Yeni bir hafta başlamıştı. Pazartesi sabahı, saat 7 civarında uyandım. Gözlerimi açtığımda, uyurken LINE’dan bir mesaj aldığımı fark ettim. Telefonumun gece modunu kapatıp mesaja göz gezdirdim. Narasaka-san’dan gelmişti. Gece 2:07’de göndermiş… Bir dakika, gece 2’den sonra mı?
“Epey geç saatlere kadar uyanık kalmış ha?”
Bu kadar geç yatarsam sabah zamanında kalkabileceğimi sanmıyorum. Neyse asıl mesaja geçelim…
Maaya’dan önemli bir duyuru.
Dikkat! Önümüzdeki 21’i, yani Narasaka Maaya’nın bu dünyaya lütfedildiği günü kutluyoruz! Başka bir deyişle, doğum günü partisi yapıyorum! Biliyorum biraz ani oldu, o yüzden hediye falan düşünmenize gerek yok! Sadece katılmanızı istiyorum, o kadar!
Yani… beni doğum günü partisine davet ediyor, değil mi? Üstelik kendi doğum günü partisini kendi planlıyor? Bunu pek sık duyduğum söylenemez. Genelde insanlar için başkaları sürpriz partiler düzenler. Tabii, ben daha önce hiç doğum günü partisi vermedim o yüzden çok da konuşacak biri değilim… Hatta, şimdiye kadar bir partiye bile davet edilmedim. Beni asıl düşündüren şey, Narasaka-san’la o kadar da yakın olmamamız. Eğer bağlantımızı düşünecek olursak, tek ortak noktamız Ayase-san. Okulda bile nadiren konuşuyoruz, karşılaşmamız ise neredeyse hiç olmuyor. O zaman beni sadece “bir arkadaşın arkadaşı” olduğum için mi davet etti? Bir dakika, mesajın devamı var.
Saki de geliyor.
Ayase-san’ın adını görür görmez kalbim biraz daha hızlı atmaya başladı… Ee, neden özellikle bunu vurgulama gereği duydu ki? Aramızdaki ufak değişikliği mi sezdi yoksa? Yok, sakin ol. Havuz gezisini planlarken de Narasaka-san beni Ayase-san’ın abisi olduğum için davet etmişti. O, konuştuğu herkesi hemen arkadaş olarak gören biri, yani altında bir anlam aramaya gerek yok ama yine de düşündürmedi değil.
“Muhtemelen havuzdaki gibi epey insan olacak.”
Diğer sınıflardan öğrencilerle ilk kez doğru düzgün tanıştığım anı hatırladım. Ayase-san’ın sınıfından insanlar vardı ama tamamen alakasız sınıflardan gelenler de. Aralarındaki tek ortak nokta… son derece sosyal olmalarıydı. Tabii beni hariç tutarsak. Bunu düşünürken, birden Ayase-san’ın tanımadığım insanlarla olan ilişkilerini gözümde canlandırdım ve göğsümün derinliklerinde garip, kasvetli bir his filizlenmeye başladı.
Kıskanıyorum, öyle mi? Düşünürsek, epey zavallıca. Birbirimize karşı hislerimizi açıkladığımız ve birbirimize uyum sağlamaya başladığımız o gün, bu duyguyu geride bırakmam gerekirdi ama her şeye rağmen içimde kök salmaya devam ediyordu. Yine de… bunun farkına varıp köklerinden söküp atmaya çalışmam, bende bir değişim başladığını gösteriyor olmalı. En azından öyle olduğuna inanmak istiyorum.
Bir de o erkek öğrenci vardı… Adı Shinjou olmalı. Ayase-san’la birlikte markette gördüğüm kişi. Onunla tekrar karşılaşırsam nasıl tepki vermem gerektiğinden emin değilim. Genel olarak havuzdaki günümüzde olduğu gibi ortamın havasını okuyabilirsem bir şekilde idare ederim diye düşünüyorum.
“Yok, bir dakika.“
Gerçekten de o zamanla aynı mıydı? Narasaka-san’ın mesajını bir kez daha okudum ve sırtımdan aşağı garip bir rahatsızlık hissi yayıldı. O gün, herkesin rahat edebilmesi için üniforma giymemizi istemişti ancak bu mesajda böyle bir şey yoktu. Üstelik başka bir nokta daha dikkatimi çekti. Suisei Lisesi, şehirde üst düzey bir okul olarak görülüyordu ve disiplin kuralları oldukça katıydı. Derslerle ilgisi olmayan eşyaların okula getirilmesi riskli bir durumdu.
Hediye getirme konusunda endişelenmemize gerek olmadığını söylemişti ama kimsenin tamamen eli boş geleceğini sanmıyordum. Yani herkes önce eve uğrayıp, sonra Narasaka-san’ın evine geçecekti.
“Yani başka bir deyişle…”
Herkes muhtemelen günlük kıyafetlerini giyecek. Şu an için en mantıklı sonuç bu gibi görünüyor. Eğer tek başıma okul üniformasıyla gidersem, kesinlikle dikkat çekerim. Bunu erkenden fark ettiğim iyi oldu. Rahat bir nefes verdim ve Narasaka-san’ın mesajının son satırına göz gezdirdim.
Sen ve Saki mutlaka şık giyinin, tamam mı?
Evet, anlaşılan çıkarımım tam isabetti ama resmen önüme büyük bir engel koymuş değil mi? Sadece günlük kıyafet giymem yetmiyormuş gibi bir de şık olmam gerekiyor. Ne korkunç bir şart koymuşsun, Narasaka-san. Ortalama bir lise öğrencisinden farksız olabilirim fakat iş moda anlayışına gelince… tam anlamıyla bir acemiyim.
Ben hiçbir zaman moda ve görünüşü Ayase-san gibi bir silah olarak görmemiştim. Tabii, bu oldukça mantıklı. Sonuçta günlük hayatımı bitmek bilmeyen bir savaş olarak algılamıyorum. O yüzden böyle bir silaha ihtiyacım da olmazdı ama şimdi onun ne hissettiğini biraz olsun anlayabiliyorum.
Doğum günü partisine katılacak diğer insanları düşündükçe, kendimi moda ve stil anlayışı olmayan bir yabancı gibi görmeye başladım. Bu, bir askerin zırh giymeden savaş alanına çıkması gibi bir şey mi?
Garip. Kimseyle savaş halinde değilim, kendimi savunmaya da çalışmıyorum ancak Ayase-san bunu her gün yaşıyor. Çevresine uyum sağlamak için değil, tam tersine çevresinden farklı durabilmek için kendini şekillendiriyor. Sırf bu düşünce bile içimi ürpertti.
Moda, ha? Herhalde işe biraz moda dergilerine göz atarak başlamalıyım. “Düşmanını ve kendini tanırsan, yüz savaştan da korkmazsın,“ derler ya. Sürekli düşünmekten yorulan beynim nihayet biraz rahatladı ve Narasaka-san’a kısa bir mesaj attım: “Ayase-san’dan fikir alacağım.“ Bu durum tam da onun istediği şekilde ilerliyormuş gibi hissediyorum.
Okula gitmek için hazırlığımı tamamlayıp oturma odasına geçtiğimde, şaşırıp duraksadım. Ayase-san ortalıkta yoktu. Uyuya mı kaldı yoksa? Masada ise sadece hiçbir şey yapmayan babam oturuyordu.
“Kahvaltı yapmayacak mısın, Baba?“
“Sizi beklesem mi emin olamadım.“
“Anladım.“
Herhalde Ayase-san’ı uyandırmak için odasına dalmaya pek niyetli değildi. Masaya göz attığımda kahvaltıyı çoktan hazırlamış olduğunu gördüm. Hatta sebzeler bile vardı.
