Yukarı Çık




46   Önceki Bölüm 

           
21 Ekim (Çarşamba) – Asamura Yuuta





Sabahın soğuk havası battaniyemin altına girmişti, uyanınca bacaklarımı birbirine sürterek ısınmaya çalıştım. Bundan sonra tam anlamıyla kış mevsimine yaklaşacağımız için sabahları uyanmak gitgide daha zor hale gelecek. Kendimi yataktan kalkmaya zorlamak için battaniyemi havaya savurduğum anda sıcacık dokusunu özlemeye başladım. Tam o sırada alarmım çaldı. Hiç beklemeden elimi hızla uzatıp o kulak tırmalayan sesi susturdum.

“Ben kazandım.“

Tabi bu hayali savaşın bana hiçbir getirisi yok ama küçük zaferler gün içindeki ruh halimi şekillendirmeme yardımcı oluyor… Gerçi bu biraz abartı olabilir. Her neyse bugün Narasaka-san’ın doğum günü partisi var. Bunun getirdiği tuhaf bir baskı hissi içimi sardı fakat okula hazırlanırken bunu görmezden gelmeye çalıştım. Asıl endişem onun davet ettiği diğer insanlarla iyi anlaşamamam ihtimaliydi.

Hazırlıklarımı bitirdikten sonra oturma odasına geçtim. Görünüşe göre Ayase-san kahvaltısını çoktan bitirmişti; şu an kullanılmış tabakları temizleyip kurutma rafına yerleştiriyordu.

“Günaydın. Bugün erken kalkmışsın?”

“Tren istasyonuna uğrayıp hediye almam lazım.”

Ona seslendiğimde hemen çantasını kaptı. Ah, evet. Bu sabah hediye alacağını söylemişti. Yeni hatırladım.

“Ben çıkıyorum.”

“Tamam, dikkat et, Saki-chan.”

“Görüşürüz, Nii-san.”

“Görüşürüz, Ayase-san.”

“Hm.” Ayase-san başını hafifçe sallayıp kapıdan çıktı.

“Baba, sen hâlâ rahat rahat oturuyorsun?”

“Evet, bugün acele etmeme gerek yok.”

Sanırım son zamanlarda iş yükü biraz hafifledi. Pirinç pişiricisinin kapağını açtım, yüzüme hafif bir buhar vurdu. Tatlımsı, mis gibi kokan altın sarısı pirincin kokusu burnuma geldi.

“Bu da ne…”

“Kestaneli pilav. Gerçekten çok lezzetlidir. Saki-chan pilav yapma konusunda öyle iyi ki haksızlık gibi geliyor insana.”

Eğer Ayase-san burada olsaydı muhtemelen “Sadece birkaç malzeme ekledim, hepsi bu.” derdi. Ama dediği gibi…

“Gerçekten harika görünüyor.”

Küçük bir kaseye biraz pilav koyup boş bir sandalyeye oturdum. Başka neler var…? Yılan balıklı turp turşusu, birkaç erik… Ve tabii ki her zamanki miso çorbası da eksik olmamalı. Üstelik bugün üstüne biraz da soğan eklenmiş. Babamın önündeki pilav kasesi ise çoktan boşalmıştı.

“Bir porsiyon daha ister misin baba?”

“Yok, sağ ol. Zaten birazdan çıkmam lazım.”

“Anladım.”

Pilavın içine karışan kestaneler başparmağım büyüklüğündeydi. Yemek çubuklarımla bir tane aldım ve ağzıma attım.

“Ah! Sıcak!”

Buharı tüten kestane hemen dağılıp ağzımı tatlı bir lezzetle doldurdu. Gerçekten de tam bir sonbahar tadıydı.

“Evet, gerçekten çok lezzetli.”

“Değil mi?”

“Bunu gün boyu yiyebilirim.”

Demek bu yüzden yan yemekleri minimumda tutmuş. Babam sonunda işe gitmek için evden çıktı, ben de kendi tabaklarımı temizleyip bulaşık makinesine yerleştirdim. Bugün iki porsiyon fazladan yedim, biraz tıka basa doyduğumu hissediyorum. Ayase-san da epey önce evden çıkmıştı. Neyse ki bugün bisikletle gidersem dersler başlamadan yetişirim.

