çocuklardan “iyi“ olmaları beklenir. Onlara herkesin farklı ama özel olduğu söylenir. Eğer görgü kurallarına uymazlarsa “kötü“ olacaklarından korkarlar. Ve böylece “iyi çocuklar“ “kötü“ olmamak için çaba gösterir.
Dershanelere gidip üniversite sınavlarına hazırlanmaya başladıklarında, iyi çocuklar gizlice kötü çocuklara tepeden bakar ve onlardan uzak durmaya özen gösterir. İyi bir ortaokula, ardından saygın bir liseye ve sonra prestijli bir üniversiteye girerler. Bu insanlar, kendilerine sunulan kurallar ve düzenlemeler içinde ellerinden gelenin en iyisini yaparak hızlı bir yolda ilerlerler.
O ortamda iyi kalmak için, öğrencilerin kendilerine söylenenleri harfiyen yapmaları ve herkesin beklentilerini karşılamaları gerekir. Tıpkı söylendiği gibi, günlerini ders kitaplarına ve test kitaplarına gömülerek, notlar için sınıf arkadaşlarıyla yarışarak geçirirler. Böyle bir yaşam sürerken, üniversite giriş sınavlarının amansız mücadelesine girenler, boş gezenleri kaybedenler olarak görmeye başlar. Notların her şeyi belirlediği bir ortamda, yüksek başarı gösterenlerin düşük not alanları hor görmesi doğaldır. Öte yandan, bu başarılı öğrencilerin çoğu kendilerini özellikle zeki görmez. Sonuçta, her zaman şöyle bir durum vardır: Normal bir öğrenci birazcık gurur gösterdiğinde, sınıftaki gerçek yetenekler onu yerine oturtur.
Bir öğrenci zorlanırken, yanındaki çocuk rahatça Uluslararası Fizik Olimpiyatları veya Uluslararası Matematik Olimpiyatları’na katılabilir. Tüm materyali anlamanın verili olduğu dâhilerle aynı sınıfta omuz omuza oturmak, fazladan çaba gerektirir. Çarpık bir bakış açısına sahip olsalar da, gerçekliği kavrayacak kadar sağlam bir zemine sahiptirler ve çalışmaya özen gösterirler.
İsterlerse ister mesinler, tüm üniversiteye hazırlanan öğrenciler gerçeği bilir: Ebeveynlerinin gelirine yakın bir kazanç elde etmek istiyorlarsa, en azından iyi bir üniversiteye gitmeli ve düzgün bir iş bulmalıdırlar. Bu grup, güçlü bir gençlik arzusuyla motive olmuştur. Ama bu arzuyla birlikte, başarısızlık korkusu da gelir.
Bu nedenle, kendilerini masalarına zincirlemekten başka seçenekleri yoktur.
Bu acımasız dünyada mücadele ettikten sonra, en iyi öğrenciler “prestijli“ denebilecek üniversitelerin giriş sınavlarını geçer. Sonra oyun değişir. Çoğu, artık notlarla değil, “Ne başardın?“ sorusuyla değerlendirildikleri bir dünyaya girdiklerini fark etmek zorunda kalır.
Ani paradigma değişimine ve yeni çevreye uyum sağlayabilenler sağlam adımlarla ilerler. Kurallara uy. Açıkları ara. Kurallarla bağlı olmana rağmen onlara küçümseyerek bak. Sonunda herkes, sistemin düzgün işlemesi için kuralların gerekli olduğunu öğrenir.
Yasalar olmadan özgürlük anarşi, özgürlük olmadan yasalar zorbalıktır. Bu yüzden, kısıtlamalardan nefret etseler de, sınırsız özgürlükten korkarlar.
Derse geç gelen insanları anlayamazdı. Kendini içkiye vuran insanların değerini göremezdi. “İnsan ruhunun gücü“ hakkında nutuk atan sportif tipleri kavrayamazdı.