“Ama artık yemeye başlamalıyım.“
“İş hâlâ yoğun mu?“
“Hm? Evet… Öyle sayılır ama son zamanlarda biraz daha sakinleşti.“
Sonbahar başlar başlamaz babam iş yüzünden iyice köşeye sıkışmıştı. Eve dönüş saatleri de gittikçe gecikiyordu. Akiko-san bile onun için endişeleniyor olmalı ki ara sıra kendi kendine onun hakkında mırıldandığını duyuyordum ama babam eve geldiğinde asla stresini belli etmiyor bu da durumu daha da zorlaştırıyor aslında.
“Miso çorbasını ısıtayım mı?“
“Ocağın altı hâlâ açık, oraya koyabilirsin.“
“Tamamdır.“
Ocağın ateşini biraz açtım, bir kaseye miso çorbası koyup babamın önüne bıraktım.
“Ah, sağ ol.“
Gelelim Ayase-san’ın hazırladığı kahvaltıya… Bakalım. Jambon ve natto, yanında kızarmış deniz yosunu. Küçük kasedeki yeşil şey de haşlanmış ıspanak olmalı ama şu beyaz şey ne? Sardalya mı? Babamın, nattoyu yılan balığıyla karıştırıp soya soslu çorba stokuna batırarak yediğini fark ettim. Yani bu, soslu natto-sardalya yemeği miymiş?
“Böyle yenebildiğini hiç bilmiyordum.“
“Evet, Akiko-san bana bunu sık sık yapardı. O kadar basit ki bu zamana kadar neden denemediğimi düşündüm durdum.“
Bunun cevabı gayet basit: Daha önce yemeklerin lezzetli olup olmaması onun için hiç önemli değildi. Natto-sardalya karışımını beyaz pirincin üzerine yaydı ve büyük bir iştahla yedi. Yoğun iş temposu yüzünden mi, yoksa gerçekten lezzetli olduğu için mi bilinmez ama yemeğini hızla bitirmeye çalışıyordu.
“Natto’nun yapışkan dokusu ve sardalyanın hafif pütürlü yapısı birlikte gerçekten harika oluyor. Yanına biraz yeşil perilla ekleyebilirsin. Hatta nattonun yerine enoki mantarı bile kullanabilirsin.“
Şu an tam bir yemek programı sunucusu gibi konuşuyor. Eğer Akiko-san’la evlenmemiş olsaydı, muhtemelen hâlâ beyaz pirincin üzerine çiğ yumurta ve soya sosu dökerek yemek yiyen biri olarak kalırdı, o yüzden çok da ciddiye alınacak biri değil.
“Sonra bir ara denerim.“
Babamın aceleyle kahvaltısını bitirişini izledim.
“Baba?“
“Hm?“
“Ah, yemeğe devam et, sorun değil. Sadece… Akiko-san’ın yanında nasıl göründüğünü hiç dert ettin mi diye merak ettim.“
“Hangi anlamda?“
“Şey… Akiko-san her zaman çok şık görünüyor ya. Ama sen pek…“
“Ben her zaman yakışıklı ve tarz sahibiyim, bilmiyormusun.“
“Bunu kendi oğlunun yanında söylemen ne kadar doğru bilmiyorum.“ diye karşılık verdim, o da nazikçe gülümseyerek tepki verdi.
“Akiko-san’la çıkmaya başladıktan sonra bu konuda birkaç değişim geçirdim tabii ama sonuçta ben hep sıradan bir maaşlı çalışandım.“
Ve hâlâ öylesin. Şimdi havalara girme yani.
“Konumuza dönecek olursak, kendimi aşırı şık göstermek için özellikle bir çaba harcamıyorum. Bir yetişkinden beklenen düzeyde bir özen gösteriyorum, o kadar.“
“Anladım.“
“Mesela işim Akiko-san’ınki gibi bir şey olsaydı, moda konusunda farklı bir görüşüm olurdu belki ama kötü görünmediğim sürece, dış görünüşüme vereceğim önem de bu kadar işte.“
Babam kahvaltısını yerken bir yandan da görüşlerini açıklamaya devam etti. Ona göre, bir iş insanının modern ve şık görünmek istemesiyle karşı cinse daha çekici gelme isteği tamamen farklı moda anlayışlarına dayanıyordu. İlkine gelince, babam hâlâ kendini o kalıba uygun görüyor gibiydi ancak evli olduğu için sadece başkalarına güzel görünmek adına giyinmenin pek bir anlamı olmadığını düşünüyordu. Ne değerli bilgiler veriyor bana, öyle değil mi?
Bir de ona Akiko-san’ın iş yerinde muhtemelen etrafında dolanan onca erkek konusunda endişelenip endişelenmediğini sordum. Bir an duraksadı, ağzını kapatıp düşündü.
“Hmmm… pek değil aslında? Öğrenciyken, hoşlandığım kişinin diğer erkeklerle ya da insanlarla olan ilişkisini düşünmeden edemezdim tabii ama tam zamanlı çalışmaya başladıktan sonra böyle şeyleri umursamaz oldum.“
“Tam zamanlı çalışmaya başlamak derken… yani yetişkin olup işe girdikten sonra mı?“
“Aynen öyle. Ya da belki de işe girdikten sonra, hayattaki önceliklerim değişti desek daha doğru olur. Sonuçta ne kadar şık ve havalı göründüğüm, ne kadar para kazandığımı etkilemiyordu, değil mi?“
“Ah, demek bu yüzden iş insanı olarak görünüşüne hâlâ biraz önem veriyorsun?“
“Eskiden satış departmanındaydım, her ne kadar öyle durmasa da. Ayrıca, podyumdaki bir model gibi görünmekten daha önemli şeyler vardı kafamda.“
“Anladım.“
Ne demek istediğini anlıyorum. Çocukken hiç önemsemediğim şeyler, liseye geldikçe yavaş yavaş ilgimi çekmeye başladı. Babam kahvaltısını her zaman yumurtalı pirinçle bitirir ama bugüne kadar bunu sorgulama gereği bile duymamıştım. Bu alışkanlığını bu kadar uzun süre devam ettirebilmesi bile şaşırtıcı. Her ne kadar evde tam bir odun gibi davransa da.
“Öğrenciyken işler farklıydı. Çevremdeki havalı çocuklarla kendimi kıyaslamam gerektiğini resmen beynime kazımışlardı. Karma eğitim veren bir okulda sürekli aşk ve hormonları tavan yapmış ergenlerle çevrili oluyorsun. Bu ortam da ister istemez insanın bilinçaltına işliyor.“
Öyle diyor ama…
“Gerçekten öyle mi?“ diye düşündüm.
“Bence öyle? Sen de benzer şeyler yaşamışsındır, değil mi?“
“Kim bilir…“
Benim belirsiz cevabımı duyunca babam endişeli bir şekilde iç çekti. Acaba trendler ve bu tarz şeyler konusunda duyarsız ve sıkıcı olduğumu mu düşünüyor? Büyüdükçe değişeceğimi mi sanıyor? Şu an hâlâ bir çocuğum ve onun söylediklerinin doğru olup olmadığını anlamamın bir yolu yok.
“Neyse, eğer Akiko-san benimle aynı şirkette çalışıyor olsaydı, dikkat çekmek için rapçi gibi giyinirdim muhtemelen.“
“Bunu görmek zorunda kalmadığım için gerçekten çok mutluyum.“ diye lafımı koydum, o da kahvaltısını bitirirken gülümsedi.
