Yukarı Çık




0   Önceki Bölüm 

           
**Norden’ın Üzerindeki Gökyüzü**

Neden burada, bir savaşın ortasında savaşıyorum? Kendime “Sihirli Teğmen Tanya Degurechaff“ kimliğini yakıştıran bilinçli benliğim, minik ellerimle bir küreyi kavrayıp mızrak niyetine kullandığım tüfeği yere bırakarak gökyüzüne yükselirken bu soruyu tekrar soruyorum.

Nasıl oldu da böyle bir hale geldim?

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Duyuyor musunuz?“ (Fairy burda “çağrı kod adları“ olarak geçiyor yani, “Fairy 08“ bir askeri ekibin kodu, “Norden Control“ da merkezin, karargâhın çağrı kodu... “Fairy 08’den Norden Control’a… Ağır silahlar/toplar bakımından durumumuz nasıl?“ diye telsizle haberleşiyorlar...)

Norden’in kasvetli, bulutlarla kaplı gökyüzünde tek bir nokta beliriyor. Bulutlarla neredeyse bütünleşen bu ufacık leke, İmparatorluğun güçlü hava sihiri subaylarından birinden başkası değil. Yazgının acımasız bir oyunuyla, kendime baktığımda gördüğüm şey, bir savaşa katılan küçük bir kız çocuğu. Üniformam ve hesaplama kürem bir asker olduğumun kanıtı. Bilimsel yollarla, taşıdığım bu küre, büyücülerin iradeleriyle dünyayı etkilemelerini sağlayan “formüller“ adı verilen doğaüstü fenomenleri kontrol ediyor. Bilim ve büyünün ortak ürünü olan bu kadim kürelere verilen modern isimlerin de ima ettiği gibi, bu büyü mühendisliği harikası, dünyanın sayısal değerlerini çözümlemiş durumda.

Görevim, altı bin fit irtifada sabit bir yer hızı korurken, önceden belirlenmiş bir hava sahasında topçu gözlemciliği yapmak.

“Fairy 08, burası Norden Kontrol. Sizi net duyuyoruz. Takibinizde sorun yok.“

Ne kadar kolay bir iş! Bu, sadece İmparatorluk ile Entente İttifakı arasındaki sınırda gerçekleşen bir hava destek görevi. Ancak boynundaki hesaplama küresiyle uçuş formülünü sürdüren bu tetikteki gözcü büyücü, muhtemelen şaşırtıcı derecede küçük görünüyor olmalı.

Ve evet, gerçekten de cüce gibiyim. İnsanların aklına “Acaba yaşı iki haneli rakamlara ulaştı mı?“ sorusu geliyor. Üstelik bir kız çocuğu için bile oldukça minyon sayılırım. Tanya’nın boyunu önceki hayatımdaki fiziksel olarak şanslı bedenimle kıyaslamak tam bir moral bozuyor. Tanya’nın boynunun havacılık mikrofonlu kulaklığını doğru düzgün takamayacak kadar dar olduğunu duymak içler acısıydı.

“Fairy 08, anlaşıldı. Görev hava sahasına ulaştım. Sizi net duyuyorum,“ diyorum. Ağzımdan çıkan bu tiz ses artık kanıksanmış olsa da, sanki bir şey bana musallat olmuş gibi hissettiriyor. Ne kadar alışmış olursam olayım, bu sese katlanamıyorum. Dilim zihnime yetişemediğinde neredeyse dilimi ısıracak gibi oluyor ya da kekeliyorum ve kendimi aşağılanmış hissediyorum.

“Norden Kontrol, anlaşıldı. Görevinize devam edin.“

Elbette, ordunun bu kadar çocuksu bir peltek konuşmayı duyduktan sonra hiç tereddüt etmemesi gerçekten takdire şayan. Belki de bu tamamen pragmatik bir yaklaşım, ancak ordu, hava büyücülerinin hava muharebesine odaklanması nedeniyle, bir kişinin büyü sanatlarına yatkınlığını askere alınmak için yeterli bir koşul olarak benimsemiş durumda. Bu durumun mantıksal sonucuna ulaştığı İmparatorluk’ta büyücüler için yaş sınırı tarihe karışmış durumda. Bu yüzden ordu, bir vasinin gözetiminde olması gereken yaşta görünen birini, yalnızca bir topçu gözlemcisi olarak bile olsa, görevlendirmekte hiçbir sakınca görmüyor.

“Fairy 08, anlaşıldı. Bölge tamamen temiz. Tekrar ediyorum, bölge temiz.“

“Norden Kontrol, anlaşıldı. Gözlem bölgenize Goliath 07 çağrı işaretli bir piyade taburu atanmıştır. Hava sahası kontrolünden yeni bir emir gelmediği sürece, bölge güvenlik altına alınana kadar gözlem görevinize devam edin. Tamam.“

İmparatorluğun jeopolitik konumunun gereklilikleri,(ElcheaNovel) bu insan kaynağı temin yönteminde büyük bir rol oynamıştır. Tarihsel koşullar nedeniyle dünya güçleriyle çevrili olan devlet, her yönden potansiyel düşmanlarla yüzleşmek zorunda kalmıştır. Geniş topraklarının ulusal savunması için gereken askeri gücü sağlamak, sürekli baskı altında olan bir konudur. Bu sorunu çözmek için Genelkurmay’ın çılgınca çabaları, elinin uzanabildiği herkesi sömürecek noktaya ulaşmıştır.

“Fairy 08, burası Geçici Kolordu Topçu Taburu, çağrı işareti Goliath 07. Duyuyor musunuz?“
İşte bu yüzden ordu, kullanabileceği genç bir kızı sınır devriyesine göndermekte hiçbir sakınca görmüyor. Ben tam anlamıyla bir çocuk askerim.

“Goliath 07, burası Fairy 08. Sizi net duyuyorum. Düşman piyade ilerlemesini tespit ettim. Veri gönderiyorum. Alındı.“ Havada uçan bu küçük kızın sevimli ama profesyonel bir tonla konuşması, eminim ki dinleyenlere son derece gerçek dışı geliyordur. Normal şartlarda, düzgün bir ordu düzgün yetişkin askerlerden oluşmalıdır. Bu basit bir mantık meselesi.

Ancak telsizde sadece parazit sesleri değil, kadın ve çocuk sesleri duymak artık büyücüler arasında olağan bir durum haline geldi. Silahlı kuvvetler neredeyse her konuda pratik istisnalar getirmiş durumda. Hele ki hizmetin zorlu günleri, insanların tüm önyargılarını törpüledi. Bir kız çocuğunun muharebeye katılmasına dair ilk baştaki rahatsızlık, çoktan unutulup gitti.

“Goliath 07, anlaşıldı... Ana batarya ayar atışına başlıyor.“

İşte bu yüzden, Teğmen Tanya Degurechaff olarak göreve alınan bu hava büyücüsü, Norden’in kuzeyindeki bu muharebede bir topçu gözlemcisi olarak görev yapıyor. Sırtında, neredeyse kendi boyutlarında bir telsiz seti taşırken, soğukkanlılıkla ve beceriyle periyodik raporlar iletiyor. Ancak aslında, burada savaşmakta olduğum gerçeğini sorgulamadığım anlamına gelmiyor.

“İsabet teyit edildi... Yakın bir vuruş gibi görünüyor. On metrelik kabul edilebilir hata payı içinde. Etkili ateş için hazırlık yapın.“

“Goliath 07, anlaşıldı. Ateş görevine başlıyoruz.“

Mavi gözlerim dikkatle aşağıyı tararken, içlerindeki öfke pırıltısını gizleyemiyorum. Neden bu dünyada yeniden doğdum? Neden karşı cinsiyette bir bedene sahibim? Ve neden şimdi bir savaşın ortasındayım?

En sinir bozucu şey fiziksel değişiklikler. Bir çocuk bedeni inanılmaz derecede elverişsiz. Başlangıçta, kızların erkeklerden daha hızlı geliştiği doğru olsa da, boyut farkı o kadar büyüktü ki, yıllardır alışkın olduğum dengeyle hareket edemiyordum. Üstelik, orduya katıldığımdan beri defalarca nasıl çaresiz bir çocuk haline geldiğimi acı bir şekilde hissettim.

Bir tüfeği bile tutamıyordum. Çok büyüktü. Sonunda, düzgün nişan alamıyordum ve geri tepme omzumda morluklar bırakıyordu. Yakın dövüş antrenmanlarında, partnerim beni yere serdiğinde yüzündeki o acıma ifadesini görmek...

Hesaplama küresi sayesinde dünyayı üç sayısal vektör olarak görmeyi ve sayılar alemiyle büyü formüllerini üst üste bindirmeyi öğrenene kadar, bana itaat etmeyen kollarım ve bacaklarımla emeklemek zorunda kaldım. Büyü sanatları, kas gücüne değil zekaya dayandığı için, bu alanda -ancak zar zor- başarılı olabildim.(ElcheaNovel) Bedenimin kısıtlamaları beni rahatsız edemezdi; formüllerimle dünyayı üst üste bindirdiğim sürece gökyüzünde özgürce uçabiliyordum.

Belki de büyü konusundaki tüm çekincelerimi, onun bir araç olarak sağladığı faydalar sayesinde aşabildim. Ama neden sahip olduğum bir aracı kullanmak zorundayım?

Ah, anlıyorum. ICBM’lere ihtiyaç duyulduğunda onları kullanabilmeliyiz. Bu yüzden bakımları, tatbikatlar ve operasyonlar için hazırlık yapmak gerekli. Peki ama baştan ICBM’lere sahip olmamız için bir neden var mı? Aynı şekilde, komşu ülkelerle gergin ilişkiler hakkındaki dedikodular da yeni sayılmaz.

İmparatorluk ve Entente İttifakı, gayriresmi sınır çatışmalarıyla uzun süredir mücadele ediyor. Ancak en azından uluslararası politikada, bu bölge üzerinde resmi bir anlaşmazlık yok.

Sorunun kabul edilmemesinin nedeni, İmparatorluğun inanılmaz bir güç olması. Tanya’ya göre bu basit bir mesele, tıpkı Sovyetler Birliği çevresindeki ülkelerin onunla sınır anlaşmazlıklarından bağımsız olarak kaçınması gibi.

...Eskiden öyleydi. İmparatorluğun gücünü geçmiş zaman kipiyle anlatmak zorunda olmak, üzücü bir durum.

Sınır boyunca birçok izole edilmiş kaza meydana geldi. İki taraf da “kasıtsız“ ateş açtı ve yanlış anlaşılmalar çatışmalara yol açtı. Tüm bu olaylar yerel komutanlar düzeyinde çözüldü, ancak giderek artan gerilimi inkar etmek mümkün değil.

Normal şartlar altında, İmparatorluk bu noktada “yarı-savaş“ durumuna girseydi, Tanya’nın konumu onun geri hatta çekilip muharebe dışı rollerde görev yapmasına izin verirdi. Sonuçta, Asteğmen Tanya Degurechaff, düşmanlıkların başlamasına kadar askeri akademide eğitim gören bir öğrenciydi. Bir acemi, cephede sadece engel olurdu, bu yüzden İmparatorluk savaş hazırlıklarına başladığında, onun Teknik Arsenal veya Lojistik Komutanlığı gibi geri hat birimlerinde görev yapması normal olurdu.

Ancak dünya işlerinin bu tedirgin edici durumuna rağmen, Tanya’nın iyimser üstleri bunun sadece bir “blöf diplomasisi“ olduğuna karar verdiler. Onlar sayesinde, eğitimini sahada tamamlamak zorunda kaldı. Orduyla koordineli olarak katıldığı uçuş devriyeleri, akademide aldığı eğitimin bir uzantısı olarak planlanmıştı. Geri hatta çekilme fırsatını kaybeden Tanya, eğitimini tamamladıktan sonra resmen teğmen olarak göreve atandı ve “Fairy 08“ çağrı işareti verildi. Açıkçası, insanlar onu bir periye benzetmekte ısrarcıydılar. Dış görünüşüne bakılırsa, gerçekten de cılız bir çocuk -hem de inanılmaz genç- idi. Üstelik, güçlü bir iradeyi yansıtan mavi gözleri ve yönetmesi kolay olsun diye arkadan bağlanmış kısa sarı saçları vardı. Açık, solgun ten rengi de hesaba katıldığında, çağrı işareti giderek daha uygun görünmeye başlamıştı.

Sorunlar, Tanya’nın sınır ordusundaki yeni görevine resmen başlamasıyla patlak verdi. İdari birim, doğrudan büyü subayı eğitim okulundan gelenler ve yerel nakillerden oluşuyordu. Yeni bir transfer olarak Tanya, kırk sekiz saat hazır bekletilme emrini kabul etmek zorunda kaldı. Üstlerin, uyanıklığı ve başa çıkma kapasitesini test etmek için düzenlediği geleneksel bir eğitim egzersizi olduğunu varsayarak, gönülsüzce teçhizatını kuşanmış ve yirmi dört saat önce nöbetine başlamıştı.

Sonra, şeytanı bile güldürecek kadar mükemmel bir zamanlamayla, sınır boyunca dağılmış güvenlik karakollarından acil uyarılar gelmeye başladı. Görünüşe göre, Entente İttifakı büyük ölçekli bir sınır ötesi operasyon planlıyordu.

Entente İttifakı’nın yeni politika yönelimi zaten endişe kaynağıydı. Yönetim değişikliği sonucu üst düzey yetkililerin yeniden düzenlenmesi ve ardından yükselen milliyetçilik, doktrinde büyük bir değişimi zorunlu kılmıştı. Açıkçası, Entente İttifakı’nın operasyonu o kadar kötü planlanmıştı ki, sadece Tanya değil, İmparatorluk Ordusu’ndaki herkes şaşkınlık içinde “Neden şimdi?“ diye soruyordu. Bir anda kendilerini, “İmparatorluk birliklerinin 24 saat içinde çekilmesini talep eden“ bir savaş ilanıyla karşı karşıya buldular.

Yani, Entente İttifakı ısrarla şunu talep etti: “İmparatorluk askerleri, ülkemizin topraklarından yirmi dört saat içinde çekilecek.“ Belki de sıradan bir bölük komutanı, Entente İttifakı’nın nedenlerini anlayamazdı, ama belki de bölgesel çatışmaların politik olarak aşırı hassas olması nedeniyle İmparatorluğun tam ölçekli bir askeri çatışmadan kaçınacağı varsayılıyordu.