Ama Chicago Okulu’nu keşfettiğinde ve bu eserlerin kurallar ile özgürlük arasındaki ilişkiye rasyonellik getirdiğini gördüğünde, heyecandan uçmuştu. Sonuçta, bu, kurallara uyduğu sürece yolunda gidebileceği anlamına geliyordu. Üniversitede inek olduğu gerçeğini gizlerken, çalışkan bir öğrenci görüntüsü sergilemeyi başarmıştı. Özünde, kuralların sınırları içinde özgür olmanın anlamı buydu.
Arkadaşlar söz konusu olduğunda, liseden arkadaşlarıyla takılmayı ve üniversitede tanıştığı benzer ruhlu insanlarla vakit geçirmeyi seviyordu. Bu, dış dünyaya adım atmadan önceki moratoryum dönemiydi, ancak yine de kendini geliştirmeye ve bağlantılar kurmaya özen gösteriyordu. Doğal olarak, insan sermayesine dil becerileri ve kültür edinerek yatırım yapmıştı. Eğitim geçmişi de buna eklenince, sinyalleme teorisine göre toplumun ideal “iyi üniversite öğrencisi“ imajını yansıtıyordu.
Şaşırtıcı bir şekilde, onun gibi insanların aslında ihtiyaç duyduğu şey yetenek değildi; en önemli şey kağıt üzerinde iyi görünmekti. Başka bir deyişle, işe alım uzmanları, şirketin sınavını başarıyla geçen, prestijli bir okuldan mezun olan ve mülakatçıların aşina olduğu birini tercih ediyordu. Tam da bu nedenle, ekonomik durgunluğun getirdiği işsizlik rüzgarı ona özellikle çarpmamıştı.
Sonuçta, herkesten farklı bir başlangıç çizgisindeydi. Aslında avantajlıydı—bu yarış baştan hileliydi. En başından beri, aynı okuldan mezun olan mezunlarla görüşmek doğaldı. Hatta insan kaynaklarındaki işe alım görevlileriyle birkaç içki içme davetlerini bile kabul etmişti.
Şimdi bir de şunu düşünün: İşe alım tarafında, aynı liseden veya üniversiteden mezun biri varsa. Size “Şu şu şirkette ne tür özellikler arıyorlar?“ veya “Mülakatlarda kendini nasıl sunmalısın?“ gibi tavsiyelerde bulunurlar.
Çeşitli bağlantılarını birleştirip mülakatlarda iyi performans gösterdiği sürece, endişelenecek bir şeyi yoktu. Fazla seçici olmazsa, kesinlikle karnını doyuracak bir iş bulabilirdi. Kendisine söylenenleri itaatkar bir şekilde yaparak, toplumun düzenli bir şekilde işleyen bir dişlisi haline geldi. Bir şekilde, bu iş ortamında kendini olgun bir yetişkin olarak görmeye başlamıştı.
İş tatmini? Bireysellik? Yaratıcılık? O toplumun bir çarkıydı ve adil bir ücret aldığı sürece işinin içeriğinin önemli olmadığını iddia edebilirdi. Şirketin bakış açısından, ideal çalışan, maaşına uygun bir kalite seviyesini korurken görevlerini hızlıca tamamlamalıydı. Şirketin felsefesine her konuda bağlı kalarak, inisiyatif almalı ve kâr elde etmenin yollarını aramalıydı. Onun için bu şirket mantığına köle olarak yaşama uyum sağlamak çok zor değildi.
Duygusuz mu? Robot gibi mi? Duyarsız mı? Kişiliksiz mi? Bu tür kaygılar onu yalnızca en başında rahatsız etmişti. Onursuzca bağıran veya şiddete başvuran insanlardan dehşete düşerdi; bu tür rezil davranışları anlaması mümkün değildi. Ama zamanla alıştı. Tıpkı okul gibiydi.
İnsanlar değişime uyum sağlamak üzere tasarlanmış yaratıklardır. Sonuçta, çevreye uyum sağlamak, kişiye verilen rolü üstlenmek demektir—gardiyan gardiyan gibi davranır, mahkum da mahkum gibi. İş ve hobiler arasında geçen sıradan günler... Doğal olarak, iş verimli bir şekilde ilerliyordu. Şirket talimatlarına uymak ve mümkün olduğunca hata yapmamak, işin değerli boş zamanını gasp etmesini engellemek için önemliydi.