Fakat hava o kadar soğuktu ki gidonlara tutunan ellerim acıyordu. Nefesimin buğusunu görecek kadar soğuk değildi ama yine de okula keyifli bir yolculuk yapacak kadar sıcak da sayılmazdı. Kış gerçekten kapıya dayandı.

Sonunda zil çalmadan üç dakika önce sınıfa varmayı başardım.

Dersler göz açıp kapayıncaya kadar bitti.

“Yarın görüşürüz, Asamura.” Maru kısa bir veda edip kulüp odasına doğru yol aldı.

Şimdi sırada doğum günü partisi var.

Öğleden sonra Ayase-san’dan bir mesaj almıştım: “Ben oraya ayrı gideceğim, sen önce çıkabilirsin.“

Ayase-san acaba günlük kıyafetlerini mi giydi? Eskiden kendi kıyafetlerimle dışarı çıkarken gergin ve tedirgin hissederdim ama artık işler farklı. Tek yapmam gereken kendime güvenle yürümek ve Ayase-san’ın moda seçimlerine güvenmek. Ön girişe doğru ilerleyip dışarı ayakkabılarımı giydim. O sırada formayla koşuşturan bir çocuk fark ettim. Yanında okul çantası olmadığına göre eve gitmiyordu. Muhtemelen bir spor kulübüne ya da benzeri bir etkinliğe gidiyordu.

Arkadan bakınca tam emin olamıyorum ama… Bu Shinjou değil mi? Bir dakika, yoksa Narasaka-san’ın doğum günü partisine gelmiyor mu? Onu orada görmeyi kesin gözüyle bakıyordum. Yoksa antrenmandan sonra mı bize katılacak? Açıkçası tenis antrenmanına bu kadar tutkuyla bağlı olduğunu bilmiyordum.

Her neyse, bisikletime atlayıp eve doğru pedal çevirdim. Ayase-san ortalıkta yoktu. Muhtemelen kıyafetlerini değiştirdikten sonra çoktan çıkmıştı ya da daha eve bile uğramamıştı. Zaten asıl buluşma yerinde bir araya geleceğimiz için endişelenecek bir şey yoktu.

Tek bildiğim, artık kıyafetim konusunda endişelenmeme gerek olmadığıydı. Ayase-san’ın moda konusundaki yeteneğine ve keskin zevkine güvenmem yeterliydi. Yeni aldığım ceketi giyip telefonumdan LINE uygulamasını açtım. Narasaka-san’dan adresini istedikten birkaç saniye sonra, bana bir harita eklenmiş bir yanıt gönderdi.

“Demek orası ha?”

Burası dershaneye yakındı ve daha önce Ayase-san’ı Narasaka-san’ın evine giderken görmüştüm, bu yüzden zaten kafamda kabaca bir fikir oluşmuştu. Üstelik bisikletimi güvenli bir şekilde bırakabileceğim küçük bir alan da vardı. Bisikletime atlayıp yola koyuldum ve kısa sürede Narasaka-san’ın evinin olduğu bölgeye ulaştım. Haritayı açıp yakınlaştırdım. Soluma ve sağıma bakındıktan sonra, önümdeki büyük yeşil tabelada yazan şirket adının haritadakiyle eşleştiğini fark ettim. Böylece tam olarak nerede olduğumu anlayabildim.

Bundan sonra bisikletime binmek yerine onu iterek ilerledim. Bu dar sokağın kaldırım taşları o kadar engebeliydi ki bisikletim yol boyunca sürekli zıplayıp duruyordu. Neyse ki hedefime varmam sadece birkaç dakikamı aldı. Narasaka-san’ın mesajında bahsettiği yere bisikletimi park ettim ve apartmana girdim.

