O gün, ben Asamura Yuuta, Suisei Lisesi’nin kültürel festivalinde dolaşıyordum. Ekim ayının ikinci haftasıydı, öğleden biraz sonraydı… Pencereden dışarı baktığımda, beni berrak bir gökyüzü ve hafif bir rüzgârda hışırdayan ağaçlar karşıladı. Nereye baksanız, sonbaharın geldiğini gösteren işaretler vardı. Güneş hâlâ gökyüzünde parıldasa da tenime işleyen serinliği gidermek için sıcak bir şeyler içme isteği içimde yükseldi.
Gözlerimi aşağıya çevirdiğimde, okul kapısından küçük bir tepeyi tırmanarak içeri giren büyük bir insan kalabalığı gördüm. Tıpkı yuvalarına dönen karıncalar gibi… Çok fazla düşünmeme gerek kalmadan, Suisei Lisesi’nin kültürel festivalinin bu yıl da tüm ihtişamıyla devam ettiğini anlamıştım. Biz öğrenciler için yılın en özel günlerinden biriydi ve ara ara yükselen neşeli tezahüratlar ile alkışlar, etraftaki sıcak havayı daha da samimi hale getiriyordu.
Festival sırasında, farklı okullardan gelen yabancı okul üniformalarını görmek de veliler ve diğer yetişkinlerle karşılaşmak da çok olağandı. Ortalıkta koşturan, çığlık çığlığa heyecanlanan çocuklar ise sık sık ebeveynleri tarafından azarlanıyorlardı. Tüm bu curcunanın içinde el ele tutuşmuş bir erkek ve kız çifti fark ettim. Daha önce hiç görmediğim kişilerdi ama buna rağmen, vücutlarını birbirine yakın tutarak, birbirleriyle mutlu mesut vakit geçirmeleri gözlerimi onlardan alamamama neden oldu. Böyle açıkça el ele tutuşmak… Bunu sadece gerçekten sevgili olduklarını kabul edenler yapabilirdi, değil mi?
Şahsen bunu bizim yapmamız gereken bir şey olarak görmüyorum hem de başkalarının önünde ve böylesine kendinden emin bir şekilde. Bunu düşünürken, birinin görüntüsü zihnimde canlandı—Ayase Saki. Küçük kız kardeşim… ya da daha doğrusu, üvey kız kardeşim.
Yaklaşık dört ay önce, ebeveynlerimizin evliliği sayesinde kardeş olduk. Öz annemle yaşadığım cehennem hayatı yüzünden, kadınlardan herhangi bir şey beklememeye çoktan karar vermiştim. Benzer şekilde Ayase-san da kendi yaşadığı deneyimler yüzünden mesafeli ve soğuk bir tavır edinmişti. Aramızda büyük bir uçurum olmasına rağmen ebeveynlerimizin mutluluğu için iş birliği yapmaya, birbirimize uyum sağlamaya ve içinde bulunduğumuz durumun izin verdiği kadar en iyi kardeşler olmaya çalışmaya karar verdik.
Ancak yaşanan bazı olaylardan sonra Ayase-san’a artık sadece küçük kız kardeşim olarak bakamadığımı fark ettim. Ona bir kadın olarak ilgi duyup duymadığımı sorgulamaya başladım. Eylül ayının sonunda, birbirimize karşı hissettiklerimizi açıkladık ve bu doğrultuda bir uyum yakaladık. Net bir şekilde sevgili olduğumuzu söyleyemesek de ikimizin de orta noktada buluşabileceği bir karara vardık. Tıpkı eskiden olduğu gibi kardeş olarak devam edecektik ancak ortalama bir abi-kardeş ilişkisinden biraz daha yakın, biraz daha samimi olacaktık. Bu da, herkesin önünde sergilemeyeceğimiz belirli bir fiziksel yakınlığa izin veren bir ilişki biçimi yaratıyordu. Bu, kesinlikle garip ve kafa karıştırıcı bir gizli hayat demekti.
Festival boyunca dolaşırken el ele tutuşmak… O çift için bu, üstüne düşünmeye gerek bile duymayacakları doğal bir şeydi ancak benim ve Ayase-san’ın içinde bulunduğu ilişki buna izin vermezdi. En azından, başkalarının önünde böyle bir şey yapamazdık.