Eğer Entente İttifakı gerçeklerle yüzleşemiyorsa, tarihe yanlış nedenlerle geçebilir. Aptal mılar? Yoksa zaferle sonuçlanacak büyük bir plan mı hazırladılar?

Entente İttifakı’nın gündemini veya amacını anlayamasa da, İmparatorluk protokole uygun olarak ince ayarlanmış bürokrasisini ve askeri örgütlerini harekete geçirdi. Kurallara göre oynadılar ve düşman kuvvetlerini durdurmak için hazırlık yaptılar. Ülkesinin bir dişlisi olarak Tanya, maaşının karşılığını vermek zorundaydı. İtiraf etmek gerekirse, bu noktada oldukça iyimser bir şekilde bunun büyük ölçüde iç propaganda amaçlı olduğunu öngörmüştü.

Sonuçta, yakındaki Federasyon’un iki komşu ülkenin kendi sınırında savaşmasını isteyeceği düşünülemezdi. Herkes, bunun Entente İttifakı’nı arabuluculuk veya gözdağı yoluyla dizginleyeceğini umuyordu. Dahası, Commonwealth ve Cumhuriyet, Entente İttifakı’nı destekliyordu. Şüphesiz, sağladıkları tüm yardımların boşa gitmesi korkusuyla bu intihar ilerleyişine fren yaparlardı. Evet, subayların ve askerlerin büyük çoğunluğu gelecekten emindi. Sonuçta askerler doğaları gereği realist insanlardı.

Söylemeye gerek yok ama Entente İttifakı’nın İmparatorluk’la kafa kafaya mücadele etme şansı yoktu. Herkes, bir ülkenin arabuluculuk yapacağından ve iki rakip ulusun politikacılarıyla diplomatlarının bir şeyler pazarlık edeceğinden emindi.

Ancak Entente İttifakı dışında kimsenin aklına gelmeyen senaryo gerçek oldu ve bu çağda yaşayan herkesi şaşkına çevirdi.

“İlerleyen Entente İttifakı Ordusu’na silahlarınızı bırakıp teslim olun ya da derhal bölgeden ayrılın.“

Sağduyu açısından bakıldığında, Entente İttifakı’nın talepleri ancak “şok edici“ olarak nitelendirilebilirdi; ancak yine de İmparatorluk inanmayarak durumu izlemeye devam etti. Entente İttifakı’nın sınırı geçtiği haberleri tamamen beklenmedik değildi, ancak İmparatorluk bunun nasıl gerçekleşebildiğini anlamakta güçlük çekiyordu.

İmparatorluk Genelkurmayı’ndan bir subay olan Lergen’in çok sonraları dile getireceği şüphe, durumun ne kadar absürt göründüğünü özetliyordu: “...Entente İttifakı’nın ne elde etmeyi umduğunu o kadar anlayamadık ki, kendi askeri liderlerimizin kapalı kapılar ardında entrikalar çevirdiğinden şüphelenmek daha mantıklı geliyordu.“

Şüpheler ve belirsizlikler bir yana, pragmatik İmparatorluk Ordusu, Entente İttifakı’nın büyük ölçekli sınır ihlaline derhal yanıt vermek üzere soğukkanlılıkla harekete geçti. Entente İttifakı’nın niyetleri konusunda tereddüt ve kafa karışıklığı olsa da, potansiyel bir çatışma belirtileri görülür görülmez, ordu lojistik hazırlıklarına başlamıştı bile. İmparatorluk’un askeri gücünün çekirdeğini oluşturan Büyük Ordu tümenleri, demiryoluyla Merkez’den hızla konuşlandırıldı. İmparatorluk Ordusu o kadar verimliydi ki, tüm bunları sorunsuzca gerçekleştirdi. Öyle ki, içeride bu durum bir “örgütsel zafer“ olarak nitelendirildi.

Ancak İmparatorluk bol miktarda ikmal malzemesi sağlamış ve hatta birliklerini seferber etmiş olsa da, içten içe şüpheyle doluydu: Gerçekten mi? Asla yapmazlar!

İmparatorluk, dünya güçleri arasında bile üstün silahlanmasıyla tanınıyordu. Barış zamanlarında, rutin devriye bahanesiyle sınıra kolordu büyüklüğünde bir garnizon konuşlandırırdı. Tanya’nın birliği de dahil olmak üzere, ihtiyatları tamamlamak için ek birlikler hazır tutuluyordu. Enformasyon savaşını göz önünde bulunduran İmparatorluk, çeşitli ülkelerden basın mensuplarını bile davet etmişti. Yani her zamanki gibi ordu tamamen hazırdı, ancak bu “olağan“ durum, herkesin “Entente İttifakı gerçekten saldıracak mı?“ diye sorgulamasına neden oluyordu.

Tanya, Entente İttifakı’nın hiçbir gerekçe göstermeden, medyanın gözü önünde, kendisinden katbekat güçlü bir askeri devle savaşmaya kalkışacağını asla hayal edemezdi.

Ama gerçek, kurgudan daha tuhaf olabiliyordu.

Tanya olan biteni anlamakta güçlük çekiyordu. Eğer içinden geçenleri özgürce söyleyebilseydi, muhtemelen bunu “ölüm arzusunun somutlaşma anına tanık olmak“ olarak tanımlardı.

“Savaş! Herkese duyurulur, savaş! Bir savaş patlak verdi! İmparatorluk, sınırı ihlal ettiği gerekçesiyle Regadonia Entente İttifakı’na savaş ilan etti! Az önce Entente İttifakı Ordusu çoklu noktalardan geçişe başladı! İmparatorluk Ordusu birlikleri sınıra doğru akın ediyor! Bazı bölgelerde çatışmaların başladığı bildiriliyor!“

Ancak dost zırhlı birliklerin ve diğer kuvvetlerin hızla konuşlandığını görmek inkâr edilemezdi. Aynı anda, savaş muhabirleri en son haberleri tüm dünyaya duyurmak için mikrofonlarına sarıldılar.

...Şüphesiz İmparatorluk, zaferden bu kadar eminken böyle bir propaganda gösterisine girişiyordu. Ülkenin üstün gücü, teknolojik seviyesi ve silahlanması göz önüne alındığında, bir sonraki hamleyi zaferi gözeterek yapmak mantıklıydı. Gazetecilerin savaş ilanına kadar sınırda olup bitenleri aktarması, üst komutanların durumu o kadar rahat karşıladıklarını ki propaganda yapmayı düşünebileceklerini gösteriyordu. Ayrıca, Entente İttifakı’nın sınırı ilk ihlal etmesi meşru bir gerekçe sağlamıştı. Basını davet etmekle, aslında “bu savaşı kazanacağız“ mesajı veriliyordu. Bu alternatif dünyada bile, kaybedilen savaşları basına özgürce izleten liderler ancak fantazilerde olurdu. İmparatorluk yetkililerinin saklayacak bir şeylerinin olmaması -veya çok az olması- her şeyin yolunda gittiğinin kanıtıydı.

Tüm bu faktörler, Tanya’nın sinirlerini yatıştırmasına yardımcı oldu. Açıkçası, kuzeye saha eğitimine gönderileceğini ilk duyduğunda, genç bir kızı sınır bölgesinde ölesiye çalıştırmayı planlayan bu askeri devlete “Keşke çürüyesiniz!“ diye haykırmak istemişti. İyi, dürüst bir insanı bu dünyaya karıştırdığı için Varlık X’e lanetler yağdırmıştı.

Ancak Tanya, İmparatorluk’un ona Körfez Savaşı gibi tek taraflı bir çatışmada rütbe atlama fırsatı sunmasına kesinlikle itiraz etmiyordu. Bu savaş kazanılabilirdi ve askerler kazanan taraf olacaktı. Onun görevi, gökyüzünün güvenliğinden düşmanları avlamak ve terfi etmekti. Son derece beklenmedik olsa da, fena bir anlaşma değildi. Hatta “fena değil“in de ötesindeydi - Tanya’ya milyonda bir çıkan bir fırsat sunulmuştu.

Sınır devriye görevleri basit ama tehlikeliydi ve sonuç alsanız bile, üstlerin bir “siyasi kaygı“ gerekçesiyle başarılarınızı yok sayma eğilimi vardı. Bu yüzden, tartışmalı Norden Toprakları’ndaki devriye görevi, İmparatorluk Ordusu’nda “emek çok, karşılık yok“ olarak bilinirdi.

Orada başarı kazanmak kolay değildi ve olumsuz koşulları daha da kötüleştiren şey, Tanya Degurechaff’ın ister istemez sahip olduğu beyaz tenli, mavi gözlü, sarışın küçük bir kız fiziksel görünümüydü. Üstelik kayıtlarına bakıldığında, seçkin bir büyücü olma yolunda askeri akademi mezunu olduğu görülüyordu. Eğer bir göreve atanır da başarısız olursa, ordunun gelecek vaat eden bir genci mahvettiği yönünde çıkan haberlerin önüne geçilemezdi. Yeteneklerini bir kenara bırakıp sadece dış görünüşüne odaklanıldığında, Tanya bile kendi bebek yüzünden rahatsız oluyordu: “Eğer Tanya olmasaydım, görev dışında onunla bir işim olmasını istemezdim.“

Bu nesnel bakış açısı, İmparatorluk Ordusu’na katıldığından beri değişmemişti. Önceden eğitmenler arasında kötü bir üne sahip değildi, ancak iş performansının maaşına denk olması, “küçük kız büyücü“ hakkındaki dedikoduların lekesini silemiyordu. Bunun tek çaresi daha büyük başarılar elde etmekti - ki bunu çok istese de fırsat hiç doğmamıştı.

Ta ki şimdiye kadar.

Yani, Tanya bir büyücü olsa da kimse onu öyle görmüyordu. Herkesin yoluna çıkan bir bebek muamelesi görüyordu. Bir bakıma, “kusurlu“ olduğu ima ediliyordu. Kariyerine neredeyse hiç önem verilmemesi aşağılayıcıydı. İronik bir şekilde, İmparatorluk onu ilk muharebesinde, ordusunun rahatça üstün olduğu bir durumda aktif göreve vererek beklenmedik bir şans sunmuştu.

Görünen o ki, savaş bir süre daha elverişli koşullarda devam edecekti. Eğer Tanya hayatta kalmak istiyorsa, bu zamanı statü ve nüfuz kazanmak için kullanmalıydı. Ayrıca bazı bağlantılar edinmeliydi. Bunun için, bu öngörülebilir savaşta düzgün bir rol oynaması ve madalyalar kazanması şarttı.

Bu noktaya kadar düşünen Tanya, durumu yeniden değerlendirirken pembe dudaklarını farkında olmadan bir sırıtışla büker. Belki de bu o kadar da kötü değildir.

“Aslında bu, kariyerim için harika bir fırsat olmaz mı...? Bunu oldukça tatlı bir anlaşma olarak görmeliyim.“ Bu bencil fısıltıyı duyacak kimse yoktu. Yakında uçan biri olsa bile, aşağıdaki topçu ateşinin kükreyişi ve patlamaların bitmek bilmeyen yankıları sesini bastırırdı. Bu gürültüyü, Fuji Ateş Gücü Tatbikatı’nın birkaç kat daha güçlü bir versiyonu olarak düşünürsem, o kadar da kötü değil.

“Fairy 08, burası Goliath 07. Atış sonuçlarını talep ediyoruz.“
“Goliath 07, burası Fairy 08. Hedefte iyi etki. Tekrar ediyorum, iyi etki.“

Tanya’nın işi basitti: Sadece soğukkanlılıkla gözlem yapmak ve topçu bataryalarına rapor vermek. Telsiz setinin ağırlığı altında uçarken uçuş formülünü sürdürmek kolay değildi, ancak İmparatorluk Ordusu’nun hesaplama küresi bu iş için yeterliydi.

Norden Toprakları’nın tartışmalı statüsü nedeniyle, kuzeye yayılan birliklerin çoğu Merkez Komutanlığı’ndan geçici transferlerdi. Kağıt üzerinde, Tanya da saha eğitim programını tamamladıktan sonra Merkez’den ödünç alınmıştı.
Eğer görevlerini ciddiye alırsa, eninde sonunda Merkez’deki garnizonuna dönebilirdi. Geri hatlarda bir pozisyon sadece bir hayal değildi. Bir kez geri hatlarda büyücü subay olarak seçildi mi, Tanya’nın savaşın geri kalanını başkenti savunma emriyle beklemede geçirme ihtimali vardı. Olaya nasıl baktığınıza bağlı olarak, Personel Dairesi aslında ona uzun vadede parlak bir kariyerin kapılarını açan altın bir fırsat sunmuş olabilirdi.

Tanya, sıkıcı ama tehlikeli kuzeyde eğitim alacağını ilk öğrendiğinde içerlemişti, ancak hayatta neyin gizli bir nimet olabileceğini asla bilemeyeceğimizi kanıtlıyordu. Biraz geç kalmış olsa da, en kısa zamanda eğitmenlerine son gelişmeleri içeren teşekkür mektupları göndermeliydi. Bağlantılarını güçlendirmeliydi.

Şimdiden pembe bir kariyer öngörebiliyordum. Savaşın ortasında bile, Tanya topçu gözcülüğü yaparken gözle görülür şekilde neşeliydi.

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Lütfen yanıt verin.“
“Burası Norden Kontrol. Sizi net duyuyoruz.“

Aşağıda patlayan mermiler, ulusal sınırı geçen Entente İttifakı piyadelerini tatmin edici bir şekilde yok ediyordu. Norden’ın dağlık arazisi ne kadar engebeli olursa olsun, topçu tam olarak konuşlandırıldığında, sınırda ilerleyen askerler sadece hedef haline geliyordu. Özellikle de arazi onları savunmasız bırakıyorsa.

“Fairy 08, anlaşıldı. Düşman şu anda bastırma ateşi altında. Etkisiz hale getirdiğimizi düşünüyorum. Düşman piyadesi dağılıyor.“

Uygun bir mesafeyi koruyan seçkin topçu bataryaları, önceden balistik verilerin hesaplandığı bir bölgede, bir gözlemcinin rehberliğinde zırhsız hedeflere ateş ediyordu. Bu bombardımanın onları yok edememesi imkansızdı. Aşağıda, bir zamanlar düzenli olan piyade sürüleri, her yöne kaçmaya başladıklarında obüslerin kolay avı oluyorlardı. Tanya durumu bir çift dürbünle doğrularken, daha fazlasının sadece mühimmat israfı olacağı açıktı.