“Gerçekten çok lezzetliydi.“
“Bulaşıkları ben hallederim, sen düşünme.“
“Tamamdır. O zaman ben çıkıyorum.“ dedi ve işe gitmek için aceleyle evden çıktı.
Duvara asılı saate bakarak saati kontrol ettim. Ayase-san yakında uyanmazsa, geç kalma riski taşıyordu. Onu koridordan seslenerek uyandırmaya karar verdim ve odasına doğru yöneldim. Tam kapısına vardığım anda, kapı hızla açıldı.
Ayase-san panik dolu bir ifadeyle karşımda belirdi ama tam önümde birden durdu.
Birkaç saniye geçti ve zaman adeta donmuş gibi hissettirdi. Saçları darmadağındı, her bir teli farklı bir yöne fırlamıştı. Üstelik hâlâ pijamalarını giymekteydi. Onun böylesine savunmasız bir hâlde olduğunu daha önce hiç görmemiştim—ne ilk taşındığında ne de sonrasında. Ayase-san nihayet şok olmuş hâlinden döndü ve hızla yakındaki banyoya yöneldi. Kapıyı önümde sertçe kapattı.
“Ee…“
O an içimde bir şüphe belirdi: Ayase-san’ı uyanır uyanmaz görmek, sanırım onun kalbini hızlandırdığından daha fazla benimkini hızlandırmıştı. Bu da oldukça anlaşılırdı. Sonuçta, onun bu kadar savunmasız ve doğal bir hâlini daha önce hiç görmemiştim. Kalbimin deli gibi çarptığını fark ederken, aynı zamanda bu durumun ne kadar tuhaf olduğunu da düşündüm. Aylarca aynı evde yaşamamıza rağmen, böyle bir sahne daha önce hiç yaşanmamıştı ama en azından uyanmış olması, en büyük sorunu çözüyordu.
“…Eğer tost yeterliyse, senin için hazırlayabilirim.“ dedim.
Birkaç saniye sonra, kapının diğer tarafından kısık bir ses duyuldu.
“Üzgünüm ve… teşekkür ederim.“
Mutfağa geri döndüm. Ekmeği tost makinesine koyup zamanlayıcıyı ayarladım. Aynı zamanda ocağı açıp miso çorbasını ısıtmaya başladım, buzdolabından dilimlenmiş jambonu çıkarıp bir tabağa yerleştirdim. Banyodan kapı tekrar açıldı ve Ayase-san hızla odasına geri döndü. Ben de ona biraz mahremiyet vermek için arkamı döndüm. Muhtemelen şu anki hâliyle görünmek istemiyordu.
Kızarmış, sıcak ekmeği alıp bir tabağa koydum ve Ayase-san’ın yerine doğru kaydırdım. Miso çorbası kaynama noktasına yaklaşmıştı bu yüzden ocağı kapatıp küçük bir kaseye güzel bir porsiyon doldurdum. Tostla şık bir kahvaltı hazırlamak istesem muhtemelen yanına daha havalı bir çorba eklemek gerekirdi ama bu durumda miso çorbası ziyan olurdu. Evde yemek yaparken, yemek programlarındaki şeflerin veya eleştirmenlerin görüşlerine göre hareket etmeye gerek yoktu. Burada tamamen özgürdük.
Bununla ilgili küçük bir not: Son birkaç aydır gözlemlediğim kadarıyla, Ayase-san sabahları natto yemiyor. Belki bu yaşıtındaki kızlar için yaygın bir şeydir, belki de tamamen kişisel tercihidir ama yine de nattoyu buzdolabında bırakmaya karar verdim. Böylece mükemmel bir kahvaltı için her şey hazır hâle gelmişti.
Tam o sırada, Ayase-san oturma odasına girip sandalyesine oturdu. Okul için giyinmişti ve yine kusursuz zırhını kuşanmıştı. İçten içe saygıyla alkış tutmak istedim.
“Kusura bakma, her şeyi hallettiğin için de teşekkür ederim.“
“Bunun lafı bile olmaz. Hem sen de dün gece her şeyi hazırlamıştın. Bu yeterli mi? Başka bir şey çıkarayım mı?“ diye sorarken buzdolabına göz attım.
“Bu fazlasıyla yeterli. Gerçekten, özür dilerim.“
“Sorun değil ama seni uyuyakalmış görmek biraz şaşırtıcı oldu.“
“Dün gece geç saate kadar Maaya ile telefondaydım. Uyku saatimi kaçırdım.“
Bunu söylediğinde, Narasaka-san’ın gece göndermiş olduğu LINE mesajını hatırladım.
“O aklıma gelmişken, Narasaka-san’dan bir mesaj aldım. Sen de duymuşsundur, değil mi?“
“Ah… evet.“
“Ne yapalım peki?“
Düşünmeden dümdüz sordum ama Ayase-san aniden donakaldı. Çubuklarıyla haşlanmış ıspanağı almıştı ancak ağzına götürdüğü şey tost oldu. Bunu fark ettiğinde, ıspanağı tostu üzerine bıraktı, üstüne yenilebilir yosun ekledi ve yemeye başladı. Bu tuhaf yeme şeklini görünce biraz afalladım. O ise karmaşık bir ifadeye büründü. Muhtemelen ne yaptığının farkında bile değildi.
“…Ne demek istiyorsun? Onunla birlikte kutlamayı düşünüyordum. Sen ne yapacaksın?“
“O bizim gitmemizden memnunsa, benim için de hiç sorun yok. Sadece Narasaka-san’ı pek tanımıyorum. Bize hediye almamıza gerek olmadığını söyledi ama eli boş gitmek benim mantığıma ters düşüyor.“
“Ah, evet, doğru ama sonuçta ikimiz de hâlâ lise öğrencisiyiz. Bence kafanı fazla yormana gerek yok.“
“Öyle mi diyorsun? Ama yine de ona ne almam gerektiğini tam olarak bilemiyorum. Daha önce hiç bir kıza hediye vermedim.“
“Öyle mi… hiç mi?“
“Hayır, hiç.“
“Anladım. Yani bu senin için bir ilk… O zaman, yapacak bir şey yok. Uhh… Hediyeyi birlikte almaya ne dersin?“
“Evet, iyi fikir ama…“ Çayımı bardağıma doldurmaya başladım.
Ayase-san’a göz ucuyla bakıp ona hediye isteyip istemediğini sordum. Kafasını iki yana salladı. Demek ki şimdilik istemiyordu. Zaten tost ile çay çok iyi bir ikili sayılmaz. Çayımı yavaş yavaş yudumlayarak onun yemeğini bitirmesini beklemeye karar verdim. Kişiden kişiye değişir fakat ben biri yemek yerken masayı toplamamaya özen gösteririm. Yaparsam, o kişiyi acele etmeye zorlamış gibi olurum ve bu da yemeğin tadını kaçırır. Küçük bir ayrıntı belki ama benim için önemli.
“…Eğer buradaki mağazalarda alışveriş yaparsak, okuldan birileri bizi görebilir.“ Konuyu kaldığımız yerden devam ettirdim.
“Evet, doğru. Yani, sadece ikimiz alışverişe çıkarsak… bunun başkaları tarafından görülmemesi mi daha iyi olur?“
Bunu başka bir şekilde ifade edersek, kardeş olarak alışverişe çıkmamızın daha kabul edilebilir olup olmadığını soruyordu. Kısa bir süre düşündüm ve cevap verdim.