Elbette, Ayase-san’la kardeş olduğumuzu saklamaktan çoktan vazgeçmiştim. Veliler toplantısında bunu saklamaya çalışmamanın ebeveynlerimizin yükünü hafifleteceğine karar vermiştik ancak tam da bu yüzden birbirimize sevgili gibi davranmamız, başkaları tarafından sevgili gibi görülmemiz imkânsız hâle geliyordu. Çünkü toplumsal açıdan kardeşler sevgili olamaz.
Kanunen, aramızda kan bağı olmadığı sürece önümüzde hiçbir engel yok ancak toplumun bakış açısı ve algıları, tamamen farklı bir çatışma konusu. Yasaların ne kadar katı olduğunu ya da bizim durumumuzu ne ölçüde kapsadığını bilmiyorum ancak bizi tanımayan, yaşadıklarımızı ve hissettiklerimizi dikkate bile almayan insanlar bunu ahlaksızlık olarak damgalamaktan çekinmezlerdi. Bu başlı başına ağır bir yük olurdu ve biz bundan kaçınmak istiyorduk.
Sınıflardan birinin sattığı içeceklerden iki şişe satın aldım. Biri kahveydi diğeri ise siyah çay (ikisi de sıcaktı). Gürültülü koridordan hızla uzaklaşarak festivalin keşmekeşinden kaçmaya çalıştım. Özel derslik binasının en üst katına, özellikle de belirli bir köşeye yöneldim. Kapıyı açtığımda acil çıkış merdivenlerine çıkmış oldum. Orada, duvara yaslanmış hâlde can sıkıntısıyla bekleyen birini gördüm—Ayase-san.
“Aldım, Ayase-san.“
“Teşekkürler.“
Acil çıkış merdivenlerinin en üst noktası, festivalin tüm gürültüsünden en uzak yerdi ve bizi birinin fark etmesi neredeyse imkânsızdı. Buluşmak için burayı seçmemiz oldukça doğal bir karardı. Ayase-san’a sıcak çay şişesini uzattım ve yanına oturdum.
“Nasıl gidiyor?“
“Hangi anlamda?“
“Festivali eğlenceli buluyor musun?“ diye sordum. Ayase-san ise düşünceli bir ifadeyle yüzüme baktı.
Sorumu gerçekten de bu kadar felsefi bulmuş olabilir mi?
“Evet, sanırım eğleniyorum. Peki ya sen Asamura-kun?“ diye sordu Ayase-san.
Ah, yine yaptı.
“Hm? Bir şey mi oldu?“
“Hayır, önemli değil… Boş ver.“
Bana hitap etme şekli tekrar ’Nii-san’dan ’Asamura-kun’a dönmüştü. Son zamanlarda, sadece evdeyken bana ’Nii-san’ diyordu.
“Ben de eğleniyorum… sanırım.“
Kalabalık ortamları sevmem, bu gürültü ve kaos da hoşuma gitmez ama festivalin neşeli atmosferinden nefret ettiğimi de söyleyemem.
“Görmek istediğin ilginç bir yer buldun mu?“
“Hm… Pek sayılmaz.“
“Gerçekten mi?“
“Sanırım bu tamamen benimle ilgili bir durum. Böyle şeyleri… nasıl keyif alarak deneyimleyebileceğimi pek bilmiyorum.“
“Nasıl keyif alacağını mı?“
“Yani… Algılama şeklimle ilgili galiba?“
“Anlıyorum?“ Ayase-san’ın ses tonundan, tam olarak ne demek istediğimi kavrayamadığı anlaşılıyordu.
Yol boyunca karşılaştığım falcılar, korku evleri ve diğer stantlar, eminim ki arkadaşlarla ya da sevgiliyle birlikteyken çok eğlenceli olurdu ama bunu Ayase-san’ın önünde söylesem, küçümseyici bir yorum gibi gelirdi.
Festival günü gelmeden önce Ayase-san’la birlikte, böyle bir etkinlikte neleri yapıp neleri yapamayacağımız hakkında konuşmuştuk. Sonunda, yalnızca böyle tenha yerlerde aktif olarak konuşmaya karar vermiştik. Doğal olarak bu fikre ben de katıldım ancak bu, festival alanında tek başıma dolaşmanın pek de heyecan verici bir deneyim olmadığı gerçeğini değiştirmiyordu.
“Eğlenceli görünen bir şey gördün mü?“ diye sordum Ayase-san’a.
Gerçek hislerimi anlamadan konuyu değiştirmeye çalışıyordum.
“Şurada,“ dedi Ayase-san, bahçenin bir köşesini işaret ederek.