“Norden Kontrol, anlaşıldı. İkinci devriye hattına ilerleyin ve düşmanın ana piyade birimlerine karşı bastırma ateşi yönlendirin.“
“Fairy 08, anlaşıldı. İlerleyip gözlem görevine devam edeceğim.“

Kontrol ile yaptığı bu duygusuz iletişim o kadar gürültüsüzdü ki, Tanya içinden şöyle düşündü: Gerçek muharebe koşullarında telsizlerin bu kadar iyi çalışacağını beklemiyordum. Mavi gözlerinin görebildiği kadar gökyüzü bulutlarla kaplıydı, yani hava durumu düşmanın sinyal karıştırmasını engelleyecek durumda değildi. Ancak gürültü seviyesi neredeyse algılanamayacak kadar “net“ denebilirdi. Sinyal o kadar temizdi ki, Norden’daki mineral yataklarının neden olduğu manyetik anormallikler yüzünden kötü alım beklenerek verilen devasa havacı telsiz setini taşıması neredeyse gülünç geliyordu. Tanya, dağılan Entente İttifakı birliklerinin üzerinden geçerken, direnen düşman artıklarını gözlemlemek için ilerlerken gerçekten kafası karışmıştı.

Cidden, Entente İttifakı ne yapmaya çalışıyor? Eğer canlı mermi tatbikatlarında hedef olmak istiyorlarsa, söylemeleri gerekirdi. Hindi yerine dodo kuşu avlayacağımızı bilseydim, gözlemci olmak yerine saldırıya katılmak için gönüllü olurdum. Bu çatışmada bombalama görevindekilerin eskortları ve hava hakimiyeti var, üstelik en iyi hedefleri de onlar seçiyor. O kadar kıskanıyorum ki dayanamıyorum.

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Belirlenen pozisyona ulaştım.“
“Norden Kontrol, anlaşıldı. Görüyoruz. Durumu topçulara iletiyoruz. İsabet noktalarını gözlemeye devam edin.“
“Fairy 08, anlaşıldı. Aksi emredilene kadar topçu gözlemine devam edeceğim. Tamam.“
“Norden Kontrol, anlaşıldı.“

AYNI GÜN, ENTENTE İTTİFAKI, NORDLAND ÜZERİNDE

Tanrım, neden? Bu nasıl olabilir? Yarbay Anson Sue, kararmış yüzünde acı bir ifadeyle göklere soruyordu. İmparatorluk Ordusu’nun ağır topçu ateşi, bir Entente İttifakı hava büyücüsü olarak sayısız kez uçtuğu gökyüzünde yankılanıyordu. Aşağıda cereyan eden “muharebe“ tamamen tek taraflıydı. Hayır, aklı başında herhangi bir asker bunu bir muharebe değil, katliam olarak tanımlardı. Zırhlı araçlarla bile değil - yumuşak hedefli piyadeler, geçit töreni yapar gibi düzgün bir şekilde dizilmiş, açık tepeler boyunca özenle hazırlanmış topçu mevzilerine doğru ilerlemişlerdi.

“Bize böyle söylenmemişti! Koduklarım ateş açıyor!“
“Yardım edin! Sıhhiye! Çabuk! Buraya gelin!“
“Geri çekilin! Geri çekilin! Duman perdesi oluşturun!“
“Kolumu! Kolumu kaybettim!“
“Hâlâ hava desteği yok...!“
“Komuta! Komuta, ne oluyor?! Durum nedir?!“

İmparatorluk’a göre “sınır“, Entente İttifakı’na göre ise “geçici askerden arındırılmış bölge“, Londinium Antlaşması altında kurulmuş bir tür sahte sınırdı. Eğer Entente İttifakı kuvvetleri ulusal sınırı çiğneyip her zaman tetikte olan İmparatorluk Ordusu mevzilerine doğrudan saldıracaklarsa, bunun olacağını bilmeliydiler. Politikacıların kafasında ne dönüyor olursa olsun, telsizden gelen sinyaller, savaş alanındaki askerlerin geri dönüşü olmayan bir politik hata yüzünden canlarıyla ödediklerini kanıtlıyordu - evet, canlarıyla ödüyorlardı.

“...Kahrolsun o bürokratlar!“

Ekonomi durgundu, sınıflar arası uçurum büyüyordu ve işsizlik oranı hiç düzelmiyordu. Entente İttifakı’nın sürekli yüzleştiği bu iç sorunlar, merkezkaç kuvvetler nedeniyle ülkeyi derin bir krize sürüklüyordu. Hükümet, bu sorunlara çözüm olarak milliyetçiliği ve dışlayıcılığı teşvik etmenin korkunç bedelini ödüyordu. Hayır, asıl korkunç olan henüz gelmemişti bile.

Bu bir savaş demekti hem de Entente İttifakı’nın kazanma umudu olmayan bir savaş.

Bu yüzden Yarbay Sue uçarken yetkililere küfürler yağdırıyordu. Gerçeklerle yüzleşmeyi reddedip milliyetçiliği körüklemeye devam ettikleri için onları lanetliyordu.

Londinium Antlaşması, İmparatorluk ile Entente İttifakı arasındaki sınır anlaşmazlığına ilişkin, Commonwealth’in arabuluculuğunda kabul edilebilir şartlarla hazırlanmış bir anlaşmaydı. Tartışmalı bölgeyi ayıran geçici askerden arındırılmış bölge aslında bir ulusal sınırdı ve bölgenin idari hakları anlaşmaya uyulmasını sağlamak için teminat olarak kullanılıyordu. Antlaşma, sadece Entente İttifakı’nın hak iddiasını göz önünde bulundurarak iki tarafın da iddialarına geçici olarak saygı gösterilmesini sağlıyordu.

“Buna nasıl ’baskı altında yürüyüş’ diyebilirler ki?!“

Kısacası, Entente İttifakı iç politikada eylemlerini meşru göstermekte özgürdü ama antlaşma, uluslararası toplumun pratikte İmparatorluk’tan yana olduğunu gösteriyordu. İçerideki hayalperestler bölgenin resmen tartışmalı olduğunu ve Entente İttifakı’nın egemenliği altında bulunduğunu ne kadar şiddetle haykırırsa haykırsın, diğerleri bunu sadece kaybedenlerin sızlanması olarak görüyordu. Tabii ki kimse onları ciddiye almıyordu.

“Yürüyüş mü?! Buna yürüyüş mü diyorlar?!“

Entente İttifakı ordusunu kendi topraklarında devriye gezsin diye mi göndermişti? Keyfi olarak mı? Bu hiç mantıklı değildi. Görünüşe göre tüm bu politikacılar bir yerlerde kendi propagandalarına inanmaya başlamışlardı. Sue birinin çıkıp bunun kötü bir şaka olduğunu söylemesini diliyordu.

Bir hükümet sözcüsü ya da sadece işe yaramaz propagandalar saçabilen bir maaş hırsızı, bu işgali bir basın toplantısında “baskı altında son derece organize bir yürüyüş egzersizi“ olarak tanımlamaya cüret etmişti. Bu akıl almaz bir düşüncesizlikti.

“Cunningham! Kalan birliklerimizin durumu ne?!“
“Üzgünüm efendim. Sinyal istikrarsız ve giderek kötüleşiyor. Durumu kavrayamıyorum...“

Birlikler tam bir kaos içindeydi. Tabii ki öyle olacaktı. Savaşın mümkün olmadığı yanılgısıyla sınırdan geçip de İmparatorluk Ordusu’nun onları karşılamak ve katletmek için tam teçhizatlı beklediğini gören herhangi birinin sakin kalabilmesi mümkün değildi. Bu ahmaklık şüphesiz tarihe geçecekti.

“Komuta merkezlerine ne oldu? Hava Sahası Kontrolü ya da Muharebe Yönlendirme Merkezi farketmez. Kimseyi arayabiliyor musun?“
“Hatlar berbat durumda... Zaten onları arayamam, doğru frekansı bile bize vermediler.“

Sue’nin birliğinde bile deneyimli sayılan Üsteğmen Cunningham, omuzlarındaki uzun menzilli telsizle uğraşırken suratını ekşitti. Sinyaller, gökyüzünün usta savaşçılarını bile şaşırtacak kadar karışıktı - Entente İttifakı’nın bu operasyonu ne kadar özensiz başlattığının kanıtıydı. Eğer Sue’nun kendi ülkesi olmasaydı, şüphesiz şoke olurdu.

“Hiçbir ülke savaş hazırlıklarını tamamlamadan sınırı ihlal etmez. Açıkçası, Entente İttifakı hükümeti sadece blöf diplomasisi yapıyor. En azından, İmparatorluk savaşı göze almadan bu kadar tehlikeli bir oyun oynamazdı.“

Sue’nin iki gün önce bir gazete makalesinde okuduğu İmparatorluk Genelkurmay sözcüsünün yorumu her şeyi özetliyordu.

Entente İttifakı’nın blöfü en fazla İmparatorluk’un nasıl tepki vereceğini görmek için askeri hareketliliği artırma belirtileri göstermekle sınırlı kalmalıydı. Sözcü, son derece tatsız bir şey ısırmış gibi ekşimiş bir yüz ifadesiyle makul bir görüş sunmuştu. Kim, Entente İttifakı’nın ulusun kaderini riske atacak askeri hareketlere hazırlık yapmadan girişeceğini düşünebilirdi?

“Kısa menzilli iletişim kullanman farketmez. Bu noktada doğrudan kara birlikleriyle bağlantı kurabilirsin. Kalan birliklerin geri çekilmesine yardım edeceğiz.“
“Anlaşıldı.“

İyi ya da kötü, Sue’nin taburu sınır ihlali olayı başladığında arkada konuşlanmış durumdaydı. Ulusal sınır yakınlarında tekrarlanan düzensiz çatışmalarda ağır kayıplar verdikten sonra yeniden yapılanıyorlardı. Bölük veya daha büyük birimler için başkente dönüp yeniden yapılanmak mümkündü. Sue durumu yanlış okumuştu çünkü sıklıkla resmi kayıtlara geçmeyen operasyonlara dahil oluyordu... Eğer o ve adamları geri çekilebiliyorsa, bu ülkenin savaş niyeti olmadığı anlamına gelmeliydi; hükümetin her zamanki propagandasını yaptığı anlamına gelmeliydi.

Entente İttifakı’nın ön cephe birlikleri arasında bile en iyileri sayılabilecek Sue ve adamları, politikacıların ve askeri yetkililerin bu akıl almaz aptallığını tanımlamak için bolca küfür bulabiliyorlardı. Hükümetlerinin bir aptal yuvası olduğunun tamamen farkındaydılar. Sadece idarenin bu kadar onarılamaz bir hamle yapabileceğini düşünmemişlerdi.

“Darton, üzgünüm ama diğer birliklerle iletişim kurabilir misin? Nerede durduğumuza dair net bir fikir edinmek istiyorum.“

Başlangıç pozisyonları nedeniyle tepki vermekte çok geç kalmışlardı ve şimdi umutsuzca üstün düşman kuvvetlerinden geri çekilmeye çalışan birliklere neredeyse körlemesine yardım etmek gibi imkansız bir görevle karşı karşıyaydılar. Daha da kötüsü, sadece belirlenen ileri kontrolörle iletişim kuramamakla kalmıyor, aynı zamanda büyücü birlikleri, hava kuvvetleri ve kara birlikleri arasında en azından asgari koordinasyonu sağlamak için var olan Muharebe Yönlendirme Merkezi’nden bile destek alamıyorlardı.

“Gerekirse takviye birliklerle buluşacağız. Takımlar, eğer dağılır ve yeniden toplanamazsanız, bulabildiğiniz herhangi bir yetki altında gruplar halinde toplanma seçeneğiniz var.“
“Komutanım, bağlantı kurdum!“

Sue uzatılan alıcıyı kapattı. Kısa bir konuşmadan sonra, yerdeki durumun tamamen kontrolden çıktığını öğrendi. Entente İttifakı, barış zamanındaki komuta zincirini kullanarak savaşa girmek gibi bir hata yapmanın bedelini tüm kontrolü kaybederek ödüyordu. Bu herkesin görebileceği kadar açıktı.

“Anlaşıldı. Her durumda, bir liderlik olmadan savaşamayız. Tüm bu kaosa neden olan bombardımanla ilgili bir şeyler yapmamız gerekiyor. Anlaştık mı?“

Durum o kadar kötüydü ki birleşik bir direniş göstermek yerine her birim kendi başının çaresine bakıyordu. Savaş alanında iletişim kurabildikleri -ancak zorlukla- diğer askerler arasında bile, büyük resmi gören ve gerekli önlemleri alacak liderliğe sahip bir birim bulmak imkansızdı.

“Tamamen katılıyorum. Topçu mevzileri kesinlikle güçlendirilmiştir... ama gözlemcilere ne olacak?“

Sue, elindeki mevcut kuvvetlerle yapabileceği en gerçekçi ve pratik desteğin, düşmanın dolaylı ateşini gözlemcilerini yok ederek engellemek olduğunu kabul etmek zorundaydı.
“Komutan Sue! Kara Bölüm Altı’dan mesaj var. Hâlâ gözlem ve sinyal iletişimi kurabiliyorlar!“
“Harika! Düşman topçu gözcülerini tespit edip edemeyeceklerine bakın.“

Şans eseri, geri çekilirken disiplinlerini zorlukla koruyan bu bölümle iletişimin yeniden sağlanması, tam da ihtiyaç duydukları fırsatı sunmuştu.

“...Buldum! Koordinatları gönderiyorlar!“

Birkaç gözlemci büyücü, yerlerini gizleme gereği bile duymadan tek başlarına uçuyorlardı. Düzenli aralıklarla gönderilen şifreli mesajların sıklığına bakılırsa, bunlar kesinlikle istihbarat ileten topçu gözcülerine özgü dalga boylarıydı.

“Beklendiği gibi yalnızlar, ha? Bizi fazla hafife alıyorlar.“
“Belki, ama devasa bir erken uyarı hattının arkasında değiller mi?“

Sue bunun farkındaydı. İmparatorluk hava kuvvetlerinin ve büyücü birliklerinin, hava hakimiyeti için koordineli bir şekilde kesin ve kolay yolu seçmelerini izlerken inlemek istiyordu. Açıkça, destek unsurlarının tek başına uçmasına izin verecek kadar yeterli bir hava savunma hattı kurmuşlardı.