Sonuç olarak, otuzlu yaşlarına geldiğinde, yalnızca ebeveynlerinin gelirine yaklaşmakla kalmamış, aynı zamanda kesinlikle terfi yoluna girmişti. Şirkete bağlılığı ve yöneticilere sadakati nedeniyle takdir görüyor, insan kaynakları departmanında yükseliyordu. Hatta bir bölüm müdürü olarak mihenk taşı ödülü bile almıştı.
Evet, doğru. Önemli bir işim vardı. Bir rahibenin ağzıma haşlanmış sebze tıkıştırması için hiçbir neden yok—kesinlikle yok. “Tanya, canım“ diye hitap etme hakkını nereden bulduğunu bağırarak sormadığım için oldukça centilmence davranıyorum.
Sabrı tükenen adam, “Neden ben?“ tiratını başlatmak için ayağa kalkmaya çalıştı. İşte o zaman her şeyi hatırladı. Başı zonklarken, tatsız anılar aniden su yüzüne çıktı.
22 ŞUBAT MS 2013, TOKYO, JAPONYA “Neden? Neden ben?!“
Neden mi? Çünkü maliyet performansın berbat! Üstelik bir sürü devamsızlığın var. Daha da kötüsü, doğrudan amirin “Kim bilir kaç tane avans kredisi çekmiş“ diye rapor vermiş. Bir de her seferinde işyeri hekimini görmeyi reddediyorsun. Sonuç olarak, giderek maliyetli bir çalışana dönüştüğün ortada. Daha da önemlisi, şirketin itibarını zedeleyecek bir skandala yol açmana izin veremeyiz.
“Sana ihtiyacımız olduğuna dair bir neden var mı?“ diye sormak isterdim. Ama bazı yasalar nedeniyle, bu duyguları kalbimin derinliklerine gömüp mümkün olduğunca diplomatik cevaplar vermeliyim.
“PIP tamamlama eğitimine katılman yönünde şirketin makul bir emrini iki kez reddettin. Ayrıca çok sayıda izinsiz devamsızlığın var.“ Sahte nezaket mi? Sorun değil. Yasalara aykırı değil. Burası kâr amacı güden bir şirket, topluma uyum sağlayamayanlar için bir hayır kurumu değil. “Yine de şirketimize uzun süredir hizmet ettiğin için, disiplinli bir işten çıkarma yerine gönüllü istifanın ikimiz için de daha iyi olacağına inanıyorum.“
Bu büyük bir zaman kaybı olsa da, iş tanımımın bir parçası.
“Daha önce hiç müşteri ziyaretine gitmem gerekmemişti! Bu nasıl bir eğitim sayılır?!“
“Yöneticilerin satış temsilcilerini anlaması ve yönetim uygulamalarını iyileştirmenin yollarını bulması için kötüleşen iş sonuçlarıyla mücadele etmeye yardımcı oluyor. Bu nedenle, bu eğitimi alman gerekli görüldü.“
İşin gereği olsa da, bu yorucu. “Kalpsiz canavar“, “patronun köpeği“, “android“ gibi şeyler diyen, bize yapışmaya çalışan ağlayıp sızlayan çalışanlarla uğraşmak tam bir işkence. Ağlamanın bir şeyleri değiştireceğini düşünüyorsan, buyur ağla. İş dünyasının bazı köşelerinde bu işe yarayabilir, ama bana bunları dedikten sonra işe yarayacağını sanıyorsan, yanılıyorsun.
Her zaman en iyi olmadığımı biliyordum. Dâhilerle yarışamadım, yeteneklilere sırf çabayla erişemedim ve kişiliğim tamamen çarpıklaştı. Karmaşık kompleksler yumağıydım.
Gerçekten iyi kalpli insanlar hayranlık uyandırıcıdır. İki yüzlülük konusunda, toplumun genel olarak sağlıklı bulduğu bir seviyedeydim, ama samimiyetsiz olduğumu bilmek içimdeki alaycılığı daha da körüklüyordu.