Spor sahasındaki yaklaşık 400 metrelik pistin köşesinde küçük bir sahne ve seyirci koltukları vardı. Oradaki büyük hoparlörlerden gelen müzik, buradan bile duyuluyordu. Kapalı bir alan olmadığı için şarkı sözlerini bu mesafeden tam olarak anlamak zordu ama bu da bir okul festivalinin ses sistemiyle ulaşabileceği limitlerdendi.
“Bir konser mi?“
“Evet. Sınıfımızdaki kızlar şey… Vijuaru kei grubu gibi bir şey yapıyorlar? Bir kız izlemek istiyordu, ben de onunla gittim.“
( Vijuaru Kei, Türkçe: “Görsel stil“ veya “Görsel sistem“ 1980’lerde başlayan bir Japon rock/metal akımıdır.)
“Ha, ilginçmiş. Adını duymuştum ama pek araştırdığım söylenemez.“
Tek bildiğim, oldukça gösterişli ve soyut bir şekilde giyindikleriydi. Ayase-san sağ olsun, bana bir açıklama yaptı. Gerçi bu, çoğunlukla arkadaşının sözlerinin bir alıntısıydı çünkü öncesinde o da benim gibi düşünüyormuş.
Arkadaşının dediğine göre, bu tür gruplar yalnızca besteledikleri şarkılara ya da müziğin kendisine odaklanmıyormuş. Aynı zamanda dinleyiciler üzerinde bıraktıkları görsel imajı da önemsiyorlarmış ve kendilerine ait bir dünya görüşü yaratıyorlarmış… ya da buna benzer bir şey.
Hatta o sınıftaki erkekler bile abartılı kıyafetler ve gerçeküstü makyajlarla sahneye çıkmıştı ama yakışıklı olduklarından, diğer okullardan gelen kızlar arasında epey popüler olmuşlar. Bunu anlayabiliyorum.
Makyaj, şık kıyafetler, alışılmışın dışında saç stilleri… Tüm bunlar benim pek de başarılı olduğum konular değil. Bu yüzden bu tarz bir şeye kendini tamamen adayan insanlara hayranlık duymadan edemiyorum. Hele ki sahneye çıkıp bunu sergileyebiliyorlarsa…
Tabii, ne onlar kadar yakışıklıyım ne de müzik aleti çalabiliyor ya da şarkı söyleyebiliyorum. O yüzden bunu düşünmek bile gereksiz bir çaba.
“Aa, senin sınıf ne yapıyordu, Ayase-san?.“
“Bir hizmetçi kafesi.“
“Bir ne?!“
Böyle beklenmedik bir cevap alınca bayağı afalladım.
“Tabii ki Maaya’nın fikriydi.“
“Tabii ya.“
“O bir şey önerdiği anda herkes ona uyar zaten.“
“Evet, hiç şaşırtmadı.“
Ayase-san’ın arkadaşı Narasaka Maaya, insanlarla iletişim kurma konusunda inanılmaz yetenekliydi. Bu yüzden sadece kendi sınıfında değil okulun genelinde de epey ünlüydü.
“O zaman, Maru’yla birlikte uğrayabilirim belki.“
“Maru… arkadaşın mı?“
“Evet. Bu yıl çok fazla kafe var ya hepsini gezip konseptlerini görmek istiyormuş.“
“Bunun bu kadar büyük bir olay olduğunu bilmiyordum.“ Ayase-san şaşırmış görünüyordu.
“Eh, sonuçta böyle şeyleri her zaman deneyimleyemiyoruz.“
Aklıma, Ayase-san’ın Viktoryen tarzı bir hizmetçi kıyafeti içinde, ’Hoş geldiniz, efendim’ dediği bir sahne geldi. Onu bu halde görmek isterdim doğrusu.
“Bu arada, ben kostüm falan giymiyorum.“
“Ah, tamam.“
Sanırım bunu yüzümde belli etmişim.
“Benim işim sadece hazırlıklara yardım etmekti, o yüzden bugünlük tüm görevlerimi tamamladım.“
“Beklendiği gibi. Eline sağlık.“
Ama dürüst olmak gerekirse biraz hayal kırıklığına uğradım.
“Bu tarz… nasıl desem… fazla samimi müşteri hizmetleri bana hiç uygun değil,“ dedi Ayase-san.