“Yemin ederim, böyle bir askeri güçle savaşmaya kalkışmak delilik. Ailemi alıp kaçmalıydım.“
“Komutan Sue, bahse girerim o İmparatorluk köpekleri şu an kafalarını kaşıyordur, ’Savaş bu kadar kolay mı olmalı?’ diye düşünüyorlardır.“
“Haklısın. Umarım gardlarını düşürmüşlerdir.“

Her şeyin ne kadar berbat hale geldiğini düşünürken, Sue’nun yapabildiği tek şey Tanrı’ya yönelmekti.

...Gerçekten Tanrım, nerede yanlış yaptık?

Tanya’ya verilen görev önemliydi ama monoton bir işti. Yapılacak tek şey, bir telsiz ve gözlem ekipmanıyla düşen mermileri izlemekti. Verilerin gerçek zamanlı işlenmesi işi, bunu alan topçu biriminin ekibine düşüyordu. Norden Kontrol’deki bir operatör taktik komutları veriyordu.

Kazanıyor olmamız muhtemelen buna bağlıydı ama görevim, İmparatorluk topçusunun övgüye değer uzmanlıkla hava patlamaları ve hedefe zamanlı atışlar yapmasını izlemekten ibaretti. Gerçekten de İmparatorluk, dünya güçleri arasında yükselen bir askeri güçtü. Ve bu itibarı taşıyan ordu, ateş gücü üstünlüğüne inanmanın ötesinde bunu doktrin olarak benimseyecek kadar yeni ekipmanlarla donatılmıştı.

İmparatorluk, “Süngüler asla yalan söylemez ama kaynaklar da öyle“ inancındaydı. Buna göre topçu, İmparatorluk Ordusu’nun “savaş tanrıları“ydı. Tanya gibi biri için bile, kendisini yüce Tanrı ilan eden şüpheli bir varlıktan çok daha mutlak tanrılardı bunlar.

Sonuçta, ilk şüphelere rağmen bizim taraftaki herkes savaş işaretlerine karşı tetikteydi. Başka bir deyişle, hava savunma büyücü gözetim ağıyla hava hakimiyetini korumak için tamamen hazırdık. Eğer herhangi bir direniş veya hava savunma ateşi belirtisi bildirirsem, bu savaş tanrıları bölgeyi tek bir çağrıyla dümdüz edecekler.

Bu güvenli ve saygın bir iş. Umarım böyle devam eder. Sonuçta, Fuji Ateş Gücü Tatbikatı’nı sevimli gösterecek kadar çok mermi atışının başrolünde olarak ordumuzun zaferine şahit olabiliyorum.

Güvenli gökyüzünden ordumuzun düşmanı zahmetsizce ezip geçişini izlemek hiç de hoş olmayan bir şey değil. Topçu her şeyi altüst ediyor, ardından piyade ve zırhlı araçlar ilerliyor. Biz büyücüler hava-destek ve hava devriyesinden sorumluyuz. Savaş alanının üzerinde uçan karma avcı-bombardıman filosu, derin penetrasyon için öncü kuvvet olarak ilerliyor. Bir tatbikatta bile bu kadar sorunsuz ilerlenebileceğini söylemek zor. Genelkurmay’a bu muhteşem performans için şükranlarımı sunuyorum. Rütbe atlamak için böyle güvenli ve kolay bir yol sundukları için minnettarım.

Biraz saygısızca olacak ama General Lee’nin “Savaşın bu kadar korkunç olması iyi, yoksa ona çok düşkün olurduk“ sözüne katılmakta zorlanıyorum. Benim için savaş o kadar eğlenceli ki ne yapacağımı şaşırıyorum.

“Norden Kontrol’den Fairy 08’e. Topçu gözlemli atışa başlıyor. Verilerinizi gönderin.“
“Burası Fairy 08. İlk isabet noktaları teyit edildi. Şimdi gönderiyorum. Ateş ayarı gerekmiyor. Tekrar ediyorum, ateş ayarı gerekmiyor. Etkili ateşe başlayın.“

Her şeyden önce, topçularımız sağlanan verilere şaşırtıcı bir doğrulukla uydukları için inanılmaz. Sahra kolordu seviyesinde entegre topçularla ilk atıştan tutarlı yakın isabetlere kadar her şeyi başarabilmek için ekipler son derece yetenekli olmalı. Gerçekten de bu performans, İmparatorluk’un boşuna askeri bir güç olarak görülmediğinin kanıtı. Sonuç olarak iş yüküm son derece hafif. Her şey harika.

“Norden Kontrol, anlaşıldı. Serseri mermilere dikkat edin. İki yüzde yoğun ateşe başlamayı planlıyoruz. Tamam.“
“Fairy 08, anlaşıldı. Tamam.“

Savaş alanından biraz uzaklaşmak için batıya doğru ilerlerken irtifamı biraz daha yükseltiyorum. Topçuların bu kadar kolay şaşacağını sanmıyorum ama bir müttefikin yanlışlıkla şarapnelle beni vurması çok saçma olurdu. Üstelik bu yoğun bir atış olacağı için bir sürü mermi gelecek. Topçular gönüllerince ateş ederken eğlenecekler ve ben de onları kıskanarak izleyeceğim. İşimizin tadını çıkarabilmemiz için onların yolundan çekilmeliyim.

Çok geçmeden topçu, tüm savaş filmi sahnelerini hafızamdan silecek kadar amansız bir demir yağmuru başlatıyor. Gökyüzündeki konumumdan görebildiğim kadarıyla, siyah noktalar her yere yağıyor ve patlayıcı alevleri dağılır dağılmaz, bir zamanlar insan olan parçalar her yöne fırlayıp yok oluyor.

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Ateş görevi isabetleri teyit edildi. Tekrar.“
“Burası Norden Kontrol, tiyatro istihbaratıyla. Bölge a, kan— Bzzzt... zzz.“
“Norden Kontrol, burası Fairy 08. Alım zayıf. Girişim çok kötü. Tamam.“

Ya elektromanyetik girişim var ya da ekipmanım bozuldu. Neden bu kritik anda olmak zorundaydı? İşi sağlama almak için Tanya, sırtındaki ekipmanla ilgili bir sorun olup olmadığını kontrol etmeye başlıyor ve tekrar Kontrol’ü aramaya çalışırken beklenmedik bir sinyal alıyor.
“Kerubim Lideri tiyatro uyarısı veriyor! Tekrar ediyorum, tiyatro uyarısı! Çok sayıda düşman unsuru tespit edildi!“

Bu normal bir mesaj ya da acele mesajı değil, bilinmeyen bir uyarı. Hava kontrolörünün birinci hatta devriye gezerken tiyatro uyarısı vermesi tuhaf. Ve tiyatro uyarıları genellikle birinci devriye hattının önündeki uyarı hattı delinmedikçe yapılmaz, bu yüzden bu mesaj çok şey anlatıyor.

Belki de son derece yetenekli yeni bir asker grubu savaşa dahil oldu. Bu bir savaş sonuçta. Görünen o ki düşman o kadar kolay pes etmeyecek.

“...Norden Kontrol tüm hava önleme birimlerine. ROE8’i sınır devriyesinden mobil hava savunmasına geçirin. Tekrar ediyorum, ROE’yi sınır devriyesinden mobil hava savunmasına geçirin.“

Bağlantı yeniden sağlandığında, önleme emirleri yağmaya başladı. Açıkçası, düşman unsurları tespit edilirse yapılacak tek şey onları durdurmaktır. İşte bu yüzden İmparatorluk sadece cephede büyük birlikler konuşlandırmakla kalmamış, aynı zamanda yedek kuvvetleri de hazır bekletiyor.

“Çok sayıda düşman sinyali tespit edildi! Formül paraziti algılandı! Bunlar düşman! Derhal imha edin!“

Gelen mesajın tonu, düşman boşuna savaşıyor olsa bile zor zamanların habercisi gibi.

“Norden Kontrol tüm askeri birliklere. Norden Kontrol tüm askeri birliklere!“ Kontrolörün sesine panik ve kafa karışıklığı karışmış durumda. Normalde müttefikler vurulurken bile gazete okur gibi sakin konuşurlardı. Bu kadar telaşlı olmaları durumun ne kadar kötü olduğunu gösteriyor. “Entente İttifakı’na ait bir büyücü taburunun sınırı ihlal ettiği doğrulandı. Tekrar ediyorum, Entente İttifakı’na ait bir büyücü taburunun sınırı ihlal ettiği doğrulandı.“

Durum raporu şüphesiz şaşırtıcı, özellikle de savaş kontrolörü bunu biraz kafa karışıklığıyla okurken. Normalde askeri operasyonlarda parça parça taahhütte bulunmak tabudur. Takviye birliklerini en iyi şekilde konuşlandırmak askeri operasyon planlamasında çok önemlidir, ama aynı zamanda komutanlık her zaman belirli miktarda stratejik yedek bulundurmalıdır. Klasik bir ikilem ama aşılması en zor olanı.

Entente İttifakı’nın piyadeleri tek başına sınırdan geçirip sonra hava unsurlarını göndermesi gülünç. İmparatorluk kuvvetleri savunmadan takibe geçme noktasına geldiğinde Entente İttifakı’nın yedekleri göndereceğini hiç düşünmemiştim. Stratejik olarak, İttifak’ın daha erken hava desteği göndermesi daha mantıklı olurdu, ama tam da bu yüzden İmparatorluk bu kadar şaşırdı.

“Öngörülen senaryoya göre derhal önleyin! Tekrar ediyorum, derhal önleyin!“

Topçu düşmanı yok etmede yarım yamalak kaldı ve tüm birimler mevzilerini değiştirip küçük ayarlamalar yaparken, bir taburdan fazla düşman büyücüsü büyük çaplı bir direniş göstermek için ortaya çıktı. Böyle bir şey olabileceğini tahmin eden yok değildi, ama İmparatorluk Ordusu sahada düşmanın ana kuvvetlerini tamamen yok ettiğini düşünüyordu.

Genel olarak, eğer Entente İttifakı birliklerin geri çekilmesini korumayı amaçlıyorsa, biraz daha erken hareket etmeliydi. Şüphesiz, beklenmedik düşman takviyeleri cephe hattını kaosa sürükledi. Birkaç dakika önce sıradan pozisyonumun terfi şansıma zarar vereceğinden endişelenirken, şimdi geri hatta daha yakın olduğum için minnettarım. Eğer hazır bekleyen hava birlikleriyle olsaydım, muhtemelen şu anda şiddetli bir hava muharebesine giriyor olurdum, ama şanslıyım ki gözlemcilerin gitmesi gerekmiyor.

“...Bzzt...zzz...zzt...“

Tam şansıma hayranlık duyarken, Norden Kontrol’ün iletişimi tamamen kesildi, oysa sadece saniyeler önce durumdaki köklü değişikliği bana bildirmişlerdi. Savaşın kritik bir anında, telsizim sadece parazit yapıyor.

Daha önce de bozulduğunu düşünürsek, telsiz setinin kendisinin arızalanmış olma ihtimali yüksek. Topçuya gözcülük yapmaya ve birlik istihbaratı almaya devam etmem için hayati önem taşıyan telsizin bozulması gerçekten üzücü. Ama Tanya’nın hafızasına göre, bu telsiz çeşitli tatbikatlarda fazlasıyla hırpalanmıştı. Dayanıklılığıyla övülen muharebe iletişim ekipmanının bu kadar kırılgan olmaması gerekirdi.

Garip ama belki de gerçek muharebe koşullarında kullanıldığı için bozuldu. Ama bu sadece gelen mermilerin yerini bildirmemi engellemekle kalmıyor, aynı zamanda teknik zorluklar nedeniyle de olsa, topçu gözlemcisi olarak görevlerimi yerine getirememem endişe verici. Ama sonunda, telsizimin arızalanmasına çok uzun süre üzülmeme gerek kalmadı.

...Radar emisyonları mı? Tamamen tesadüf eseri fark ettim. Yine de Tanya’nın içgüdülerine güvenip hızla yön değiştiriyorum ve saldırıyı son anda atlatıyorum. Birkaç saniye önce takip ettiğim uçuş rotasında sayısız büyü formülü patlıyor. Düşman geldi.

“Mayday! Mayday! Fairy 08’den Norden Kontrol’e! Fairy 08’den Norden Kontrol’e! Tiyatro uyarısı! Acil yardım talep ediyorum!“ Tanya telsize bağırıyor, dalgalar maksimum genlikte ayarlanmış; parazit bir arızadan değil, düşmanın sinyal karıştırmasından kaynaklanıyor.

Şüphesiz, bu büyücüler sınır boyunca hayatta kalan düşman kuvvetleri arasındaki en büyük tehdit. Entente İttifakı büyücü yetiştirmede gelişmekte olan bir ülke olarak kabul edildiğinden sayıları az, ama bu eksikliği kapatmak için sahip oldukları büyücüler son derece güçlü. Bu büyük ölçüde İmparatorluk’a karşı olan ulusların desteği sayesinde mümkün olmuş. Temelde, “düşmanımın düşmanı dostumdur“ durumu.

Ama Entente İttifakı’nın büyücülerinin yetersiz olduğu varsayımı, İmparatorluk Ordusu büyücülerinin (ben dahil) düşman hatlarının arkasında büyücü birliklerinin yeniden organize olduğuna dair durum raporu aldıktan sonra bile gardımızı düşürmemize neden oldu. Savaş öncesi elde edilen istihbarata göre, Norden’e konuşlandırılan en seçkin düşman büyücüleri hâlâ İttifak’ın kuzeyinde aceleyle toplanıyordu. Bu yüzden yakınlarda özellikle tehlikeli düşman büyücü birlikleri beklemiyordu.

Sanırım düşmanın dikkatsizliğimizden yararlandığını söyleyebiliriz. Her durumda, düşman kuvvetlerinin görünümü derhal komuta merkezine (CP) bildirilecek. Bunun yapılmasının sadece taktik değeri yok, aynı zamanda sonsuz genişlikte politik etkileri de var. Doğal olarak, ben de prosedüre uyup onları bildiriyorum. Yine de, bir kahraman gibi sonuna kadar gitmek ve düşmanı tek başıma çekmek gibi bir niyetim yok. Ölmek isteyen varsa gidip ölebilir. Benim önceliğim hayatta kalmak. Mesele, kaçmayı başarıp başaramayacağım.
“Bir düşman büyücü birliği tespit ettim, bölük büyüklüğünde, hızla yaklaşıyorlar,“ diye rapor veriyorum telsize, havada hızla yaklaşan oldukça kalabalık bir uçan grup görünce hava muharebesine hazırlanırken. Sayıları neredeyse mide bulandırıcı derecede fazla. “Koordinatlar: Tiyatro α, sekizinci blok. İrtifa: 4.300!“

Diğer tarafın çatışması veya politik gündemi her ne olursa olsun, kesinlikle yoğun bir savaş iradesi sergiliyorlar. Açıkçası, kaybeden bir savaşta bile cesaretlerini kaybetmeden, umutsuzluk saçarken bile ileri atılmaları tam bir baş ağrısı. Yine de, düşmanlarım savaş ruhuyla dolu çalışkan askerler. Benim için yarattıkları tüm bu sorunları umursadıklarını sanmıyorum.