Kendimin bu kadar korkunç olduğunun farkında olmama rağmen, hâlâ önümde ağlayan beceriksiz aptaldan üstün olduğuma dair kibirli bir inanç taşıyordum. En azından maliyet performansı açısından, üstün sonuçlar elde etmiştim. Yani, işten çıkarmalarla birleştirilecek departmanları yeniden yapılandırmak sıkıcı olsa da, işimi ciddiye alıyordum. Buradan sonra hızla yükselip İnsan Kaynakları Direktörü koltuğuna oturmalıydım.
Hayatım oldukça sorunsuz ilerlemeliydi. ...İlerlemeliydi.
Bu noktaya kadar düşündükten sonra, oldukça tatsız bir olay yeniden canlandı zihnimde.
İnsanların doğası gereği politik hayvanlar olduğu söylenir, ama görünüşe göre işten çıkarılan insanlar, mantık veya toplumsal tabular yerine ilkel duygularına öncelik veren hayvanlardır. Sonuçta, “iyi“ akademik seçkinlerin aksine, dürtülerini yaşayan daha fazla insan yok mudur? Direktör özellikle “İstasyonda arkanı kolla“ diye uyarmıştı, ama ne demek istediğini anlayamamıştım.
Şak! Bir şey bana çarptı. Platformdan düşüşüm tuhaf bir ağır çekimdeydi. Treni gördüğüm an, bilincim kapandı.
Uyandığımda, tarifsiz bir adaletsizlikle karşılaştım.
“Siz gerçekten etten kemikten canlılar mısınız?“
“Affedersiniz, kimsiniz?“
Klişe bir romandan fırlamış gibi duran yaşlı bir adam, beni incelerken ağır bir iç çekti. Üç olası açıklama vardı:
1. Mucizevi bir şekilde hayatta kalmıştım ve bir doktor muayene ediyordu, ama bunu doğru şekilde algılayamıyordum. Başka bir deyişle, ya gözlerim ya da beynim ciddi travma geçirmişti.
2. Ölüyordum ve bu ya bir sanrı ya da halüsinasyondu. Belki de hayatım gözlerimin önünden geçiyordu.
3. Bir rüyayı gerçek sanıp uyanmıştım ve hâlâ yarı uykulu olabilirdim. “...Hepinizin kişilikleri berbattır. Kafanızda dönen bu saçmalıklar da ne böyle!“
Zihnimi mi okudu? Eğer öyleyse, bu son derece edepsizce ve istenmeyen bir mahremiyet ihlali, aynı zamanda gizli meselelerime bir müdahale.
“Elbette okudum. Ama merhametsiz kâfirlerin zihnini okumak iğrenç bir şey.“
“Demek öyle... Şeytanın gerçek olduğunu hiç düşünmezdim.“
“En çılgın fikirleri sen buluyorsun!“
Evrensel yasaları çiğneyebilecek tek varlık Tanrı ya da şeytandır. Eğer Tanrı var olsaydı, dünyadaki tüm adaletsizlikleri görmezden gelmezdi. Dolayısıyla, bu dünyada Tanrı yoktur. Öyleyse, karşımda duran bu Varlık X, şeytandan başkası olamaz. Savımı sundum.
“...Siz kâfirler, Yaratanınızı ölümüne mi çalıştırmaya çalışıyorsunuz?“
“Siz kâfirler“ mi? Çoğul olarak. Yani benimle birlikte başkalarından da bahsediyor. Yalnız olmadığım için teselli bulmalı mıyım? Bilemiyorum. Kendimden özel olarak nefret etmiyorum, ama kendimi sevdiğim de söylenemez.
“Senin gibi sapkın ruhlardan bahsediyorum! Bugünlerde her yerdeler. İnsanlık ilerledikçe neden aydınlanamıyorsunuz? Dünyevi esaretinizden kurtulmayı istemiyor musunuz?“
“Sanırım bu, toplumsal ilerlemenin doğal bir sonucu.“
Rawls’ın adalet teorisi kesinlikle harikadır, ama pratikte uygulanması gerçekçi değil. İnsanlar zaten “sahip olanlar“ ve “olmayanlar“ diye ayrışmış durumda. Teorik bir öneri olarak ilginç olabilir, ama gerçekte insanlar sahip olduklarını başkaları uğruna feda edemez. Öteki dünyayı düşünmektense bu hayatta maddi kazanç peşinde koşmak doğal değil midir? Yine de, bunun ne önemi var?