Kapı zilini çalmadan önce LINE’dan ona bir mesaj göndermeye karar verdim. Umarım şu an evdedir çünkü aile üyelerinden biri interkomu açarsa ne yapacağımı bilemem. Neyse ki endişelenmeme gerek kalmadı. LINE’dan bir yanıt almadan önce, sokağın karşısından binaya doğru yürüyen Ayase-san ve Narasaka-san’ı fark ettim. Ön kapı açıldı ve ikisi de yanıma geldi.

(İnterkom: Dahili iletişimi ve güvenliği sağlayan bir sistem diyebiliriz. Ses veya video aktarımlarını iletmek ve almak üzere tasarlanmış iki yönlü elektronik iletişim cihazları, mikrofona konuşan bir kişinin farklı bir oda veya alandaki kişiler tarafından hoparlörden duyulmasını sağlar.)

Ayase-san, bol dokulu bir kazak, üzerine yumuşak tüylü bir hırka ve kot bir etek giymişti. Tam da onun tarzına uygun bir kıyafetti. Havanın bu kadar soğuk olduğu bir günde üşüyüp üşümeyeceği konusunda biraz endişelendim. Beni fark edince el salladı. Narasaka-san ise her zamanki gibi abartılı davrandı, havaalanında uçak yönlendiren görevliler gibi ellerini coşkuyla sallıyordu. Hareketleri tam olarak neye benziyor bilmiyorum ama… Küçük bir hayvan gibi, sanırım.

“Çok bekledin mi~?“

“Hayır, ben de daha yeni geldim.“ Elimi kaldırıp sallayarak etrafa göz gezdirdim.

Görünüşe göre şu an sadece ikisi buradaydı.

“Hadi, başlayalım artık! Asansöre, asansöre!“

Bir dakika. Burada bir gariplik var.

“Diğerleri nerede?“

“Hm?“

Bana, ‘Neden bahsediyorsun ki~?’ der gibi kafasını yana eğip şaşkın şaşkın baktı. Hayır, asıl ben şu an şaşkınım.

“Davet ettiğin diğer insanlar…?“

“Kimseyi daha çağırmadım ki~ Sadece ikinizi davet ettim.“

“Sadece… Ayase-san ve ben mi? Neden?“

“Ee… Öyle hissettiğim için?“

Bunu bir cevap olarak kabul etmiyorum. Bu nasıl bir açıklama böyle?

“Hadi, hadi, dışarıda konuşmayalım, soğuk burası.“

“Ş-Şey…“ Ne diyeceğimi bilemez halde Ayase-san’a baktım ama o sadece bakışlarını kaçırdı.

Bir dakika… Yoksa Ayase-san bundan haberdar mıydı? Öylece durup onun ifadesini incelerken, Narasaka-san’ın ağzından çıkan kısa bir mırıldanmayı tamamen kaçırdım. Sesi hızla havada kaybolup gitti.

Asansörden indik ve üzerinde hoş geldiniz yazan bir paspasın serili olduğu bir kapının önüne geldik. Narasaka-san cebinden bir anahtar çıkarıp kapıyı açtı.

“Tamam, haydi, buyurun. Resmiyete gerek yok, kendinizi evinizde gibi hissedin.“

“Maaya, şu terlikleri kullanabilir miyim?“

“Ah, evet. Asamura-kun, sen de bunları giyebilirsin.“

Başımı sallayıp üzerlerinde ayı deseni olan terlikleri ayağıma geçirdim. Dar giriş koridorundan geçip salona ve mutfağa ulaştık. İlk izlenimim oldukça geniş olduğuydu. Genel yapısı bizim evimizle hemen hemen aynıydı.

“Bugün buraya geçiyoruz!“ dedi Narasaka-san, sol eliyle bir kapıyı açarken.

“Salonda oturmayacak mıyız?“ Ayase-san biraz şaşırmış bir ses tonuyla sordu.

“Sonuçta sadece biz üç kişiyiz.“ Narasaka-san bunu söylerken en ufak bir tereddüt bile göstermedi.

Bir dakika… Yani Narasaka-san’ın odasında mı olacağız? Şaşkınlığım gitgide artıyordu. Bir kızın odası… Bunu düşünmek bile sırtımdan soğuk terler dökmeme sebep oldu. Üvey kardeş olduğumuzdan beri Ayase-san’ın odasını fark etmemek için elimden geleni yapıyordum. Kapısı kapalıyken bile bilinçli olarak gözlerimi kaçırıyordum.