Öte yandan, İmparatorluk kuvvetleri hala her cephede kazanıyor. Bu savaşın bizim zaferimizle sonuçlanması doğal - ki bu yüzden durum daha kötü olamaz. Eğer düşman, İmparatorluk kuvvetleri sahada hakimiyet kurmuşken sadece benim sorumluluk alanımdan bir gedik açabilirse, bu tüm savaşın tek kara lekesi olarak tarihe geçecek.

“Başarısızlığım, herkesin başarıları arasında tek kusur olarak kaydedilecek.“ Eleştirilere karşı kendimi savunamayacak kadar kötü bir şekilde hatırlanmaktan dehşete düşüyorum. Basit görevlerimi bile yerine getiremeyen biri olarak hor görülme ihtimali korkunç bir düşünce. Mevcut durumda, bu ihtimal bile korku uyandırmaya yetiyor. Ve üstler önleme emri verdiğinde, benim gibi erlerin reddetme hakkı yok.

Tüm gücümle düzensiz kaçınma manevralarına başlıyorum. Küçük bedenim normalde G-kuvvetinde hafif bir azalma sağlardı. Ama gerçekte, büyü formüllü savaş başlıklarının bombardımanından kıl payı kurtulmak zorlanmayı yeni bir seviyeye taşıyor.

Bana doğru gelen grubun büyüklüğüne bakılırsa, en az bir takım kadar var. Hayır, bu bir seçkin birlik olabilir. Kitaba uygun hareket ediyorlar, hedefi bombalarken üstün ateş güçleriyle düşman hareketlerini yönlendiriyorlar. Yaklaştıkça amaçları tartışmasız şekilde netleşiyor.

Tek bir hava koruması bile olmadan, İmparatorluk topçu bataryaları mükemmel taktik hedefler oluşturuyor. Düşman bölüğünün ana kuvvetleri zaten cepheyi yarmışken, ateş desteğini etkisiz hale getirme planları stratejik açıdan riski göze almaya değer. Her halükarda, durum vahim.

Kolordu kundağı motorlu topçu kullansaydı belki bu kadar kötü olmazdı, ama büyük çoğunluk çekili toplar. İmparatorluk için bile, zırhlı tümenleri, büyücü birliklerini ve hava kuvvetlerini idare ederken bir de topçu birliklerini mekanize etmek çok fazla. Tabii ki, topçuların hantal obüsleri çabucak hazırlayıp kaçmalarına veya saklanmalarına yetecek zamanları yok.

Sonuç olarak, yerdeki silahların kaderi hava devriyelerinin performansına bağlı. Ama bölük büyüklüğünde bir büyücü grubunun ilerleyişini durdurmak çok güç gerektirecek. Kısacası, müttefik hava birlikleri organize olana kadar onları oyalamak şart.

“Temas!“

“Norden Kontrol’den Fairy 08’e! Durum raporu ver!“ Neyse ki, elektronik karşı-önlemlerimiz işe yaramış olmalı - son mesaj net geliyor. Ah, işte bu. %100 sorun çıkacağını öngörüyorum. Derler ki kadın sezgisi genellikle haklı çıkar. Ama dışarıdan genç bir kız gibi görünsem de, içimde kendimi pek de bir hanımefendi olarak görmüyorum. Öyleyse bu nedir? Neden bu kadar kötü bir hisse kapılıyorum?

“Burası Fairy 08. Temas kuruldu. Tekrar ediyorum, temas kuruldu. Düşman büyücü bölüğü hava sahamızı yarıyor.“

“Norden Kontrol, anlaşıldı. Teması sürdür ve düşmanı oyala. Mümkünse ayrıca istihbarat topla.“

Ah, demek bu yüzden. Yemin ederim, bundan daha kötüsü olamaz. Düşmanla çatış ve istihbarat topla? Hayır, hayır, önce onları yavaşlatmaya çalışmak geliyor, değil mi? Ama tek başına bir bölüğü engellemeye çalışmak mı? Açık gökyüzünde, hiçbir siper olmadan? Eğer bana ölmemi emrediyorlarsa, keşke açıkça söyleselerdi.

“Güç dengesinde büyük fark var. Takviye taleb ediyorum.“

“Norden Kontrol, anlaşıldı. Müttefik büyücü takımı şimdiden yola çıktı. Hazır bekleyen ek bölük de altı yüz içinde varacak.“

Oh, öyle mi? Görünüşe göre takviyeler on dakika içinde gelecekmiş. Bu sürede hazır noodle yapıp yiyebilir, hatta bulaşıkları bile yıkayabilirim. Açıkçası, bir bölüğe karşı on dakika oyalama harekatı yapmam imkansız.

Hayatıma en yüksek önemi verdiğimi düşünürsek, en akıllıca hareket hızlıca geri çekilmek olurdu. Açıkça görülüyor ki, burada tek başıma büyük bir savaş verecek kadar vatansever değilim. Yine de, düşmandan kaçtığım için askeri tarihe kötü bir şekilde geçmemi engelleyecek bir bahane bulmam gerekiyor. En azından, bu stratejik değeri olmayan hava sahasından ayrılmam için üst komutadan bir emir alabilirsem...

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Acil geri çekilme izni talep ediyorum. Tekrar ediyorum, acil geri çekilme izni talep ediyorum.“

“Norden Kontrol’den Fairy 08’e. Maalesef onaylayamam. Müttefik müdahale ekibi varana kadar elinden geleni yap.“

Ahhh, lanet olsun. Şu elit kontrolöre lanetler yağsın! Arkadan tek bir emirle bir hayatı tehlikeye atabiliyorsun! Yer değiştirmeyi denemek ister misiniz diye bağırmak istiyorum. İmkansızı emretmeden önce cepheye gelip bir deneselerdi ya.

“Fairy 08’den Norden Kontrol’e. Topçularımızın durumu nedir?“

Yine de, ben bir yetişkinim. Tanya’nın fiziksel yaşına yenik düşüp bu duygularla hareket ederek ortalığı birbirine katarsam, ileride sorun yaşayacağımı biliyorum. Bir gün büyüdüğümde hepsinden intikamımı alabilirim. Ve tam da ileride herkese bedel ödetmeyi umduğum için, şu anki durumda elimden gelenin en iyisini yapmalıyım.

Çabalarım, Tanya Degurechaff adlı büyücünün en kötü koşullarda bile görevini yerine getirmek için elinden geleni yaptığını herkes öğrendiğinde eleştirilerden kurtulmasını sağlayacak. Ve bir ihtimal günah keçisi ilan edilip askeri mahkemeye çıkarılırsam, arkadaki topçuların tehlikede olduğunu bilerek hareket ettiğimi gösterebilirim. Sorunla başa çıkmak için elimden gelen her şeyi yaptığımı iddia edebilirim. Her zaman bir sigorta bulundurmak akıllıca olur.

“Büyücü takımı size takviye için yolda. Yaklaşık üç yüz içinde topçu hava sahasına ulaşacaklar. Aynı zamanda, Yedinci Mobil Büyücü Bölüğü de önleme için geliyor. Daha önce dediğim gibi, altı yüz içinde size ulaşmalarını bekliyoruz.“

Ahhh, en kötü senaryo kesinleşti. Bu berbat duruma yol açan nedensellik yasasına lanet olsun!!
“Neden düşman büyücü birlikleri doğrudana benim sorumluluk alanımdaki hava sahasının hemen arkasındaki topçulara saldırmak zorunda? Erken uyarı hattından sorumlu birlikler ne yapıyor böyle?“

Bir büyücü bölüğü nasıl olur da kimse fark etmeden bu kadar ilerleyebilir? Zaferimiz neredeyse kesinleşmişken, birilerinin rehaveti yüzünden suçlanırsam buna dayanamam. Hem bu adamlar topçuları imha etmek istiyorsa, bir sonraki sektöre gitmeleri onlar için fark etmez miydi? Neden özellikle buraya gelmek zorundalar?!

Lanet olsun sana şeytan. Hâlâ beni lanetliyor musun?! Tamam, peki. Madem öyle, siktir et. Hepsi bana düşman değil mi? O halde tek başıma gitmeyeceğim.

Kararımı verdim. Öleceksem, hep birlikte gideceğiz. Bu haydutlardan bir sürüsünü de yanımda götürmezsem içim rahat etmez.

“Fairy 08, anlaşıldı. Norden Kontrol, var gücümle mücadele edeceğim!“
“Norden Kontrol, anlaşıldı. İyi şanslar.“

...Çaresizlikle bağırdığımı itiraf ediyorum. Ama “iyi şanslar“ mı? Cidden mi? Şu gereksiz yorum da neyin nesi? Göğsümde kötü bir his kıpırdanırken kaşlarımı çatmaktan kendimi alamıyorum.

Bu durum bana, garip bir kader dönüşüyle Sekigahara Muharebesi’nde hakimiyet kuran Tokugawa askerlerinin tuhaf Shimazu birlikleriyle karşılaşmasını hatırlatıyor. Yani demek istediğim, Buraya gelme. Defol. Çek git.

Alt dudağımı ısırıyorum ve lanet olası şansıma sövmekten kendimi alamıyorum. Eh, Being X gibi varlıklar tarafından oynanıyorum. Kendimi hazırladım, gerçekten hazırladım... ama düşmanın hakim olduğu bir hava sahasında savunma amaçlı oyalama harekatına girişeceğim hiç aklıma gelmezdi.

Çocuk esirgeme kurumu yok mu? Düğme kadar sevimli olduğumu bilmiyorum ama en azından öyle görünüyorum. Hem de herhangi bir çocuk değil, insanların sürekli “küçük“ ya da “genç“ diye hitap ettiği biri. Keşke düşman beni görünce ateş etmekte tereddüt etse ama bir savaş alanında insaniyet bekleyemezsin.

Holokost’ta, sonra Saraybosna ve Ruanda’da olanları bilen herkes, insanlık ideallerine körü körüne inanmanın ne kadar tehlikeli olduğunu artık anlamış olmalı. İnsanların, canavarca vahşetler yapabilen şeytanlara dönüşmesi çok kolay. Bu ahlak dersinde öğretilmeyebilir ama doğamız bu.

Kabul ediyorum, tam da bu şeytanların yaptığı kötülükler yüzünden “erdemli bir Tanrı olmalı“ diyen mantıklı Batılı yorum ilginç. Ne yazık ki, Being X bana özellikle erdemli görünmediğinden, katılamıyorum.

“’Tanrı öldü,’ öyle miydi?“

Yine de tartışmalı olsa da, Nietzsche’nin vardığı sonuç muhtemelen doğru. Tanrı’nın var olması imkansız. İnsanlar kendilerini kurtarmalı. Bu durumda, bu bir savunma ve oyalama harekatı demek.

Elimdeki ekipman hafif kurşun geçirmez üniforma, gözlemci teçhizatı ve Volcker Silah Fabrikası’nın 13 Tip Standart Hesaplama Küresi’nden ibaret. Gözlem görevinde olduğum için, formüller yükleyerek nişancının iradesini daha uzun menzillere yansıtan büyülü mühimmat tüfeğim yanımda değil. Zaten benim için fazla ağır da.

Düşmanı böyle nasıl yavaşlatacağım? Tabii ki tek seçeneğimin bir zayıf nokta bulmak olduğunu biliyorum. Doğal olarak, sessiz sedasız ölmeye hiç niyetim yok. En kötü ihtimalle, kendimi imha eder ya da ne gerekiyorsa onu yaparım. Öldürüleceksem, onları da yanımda götürmeden ölmeye razı olmam. Yine de mümkünse hayatta kalmayı tercih ederim.

Aslında hayatta kalmak benim en yüksek önceliğim. Gerçekten, sadece kaçıp gitmek istiyorum. Topçu destek ekipmanımı atarsam, hafiflerim. Cepheyi yarmaya çalışan düşman birliklerinin hedefi topçular, bu yüzden geri çekilmeye odaklanıp aramıza hemen mesafe koyarsam kesinlikle güvenli bir bölgeye sığınabilirim. Ama kaçmayı başarsam bile, sonrasında hiç şansım yok. Düşman karşısında firarın cezasının -kurşuna dizilme- olduğunu söylemeye gerek yok. Kaçtığım günden itibaren, askeri polisle hiç bitmeyen epik bir kovalamaca oyununa mahkum olurum. Tek bir kanat adamım bile olmadan, tamamen izole olmuş halde savaşmaktan başka seçenek yok.

“...Sanırım bu benim kişisel savaşım olacak.“

Tarafımızın zaferinin neredeyse kesinleştiği bir savaş alanında, şu anda ölümcül bir çatışmada ölmeye hazırlanıyorum. Teknik olarak, düşmanın amacı topçularımıza saldırarak geri çekilen birliklerine destek sağlamak, beni yok etmek değil. Yani beni vurmaları muhtemelen can sıkıcı bir sineği kovalamak gibi bir şey onlar için.

Hayatımın ve kariyerimin tehlikeye atılırken sadece bir dipnot gibi görülmesi gerçekten aşağılayıcı. Başkalarına tepeden bakmak benim hakkım; kimsenin bana bunu yapmaya hakkı yok. Sonrasında ne olacağını düşünmeden, birbiri ardına parazit formülleriyle doping yapmaya başlıyorum. Gelişmiş reaksiyon süresi, artan anlık güç. Büyü devrelerini zorlayarak açmanın yarattığı acıyı beynim kaydetmeden önce, beyin içi narkotiklerle hafifletiyorum. Ahhh, enerji doluyorum. Vücudum heyecandan kıpkırmızı.

Acaba kafa yapmak böyle bir his mi? Şimdi, en kötüsü olur da düşman beni vurursa, acıdan yığılıp kalmadan kaçabileceğim.