“Birbirine yakın iki kardeşin birlikte alışveriş yapması bence tamamen normal.“
“Evet, katılıyorum ama… bunu istemiyorum.“ Ayase-san, kelimelerini dikkatlice seçerek konuşmaya devam etti. “Madem birlikte dışarı çıkıyoruz… başkalarının bize nasıl baktığı gibi gereksiz şeyleri düşünmek istemiyorum.“
“Ahhh… mantıklı.“
Bunu bir randevu olarak adlandırıp adlandıramayacağımız tartışılabilir ancak sonuç olarak birlikte vakit geçireceğiz. Doğal olarak, bu zamanı başkalarının bakışlarından ve yarattığı stresten uzak, rahatça geçirmek isterim.
“O zaman derslerden sonra yapalım. İkimizin de bu akşam işi var, bugün olmaz zaten.“
“Evet.“
Önerimi duyunca Ayase-san tostunun köşesini kemirdi ve başını salladı. Genellikle Ayase-san kahvaltısını benden önce yapıp hızla evden çıktığı için birlikte kahvaltı yapma şansımız pek olmuyordu. Şimdi ona bunu sorabildiğim için mutluyum. Açıkçası Ayase-san’ın uyuyakalmış olmasına minnettarım.
“Kültürel festivalde konuştuğumuz şeyi hatırlıyor musun?“ diye sordu Ayase-san.
“Elbette.“
Birlikte dışarı çıkmak için zaman ayıracağımıza dair söz vermiştik. Görünüşe göre bu fırsat, tahmin ettiğimizden çok daha hızlı bir şekilde karşımıza çıktı.
Bu haftanın ilk sabah yoklamasının bitiminden sonra, sınıfın içi miskin bir havayla dolmuştu. Bazılarımız önümüzdeki zorlu haftaya zihnen hazırlanırken, diğerleri hafta sonunun izlenimlerini coşkuyla birbirleriyle paylaşıyordu. Şahsen ben, miskinliğe gömülmeyi tercih eden kesimdeyim. Pazartesi sabahı bu kadar enerjik olabilen insanlara hayranlık duymadan edemiyorum.
“Garip bir şekilde yorgun görünüyorsun Asamura.“
Arkadaşım Maru Tomokazu, sandalyesini gürültüyle çekip önümdeki sıraya oturdu. Boyu benden oldukça uzun olduğu için aniden belirdiğinde kendimi ormanda balık tutarken bir anda bir ayıyla karşılaşmış gibi hissediyorum.
“Ah, Maru. Sadece herkesin tükenmez enerjisine hayranlık duyuyordum.“
“Ölmeye mi niyetlisin?“
“Sadece sabah biraz yoğun geçti. Rahat ol.“
Bu sabah düşüncelere o kadar dalmıştım ki ayakkabılıktan sınıfa yetişmek için koşmam gerekmişti.
“Üzgünüm ama bugün daha fazla işin var gibi görünüyor.“
“Ne demek istiyorsun?“ diye sordum, içimde ki garip bir hisle.
“Senin o sapığın, beni epeyce rahatsız etti. Seninle konuşmak için can atıyor, haberin olsun.“
“Son zamanlarda ne tür mangalar okuyorsun sen…?“
“Bunu şaka gibi geçiştirmeye çalışma. Tamamen ciddiyim.“
“Öyle diyorsun ama kim, neden beni takip etsin ki?“
Bu okulda birebir konuştuğum pek fazla insan yok. Maru’yu saymazsak geriye sadece Ayase-san, Narasaka-san ve havuzda birlikte vakit geçirdiğimiz kişiler kalıyor ama fazla düşünmeme gerek kalmadı çünkü cevabı hemen buldum. Maru, koridora doğru baktı, elini salladı ve gülümseyen bir erkek öğrenci sınıfa girdi.
“Bu buluşmayı ayarladığın için sağ ol, Tomokazu… Ve uzun zaman oldu, Asamura-kun.“
“Ha? Ah… evet?“ Bir an affaladım, bu yüzden selam vermekte geciktim.
Gelen kişi, tenis kulübünün düzenli oyuncularından, kısa ve boyalı saçlarıyla akıllı görünen Shinjou Keisuke’den başkası değildi. Havuzda bizimle birlikte olanlardan biriydi ve daha önce Ayase-san’la yan yana gördüğüm kişi de oydu—ki bu da beni kıskandıran şeydi. Suç onda değildi elbette ama onunla konuşurken içimde garip bir his vardı. Bunu açıkça belli etmemeye dikkat etmeliydim.
“Seni daha iyi tanımak istiyordu, bu yüzden hakkında bulabildiği her kaynaktan bilgi toplamış. Adam bildiğin tüylerimi diken diken etti.“ diye şikayet etti Maru.
“Öyle mi? Daha önce konuşmuştuk, bana doğrudan gelebilirdin.“
“Seni hâlâ pek tanımıyorum, o yüzden çok fazla üstüne düşüp rahatsız etmek istemedim.“
“Ve bu yüzden bana geldi, tanıştırmamı istedi.“ Maru, sesi hafifçe titreyerek iç çekti.
Ayrıca… Shinjou, Maru’ya “Tomokazu“ diye hitap etti, değil mi?
“Siz ikiniz yakın mısınız?“
“Pek sayılmaz, ortaokuldan beri tanışıyoruz. İkimiz de spor kulüplerinde olduğumuz için bazen birbirimizle bilgi alışverişi yapıyoruz.“
“Vay canına. Bunu hiç beklemiyordum.“ Gerçekten şaşırmıştım.
Farklı zamanlarda tanıştığım iki kişi aslında birbirini tanıyormuş. Bu tam da bir romanda karşılaşılabilecek bir şey gibi. Tüm yapboz parçalarının yerine oturup büyük resmi ortaya çıkarması gibi. Sanırım gerçek hayat, kurgudan daha garip olabiliyor.
“Peki, konuşmak istediğin şey neydi?“ diye sordum Shinjou-kun’a.
Dürüst olmak gerekirse, hiçbir fikrim yoktu.
“Evet, şey… Bir dakikan var mı?“ dedi, Maru’ya göz ucuyla bakarak bana doğru eğildi.
Muhtemelen bu konuşmanın sadece üçümüz arasında kalması gerektiğini ima ediyordu. Sonra alçak bir sesle konuşmaya başladı.
“Sen onun yakın arkadaşısın, o zaman Ayase’nin—benim sınıfımdaki Ayase’nin—onunla olan ilişkisini biliyor olmalısın değil mi?“ Shinjou, Maru’ya bakarak sordu.
“Hm…?“ Maru, bana döndü.
Muhtemelen Shinjou-kun’un bu konuyu bilmesine izin verip vermediğimi soruyordu. Sessizce başımı salladım ve konuşma devam etti.
“Tabii ki biliyorum. Ebeveynleri evlenince kardeş oldular. Ne olmuş?“
“Yani Ayase’yi hepimizden daha iyi tanıyan kişi sensin, Asamura-kun.“
“Sanırım öyle.“
…Öyle dedim ama kendi sözlerimden gerçekten şaşkına dönmüştüm. Az önce söylediğim şey, hissettiklerimi hiç de yansıtmıyordu. Aynı evde yaşıyor olabiliriz ama Ayase-san’ı gerçekten tanıdığımı düşünmek, küstahlıktan başka bir şey olmazdı. Bugün, onun uykulu ve savunmasız hâlini ilk kez görmüştüm mesela ama yine de Shinjou-kun’un varsayımına düşünmeden onay verdim… Belki de bu, içimde hâlâ biraz da olsa var olan duygusal dirençten kaynaklanıyordu.
“Seninle daha iyi tanışırsam, Ayase’yi de daha iyi anlayabileceğimi düşündüm.“
“Ne duyuyorum ben? Shinjou, yoksa Ayase’ye mi göz koydun?“
“Ee, şey… Sanırım, evet.“ Maru’nun keskin sorusu karşısında Shinjou-kun mahcup bir şekilde yanağını kaşıdı.