“Fazla derken?“
“Yani, baş edemiyorum gibi?“
“Anladım.“
“Eğer karşılığında ödeme alıyorsam, bunu gerekli bir hizmet olarak görebilirim ama öylesine yapmam gerekirse, zorlanıyorum.“
“Mantıklı.“
İş yerinde vardiyalarımız çakıştığında ve Ayase-san’ın müşteri hizmetlerini gözlemleme fırsatı bulduğumda, hiçbir zaman kaba olmadığını fark ettim ama aşırı sıcak ya da özel bir ilgi gösterdiği de söylenemezdi. İnsanlarla tamamen normal bir şekilde iletişim kuruyordu, hepsi bu.
Bu da demek oluyor ki gerekenden fazlasını sunması gereken durumlarda zorlanması normal.
Açıkçası Ayase-san’ın bir hizmetçi gibi omurisin üstüne kalp çizip, siparişi masaya neşeyle götürdüğünü hayal etmekte bile zorlanıyorum. Fazla samimi bir müşteri hizmeti, huh?
Bu, aynı zamanda duygusal mesafeyle de ilgili olabilir mi? Yani, bir çiftin arasındaki samimiyet gibi?
Tabii, bu konularda pek de deneyimli olmadığım için tam olarak ne anlama geldiğini bilemiyorum.
Tam o sırada, acil çıkış merdivenlerine bir gölge düştü. Gökyüzündeki parlak güneş, bulutlarla kaplanmaya başladı.
Gölgeler her yeri sardı, soğuk rüzgâr kemiklerime kadar işledi ve vücudum titremeye başladı. Aynı şey Ayase-san için de geçerli olmalı ki yanıma oturdu.
“Dönelim mi?“ diye sordum.
“Ben iyiyim.“
Kalkmak üzereydim ama yeniden oturdum. Dürüst olmak gerekirse, biraz daha böyle kalmak istiyordum.
Gözüm, Ayase-san’ın belimin hemen yanında duran küçük eline takıldı. Neden bilmiyorum ama eli o kadar soğuk görünüyordu ki kendi elimle üzerini kapatıp onu ısıtmak istedim. Bunu gerçekten yapabilir miydim? Bu soruya asla bir cevap bulamadım çünkü Ayase-san hızla elini geri çekip çay şişesini iki eliyle kavradı.
“Hava cidden soğumaya başladı.“
“Bugün en azından güneşli ve sıcak olabilirdi.“
Gökyüzüne bakıp, bu kadar üşümemize sebep olan her kimse ona içimden lanet okudum.
“Eğer üşüyorsan, burada kalmak zorunda değiliz.“
“Dedim ya, iyiyim.“
Ayase-san böyle dedi ve kalçasını hafifçe kaydırarak aramızdaki mesafeyi biraz daha kapattı. Ben de aynısını yaptım, böylece omuzlarımız birbirine daha da yaklaştı. Öyle ki belki de gerçekten birbirimize dokunuyorduk belki de dokunmuyorduk ama en azından, onun sıcaklığını yanımda hissedebildiğimi söyleyebilirim.
Tam da bu anda, Eylül ayının sonunda yaşanan o olayı hatırladım—
Beni aniden kollarına aldığı anı. O an, onun sıcaklığının benimkiyle nasıl karıştığını doğrudan hissettiğim bir andı ve elbette, bu güzel anıyı hatırlamak bile, yüzüme hafif bir sıcaklık yayılmasına yetti.
Ancak, o zaman hissettiğim o sıcaklık ve mutluluk, şimdi biraz bulanık ve uzak geliyordu çünkü o günden beri hiçbir zaman o kadar fiziksel bir yakınlık paylaşmadık. O sarılışı, beni sakinleştirmek ve rahatlatmak için yapmıştı. Öylesine bir hisle tekrarlanabilecek bir şey değildi. Bunun fazlasıyla farkındaydım.
Her ne kadar saf anlamda romantik olmasa da, birbirimize karşı olumlu duygular beslediğimizi ve bunu en uygun şekilde ifade etmeye karar verdiğimizi kabul etsek de, o zamandan bu yana hayatımızda ne değişti derseniz, açıkçası söyleyecek pek bir şey bulamam. Sadece hislerimizi birbirimize açtık. Ne eksik, ne fazla.
Ve sanırım, o günden sonra aramızdaki fiziksel mesafenin daha fazla değişmemesi ikimizin de bundan memnun olduğunu gösteriyordu. Ayase-san benim hislerimi biliyor ve onları açıkça kabul ediyor. Bundan daha önemli bir şey yok. Dokunmak, bunun sadece ilk adımı, yani sanırım.