“Ne büyük bir onur. Bu harika. Ne muhteşem bir an. Ahh, bu çok, çok eğlenceli. Kendimi zor tutuyorum.“
“Fairy 08?“

Duyulmasını isteyerek kendi kendime konuşuyordum, bu yüzden CP’nin duyduğunu görünce rahatladım. Bu şekilde, ne kadar hevesle savaşmak istediğime tanıklık edecek biri var. Heyecandan patlamak üzereyim. Dünya neşeyle dönerken bile, bir büyücünün beyni net düşünceyi sürdürebiliyor. Gerçekten harika bir şey.

Düşünce süreçlerimin uyuşturucular veya çılgınlık tarafından bulandırılmasını etkili şekilde engelliyor. Büyücü olduğum için çok şanslıyım... gerçi asker olmak istediğimden değil.

“Bu işin sıkıcı olacağından korkmuştum, ama şimdi tüm savaş alanının yıldızı benim, tek başıma bir orduya karşı duruyorum.“

Kesinlikle burada ölmemeliyim. Dünya adil değil - hem de hiç değil - ama bu sadece bir piyasa başarısızlığı meselesi. Piyasanın eksiklikleri düzeltilmeli.

Sorun nihayetinde maliyete indirgendiğinden, kendi maliyetimi mümkün olduğunca yükseltmeliyim. Ve bir pazarlama stratejisi her zaman şart. Kendimi öne çıkarmalıyım. Elimden gelenin en iyisini yaparak, kendimi tanıtmak için hiçbir fırsatı kaçırmamalıyım. Yani, her fırsatı sonuna kadar değerlendirmek. Bunu başarabilirsem, hayat oldukça keyifli hale gelecek.

“Savaşın kaosunda dost ve düşmanların arasında kaybolmaktan korkmuştum, ama şimdi sahnenin merkezinde ben duruyorum.“
Bu durum beni en ufak mutlu etmiyor ve bu hava sahasında tek başımayım. Kaçamayacak olmam işleri daha da kötüleştiriyor. Saha koşulları bana acı verici derecede az seçenek sunuyor. Bu durumda yapabileceğim tek şey, performansımla seyircileri (yani üstlerimi) en iyi nasıl memnun edeceğimi düşünmek. Şaşırtıcı şekilde, insanlar köşeye sıkıştıklarında oldukça iyi bir gösteri sunabiliyorlar.

“Demek derinden etkilenmek böyle bir şey. ’Ölmek için güzel bir gün...’ Kahretsin, gerçekten öyle.“

Gözlemci ekipmanını fırlatıyorum. Ağır silahlı bu düşman büyücüleri ağır kara çatışmaları hayal ediyorlar ama biz dans edeceğiz. Temel avcı manevralarına başlarken, bu heyecan verici düşünceyle kendimi motive ediyorum. Bu sadece berbat seçenekler arasındaki en iyi (lanet olası) seçim ve ne kadar isteksiz olsam da, önemli olan tek şey görevimi yerine getirmek ve hayatta kalmak.

Görevimi yerine getiriyormuş gibi görünmem yeterli. Saygın bir hava muharebesinden sonra, düşmanın ya kaçtığını ya da beni vurduğunu söyleyebilirim. Sonrasını başkası halleder. Hesaplarıma göre, topçularımızı imha etmek için imkansızı göze alan bir grup bile, başka bir yere uçarsam peşimden gelmez.

Düşman karşısında firar etmektense, çabalarım yetersiz kalıp savaşmaya devam edemez hale gelirim. Mümkünse müttefik birliklere olabildiğince yakın bir yere zorunlu iniş yapmak ideal olurdu. Üstelik şu Entente İttifakı sürüsünü yavaşlatabilirsem daha da iyi olur. Sonuçta zaman altından daha değerli ve cepheyi yarmaya çalışan bu pislikler onu çalıyor. Küçük bir teselli olsa da, biraz intikam almak da güzel olurdu. Dolayısıyla, bu çatışmada kimsenin galip gelmesine izin vermeyeceğim. Eğer biri kazanacaksa, o ben olmalıyım.

Acıdan en ufak zevk almıyorum ve kendimi çamura bulamak gibi bir niyetim yok ama ölmek de istemiyorum. Zaten ölmem için hiçbir neden yok. Hayatta kalmak için gerekiyorsa çamurlu suyu bile yalarım. Hayatın kendisi bir savaş.

“...Komutan Sue! Düşman takviyeleri! Bir bölük hızla yaklaşıyor! Arkalarında bir büyücü takımı daha var. Sanırım takviye birlikler!“

Tanrım, ah Tanrım, neden? Neden böyle olmak zorunda?

“Düşman Onaltıncı Holelstein Tümeni’nin savunmasını yarmış!“

Bu nasıl oldu?

“Albay Lacamp’ın taburu vurucu ekibe acil durum sinyali gönderiyor! Bir İmparatorluk büyücü taburuyla çatışmaya giriyorlar. Kaçış rotasını uzun süre tutamayacaklarını söylüyorlar.“

Nerede hata yaptık?

“Biliyorum! Bunun için zamanımız yok. Şu gözlemci büyücüyü bir an önce halledemez miyiz?!“

Gökyüzünden bakan Yarbay Sue, alevler içinde kalan ve çökmekte olan vatanının ordusunun durumunun her geçen saniye kötüleştiğini kabullenmek zorundaydı. Yüzü öfke ve sabırsızlıkla buruşmuştu ama sesi kısılana kadar bağırsa bile dolaylı ateşin durmasını sağlayamazdı.

“Atışlarımız sıyırıyor!“

Eğer bakışları ateş çıkarabilseydi, Yarbay Sue gökyüzünde çevikçe süzülen o düşman büyücüsünü kavrulup kömürleşene kadar yakardı. Ah, bu kadar iyi bildiğimiz Nordland hava sahasında bu nasıl oldu? Bugün her şey, bu tanıdık gökyüzü bile ağzımda kötü bir tat bırakıyor.

“Şerefsiz bizi güzel bir pozisyona soktu. Müttefiklerin üzerinde çatışmak tam bir baş belası.“

Adamlarının çoğu tek bir düşmanın peşindeydi. Sue, hayatta kalmak için elinden geleni yapan o büyücüye korkak diyemezdi. Şahsen dahil olmasaydı, bu cesaret ve yenilmez savaş ruhu gösterisine hayran kalıp saygı duyardı. Ama şu an düşmanın cesaretini takdir edecek zamanları yoktu.

Anson Sue’nun kulaklarında sadece topçu ateşinin kesintisiz gürültüsü, gözlerinde ise bombardımanda paramparça olan müttefikler vardı.

“...Kahrolsun politikacılar!“

Suçlu kim diye sorulsa, cevap tartışmasızdı. Ağzından dökülen o tek küfür her şeyi anlatıyordu. Sue, Londinium Antlaşması’yla alay eden, onu umursamazca görmezden gelen ve sonra seçim kampanyasının parçası yapan o aptalları alıp buraya dikmek istiyordu. Politikacıların tehlikeye attıkları, vatanın vatandaşlarıydı.

“Yaklaşın! Hücum hazırlığı!“

“Komutan Sue! Alternatif planla gidip düşman topçusunu vuralım! Bir manga bırakırsak, büyücü ne kadar hızlı olursa olsun, onlarla başa çıkmak yeterli olur!“

“Unut Lagarde. Düşman takviyeleri çoktan yolda. Yok oluruz!“

İyi ya da kötü, Yarbay Sue’nun birlikleri düşman hatlarında çok ilerlemişti. Belki birkaç adam daha hazırlıklı gelselerdi, düşman bataryasını ele geçirebilirlerdi. Ama ilk cepheyi yararken, açıklığı tutmak için birkaç birimi geride bırakmak zorunda kalmıştı. Bu da ona takviyeli bir manga büyüklüğünde bir grup bırakmıştı.

“Cunningham, düşman takviyelerine ne kadar var?!“

“En yakın birlik 480 saniye sonra burada! Acele etmezsek, kuyruğumuza takılacaklar!“

İmparatorluk birlikleri birbiri ardına önlemeye gelirken, saldırıyı gerçekleştirmek için yok olmayı göze alsalar bile nasıl kurtulacaklarını göremiyordu. Yine de, elindeki insan gücüyle yapabileceğinin en iyisini yapacaktı.

Bu, Yarbay Anson Sue’nun bir Entente İttifakı askeri olarak sağduyulu kararı ve sınırlı bilgisiyle yapabileceklerinin sınırıydı. Askeri romantizme kayıtsızdı, bu yüzden düşman bataryalarının ağır korunduğunu anlayınca onlara saldırmaktan hızla vazgeçti.

Ama gerçek acımasızdı. Bataryaların üzerindeki hava sahası tamamen açıktı.

“Biliyorum. Eğer biz... Kahretsin! Lagarde?!“

“Yüzbaşı?! Yüzbaşı Lagarde?!“

“Cunningham, onu koru! Lagarde, çekilebilir misin? Lagarde?!“

Gözlerinin önünde, Yüzbaşı Lagarde düşman büyücüsüne körü körüne saldırmıştı. Destek birimleri nasıl tepki vereceklerini bilemeyip senkronu kaybetti ve yanlışlıkla yüzbaşıyı vurmaktan korkarak ateşi kestikleri anda, düşman bir formül yarattı. Lagarde destek ateşinin düşman hareketini engelleyeceğini varsayarak hücum etmişti ve şimdi kaçmak için çok yakındı.
“Oh hayır, öyle olmaz! Beni koruyun!“

Lagarde sadece bir şok dalgasıyla değil, patlamanın doğrudan kendisiyle vurulmuştu. Rotasını hafifçe değiştirmek işe yaramazdı. Bir anda koruyucu filmi sıyrıldı ve savunma kalkanı paramparça oldu. Yüzünü kollarıyla korumak için bir anda karar verdi, ancak hayatta kalması sadece Tanrı’nın lütfu sayesinde olmuştu.

“...Dağılın! Şerefsiz bunu planlamıştı! Thor!“

Sue’nin tarafı sayıca üstündü; ateş hattında yoğunlaşmışlardı. Ama bir düşmanı sıkıştırdıktan sonra serbest bırakmanın bedeli çok ağırdı.

“Kayıp raporu!“
“İki kişi düştü ve Yüzbaşı Lagarde ağır yaralı.“

İki kolu da yanmış olan Lagarde, kan kaybı ve acıyla sadece zayıf bir bilinçle düşüyordu. Üsteğmen Thor da yakın mesafeden patlayıcı formülle vurulmuştu, çünkü arkadaşını korumak için ateş hattına atılmıştı. Yani pratikte o da artık savaşamaz durumdaydı.

“Grah, bunun yanına kalmayacak. Komutan, düşmana saldıracağım. Beni destekleyin!“
“Ah, kahretsin! Onu koruyun!“
“Vurdum! Hadi, vur şunu!“
“Sen benimsin!“

Tüm bunların arasında Sue, “Tuttum seni“ dediğini duyduğuna emindi. Ses neredeyse mutlu gibiydi - bir delinin kahkahası gibi.

“Dur, Baldr! Geri çekil. O büyücü...“ diye bağırmaya başladı Sue, ama tam o anda İmparatorluk büyücüsü etrafındaki herkesi saran bir büyü yaptı.

“Bir... intihar saldırısı mı...?“

Böyle bir manzarayı kavramak istemiyordu ama kendi gözleriyle görmüştü.

“Komutan, zaman doldu! Neredeyse üzerimizdeler!“
“...Gözlemciyi hallettik! Çekilin!“

TEKVİM YILI 1923, İMPARATORLUK BAŞKENTİ BERUN, İMPARATORLUK ORDUSU GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, PERSONEL DAİRESİ, BÖLÜM ŞEFİ OFİSİ

İmparatorluk Ordusu Personel Dairesi’nde görevli Binbaşı von Lergen, aşırı çalışmadan yorulmuş kafasını dinlendirirken sigara içiyordu. Junker aristokrasisini andıran belirgin çizgileri, erkeksi bir canlılık ve zeka izlenimi veriyordu. Ancak şu an yüzü buruşmuştu ve istemsizce inledi.

Genelkurmay’ın Başarı Değerlendirme Bölümü, cephedeki başarıları araştırıp uygun nişan ve ikramiyeleri üst rütbelilere öneriyordu. Bu, İmparatorluk Ordusu’nun personel işlerinin temel taşıydı. Genelkurmay’ın orta kademe subayları, İmparatorluğun gelecekteki generalleri olma adayları olarak deneyim kazanmak için buraya atanırdı. Doğal olarak, gelenek en iyileri seçmekti.

Beklendiği gibi, bu bireyler yetenekleriyle takdir görüyordu. Lergen, kuzeydeki şiddetli çatışmalara ve ardından gelen öneri seline rağmen tüm nişan başvurularını zamanında işleyerek, onu nişan bölüm şefi yapan üst subayın iyi bir göze sahip olduğunu kanıtlamıştı.

Lergen, kuzeyden gelen nişan önerileri ve madalya başvurularıyla ilgili belgelere bakarken kalemini yarı yolda durdurdu ve aniden inledi. Departmandaki astlarının “Bir sorun mu var?“ diye endişeyle bakmaları doğaldı.

“...Norden’de olduğunu bilmiyordum,“ diye fısıldadı Lergen bir duman bulutu üfleyerek, belgelere karşı tartışılmaz bir huzursuzluk ve tiksinti sergiledi.

Orada basılı önerilen subayın adı “Büyülü Teğmen Tanya Degurechaff“ idi. İmparatorluk Askeri Akademisi’ni ikincilikle bitirmiş ve kuzeydeki birlik eğitiminin ardından Norden’de bir karışıklıkla karşılaşmıştı. Ardından Kuzey Ordu Grubu’yla cesurca savaşmış, parlak başarısı ve orduya değerli katkıları nedeniyle sahada görevli komutanlar ortak bir öneri sunmuşlardı. Lergen bunu Başarı Değerlendirme Departmanı’nın aldığı diğer belgeler gibi görseydi, gerçekten sadece başka bir resmi evrak olurdu. Hatta bir takma ad atamaları biraz sıra dışıydı.