Öldüysem, ruhuma ne olacak? Bunu mantıklı bir şekilde tartışalım. Asıl önemli olan, bundan sonra ne olacağı.
“Seni yeniden doğuş döngüsüne atacağım,“ diyor kendisine Tanrı diyen Varlık X. Yabancının verdiği cevap oldukça basit. Ah, sanırım açıklama yapma görevini yerine getiriyor. Evet, iş hafife alınacak bir şey değil. Sorumluluk almanın ve yasalara uygun hareket etmenin önemini takdir ediyorum. İster beğenin ister beğenmeyin, bir toplumun—bir örgütün—üyesi olarak, sürecin nasıl ilerleyeceğini anladığımı belirtmem gerekir.
“Pekâlâ. Öyleyse, ne yapman gerekiyorsa yap.“
Öncelikle, bir sonraki hayatımda arkamı daha iyi kollamayı planlıyorum. İnsanların rasyonel ve irrasyonel olarak ikiye ayrıldığını öğrendim, bu yüzden davranışsal ekonomiye tekrar göz atmam gerekecek.
“...Ah! Artık dayanamıyorum!“
Ama fısıldadığı sözler kafamı karıştırıyor.
“Ha?“
“Kendinize çeki düzen veremez misiniz? Sizlerde zerre kadar iman olmadığı için ne aydınlanabiliyorsunuz ne de bu döngüden kurtulabiliyorsunuz!“ diye söyleniyor, bu da beni iyice rahatsız ediyor.
Açıkçası, bu Varlık X’in (kendini Tanrı ilan eden) neden bu kadar sinirlendiğini anlamıyorum. Yaşlıların öfkesinin çabuk tetiklendiğini biliyorum, ama oldukça kıdemli bir pozisyonda görünen birinin bu denli öfkeye kapılması, okuması zor bir durum. Bir anime olsaydı, şaka olarak geçiştirilebilirdi, ama gerçek dünyada bu lüks pek mümkün değil.
“Bugünün insanları evrensel yasalardan çok uzaklaştı! Artık doğru ile yanlışı ayırt edemiyorlar!“
Tanrım! Varlık X evrensel yasalar hakkında nutuk atabilir, ama ne dediğini anlamıyorum. Üstelik bu yasalar gerçekten varsa, önceden haber vermemesi sinir bozucu. İnsanların ne gördüğü ne de kabul ettiği yasalara uymasını beklemek fazla talepkârlık olur. Kelimelere dökülmemiş bir şeyi kavrayamam. Bildiğim kadarıyla, henüz telepati yeteneği geliştirmedim.
“Sana On Emir verdim!!“
1. Karşımda başka ilahların olmayacak.
2. Tanrı’nın adını boş yere ağzına almayacaksın.
3. Şabat gününü kutsal sayacaksın.
4. Annene ve babana saygı göstereceksin.
5. Öldürmeyeceksin.
6. Zina yapmayacaksın.
7. Çalmayacaksın.
8. Yalan şahitlik yapmayacaksın.
9. Komşunun karısına göz dikmeyeceksin.
10. Komşunun malına göz dikmeyeceksin. Emirler birden telepati yoluyla zihnime doluyor, ama... şey... pekâlâ... kahretsin. Bakın, ben çoktanrılı bir bölgede doğdum, “dini hoşgörü“ diyerek birçok şeyi görmezden gelmeye alışkınız. Bu yüzden, biri çıkıp da On Emir’den bahsedince nasıl tepki vereceğimi bilemiyorum.(ElcheaNovel) Açık konuşayım, ebeveynlerime saygı duyarım ve hiç kimseyi öldürmedim. Ama biyolojik olarak erkek olduğum için belli cinsel içgüdüler bana kodlanmış durumda. Bunlarla ilgili bir şey yapamam. Eğer bu kodlamayı ben yapmış olsaydım, durum farklı olurdu.