Ona bakarken içimde küçük bir hayranlık hissettim. Duygularını bu kadar açıkça dile getirebilmesi takdir edilesiydi. Beni en çok şaşırtan şey ise, Ayase-san’a karşı hisleri konusunda kıskançlık duymamam, duygularını bu kadar dürüstçe ifade edebilme yeteneğini kıskanmam oldu.
“Sen de mi, ha? Yaz tatilinden beri sayılar giderek artıyor. Zaten görünüşü her zaman dikkat çekiciydi, hakkında çıkan o kötü dedikoduların yalan olduğu ortaya çıkınca, peşine düşen erkeklerin çoğalması doğal tabii.“
“Bizi, ışığa üşüşen pervaneler gibi göstermesen olmaz mı?“
“Bir abi olarak bakınca, olay tam olarak böyle görünüyor. Öyle değil mi Asamura? Sonuçta, sırf küçük kız kardeşinin peşinde diye bir serserinin onunla samimiyet kurmasına izin vermezsin, değil mi?“
“Bir dakika, benim niyetim öyle değil! Yani… Bunu tamamen reddedersem yalan olur ama aynı zamanda Ayase’nin nasıl bir aileye sahip olduğunu da merak ettim!“
“Ahaha, burası mahkeme değil, bu kadar kendini savunmana gerek yok.“
Shinjou-kun’un gerçekten paniklediğini görmek beni kahkahalara boğdu. Yine de ciddi olduğu belliydi. Eğer gerçekten bu hedefe odaklanmış olsaydı, kesinlikle bambaşka bir yaklaşım kullanması gerekirdi.
“Eğer sadece okulda konuşursak, benim için fark etmez, ne zaman istersen.“
“Gerçekten mi…?! Harikasın, Asamura-kun!“
“Ama sadece okulda. Derslerden sonra işim var, o yüzden başka bir zaman ayarlamak zor olur.“
Bunu onu savuşturmak için söylemiyordum. Maru’nun beni o anime mağazasına sürüklediği o tek sefer dışında, okul dışında hiç görüşmemiştik zaten.
“Bu arada, bana ‘-kun’ diye hitap etmen garip hissettiriyor. Maru’ya ‘Tomokazu’ diyorsun, bana karşı da rahat olabilirsin.“
“Anladım. O zaman, Yuuta!“
“Aynen. Ben de sana ‘Shinjou’ diyeceğim.“
“Ne?! ‘Keisuke’ değil mi?“
“Dürüst olmak gerekirse soyadları kullanmayı tercih ederim. Maru için de aynısını yapıyorum.“
“Öyle mi… Peki, senin için böyle daha kolaysa şikayet etmeyeceğim. Neyse, tanıştığımıza sevindim, Yuuta!“
“Aynen, ben de ve bu yeni dostluğumuzu kutlamak için küçük bir sorum var. Maru, senin yardımına da ihtiyacım olacak.“
“Tabii, sor gitsin ama cevaplayabileceğim bir şey olsun.“ Shinjou kendinden emin bir ifade takındı.
Tam bir kurtuluş anında gelmiş gibi Shinjou’nun moda konusunda bilgili bir tip olduğu belliydi. Belki ondan birkaç tüyo alabilirdim. Tabii, Ayase-san’a karşı hisleri olduğunu bildiğim için içimde bir tereddüt yok değildi ama bu başka bir konu, o başka bir konu. Tarafsız bir açıdan bakarsak, duygularının benim sorumla hiçbir ilgisi yoktu.
“Sevgili olma ihtimalini falan bir kenara bırakalım, diyelim ki ilgilendiğin bir kız var ve bu kız bir partiye katılacak. Aklına kim gelirse artık.“
“Tamam, ve?“
“O partiye giderken nasıl kıyafetler seçerdin? Normalde giydiğin şeyleri mi yoksa farklı bir şey mi giyerdin?“
Maru, yaklaşan ilk ders için malzemelerini hazırlarken düşündü. Shinjou ise ciddi bir ifadeyle derin düşüncelere daldı. Sorumu geçiştirmeyip üzerinde gerçekten kafa yorması aslında ne kadar iyi biri olduğunu gösteriyordu.
“Yepyeni kıyafetler alacak kadar ileri gitmezdim ama elimdeki en iyi kıyafetleri seçerdim.“
“Anladım, anladım.“
Shinjou’dan beklenen bir cevaptı sonuçta şık görünmeye ne kadar önem verdiği ortadaydı. Maru da aynı fikirde gibiydi.
“Evet, ben de öyle yapardım.“
“Dur bir dakika, Maru? Sen de mi?“
“Neden şaşırdın ki?“
“Yani, seni tanıdığıma göre normal kıyafetlerinin en iyisi olduğunu söyleyeceğini sanıyordum.“
“Sana aşırıya kaçmanı söylemiyorum ama karşı taraf en azından çaba gösterdiğini anlamalı.“
“Anlamalı mı? Yani, kendini kasıyormuşsun gibi hissettirmemeli mi?“ Maru’nun argümanı beni şaşırtmıştı.
“Tabii, bu duruma göre değişir. Normal şartlarda sana katılırım. Gerçekten başkalarının rahatını önemseyen insanlar, bunun için verdikleri çabayı saklamaya çalışır ama bu sefer durum farklı. Burada bahsettiğimiz şey, TPO’nun ’O’su. Yani, ‘Occasion’ (Durum) farklı.“
“Kesinlikle. İlgilendiğin kızın da orada olması büyük bir faktör. Hatta, kendi görünüşünle ilgilenmemenin kötü bir davranış olacağını bile söyleyebilirim.“
“Shinjou’nun dediği gibi.“ Maru başını sallayıp devam etti. “Romantik bir şeyler hissettiğin birine önem verdiğini en küçük detaylarda bile göstermelisin. İster kuş olsun ister vahşi bir hayvan, kur yapma süreci her zaman karşı tarafın fark edeceği şekilde gerçekleşir.“
“Kur yapma mı…?“
Maru’nun ağzından “kur yapma“ kelimesini duyunca bir an afalladım ve düşünce akışımı kaybettim. Tabii Maru bunu kaçırmadı ve hemen ardından bombayı patlattı.
“Hadi bakalım, nereden çıktı bu soru? Nihayet Cinderella’nı mı buldun?“
Ve neden bu kadar mutlu görünüyor?
“Hiç de değil, sadece merakımdan sordum.“
“Dök bakalım, her şeyi anlat.“
“Sana anlatacak bir şeyim yok ve ayrıca gerçekten anlatacak bir şey de yok.“
“Ee? Birbirinizi nasıl tanıdınız peki?“
“Allah aşkına, dinlesene… Sadece sizin moda hakkındaki düşüncelerinizi öğrenmek istedim, hepsi bu.“
“Sadece düşünce tarzına hayran kaldım bir an. Yani, bir kızla bir yere giderken ne giyeceğini düşünmen falan. Şimdiye kadar hiç kafa yormadığım bir şey üzerine konuşuyor olmak beni gerçekten şaşırttı.“
“…Yani, normalde kıyafetleri pek düşünmez misin?“
“Hiç düşünmem, açıkçası. Sanırım bu konuya ilk defa kafa yordum. Garip ama… ferahlatıcı bir his,“ dedi Shinjou, gülümseyerek.