Ama Narasaka-san en ufak bir çekince göstermeden bizi doğrudan odasına davet etti. Kapıyı açıp içeri dalmak üzereyken, Ayase-san aniden kolunu yakalayıp onu durdurdu ve kapıyı tekrar kapattı.

“Maaya, bu sonradan başına dert açmaz değil mi?“

“Hm? Ne demek istiyorsun?“

“Şey… Benim için sorun yok ama Asamura-kun da bizimle, hatırlıyorsun değil mi? Onun öylece içeri girmesine gerçekten sorun etmiyor musun?“

“Eeerm…“ Narasaka-san bir parmağını çenesine koyup tavana bakarak düşünce dünyasına daldı. “Bütün yetişkin kitaplarını çekmeceye sakladım, etrafta duran temiz çamaşırları topladım ve okul üniformamı da dolaba kaldırdım. Yani sorun olmamalı.“

Bu kadar büyük şok üst üste gelince, en iyi seçeneğin zihnimi tamamen boşaltmak olduğuna karar verdim. Ben bir hiçim. Boşluk. Boşluk benim, ben boşluğum. Az önce hiçbir şey duymadım ama bir saniye… Bunların seni nasıl “iyi bir kız” yaptığıyla ilgili biri bana açıklama yapabilir mi?

“Ş-Şapşal! Sesini alçalt biraz!“

“Erkek kardeşlerimin yanında söylemiyorum, o yüzden sıkıntı yok.“

“Senden beklediğim en temel sağduyu seviyesi bu zaten!“

“Eee, o zaman problem ne?“

“Şey… yani… güvenli mi?“

“Aşırı pimpiriklisin gerçekten! Sorun çıkmaz, korkmana gerek yok.“

“Tam da bu cümle yüzünden daha da korkmaya başladım!“

Ayase-san iç çekip kapının önünden çekildi böylece Narasaka-san kapıyı yeniden açtı.

“Rahatsız ettiğim için üzgünüm…“ diye mırıldandı Ayase-san ve içeri adım attı. Onu hemen arkasından takip ettim.

Oda yaklaşık 10 metrekareydi, pencerenin yanında bir yatak duruyordu. Sol taraftaki duvar boyunca çalışma masası gibi görünen bir masa vardı. Küçük detayları didik didik etmeden bile bunu anlayabiliyordum. Gözüme takılabilecek herhangi bir şeyden kaçınarak kendi işime bakmaya çalıştım. Absit omen! Kendimi sakinleştirmek için eski bir deyişi içimden tekrar ettim. Bu özellikle kar fırtınalarına karşı söylenen bir deyişti, zira Ayase-san’ın bir kar yığını altında kalmasını istemezdim. Gerçi bunun gerçekten bir çığ felaketini önleyip önlemediğine dair kesin bir kanıtım yoktu.

(ABSİT OMEN: ‘İnşallah yanılırım’, ‘tanrı bizi korusun’, ‘nazarlardan saklasın’ anlamında kullanılır.)

“Vay be,“ dedi Ayase-san hayranlıkla. “Demek gerçekten düzenlisin.“

“Eğer düzenli olmazsam, kardeşlerime kötü örnek olur.“

Bu mantıklı. O tam anlamıyla bir abla gibi düşünüyor.

“Hadi, oturun artık.“

Narasaka-san, yuvarlak ve alçak bir masanın etrafına üç minder yerleştirdi ve Ayase-san’la beni içeri davet etti. İlk olarak kendisi oturdu, biz de onu takip ettik. Ah, en kapıya yakın minderi seçmiş. Daha biz yeni oturmuştuk ki aniden ayağa fırladı.

“Hadi, içecek bir şeyler alayım,“ diyerek odadan çıktı.

Düşündüğüm gibi, misafirleriyle en iyi şekilde ilgilenebilmek için bu konumu seçmiş olmalı. Bu gidişle doğum günü olan o değil de bizmişiz gibi hissedeceğiz.