“Bunu hayatım boyunca pişmanlıkla anacağım!“
Tanrı’nın ömrü ne kadar acaba? Salt akademik bir merakla ilgimi çekiyor. Araştırmacı ve meraklı doğam düşünüldüğünde şaşırtıcı değil.
Hiçbir zaman birini öldürme arzusu veya dürtüsüyle savaşmadım. Elbette, bir FPS oyununda kafadan vuruş yapmak rahatlatıcıdır, ama bu beni diğer insanlardan daha kan dökücü yapmaz. Hayvan hakları savunucusuyum; en azından, barınaklardaki “yakala ve öldür“ programlarını azaltmaya çalışan bir hareketi desteklemek için posterler taşıdığımdan eminim.
“Ellerini kirletmedin belki, ama öldürme eyleminden zevk aldın, değil mi?!“
Hiçbir şey çalmadım, komşuma karşı yalan şahitlik etmedim ya da evli bir kadının kalbini kazanma mutluluğunu tatmadım. Her şeyden önce, dürüst ve ahlaklı bir insan olarak yaşadım. İşimde görevlerimi yerine getirdim, yasalara uydum ve bir insan olarak belirlenmiş davranış kurallarını bilerek çiğnediğimi hatırlamıyorum. Eğer savaşa gönderilseydim, belki paraşütle atlarken Tanrı’dan bir vahiy alıp ömrümü karides yetiştiriciliğine adardım. Ne yazık ki askerlik deneyimim çevrimiçi oyunlarla sınırlı kaldı.
“Pekâlâ! Tövbe etmeyeceksen, sana layık bir ceza vermekten başka çarem kalmayacak!“
Bu asılsız suçlamaların bir yere kadar gideceğini düşünmek istiyorum. Hem neden ben? Ama genel bir kural olarak, işlerin kendi haline bırakılmasının hiç akıllıca olmadığını biliyorum.
“Bir dakika bekler misin?“
“Kes artık!“
...Öfkeni kontrol edememeni diliyorum. Eğer Yüce Varlık olduğunu iddia ediyorsan (pek iyi bir iş çıkarmıyor olsan da), biraz daha zihinsel olgunluğa sahip olmanı isterdim. Belki bu kılığı da koruyabilirsin. Tanıdığım bir avukat, mahkeme salonunda ve internette tamamen farklı iki insan gibi davranıyor. Adamın tam bir sosyal hayatı bile var! Senin onun mükemmelliğine ulaşmanı beklemiyorum, ama biraz daha çaba gösterebilirsin...
“Yedi milyar ruhu yönetmekten zaten çok yoruldum!“
İncil’de “Çoğalın ve yeryüzünü doldurun“ deniyor. İtiraf etmeliyim ki bu konudaki bilgim sınırlı, ama insanlığın bu emre sadık kaldığına eminim. Malthus mezarında ters dönmüştür şu an. İnsanlık “fazla çoğaldı“ diyebilirsiniz. Eğer yöneticilik yapacaksan, verdiğin emirlerin takibini yapmanı dilerim. Umarım astlarının saygısını kaybedip işten kovulmazsın.
Neyse, yönetici olduğuna göre, söylediklerinin sorumluluğunu almalısın.
“Sözleşmeyi bozan sizden bunu kabul edemem! Aydınlanma şansı isteyen siz değil miydiniz?“
Bana bildirmediğin sürece bilemem ki. Asıl düşüncem bu. Önemli belgelerin iade taahhütlü gönderilmesi gerekir, üstelik bir sözleşme şahsen teslim edilmelidir. Keşke bu sözleşmeyi kalıcı bir ortamda da bıraksaydın.
“Tanrı’nın yasalarına boyun eğdin!“
Şu sıralar bilimdeki ilerlemeler neredeyse büyü gibi. Aşırı gelişmiş bilim, pratikte sihirden farksız. Yaşasın doğa bilimleri! Dünyada her şey yolunda. Bolluk toplumumuzda, yaklaşan bir tehdit olmadan ne kriz bilinci ne de bağlılık yayılabilir. İşte bu yüzden umutsuzca bir şeylere tutunuruz. İnsanlar köşeye sıkışmadıkça dine sarılmaz.