Benim için normal ve kendiliğinden gelişen bir şey, onun daha önce hiç düşünmediği bir konu çıkmıştı. Tersinden bakacak olursak, Shinjou için moda ve kıyafet seçimleri o kadar doğaldı ki üzerine düşünmesine bile gerek kalmıyordu. Oysa ben bilinçli olarak ne giyeceğimi düşünmek zorundaydım. Hep, bazı insanların doğuştan bu yeteneğe sahip olduğunu, bazılarının ise olmadığını sanırdım ama sanırım bu, “Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür.“ durumu.
“Bu arada, Shinjou stil sahibi gibi görünebilir ama aslında biraz hile yapıyor.“
“Hey, Tomokazu!“
“Ne demek istiyorsun?“
“Ah…“ Shinjou yanaklarını kaşıdı, pek istekli görünmüyordu ancak yine de açıkladı. “Şey… Küçük bir kız kardeşim var. Ortaokul son sınıfta. Beraber kıyafet alışverişine gittiğimizde, seçtiğim şeyleri beğenmezse direkt ’Abi, bu çok kötü görünüyor.’ falan diyor.“
“Kız kardeşin böyle mi yapıyor?“
“Aynen öyle. Sonuçta bir kız yani. O yüzden kıyafet alırken bir kızın fikrini almak her zaman işe yarıyor.“
“Demek ki illa kendi başına harika bir stil sahibi olmaya gerek yok. Bunu daha önce hiç düşünmemiştim.“
“Yuuta, neden sen de moda konusunda kendi kız kardeşinden yardım istemiyorsun?“
“Ayase-san’dan yardım almak mı? Sanmıyorum, bence bu iyi bir fikir değil…“
“Salak olma. Ayase ona kız kardeşten çok sınıf arkadaşı gibi geliyor, o yüzden bunu Shinjou’nun kardeşiyle kıyaslayamazsın.“ Maru dirseğini Shinjou’nun böğrüne geçirdi.
Pek nazik davrandığı da söylenemezdi çünkü Shinjou bir süre acıyla kıvranıp nefesini toparlamak zorunda kaldı.
“A-anladım… O zaman kendi kız kardeşime mi sorayım?“
“Muhtemelen daha da kötü olur.“
Onun kız kardeşini böyle bir şeye dahil etmek bana haksızlık gibi gelirdi.
“Ama bilmelisin ki kızlar aslında bu tarz şeylere bayılır. Benim kardeşim, arkadaşlarımın fotoğraflarına bakmaya bayılıyor. Oradan yola çıkarak, tenis kulübündeki çocuklara saç stilleri ya da kıyafetleri hakkında tavsiyeler vermemi sağlıyor.“
“Demek sizin o aranızdaki muhabbet bundan ibaretmiş…? Ah, şimdi her şey yerine oturdu.“
Kardeşi olan öğrenciler, tek çocuk olanlara kıyasla genellikle daha fazla üst-alt sınıf bağlantısına sahip oluyor. Bunu ortaokuldan beri fark ediyordum. Hep merak etmişimdir neden böyle olduğunu, sanırım bu noktada kardeşlerle ilgili sohbet becerileri devreye giriyor ve çevrelerindeki insanlarla yeni ilişkiler kurmalarına yardımcı oluyor. Belki de Shinjou’nun arkadaş grubunda bu kadar stil sahibi ve yakışıklı çocukların olması, birbirlerini sürekli alt etmeye çalıştıkları için değil aksine sürekli bilgi alışverişinde bulunup aynı ortamı paylaşmalarının doğal bir sonucu.
“Madem diğer çocuklar da böyle yapıyor, senin de rahatça kardeşinden tavsiye almanda hiçbir sakınca yok, Yuuta. Bana birkaç fotoğrafını at, ben de onları ona iletirim, sorun değil.“
“Buna pek acil ihtiyacım yok… ama aklımda bulunsun, sağ ol.“
“Bizim beyzbol kulübünde de moda anlayışı aşağı yukarı aynı. Ya çevren seni stil sahibi olmaya iter ya da deli gibi çalışıp bunu kendi başına öğrenmek zorunda kalırsın. Bu ikisinden biri olmadan fazla yol kat edemezsin. Bir de en yeni trendleri falan her zaman yakalamak zorunda değilsin, bu yüzden acele etmene hiç gerek yok.“ dedi Maru.
Benim şu anki sıkıntılarımı ayrıntılı bilmesine imkân yoktu ama verdiği tavsiyeler tam da içimden geçenleri okuyormuş gibi yerindeydi. İşte güvenilir dost dediğin böyle olur. Bu durumda, Ayase-san’la ilgili meseleleri Maru’nun yanında açmamak en iyisi olabilirdi. Yoksa bu gidişle her şeyi itiraf ettirecek bana…
“Hey, Shinjou, zil çaldı. Dersine dön! Dağıl!“
“Ciddi misin?! Bu kadar geç mi oldu?“
Hızlıca LINE kimliklerimizi değiş tokuş ettik.
“Eğlenceliydi, çocuklar. Tekrar uğrarım bir ara!“
“Beklemiyoruz,“ dedi Maru.
“Görüşürüz.“
Shinjou, elini sallayarak sınıfımızdan ayrıldı. Onunla konuşabildiğim için içten içe gerçekten mutlu oldum. Onu hep bambaşka bir türden biri olarak görmüştüm ama bu sohbet sayesinde aslında düşündüğümden çok daha fazla ortak noktamız olduğunu fark ettim. Aynı zamanda, kendi giyim tarzımı da biraz daha ciddiye almam gerektiğine karar verdim.
Ekim ayının ikinci yarısına geldiğimizden, gün batımları artık yaz aylarına kıyasla çok daha hızlı gerçekleşiyordu. Derslerim bittiğinde, eve uğramadan doğrudan işe gitmeye karar verdim. Çalıştığım yere vardığımda güneş çoktan doğu ufkuna yakın bir noktaya inmişti. Sanırım tam anlamıyla 5 civarında tamamen kaybolacak.
Bir iki ay içinde kışın ortasına varacağız. Şu serin esintinin dondurucu bir kış rüzgârına dönüşmesi an meselesi. Artık bisikletle bir yerlere giderken kalın bir kazak giymeden yola çıkmak imkânsız hale geldi ama iş yerinde, soyunma odasında onu çıkarmam gerekiyordu. Üstümü değiştirip üniformamı giydikten sonra ana ofise geçtiğimde, karşıma Ayase-san ve Yomiuri-senpai çıktı. Bugünkü vardiyamda ikisi de benimle birlikte çalışıyordu.
“Günaydın, Junior-kun.“
İlk olarak dönen ve beni selamlayan Yomiuri-senpai oldu. Bunu tamamen doğaçlama bir şekilde yapmıştı. Kitapçımızın sade üniformasını giymiş, üstüne de klasik önlüğümüzü takmıştı. Uzun, parlak siyah saçlarıyla tam anlamıyla Japon güzelliğini yansıtıyordu.
“Günaydın—Bekle, vardiyanın bitmesine az kaldı. Bu saatlerde ’iyi akşamlar’ demek gerekmez mi?“
“Bu sektör terminolojisi, tamam mı?“
“Hangi gizli sektörün parçası olduğunu bilmiyorum ama kitapçılık işinden ne kadar uzak olduğu konusunda neredeyse eminim. Neymiş bakalım?“
“Şakamı öylece unutulmaya terk etme. Bu kadar olgun bir tepki vermek, benim gibi olgun bir yetişkin için fazla sıkıcı, hıçk…“
Gördüğüm tek şey, genç bir kadının bedenine hapsolmuş orta yaşlı bir adamın çocukça davranışlarıydı.