“Doğum günü partisi gibi hissettirmiyor değil mi?“ dedi Ayase-san.

“Öte yandan, buraya tamamen rahat davranarak da gelemezdik…“

“Evet…“

İkimiz de biraz şaşkındık ve tam olarak nasıl davranmamız gerektiğini kestiremiyorduk. Neyse ki Narasaka-san hızla geri döndü, elinde 1,5 litrelik bir çay şişesi ve üç bardak vardı.

“Tamam, o zaman bu parti başlasın!“

“Yine misafirperverlik yapmaya çalışma, otur şuraya.“ Ayase-san, Narasaka-san’ın elini tutup onu zorla mindere oturttu.

“Ama ev sahibinin misafirleriyle ilgilenmesi gerekmez mi?“

“Bugün için o mantık geçerli değil. Bugün senin doğum günün, biraz rahatla artık!“

Narasaka-san memnuniyetsizce dudak büktü ama Ayase-san tamamen haklıydı. Gerçi benim bu konuya dair bir şey söylemeye pek hakkım yoktu, en iyisi bunu Ayase-san’a bırakmaktı.

“Böyle şeyler hep olur, önemli değil ki~“

“Önemli! Al bakalım.“ Ayase-san, masanın üzerine bir poşet uzattı.

“Hm? Bu da ne? Bir hediye değil, değil mi?“

“Daha akşam yemeğini yemedik, sadece küçük bir atıştırmalık.“

Narasaka-san poşeti açıp içinden üç küçük pastanın olduğu beyaz bir kutu çıkardı. Görünüşe göre Ayase-san bunları tren istasyonunun yakınındaki pastaneden almış. Başta böyle bir planı yokmuş ama eli boş gelmek istemediği için aceleyle almış. En azından söylediğine göre öyle. Demek buraya gelmeden önce gidip yaptığı şey buydu. Sonradan kendi payıma düşeni ödemeliyim.

Pastalar kısa kek, Mont Blanc ve cheesecake’ten oluşuyordu. Herkesin bir dilim yiyebilmesi için akıllıca düşünülmüş bir seçimdi.

“Ohh, harika görünüyor!“

“Tabii ki. Ne yazık ki elimde mum yok.“

“Süper, hemen tabak ve çatal alayım!“

“Yine mi? Otur şuraya, misafirperverliği abartmana gerek yok.“

“Hmph.“

Narasaka-san tekrar oturdu ve böylece doğum günü partisi resmen başlamış oldu. Daha önce mızmızlandım ama… gerçekten sadece üçümüzüz öyle mi?

Pastaları yemeden önce hediyelerimizi vermeye karar verdik. Ben ona çok sevdiği animeden bir kupa verdim. Üzerinde kocaman bir karakter resmi olmadığı için evde rahatlıkla kullanabilirdi. Kupayı mutlu bir şekilde kabul etti. En azından sevindi gibi görünüyor. Ardından Ayase-san, çiçek motifli sapları olan ve uç kısmı taç şeklinde tasarlanmış bir çay kaşığı ve pasta çatalı seti verdi.

“Ooo, çok tatlı!“

“Ne yazık ki gerçek gümüş değil.“

“Bu fazlasıyla yeterli! Teşekkürler Saki! Şimdi pastaları düzgünce yiyebiliriz!“

“Ben o kadarını düşünmemiştim. Üstelik sadece iki takım var.“

“Ah, ben kutunun içinden çıkan plastik çatalı kullanırım.“ Kutunun içindeki plastik çatalı aldım.

“Ben yeni çatalı kullanmak istiyorum.“ Narasaka-san çatalı eline aldı.

“Önce bir yıkasan iyi olur değil mi?“

“Doğru diyorsun. Hemen halledeyim. Bunu yapmama izin verirsin değil mi?“

“Yani…“

“Tamam, tamam! Hemen geliyorum!“

Narasaka-san çatal-bıçak takımını yıkamak için odadan çıktı ve bir-iki dakika içinde hızla geri döndü. Sonuç olarak, yine bizi düşünen kişi o oldu… Eh, alışkanlıklar kolay değişmiyor sanırım. Hayatı boyunca ablalık yapmaya alışmış biri sonuçta.