Doğal olarak, Personel’in bir üyesi olarak adil ve tarafsız kalma görevi vardı. Teğmen Degurechaff’ın kuzeydeki çatışmada gösterdiği değerli özveri eylemlerini takdir etmiyor değildi. Bir oyalama harekatına tamamen adanmış ve bir düşman birliğini bağlamıştı. Sonunda takviyeler gelene kadar onları tutamasa da, cesur bir hamleyle birini ve muhtemelen iki düşmanı daha yenerek saldırıyı durdurmuştu. Kelimenin tam anlamıyla yaralarla kaplı bitse de, görevini yerine getirmiş ve tüm zaman boyunca müttefiklerine özenle destek olmuştu.

İmparatorluk Ordusu’nun büyüklüğüne rağmen, böyle övgüye değer özveri eylemleri bulmak nadirdi.

Normalde Lergen tereddüt etmezdi; aksine, nişan alması için süreci hızlandırmak üzere belgeleri hazırlardı. Ama ne yazık ki, Lergen Teğmen Tanya Degurechaff’ı daha askeri akademide birinci sınıf öğrencisiyken tanıyordu. Üzerinde pek de iyi bir izlenim bırakmamıştı. Personel Dairesi işleri için akademiye gittiği çok sayıda ziyaretten birinde olmuştu. İşte o zaman görmüştü. Küçük değil, daha çok ufak tefek olan kız, hala oyuncaklarla tatlı tatlı oynaması gayet normal bir yaştaydı. Ama onun hesaplama küresini sallayarak bir dizi öğrenciyi etrafa saçtığını ve kükrediğini görmüştü. Hayatında ilk ve tek kez gözlerinden şüphe etmişti. Normalde, “Erken mezun olmuş yetenekli bir büyücü“ şeklinde basit bir zihinsel not yeterli olurdu. Aslında ilk izlenimi “Gerçekten de erken gelişmiş çocuk dahiler var“ olmuştu. Yaşı henüz iki haneli rakamlara ulaşmamış bir çocuğu cepheye gönderme konusunda çekinceleri olan sempatik seslere rağmen, ordu büyücülerin zaten erken olgunlaştığını gösteren ampirik kanıtlara sahipti. 
Böyle zamanlarda yetkililer, yetenekli büyücüler ve gönüllü oldukları sürece ilkokul çağındaki çocukları bile cepheye göndermeye hazırdı. Tabii ki, askeri akademiye kabul edilen adaylar görevlendirmelerinde özel muamele görmüyordu. Bu dahi, İmparatorluk’a bağlılığını gösterirken yetenekleri dahilinde performans sergilemişti. Normal koşullarda, olay bu kadar olurdu.

Normal koşullarda. Ama gerçekten düşündüğünde, durum korkunçtu.
Bu çocuk - bu genç kız - henüz on yaşına bile basmamıştı. Savaş alanında kıdemli bir asker gibi uçtuğu düşüncesi doğası gereği ürperticiydi. Lergen akademiyi kötülemek istemese de, kızın eğitmenlerine ona bir büyülü teğmen olmayı öğretmek yerine öldürücü bir bebek mi yarattıklarını sormak istiyordu.

Öncelikle, tipik subay adayları sözleriyle eylemleri arasında büyük tutarsızlıklar sergilerdi. Tüm gösterişli tavırlarına rağmen, yeni atanmış subaylar şaşırtıcı derecede işe yaramazdı. Aşırı hevesli öğrencilerden tek istenen şeyin kıdemli subayları yavaşlatmamaları olduğu nadir değildi. Ama Teğmen Degurechaff “sözünün eri“nin ta kendisiydi. Akademideki günlerinden beri şaşırtıcı derecede gerçekçi değerler sergiliyordu.

Lergen’in bilgi almak için sorguladığı eğitmenlere göre, birinci sınıf öğrencilerin ikinci sınıflara eğitim verme politikasını öğrendikten sonra, “yetersiz aptalları ayıklayacağını“ açıklamıştı. Bu heves birinci sınıflar arasında nadir değildi, bu yüzden eğitmenler başta bunu sağlıklı bir heves olarak gülüp geçmişti; ancak Degurechaff sözünü o kadar aşırı bir şekilde tuttu ki, eğitmenlerin yüzünden kan çekildi.

Saha eğitimi sırasında, bir ikinci sınıf öğrencisi küçük bir tartışma başlatmış ve Birinci Sınıf Eğitmeni Tanya Degurechaff’ın emirlerine aptalca karşı çıkarak genç yaşını ve dış görünüşünü hafife almıştı. Lergen, askeri yasalar uyarınca komutanı olarak görevini yerine getirmeye çalışırken isyankâr öğrenciyi yerinde infaz etmeye kalkıştığı ana tanık oldu. Bu olay, Lergen’in sayısız İmparatorluk büyücü subayı arasında Tanya Degurechaff’ın hatırlanmaya değer tehlikeli biri olduğunu hissettiği andı.

Tabii ki, isyankâr öğrenci ağır şekilde cezalandırılmalıydı. Yönetmelikler ve eğitim İmparatorluğun kalbini oluşturuyordu. Eğer kimse onlara uymazsa, ordunun temelleri çökerdi. Temel doktrinle ilgili bir konuda, standart subay tavrı aslında eğitmenlerin sert bir duruş sergilemesiydi. Aslında, bir subayın tabancası tarihsel olarak firari veya isyanı cezalandırmak için bir araçtı. Astlar arasında disiplini sağlamanın subayın başlıca görevlerinden biri olduğunu tartışmaya gerek yoktu.

Ama yine de. Degurechaff, “Emirleri hatırlamak için fazla aptalsan, kafatasını yarıp içine çekiçle yerleştirmemi ister misin?!“ diye bağırıp, yere yıktığı isyankâr öğrenciye büyülü bir kılıç çektiğinde işi fazla ileri götürmüştü. Lergen, eğitmenlerin araya girip onu çektiği anda kılıcın aşağı indiğini gördüğünden emindi. Eğer durdurmasalardı, kesinlikle adamı öldürürdü.

Belki Degurechaff cephede mükemmel bir subaydı, ama kesinlikle aklı başında biri değildi.

İnsanlık açısından, gevşek bir vidası vardı. Belki de bu, savaş alanında savaşan askerler için ideal bir özellikti. Gerçekte, doğuştan savaşa uygun kişiliklere sahip çok az insan vardı. Bu yüzden İmparatorluk Ordusu, diğer ulusların ordularıyla birlikte, insanları yönetmelikler ve talimlerle eğitip sonunda eğitimli savaşçılar olarak tanıyordu.

Bu açıdan, Degurechaff büyük bir yetenekle kutsanmıştı. Tam da Lergen Personel’de çalıştığı için bu rahatsız edici şekilde açıktı. Neredeyse kendini yok eden bir manevrayı sakinlikle kullanışından görevlerini sadakatle yerine getirişine kadar, ordunun perspektifinden ideal subayı somutlaştırıyordu. Tabii ki, bazı açılardan açıkça tehlikeliydi.

Özellikle, ordunun birlik uyumu arzusundan büyük ölçüde sapıyordu. Degurechaff’ın düşünme şekli o kadar tehlikeliydi ki, kendi takdirine göre hareket etmesine güvenmek mümkün değildi, bu yüzden Lergen onu potansiyel bir tehdit olarak görmek zorundaydı. Gerçekten savaş açlığı çekiyordu.

“...Bu şaka değil.“

Görüşlerinin azınlıkta kalacağını fark eden Lergen, yine de önerilen nişanın yeniden değerlendirilmesini sağlamaya mecbur hissetti.

Kız, takviyeler gelene kadar mevzisini korumuş, sonunda öyle şiddetle savaşmıştı ki, bölgeyi arayan piyadeler onu bulduğunda hayata bir ipucuyla bağlıydı. Böyle bir başarı kesinlikle övgüye değerdi, ama mizacını göz önüne alırsa, bunun doğal sonuç olduğuna ikna olmuştu. Savaş şekline gelince, asil bir direniş sergileyerek kitabın dediğini harfiyen uygulaması şaşırtıcı değildi. Kollarında ve bacaklarında yaygın kurşun yaraları vardı ve hesaplama küresini dişleriyle tuttuğuna dair işaretler görülüyordu. Kısacası, bu, zaman kazanmak için soğukkanlı bir stratejik karar verip hayati organlarını umutsuzca savunurken düşman güçlerine mümkün olduğunca uzun süre direndiğini gösteriyordu.

Ama sorun tam da buydu. Belgeleri okumayı bitiren Lergen, ellerine gömülmekten kendini alamadı. Doğruydu, Degurechaff korkunç derecede tehlikeliydi. Ama aynı zamanda, mükemmelliği ödüllendirme ve yetersizliği cezalandırma ilkesi gereği, böyle olağanüstü bir başarıyı göz ardı edemezdi. Eğer yaparsa kabul edilemez olurdu.
Gelecekte ne olacağı belirsizdi, ancak Degurechaff’a bu önerileri kazandıran başarı göz önüne alındığında, büyük olasılıkla şanlı Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti’ni alacaktı. Kuzey Ordu Grubu muhtemelen bunu savaşın ilk aşamasındaki en büyük başarı olarak görüyordu. İlk muharebelerin kritik bir aşamasında bir kriz yaşanmıştı. İşte tam da ordunun moral yükseltmek için umduğu türden seçkin kahramanlıklar sergileyen akademiden bir büyücü! Gerçek sonuçlar elde etmişti. Ve hikaye kesinlikle mükemmeldi. Bir büyücüye bu kadar erken kariyerinde bir takma ad verilmesi bir onurdu. Herkesin heyecanlanması nedeniyle ona “Beyaz Gümüş“ gibi zarif bir lakap takıldığını hemen anladı.

Degurechaff bir moral kahramanı olmayabilirdi, ama Lergen yine de hem olumlu hem de olumsuz disiplin uygulamak zorundaydı. Adil olmak ve görevine sadık kalmakla gurur duyuyordu. Yine de ilk kez, duyguları ile bir askeri bürokrat olarak yükümlülükleri arasında bocalıyordu.

Mükemmel bir silaha dönüştürülmüş bir çocuk ürkütücüdür. Degurechaff’ı kullanmanın tek yolu onu düşmana yöneltmektir. Seni bir kahraman olarak inşa edeceğim. Başarılarını mümkün olduğunca takdir edeceğim. Kendi takdirine göre hareket etmeni elimden geldiğince destekleyeceğim. Savaşabilmen için her şekilde destek olacağım. Tüm bunları yapacağım. Yalvarırım, lütfen cephede savaş.

Sadece bir dua ile kontrol edebileceğim bir askere onur ve nüfuz bahşetmek doğru mu?

“...Keşke bir basamak daha düşük olsaydı,“ diye söylendi Lergen istemsizce. Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti, orduda büyük bir nüfuz ve tanınma sağlıyordu.

Bu nişan, İmparatorluğun sunabileceği en değerli nişanlardan biriydi. Tabii ki, liyakat ödülleri aynı zamanda yıllarca süren kesintisiz hizmetin onuru ve nezaketi için veya bir askerin kariyerinin belirli noktalarında veriliyordu. Yine de, cesaret ve olağanüstü vatanseverlik için verilen nişanların daha yüksek görüldüğü doğruydu. (Bu eğilim İmparatorluk benzeri metanet ve faydacılığa atfedilse de basitçe milliyetçilik altında da sınıflandırılabilirdi.)

Uzun zaman önce, her birey cesur eylemleri için defne yapraklarından bir taç alırdı. Ancak ordunun modernleşmesiyle bu, mevcut nişanlara dönüştü. Bu nişanlar arasında, saldırı rozetleri saha operasyonlarında korkusuzca savaşan askerleri onurlandırıyordu. Normalde büyük çaplı bir taarruzda, öncü birlik olarak görev yapan birliğe Genel Saldırı Rozeti verilirken, aralarından en fazla katkı sağlayan kişiye Meşe Yapraklı Saldırı Rozeti verilirdi.

Meşe Yapraklı Saldırı Rozeti’ne sahip bir asker, birliğin çekirdek üyesi olarak görülür ve koşulsuz güvenilirdi. Ancak bu onur bile Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti ile yarışamazdı. Sonuçta bu rozet sadece, krizdeki müttefikleri kurtarmaya gelen başmelekler gibi olanlara ayrılmıştı. Hatta aday gösterme şartları bile normal saldırı rozetlerinden farklıydı.

Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti adaylıkları, adayın üst subayları tarafından sunulmazdı. Genellikle, kurtarılan birliğin komutanı, büyük bir saygıyla bu arkadaş askeri aday gösterirdi. (Çoğu durumda, kurtarılan birliğin en kıdemli subayı bunu yapardı.)

Ancak Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti’nin en benzersiz yanı bu bile değildi: Alıcıların çoğu zaten ölüydü. Başka bir deyişle, çıta o kadar yüksekti ki, rozet sadece askerin bu kadar tehlikeli koşullarda kahramanca savaşması durumunda verilirdi.

Zor durumdaki bir birliği tek bir kişi kurtarabilir mi? Bunu nasıl başarır? Böyle bir başarı normal yollarla mümkün mü? Söylemeye gerek yok, cevap Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti alıcılarının anısına çekilen fotoğraflara bakınca netleşiyordu. Çoğunlukla, rozetler alıcıların tüfeğinin üzerine yerleştirilmiş şapkalarına takılıyordu. Resmi yönetmelikler, ölen kişi yerine tüfeğe ve şapkaya takılabilecek tek nişanın Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti olduğunu söylüyordu, bu yüzden sadece bu kısıtlamaların bile acı bir mücadeleyi işaret ettiğini söylemek abartı olmazdı.

Sonuç olarak, Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti alıcısının rütbesi ne olursa olsun, subayların ve askerlerin ona saygı göstermesi uygundu. Rozet bu seviyede bir onur ifade ediyordu.

İtiraf ediyorum. Açıkçası, Degurechaff’a bu tür bir nüfuz verirsek ne olacağından korkuyorum. O basitçe çok farklı. Başlangıçta, aşırı hevesli bir askere alma kurumunun isteklerine fazla uyum sağladığından şüphelenmişti. Fanatik vatansever inançlarla beyin yıkanıp yıkanmadığını merak ederek, İstihbarat’taki bir tanıdığına yetimhanesini araştırtmıştı. Ama temiz çıkmıştı. Her yerde bulunabilecek, standartlara uygun, sıradan bir yetimhaneydi ve personel yeterince mantıklıydı. Bir şey göze çarpıyorsa, o da bağışlar ve benzeri şeylerin yönetime biraz esneklik sağlaması nedeniyle ortalama beslenme sunmalarıydı.