“Saki-chan ve ben bugün kasa görevlisi olmaya mahkûmuz.“
“Ah, anladım.“
Şimdi Ayase-san’ın neden ölü balık gibi baktığı belli oldu. Açıkçası ben kasa görevinden pek rahatsız olmam ama kitapçıda çalışmanın en can sıkıcı kısmı olduğu su götürmez bir gerçek. Kasayla ya da danışmayla ilgili herhangi bir iş, en zahmetli olanıdır.
“Hatırlamam gereken o kadar çok şey var ki.“
“Ama sevgili Saki-chan, her şeyi ilk iki hafta içinde öğrendin bile.“
“Aşağı yukarı her şeyi, evet fakat arada sırada hâlâ hata yapıyorum.“
“Çok çalışkan, hem de çok. Benim tamamen alışmam üç ayımı almıştı. Üstelik işe ilk başladığımdan daha dikkatsiz hale geldim.“
“Gerçekten mi?“
“Şimdi çok daha fazla ödeme yöntemi var. Kredi kartları bir yana, uygulamalar üzerinden ödeme yapan müşteri sayısı da epey fazla. Neyse ki yakında hem kart hem de uygulamalarla aynı anda işlem yapabilen yeni makineler gelecekmiş, şükürler olsun.“
“Ah, demek sonunda bize de geliyor?“
Bu vardiyaya başlamak için harika bir haberdi. Kasa işlemlerini epey kolaylaştıracaktır.
“Tabii, ödeme yöntemlerinin sayısı artarken, yol boyunca kaybettiklerimiz de oldu. Eskiden insanlar sık sık kütüphane kartı kullanırdı artık pek gören yok.“
Ayase-san, duyduğu şey karşısında şaşkın görünüyordu.
“Kütüphane kartı da ne?“
“Wohaaaaa?!“
Senpai, bu sesi nasıl çıkardın acaba?
“İnanamıyorum, işte burada! Hakkında çok şey duyduğum nesil farkı! Junior-kun, az önce duydun mu? İşte buna pırıl pırıl liseli kız hareketi denir. Bir zoomer tarafından kutsandık!“
“Nesil farkının bu kadar büyük bir bilgi uçurumuna sebep olabileceğini sanmıyorum…“
“Her şey bitti… Artık bir saray nedimesiyim… Kimsenin yüzüne bakmadığı, unutulmuş bir saray kadını… Wahhhhh.“
“Şimdi neden kelimelerle ağlıyorsun? Ayrıca kimse ağlarken böyle şeyler söylemez.“
“O zaman ’waaaah aaaah waaah’ nasıl olur?“
Şimdi de sadece rastgele heceler ekliyor.
“Yani, şey… Kütüphane kartı tam olarak ne?“
Vardiyamız başlamadan önce, Ayase-san’a bu eski ödeme yöntemi olan kütüphane kartını açıklamak için elimizden geleni yaptık ama bir türlü kafasında oturtamadı. Kütüphane kartları ve kırtasiye kuponları gibi kağıt tabanlı ödeme yöntemleri artık tarihe karışmıştı. Hatta fiziksel telefon kartları bile yavaş yavaş yok oluyordu.
Kızların kasaya geçtiğini göz ucuyla izlerken, ben de arkamdaki el arabasını kitap raflarına doğru sürmeye başladım. Arabanın üstünde, iade edilecek kitapları yerleştirmek için boş bir karton kutu duruyordu. Bugün iade edilecek kitapların listesini elime alıp zihinsel olarak hazırlanırken derin bir nefes aldım.
“Peki, bakalım…“
Büyüklerden başlamalıyım. Bu tür işlerin püf noktası önce büyük kitapları aradan çıkarmaktır. Henüz yorgun düşmediğin için enerjini büyük engelleri aşmaya harcamalısın. Üstelik büyük kitapları hallettikçe daha fazla iş bitirmiş gibi hissedip motivasyon kazanırsın. Küçük kitaplarla başlarsan ise zaman kaybediyormuşsun gibi gelir ve gereksiz bir halsizlik hissine kapılırsın.
Bu durumda elimde büyük boyutlu dergiler vardı. Rafların önündeki düz masaya göz gezdirip yarın yeni sayıları çıkacak olan dergileri seçtim ve onları karton kutuya yerleştirdim. Eğer yalnızca bir iki tane kalmışsa, bazıları düz masadan alınıp raflara yerleştirilirdi, bu yüzden buna da dikkat etmek gerekiyordu. Sadece ciltlerine bakarak doğru olanları seçmek zaman alıyordu ama her şeyi eksiksiz aldım.
Çalışırken, neredeyse hiç dokunulmamış gibi görünen bir erkek moda dergisi gözüme çarptı. Sayfaları o kadar keskin duruyordu ki kışın bu tür şeylerden parmağımı kesmişliğim bile vardı. Kapakta, şık giyimli bir adam poz veriyordu. Genel olarak aynı tür kitaplar ve dergiler aynı gün gelir ve gider, bu yüzden yarın yeni dergilerin gelmesi tamamen bir tesadüftü. Muhtemelen daha önce de defalarca bu tarz moda dergilerine göz gezdirmiştim ama hiç üzerine düşünmemiştim.
Demek şu anda moda olan kıyafetler bunlar… Açıkçası, benim için farkı anlamak pek de kolay değil. Düşününce, genellikle erkek ve kadın moda dergileri ayrı bölümlerde bulunur, insanlar karşı cinsin moda trendlerine de göz atıyor mudur acaba? Yoksa daha çok kendi tarzlarına mı odaklanırlar, başkalarının ne düşüneceğinden bağımsız olarak? Yani, nasıl ben tuhaf bir kadın saç modelini “sevimli“ bulamayabilirim, bir kadın da erkek moda dergisindeki kıyafetlerde rafine bir zevk göremeyebilir… olabilir mi?
Sabah Maru ve Shinjou’dan, yani iki erkekten fikir alma şansım olmuştu ama bir kadının bu konuya nasıl baktığını da merak ediyordum. Şans eseri Yomiuri-senpai burada olduğuna göre, bunu ona sorabilirdim. Gerekli işlerimi tamamladıktan sonra, hemen taşıma arabasını yerine koyup kasaya yöneldim. Beni gören Ayase-san anında yerinden fırladı.
“Bakım işlerini ben halledeceğim,“ dedi ve kitap raflarının olduğu bölgeye doğru uzaklaştı.
Neden bu kadar telaşlıydı? Geçerken bana bir bakış attı sanki ama bu bakışın anlamı neydi…?
Günün bu saatlerinde, yani akşama doğru, kitapçı içeride birkaç saat öncesine kıyasla çok daha sakindi. Sonuç olarak neredeyse boş boş oturuyorduk. Kasalarda ne bende ne de Yomiuri-senpai’nin tarafında sıra vardı. Yapacak pek bir şey kalmadığından ve yanımda Yomiuri-senpai de olduğundan, bu fırsatı değerlendirip ona danışmaya karar verdim.
“Ayase-san’la bir şey mi konuşuyordunuz?“
“Hiçbir şey! Boş ver gitsin~“
“…Öyle diyorsan?“
Beni ilgilendirmeyen bir konuya fazla burnumu sokmam doğru olmazdı. Özellikle de konunun benim hakkımda olma ihtimali varsa… Sırf bu ihtimal bile tüylerimi diken diken etmeye yetiyordu.
“Hm? Bir şey mi var, Junior-kun? Uykulu bir kurbağa gibi görünüyorsun.“
“Nasıl bir yüz ifadesi o?“
“Şöyle bir şey.“
Gözlerini yarı kapatıp çenesini öne çıkardı ve yukarı doğru baktı. Ağzını da açarak, beslenmeyi bekleyen minik bir civciv gibi duruyordu… Bu ne şimdi? Ben gerçekten böyle mi görünüyordum?