Bardaklarımızı çayla doldurup kadeh kaldırdık. Pastaları yemeye başladığımız sırada Narasaka-san’ın annesi de elinde birkaç tatlıyla içeri geldi. Narasaka-san’a fazlasıyla benziyordu ve oldukça nazik, ilgili bir anneye benziyordu. Tabii ki bize ikram ettiği tatlıları geri çevirmek gibi bir niyetimiz yoktu. Yalnız içimden, akşam yemeğine yer kalmayacak diye endişelenmeye başladım.

Bu arada, babam iş arkadaşlarıyla akşam yemeği yiyeceği için geç geleceğini söylemişti. Akiko-san da gece geç saatlere kadar dönmeyecekti yani bu akşam yemek hazırlama derdimiz yoktu. En azından babam, iş yerindeki yoğunluktan bir şekilde sağ çıkmayı başarmış gibi görünüyordu.

Her şeyi bitirdikten sonra Ayase-san ve Narasaka-san, birlikte havuza gittiğimiz o günü konuşmaya başladılar. Başta biraz gergindim ama sonunda rahatlayabildim. Ellerimi arkamda yastığın üzerine koyup sadece onların sohbetini dinliyordum… ta ki sırtım bir şeye çarpana kadar. Aniden öne doğru sıçradım.

Oda oldukça küçüktü. İçinde bir yatak, çalışma masası, alçak bir masa, kitaplıklar ve daha pek çok şey vardı. Bu yüzden rahatça hareket edebilecek pek alanım yoktu. Çarptığım şeye göz gezdirdiğimde, sadece eşyaları saklamak için kullanılan küçük bir kutu olduğunu fark ettim. En azından pahalı bir şeyi kırmadığım için rahatladım. Biraz daha etrafa bakınca gözüme tanıdık gelen birkaç anime figürü çarptı.

Bu, Ayase-san’ın Narasaka-san’ın animeye gerçekten ilgili olduğu konusundaki sözlerini destekliyordu ama sanırım bunlar tam olarak figür sayılmaz. Daha çok robotlara benziyorlar, değil mi? O anda bir şeyi hatırladım. Geçen yaz Maru, internetten bir arkadaşına da benzer şeyler göndereceğini söylemişti. Demek bu tarz şeyler gerçekten popülermiş.

“Doğum günlerinden açılmışken, sıradaki sen oluyorsun değil mi Saki? Aralık’taydı seninki.“ Narasaka-san’ın sesi beni gerçekliğe döndürdü.

Konunun nasıl değiştiğini bile fark etmemiştim.

“Hey, hey, Asamura-kun, senin doğum günün ne zaman? Teknik olarak onun abisi olduğuna göre Saki’den önce olmalı değil mi?“ Narasaka-san yüzünü bana iyice yaklaştırarak sordu.

“Benimki de Aralık’ta.“

“Haa? İkinizin de doğum günü aynı ayda mı?“

“Benimki onunkinden bir hafta sonra,“ dedi Ayase-san.

“Gerçekten mi? Yani sen, ondan sadece bir hafta büyük abisin?“

Bunu şimdi düşününce, haklı sayılır. Benim doğum günümden bir hafta sonra o da aynı yaşa girecek ama sonuçta ilkokulda değiliz. Sırf bir hafta önce doğdum diye kendimi daha yetişkin hissedecek değilim ya da öyle muamele görmek istemem.

“Kağıt üzerinde evet,“ dedim.

“Ama eminim ki Saki gibi tatlı bir kızın sana ’Onii-chan’ demesi hoşuna gidiyordur değil mi?“

“Maaya, kes şunu,“ diye homurdandı Ayase-san, ifadesini bozmadan.