Başka bir deyişle, Teğmen Degurechaff’ın orduya bağlılığının ve savaşma iradesinin temelinde ne açlıktan kaçma çabası ne de istismar kaynaklı şiddet eğilimi yatıyordu. Meraktan askeri akademi giriş sınavındaki soru-cevap bölümüne baktığında, bu küçük kız kılığındaki canavarın “Bu benim için tek yol“ dediğini görmüştü.

Ulusa taşan bağlılık ve sadakat. Ordunun ideal askerde aradığı niteliklerin muhteşem bir tezahüründen başka bir şey değildi. Sürekli eğitim ve kişisel gelişim arzusu. Tüm bunlar övgüye değerdi. Bu özelliklerden sadece birine sahip bir asker bile, insan kaynaklarını yöneten bir İmparatorluk subayı olarak Lergen’i mutlu etmeye yeterdi.

Eğer bir subayda bunların kombinasyonu varsa, heyecanlanırız. İşte ordu tam da bunu istiyor. Ama ironik bir şekilde, bu niteliklerin somutlaşmış halini gören Lergen, İmparatorluk Ordusu’nun en yüksek arzusunun aslında bir canavarı tanımlamanın başka bir yolu olduğunu fark etti. Ve bu onu korkuyla doldurdu.

“Bu benim için tek yol“ derken neyi kastettiğini bilmiyordu. Mantıklı teorilerinden biri, belki de taşan öldürme arzusunu pratik bir şeye dönüştürmeye çalıştığıydı. Kim savaşa aç doğmadığını ve ordunun onun iştahını doyurabilecek tek yol olduğunu kesin olarak söyleyebilirdi?

Kim, damlayan kanın görüntüsünden zevk alıp bir katliam yolculuğuna çıkacak kontrolsüz bir silah olmadığını garanti edebilirdi? Her ne kadar ideal bir asker gibi davransa da, genel tablo onun deli ya da en azından anormal olduğunu gösteriyordu.

Doğal olarak, savaşın sakin bir dinginlikle yapılamayacağını biliyordu. Sadece çıldıranların veya gerçekten delilerin midesi bulanmadan savaşabileceğini deneyimlerinden öğrenmemiş değildi. Peki ya biri bundan zevk alıyorsa?

Bir keresinde, bir katil için teori ve pratiğin sadece estetik bir fark olduğunu duymuştu. Yani bir seri katil, teorilerini uygulamayla birleştiriyordu. O zamanlar bunu oldukça vahşi bir fikir olarak gülüp geçmişti ama şimdi çok iyi anlıyordu. Ne yazık ki anlamıştı.

En iyi ihtimalle, Degurechaff bir anomalidir, temelde bizden farklıdır. Belki de bir kahraman budur - bir şekilde ortalama insandan sapmış biri. Bir kahramanı kutlamakta yanlış bir şey yoktur, ama asla “Kahramanı takip et“ öğretmeyiz. Bunu besleyemeyiz. Askeri akademi bir insan kaynakları geliştirme organizasyonudur, manyak yaratma yeri değil.

AYNI GÜN, İMPARATORLUK ORDUSU GENELKURMAY BAŞKANLIĞI, SAVAŞ ODASI

Genelkurmay, belirli bir büyücü subaya madalya verme kararını resmen aldı ve bu sadece Gümüş Kanatlar Saldırı Rozeti’nin bir ceset dışındaki birine verildiği nadir durumlardan biri olmakla kalmadı, aynı zamanda karar benzeri görülmemiş bir hızla verildi. Alıcıya bir takma ad bile verilmişti. Ama bir yanda zaferle gelen ödül törenleriyle hareketlilik yaşanırken, Genelkurmay Başkanlığı’nın bir köşesinde - yetkisiz personelin giremediği Genelkurmay Birinci Konferans (Savaş) Odası’nda - gergin havayı şiddetli bir tartışma dolduruyordu.

Tam olarak, iki tuğgeneral şiddetle karşı karşıyaydı.

“Kesinlikle karşıyım! Böyle yoğun bir taahhütte bulunursak, hızlı tepki verme esnekliğini kaybedebiliriz, bu risk getirileri büyük ölçüde aşıyor!“ Gür sesiyle sürekli itiraz eden, güçlü kuvvetli bir askerdi. Soluk mavi gözlerinden taşan özgüven kibirli görünmesine sebep olabilirdi, ama bakışlarıyla karşılaşan herkes onun daima gerçekliğe odaklandığını anlardı. Genelkurmay, Tuğgeneral von Rudersdorf’u yetenek ve özgüven dengesiyle olağanüstü kılan bir subay olarak görüyordu. Şimdi bu adam itibarını bir kenara atıp neredeyse masaya abanarak protestosunu sürdürüyordu: “Saha zaten kovalamaca için yeterince askerle dolu! Makul bir baskı uygularken taktik esnekliği korumalıyız. Hepsi bu!“

“Ben de protestomu dile getirmeliyim. Düşmanın sahadaki kuvvetlerini başarıyla yok ettik. Savaşla daha ne başarmayı planlıyoruz? Ulusal savunma hedefimizi zaten yerine getirdik.“ Ayrıca, taktik esnekliğin korunması gerektiğine katılıyordu. Sakin mizacı ve akademik dış görünüşüyle Tuğgeneral von Zettour, kendini bir asker olarak ölçen bir adama özgü mantıklı bir izlenim veriyordu. Tartışmaya, bir matematikçinin nihai sonuçlarını okur gibi doğal bir tavırla katıldı.

“Her iki tuğgeneralimiz de haklı noktalara değiniyor... Yorum yapmak ister misiniz, General von Ludwig?“ Başkan olarak görev yapan Mareşal Marchese, her iki tuğgeneralin de göz ardı edilemeyecek kadar makul argümanlar sunduğunu düşünüyordu. Doğal olarak, mareşal isterse tartışmadaki karşıt görüşleri görmezden gelecek kadar deneyimliydi.

Ancak Marchese’nin de endişelenecek sebepleri yok değildi. Genelkurmay’ın duruşunun başkomutanlık ofisi üzerinde birincil etkisi olacağını düşünürsek, konuyu derinlemesine incelemeye değerdi. Bu yüzden, büyük çaplı bir taarruzu savunan Genelkurmay Başkanı Korgeneral von Ludwig’den bir açıklama istemişti. Tüm tarafları duymak niyetindeydi.

“İhtiyatlı olmak güzel, ama komşu ülkelerden seferberlik kokusu alamadık. Verilen koşulların kısıtlaması olmadan büyük çaplı bir taarruz yapmak istiyorsak, bu mükemmel bir fırsat değil mi?“

Genelkurmay Başkanı ayağa kalkmış, yüzünde bir sıkıntı ifadesi vardı. Yüksek beklentiler beslediği iki astının kendisine isyan etmesine hafifçe şaşırmış görünüyordu. Ama aynı zamanda öfkeliydi. Sonuç olarak ne hissettiğini anlamaya çalışıyordu, bu yüzden herkes onun tuhaf şekilde şaşkın ifadesini görüyordu.

“Korgeneral Hazretleri! En azından seferberlik ölçeğini sınırlandırmalıyız! Tam seferberlik, 315 Planı’nın temel öncülünü yok eder!“ Rudersdorf şiddetle itiraz etti.

Özlü eleştirisi, İmparatorluk’un jeopolitik durumundan kaynaklanıyordu. İmparatorluk, diğer dünya güçleriyle çevrili tek büyük güçtü, bu yüzden ulusal savunma açısından her zaman çok cepheli bir savaş olasılığını hesaba katmak zorunda olan zor bir konumdaydı.

Sonra İmparatorluk’un yeni bir askeri güç olarak ün kazanma sürecinin tarihsel arka planı vardı. Korku ve coğrafi gereklilikler tarafından zorlanan İmparatorluk, iki cepheli bir savaşa dayanabilmek için askeri üstünlük peşinde koşmak zorundaydı.

“General von Rudersdorf’u tekrarlamak istemem ama 315 Planı dahil ulusal savunma politikalarımızı değiştirmemeliyiz,“ diye ekledi Zettour.

İmparatorluk’un her yönden potansiyel düşmanlarla çevrili olduğunu varsayarsak, iç hatlar boyunca birlikleri verimli şekilde hareket ettirmek ve yönetmek tek savunma seçeneğiydi. Detaylı plan, tek bir potansiyel düşmanın saha ordusunu hem sayıca hem de nitelikçe üstün kuvvetlerle etkisiz hale getirmek için kitlesel seferberlik çağrısında bulunuyordu. Sonrasında ordu, diğer düşman ülkelerle başa çıkmaya hazırlanacaktı. Bu, savunma politikası 315 Planıydı. Neredeyse imkansız bir iki cepheli savaştan sağ çıkmalarını sağlamak için, özel tren programlarına kadar ince ayarlanmıştı - plan İmparatorluk için bir sanat eseri niteliğindeydi. Başka bir deyişle, bu planı rafa kaldırırlarsa yeni bir plan oluşturmak çok zaman alırdı.

“Zettour, kuvvetlerimizi parça parça göndermekten kaçınmalıyız. Bunu söylemeye bile gerek yok.“
“Kademeli seferberliğin saçmalığının farkındayım, ancak düşmanın saha ordusunu imha etmişken tüm gücümüzü konuşlandırmamız gerektiğini iddia etmek bana şüpheli geliyor.“

Öte yandan, Ludwig’in argümanı da mantıklıydı. Ildoa Krallığı, François Cumhuriyeti ve Russy Federasyonu’nun asker sevketme konusunda somut bir hareketlilik göstermemesi göz önüne alındığında, Entente İttifakı’nı tamamen ezmek için zemin hazırdı. Eğer İmparatorluk saldıracaksa, tüm gücüyle vurmalıydı.

Ancak derhal bir taarruza geçme konusunda, Zettour’un “yeterli zaferi kazandık“ önermesi ile Genelkurmay Başkanı Ludwig’in görüşü çelişiyordu.

“Tuğgeneral von Zettour’a katılıyorum. Zafer artık avucumuzun içinde, dolayısıyla sormamız gereken soru, bu zaferin meyvelerini nasıl değerlendireceğimizdir! Net bir plan olmadan gereksiz yere asker sevk edersek, taktik hedef fazlasıyla belirsizleşir. Bunun ulusal savunmamıza nasıl bir fayda sağlayacağını göremiyorum.“

Rudersdorf, elde ettikleri başarılara yenilerini eklemenin gereksiz olduğunu düşünüyordu. Onun sorduğu soru, durumu kavradıktan sonra kazanımları en iyi şekilde nasıl kullanacaklarıydı. Önerisinin asıl amacı bu olmasa da, ordunun yerleşik savunma politikasını plansız bir şekilde tehlikeye atmasından endişe duyuyordu.

“Rudersdorf, başkomutan talimat vermediği sürece Genelkurmay’ın yapabileceği tek şey askeri kazanımlarını genişletmektir.“

“Efendim, saygılarımla, taktik hedefi belirsiz bir askeri operasyon yürütmek kabul edilemez. Savunma politikamızı çökertebilecek pervasız bir büyük çaplı istilaya şiddetle karşıyım,“ diye yanıtladı Rudersdorf.

Zettour, yüzündeki acı ifadeyle onayladı.

“Fırsat insanı beklemez! Bu harekâtla Norden’deki toprak anlaşmazlığını kesin olarak çözebiliriz! İmparatorluğun jeopolitik sorununu kökünden halledebiliriz!“

Toplantıdaki bazı katılımcıların dudaklarından dökülen coşkulu sesler tamamen haksız değildi. Zettour, İmparatorluğu kuşatan “çevrelenmişlik“ sorununu bertaraf etme fırsatını sunarak iştah kabartan bir tablo çizmişti. Komşu Entente İttifakı’na ağır bir darbe indirirlerse, İmparatorluğun karşı karşıya olduğu potansiyel tehditlerden birini bertaraf edebilirlerdi. Bu, yüzyıllardır süren jeopolitik kâbusu sonlandırmak için altın bir fırsattı.

“İtiraz! Yerleşik savunma programımızı feda ederek bu işe kalkışamayız!“ Rudersdorf’un şiddetle vurguladığı bu nokta, tartışmanın özünü oluşturuyordu: Mevcut savunma düzenlerini riske atarak güvenli bir gelecek mi kovalasınlar? “İmparatorluğun nihai hedefi ulusal güvenliktir. Londinium Antlaşması’yla fiili bir sınır çizildiğine göre, bu mesele artık yok hükmündedir.“

Zettour, o kadar ileri giderek “Entente İttifakı’nı unutmalıyız“ bile demişti. Yani, Londinium’un gömmeye çalıştığı bu meselenin üzerini yeniden açmak istemiyordu.

“Düşmanın istediğini yapmaya gerek yok! Kendi planımızı izlemek daha akılcı değil midir? Tüm hazırlıklarımızı boşa mı harcayalım?!“

Daha da önemlisi, Rudersdorf’un toplantıdakilere ısrarla hatırlattığı gibi, bu karar İmparatorluğun savunma doktrininin temellerini etkileyecekti.

Genelkurmay’ın yıllar içinde sürekli revize ettiği 315 No’lu Plan, ülkenin jeopolitik konumu nedeniyle İmparatorluğun tek uygulanabilir savunma politikasıydı. Her taraftan potansiyel düşmanlarla çevrili olan İmparatorluk, hangi ülke işgal domino etkisini başlatırsa başlatsın, koordineli karşı taarruzlarla topraklarını savunma kararı almıştı. Başarı şansı yüksek alternatif bir savunma stratejisi geliştirmek mümkün değildi.

“Bu kuşatmayı -en azından kısmen- kırma fırsatını kaçıracak mısınız?“
“Entente İttifakı’nı zayıflatırsak, doğuya daha fazla kaynak ayırabiliriz. Batıda ise Albion ve François’ye karşı daha esnek bir savunma hattı kurabiliriz.“

Ancak tartışma sonuçsuz bir şekilde devam ediyordu. Bu münakaşa, Genelkurmay’ın içgüdüsel arzusundan kaynaklanıyordu: Şu an harekete geçersek -İmparatorluk tarihinde ilk kez- askeri çıkmazımızı tek hamlede çözebiliriz.

“Şans eseri, büyük güçlerin askeri hareketlilik belirtisi yok. Şimdi harekete geçersek, İmparatorluğun kökündeki sorunu temizleyebileceğimize inanıyorum.“

Bu kararın doğru olup olmadığını şimdiden kestirmeleri imkânsızdı - en azından şu an için.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


0   Önceki Bölüm