Garip bir muhabbete çekilmemek için asıl soruyu sormaya karar verdim. Tabii ki, hassas detayları atlayarak.
“Tamam, tamamen varsayımsal bir soru bu. Diyelim ki bir sevgilin var ve onunla randevuya çıkıyorsun.“
“…Hee, hee.“
Hah? Bir saniye, neden öyle güldü şimdi?
“Her neyse… Sevgilinin şık giyinmesini isterdin, değil mi?“
Yomiuri-senpai, çenesine bir parmağını koyup tekrar tavana baktı. Dudaklarını büzerek boşluğa dalmış hâli, dürüst olmak gerekirse oldukça sevimliydi. O kadar zarif ve olgun bir üniversite öğrencisine benziyordu ki az önce yaptığı “uykulu kurbağa“ taklidini nasıl başardığını sorgulamadan edemedim.
“Eğer fazla şık giyinirse, üzerimde büyük bir baskı hissederdim.“
“Baskı mı diyorsun?“
Başka bir deyişle, bu durum kızın da dış görünüşüne fazlasıyla dikkat etmesine sebep olur ve ona büyük bir kaygı ve zihinsel yorgunluk yükleyebilirdi. Hımm, bu önemli bir bilgi…
“Öte yandan…“
“Hm?“
Yomiuri-senpai’nin sesi bir anlığına temkinlilik tonu kazandı.
“Bunu bir kenara bırakırsak aşırıya kaçmasına gerek yok. Sadece beni mutlu etmek için biraz özen gösterdiğini bilmek bile, bana değer verildiğimi hissettirmeye yeterdi.“
Bu sözler beni şaşkınlığa sürükledi. Maru da bu sabah benzer bir şey söylemişti. Birine duyulan ilginin ve ona gösterilen özenin, diğer her şey kadar önemli olduğunu vurgulamıştı. Öte yandan, Yomiuri-senpai’nin bakış açısı, birinin partnerine uyum sağlamak için özen göstermesinin aslında ne kadar değer verdiğinin bir göstergesi olduğunu savunuyordu. Eğer bir erkek bunu onun için yaparsa bunu sevimli bulacağını ve sonuç olarak mutlu olacağını söylüyordu.
“Bu değerli ipuçları için çok teşekkür ederim. Ne demek istediğini anladım ama bir erkeğe ’sevimli’ demek pek de iltifat sayılmaz, değil mi?“
“Öyle mi düşünüyorsun?“
“Böyle bir övgü almak beni pek mutlu etmezdi açıkçası…“
“Sözcükler, söylendikleri bağlama göre anlam kazanır, Junior-kun. Kendini kitap aşığı olarak tanımlayan biri olarak bunun farkında olmalısın!“
“Bağlam… Öyleyse, bu bağlamda ’sevimli’ kelimesi ne anlama geliyor?“
“Saygı!“
“Bunu sormamam gerektiğini biliyordum…“
“Şaka yapıyorum, aslında anlamı…“
Tam o sırada Yomiuri-senpai, kasaya yaklaşan bir müşteriyi fark etti ve anında iş moduna geçti. Cümlesinin devamını öyle hızlı söyledi ki ne dediğini ancak sonradan idrak edebildim.
“’Seni gerçekten çok seviyorum, şanslı çocuk’ anlamına geliyor.“
Ayase-san’ın bu kadar üşümüş olmasına rağmen eldiven takmaması bana garip gelmişti sanırım onun için henüz kış hazırlıklarına başlamak için erken sayılırdı.
Shibuya tren istasyonundaki termometre 9°C gösteriyordu. Mevsime göre beklenmedik bir soğuktu bu.
“Yolda bir markete uğrayıp sıcak bir şeyler alalım mı?“ diye sordum.
“Boşver, gerek yok. Zaten az kaldı, eve varınca hemen ısınırım. Sadece israf olur,“ dedi Ayase-san, ellerini kollarına daha sıkı sararak.
“Tamam… Sanırım haklısın.“
Yine de, onun üşüdüğünü görmek içimde garip bir huzursuzluk yaratmıştı. Dışarıdan soğukkanlı görünse de, bu tür küçük detaylardan rahatsız olup olmadığını merak ediyordum. Kendi ellerime baktım—ceplerimin içinde sıcaktılar. Bir an için içimden, acaba eldivenlerimi versem mi? diye geçirdim ama o, büyük ihtimalle böyle bir şeyi kabul etmezdi.
Bu tür anlarda, içinde bulunduğumuz ilişkiyi göz önünde bulundurduğumda nasıl hareket etmem gerektiğinden pek emin olamıyorum. Eğer iki elim de bisikletin gidonunda olmak zorunda olmasaydı, belki elini tutmak bir seçenek olabilirdi. Bir zamanlar okuduğum bir mangada, ana karakter kızın elini zorla kendi cebine sokarak onu ısıtmıştı ama bunun gibi utanç verici bir hareketin sadece gerçek çiftler için ayrılmış bir şey olduğunu düşünüyorum. Biri bana böyle bir şey yapıp yapamayacağımı sorsa, muhtemelen yüzümü kurtarmak için kibarca reddederdim. (Utanacağından bahsediyor sanırım)
Başka bir deyişle, belki de Ayase-san ile arzuladığım ilişki romantik bir bağdan ziyade, birbirine önem veren üvey kardeşler olmaktı ancak bu da aklımda başka bir soru doğuruyordu: Ayase-san’a karşı hissettiğim şey gerçekten romantik bir ilgi mi, yoksa değil mi? O gün bana yönelttiği soruya hâlâ kesin bir cevap bulabilmiş değilim.
Düşüncelerim arasında kaybolmuşken, Ayase-san çoktan ellerini ceplerine sokmuştu.
“Ne oldu?“ diye sordu.
“Ah, şey…“
O an içimde dolaşan düşünceleri ona itiraf etmemin imkânı yoktu, bu yüzden aceleyle konuyu değiştirebileceğim bir şeyler aramaya başladım. Ayase-san’ın üzerindeki kıyafetlere göz gezdirirken bir fikir aklıma geldi.
“Kıyafetin…“
“Hm?“
“Yani, ilk kez yazın tanışmıştık değil mi? Seni kışlık kıyafetlerle görmek bana biraz… değişik geldi.“
“Tuhaf mı duruyor?“
“Hayır, hiç de değil. Um… gayet güzel görünüyor.“
Ayase-san’ın bedeni hafifçe gerildi, bunu belli belirsiz fark edebiliyordum. Sonra gözlerini öne çevirdi.
“İltifatla benden bir şey elde edemezsin.“
“Sadece içimden geçenleri söyledim.“
“Öyle mi…, bu tam senlik bir şey Asamura-kun…“
Ne demek istediğini tam olarak anlayamadım.
“Yarın alışverişe gitmeyi dört gözle bekliyorum.“
“Ben de.“
Konuşmamız bu son cümleyle birlikte sönüp gitti ve yolun geri kalanında sessizce yürümeye devam ettik. Sokak lambalarının oluşturduğu ışık halkalarının altından geçtikçe, Ayase-san’ın yüzü belli belirsiz aydınlanıyordu. Dik bir duruşla yürüyen siluetine gözlerimi dikip bir anlığına kendimi ona bakarken yakaladım.
Güzel, diye düşündüm. Fazla konuşmamış olsak da bu beni hayal kırıklığına uğratmadı. Tam aksine, işten eve kadar süren bu kısa yolculuk ve onunla geçirdiğim kısacık zaman bile beni fazlasıyla mutlu etmeye yetiyordu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.