“Utanmana gerek yok ki~“

“Sana dur dememin sebebi rahatsız edici olması.“

“O zaman… ’Onii-san’ nasıl?“

“Öncekinden pek bir farkı yok.“

“Öyleyse, öyleyse… Son tahminim… ’Nii-san’?“

Bu bir tahmin oyunu değil—muhtemelen Ayase-san ve benim aynı anda karşı çıkmak isteyeceğimiz şey buydu—ama buna fırsat bulamadan ikimiz de donakaldık. Narasaka-san’ın kullandığı ton ve ifade biçimi sanki doğrudan Ayase-san’ın ağzından çıkmış gibiydi. Bir anlığına kulaklarıma mı inanmalıyım diye düşündüm. Şu anki durumumuzda Ayase-san bana yalnızca ebeveynlerimizin yanında “Nii-san” diye hitap ediyor, bu yüzden Narasaka-san’ın bunu şimdi dile getirmesi tüm dengesini bozdu.

“Dur… ar…“

“Huuuuh? O kadar da kötü olmamalı değil mi? Sonuçta sen onun gerçek kız kardeşisin. Yoksa… zaten öyle mi diyorsun?“

“Asamura-kun, Asamura-kun’dur. Ne eksik ne fazla.“

“Ama bu çok sıkıcııı~“

“Ve bunun ne önemi var? Yeter artık! Bu konu…!“

ŞAP. Ayase-san ellerini birleştirerek alkışladı. Narasaka-san, eğlencesinin yarıda kesilmesine belli ki bozulmuş ve sinirlenmişti ama hemen ardından sanki az önce hiçbir şey olmamış gibi kocaman bir gülümseme kondurdu yüzüne.

“Madem doğum günümü kutlamak için buradasınız, Aralık’ta sizin için de kocaman bir parti düzenlemeliyiz!“

’Kocaman parti’ derken tam olarak neyi kastediyor acaba? İçimde bir endişe yükselmeye başladı. Doğum günü partisi düzenleme fikrinden pek hoşlandığım söylenemez. Sonuçta…

“Doğum günün Aralık’ta olduğunda, genelde Noel’le birleştirilir.“

Şu ana kadar edindiğim deneyimlere dayanarak konuşmuştum ve Ayase-san da hızla onayladı. Bunun böyle olacağını tahmin etmiştim. O zamanlar ailemin durumu göz önüne alındığında, doğum günü benim için sabırsızlıkla beklediğim bir şeydi. Sonuçta en azından o gün annemle babam kavga etmezdi. Yani doğum günüm Noel’le birleştirilirse hiç şikayet etmezdim… Ancak şimdi geri dönüp baktığımda, bunun biraz üzücü olduğunu kabul ediyordum. Ayase-san da başını salladı; büyük ihtimalle o da benzer bir şeyler yaşamıştı.

Biz bunları konuşurken kapıdan bir gıcırtı sesi duydum. Başımı çevirdiğimde, odanın içine göz atan, muhtemelen hâlâ anaokuluna giden küçük bir çocuk fark ettim. Narasaka-san da hemen hemen aynı anda döndü.

“Hey, arkadaşlarımla vakit geçireceğimi söylemiştim. Bir süreliğine annenle oyna!“

Böyle dedi ama çocuk hâlâ gözlerini bizden ayırmıyordu. Daha doğrusu, bakışlarını takip ettiğinizde aslında masadaki tatlılara kitlendiğini görebiliyordunuz. Narasaka-san da bunu fark etmiş olmalı ki sakince başını iki yana salladı.

“Olmaz. Birazdan akşam yemeği yiyeceğiz.“

“Hiç adil değil…“

“Aman, hadi ama!“ Narasaka-san yerinden kalkıp çocuğun yanına gitti. “Sen de kendi payını alacaksın ama önce yemek tamam mı?“

“Amaaaa!“

Küçük çocuk huysuzlanmaya devam etse de Narasaka-san sakinliğini koruyarak yumuşak bir sesle konuştu. Kardeşi hâlâ pek tatmin olmuş görünmüyordu ama birkaç kez sırtı sıvazlandıktan sonra isteksizce geri döndü.