Ancak yine de…Kalbimin bir yerlerinde daha fazlasını arzuluyorum. Evet, şu an elini tutmak gibi bir şeyden bahsetmiyorum ama en azından daha fazla vakit geçirmek istiyorum. Belki bir yere gitmeyi teklif etmeliyim? Ama bu, onun da isteyeceği bir şey mi? Son zamanlarda, bu düşünceler aklıma sık sık takılır oldu.
Bir dakika… Bu gerçekten doğru mu? Tüm bunları kendi başıma düşünüyor olmam gerçekten iyi bir şey mi? Onun arzularını kendi bakış açıma göre yorumluyor, kendi istediğim şekle sokuyor sonra da hissettiklerimi ve istediklerimi anlamasını mı bekliyorum? Bu, ikimizin de nefret ettiği o baskıcı iletişim biçiminin ta kendisi değil mi? Dürüstlük ve karşılıklı uyum her şeyden önemliydi. Az kalsın bunu unutuyordum… Tam o sırada, Ayase-san gökyüzüne bakarak konuştu.
“Hava bugün gerçekten serin,“ dedi.
“Sonbahar geldi, sonuçta,“ dedim.
“Evet, haklısın. Sonbahar.“
“Bu soğuk rüzgârlar her yandan esmeye başlayınca sanki yarından itibaren kış kapıya dayanacakmış gibi geliyor.“
“Bence biraz abartıyorsun.“
“Şey… Hava iyice soğuyunca dışarı çıkmak daha da zahmetli hale gelmeyecek mi?“
Ayase-san, insanları iyi gözlemleyen biriydi. Ne söylemeye çalıştığımı çoktan anlamış olmalıydı ama yine de bunu burada bırakmak istemedim. Söylemek istediklerimi tamamlamam gerekiyordu. İlk adımı atmak ve uyum sağlamak dediğimiz şey tam olarak buydu.
“Eğer senin için de uygunsa… Bazen birlikte bir yerlere gidebilir miyiz? Yani, beraber?“
Ayase-san’ın cevabını beklediğim o birkaç saniye saatler gibi geldi. Kalbim, bir maratonun ortasındaymışım gibi çarpıyordu. Aynı zamanda, Ayase-san’ın ifadesinde çok küçük bir değişim fark ettim. O kadar küçük bir değişimdi ki belki de sadece hayal ettiğimi düşündüm yine de, sanki rahatlamış gibiydi… Belki de mutlu?
“Tamam,“ diye başını salladı.
O anda, büyük bir rahatlama hissiyle derin bir nefes verdim. Omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi hissettim ve sonra tekrardan düşünmeye başladım. Eğer biz normal bir lise çifti olsaydık bu kültürel festivali sonuna kadar keyifle geçiriyor olurduk. Okulun her köşesini gezip, birlikte sayısız güzel anı biriktirirdik ama biz kalabalıktan uzakta, izole bir yerde buluştuk. El ele bile tutuşmadan, yalnızca yan yana oturduk. Birbirimize uyum sağlıyoruz, birlikte bir yerlere gitme sözü veriyoruz. -Tabi zamanımız olursa
Bizi birbirimize çeken şeyin romantik duygular mı, yoksa kardeşçe bir sevgi mi olduğunu bile tam olarak tanımlayabilmiş değiliz ama en azından, bir şeyden kesinlikle eminim. Burada, acil çıkış merdivenlerinde oturup, festivalin tüm gürültüsünden uzak, büyük bir anlam taşımayan sıradan bir sohbet etmenin verdiği rahatlık…İşte, tam da bu his beni mutlu ediyor ve eğer Ayase-san da aynı şeyi hissediyorsa… Şu an hayatımda bundan daha büyük bir mutluluk olamaz.
Gökyüzündeki bulutlar yavaşça dağıldı. Parlak öğleden sonra güneşi yeniden ortaya çıktı. Güneşin sıcaklığıyla biraz olsun ısındıktan sonra, oturduğumuz yerden kalktık ardından aynı yerden, ama birbirimizden birkaç saniye arayla ayrıldık. O andan itibaren, okulun hoparlörlerinden festivalin sona erdiği ilan edilene kadar, Ayase-san’la bir daha karşılaşmadım.
Ve böylece, benim ve Ayase-san’ın kültürel festivali, kayda değer hiçbir olay yaşanmadan sona erdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.