Anlıyorsun diyorsun, ama korkarım bana söylemeden anlayamam.
Varlık X’e karşı giderek kayıtsızlaşan tavrım için yapılacak bir şey yok. Ama iletişim kuramamak gerçekten sinir bozucu. Bunun için ne yapabiliriz? Bu noktada, bir tür çeviri hizmeti olsa, ücretini çok düşünmeden kiralardım.
“Şehvetle yönlendiriliyorsun, imandan yoksunsun ve Yaratanından korkmuyorsun. Üstelik tüm vücudunda ahlaki bir lif bile bulamazsın.“
İtiraz! diye haykırmak istiyorum. O kadar da kötü değilim. Ahlaki ve toplumsal normlara göre, beni çizdiğin kadar korkunç biri değilim!
“Canımı sıkma! Hepiniz aynısınız, yoksa her yeniden doğuşta bu şarkı ve dansı tekrarlamazdık!“
Daha önce de dediğim gibi, asıl sorun aşırı nüfus. Ya da en azından, uzayan yaşam süreleriyle ilgili... Şu ortalama yaşam beklentisi denen şey var. Tabii bir de Malthus’un “Nüfus Prensibi Üzerine Bir Deneme“si. Okumadın mı? Fareler gibi çoğalmamız yüzünden elinizde iş birikmiş olmalı. Özel bir şey yapmıyoruz aslında; basit bir analiz, iş modelinizin hatalı olduğunu gösterecektir. “Eğer inananların sayısı nüfusla birlikte artsaydı, sorun kalmazdı!“
Evet, işte iş modelinizdeki kusur bu. Tek söyleyebileceğim, tüketici kitlenizin psikolojik analizini çok özensiz yaptığınız. Planlama aşamasından kalma yapısal bir hata bu.
“Yani senin durumunda, bunun sebebinin erkek olman, bilim dünyasında yaşaman, savaştan bihaber olman ve hiç tehdit altında hissetmemen olduğuna inanmıyorsun, öyle mi?“
...Ha? Ne? Sanırım bir şeyleri mahvetmiş olabilirim.
Tamam, sakin olalım. Şu anda, Varlık X, o şirketin bir grup kıdemli mühendisimizi çaldığı karmaşada İnsan Kaynakları Direktörü kadar tehlikeli. Durumu anlıyorum. Ve zaten bununla nasıl başa çıkacağımı düşündüm.
“Yani eğer bunu düzeltirsem, senin gibi biri bile imana uyanır mı?“
Şey, aceleci davranmıyor musun? Biraz sakinleşmeye ne dersin? İtiraf edeyim, aşırı gelişmiş bilimin inancı bulandırdığını söyledim. Ama Tanrım, lütfen sakin ol! Evet, rahatla. Eğer Rabbin lütfunu hissedebilseydik, her şey çözülürdü. Oh, ama tabii ki anlıyorum. Bizi ne kadar lütufkârca gözetlediğini çok iyi biliyorum,(ElcheaNovel) tıpkı şu anda bana yol gösterdiğin gibi. Evet, tamamen anlıyorum, o yüzden lütfen elini indirir misin? Bir de şunu ekleyeyim, savaştan bihaber olduğum kısmı bir yanlış anlaşılma olmalı.
“Şimdi yaltaklanmanın bir faydası yok!“
Bekle, Tanrım! Lütfen unutma ki bizim dünyamızda ne büyü ne de mucizelerin gerçek olduğu kanıtlanmış değil. Mucize gördüğünü iddia eden herkes, balık pazarından daha şüpheli kokuyor. Senin varlığın da öyle! Bir de, erkek ya da kadın olmanın bir önemi yok. İki cinsiyetin de cinsel arzusu olduğu apaçık ortada!
“Yeter artık. Savunmanı yaptın. Neyse, bunu senin üzerinde deneyeceğim.“
“Afedersiniz?“
“Bunu senin üzerinde deneyeceğim!!!!“
Evet... İşte hatıra aşağı yukarı böyle. Keşke unutabilsem.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.