“Tamam, hadi bakalım.“

“Atıştıııırmalık!“

“Önce yemeğini ye.“

“Sadece sen yiyebiliyorsun diye haksızlık Maa-neechan!“

“Heeey! Şu şikayet eden ağız burası mı, hıııı?“

“Auuuf!“

Narasaka-san, tatlı bir abla-kardeş atışması eşliğinde çocuğu odadan dışarı çıkardı. Ardından kapının dışından birkaç yakınma sesi daha geldi. Kaç tane erkek kardeşi var bu kızın acaba? Neyse ki ortam epey sessizleşmişti.

“Kusura bakmayın. Onun başka şeylerle meşgul olduğunu sanıyordum.“

“Sorun değil.“ Ayase-san başını iki yana sallarken, ben de onaylarcasına başımı eğdim.

“Enerjisi yerinde bayağı,“ dedim.

“O, küçüklerden biri. Neredeyse en küçüğü sayılır.“

Görünüşe göre, Narasaka-san ile küçük erkek kardeşleri arasında epey bir yaş farkı vardı.

“Bu kadar erkek kardeşe bakmak gerçekten zor iş~“

Böyle dedi ama yüzündeki ifadeden belli oluyordu ki kardeşleriyle vakit geçirmekten keyif alıyordu. Onları ne kadar çok önemsediği apaçık ortadaydı ve bence sağlıklı bir aile ilişkisi için bu çok önemliydi. Aklıma takılan bir şey vardı: Yaşları birbirine yakın kardeşler genellikle ebeveynlerinin ilgisini kimin daha çok çekeceği konusunda rekabet eder ama yaş farkı çok daha büyük olduğunda, tıpkı burada olduğu gibi bu rekabet yerini koruma içgüdüsüne bırakır. Yani, Narasaka-san onları neredeyse kendi çocuğu gibi görüyordu.

“Bence ilerde harika bir anne olacaksın, Narasaka-san.“

Çocuklarını bırakıp bir yerlere kaçacak biri olmadığı kesin. Bu sözleri tamamen iltifat etmek için söylemiştim ama nedense Narasaka-san yorgun bir bakış attı.

“Asamura-kun, bunu sadece Saki’ye söylemelisin tamam mı?“

“Maaya, ne saçmalıyorsun?“

Huh? Sadece Ayase-san’a mı? Bir saniye… Sözlerimin ’Harika bir anne olacaksın’ anlamından ’Seninle evlenirsem şanslı olurum’ anlamına çekilebileceğini ancak o an fark ettim. Yani, bunu Narasaka-san’a söylememem gerektiği doğru ama… Bir dakika, hayır.

“Huh? Bunu söylemesini istemiyor musun?“

Asıl sorun bu değildi.

“Asıl sorun bu değil, açıkça belli.“

Ayase-san da benimle aynı fikirdeydi.

“Anne olmak istemiyor musun? Baba da olabilirsin tabii,“ dedi Narasaka-san, Ayase-san’a dönerek.

“Annemden başka kimseye bu kadar saygı duyamam ama mesele bu değil. Daha önce hiç böyle bir şeyi düşünmedim bile. Ayrıca, baba olmamın imkanı yok.“

Yani, bunu biyolojik açıdan mı yoksa babalık kavramının sosyal bir yapı olması açısından mı ele aldığımıza bağlı…

“Ah, anladım.“

“…Ne anladın yine?“

“Kayınbirader olmak istiyorsun!“

“Buna nasıl vardın?“

Narasaka-san, Ayase-san’ın buz gibi sesi ve sert bakışlarıyla karşılaştı.

Onun bizi böyle kızdırmasını sağlayacak kadar ne bildiğini bilmiyorum ama Ayase-san başını sallayıp iç çekti.

“Neden Maaya’nın doğum gününde işkence görüyorum?“

Bu, Narasaka-san’ın bu komedi skecini sürdürmesi yüzünden olabilir mi? O an fark ettiğim bakışım üzerine Narasaka-san surat astı.

“Bana biraz daha öyle bakarsan içimde delikler açacaksın Asamura-oniichan. Bak, korkutucu değilim ki~“ dedi, küçük işaret parmağını bana doğrultarak.

Bundan tam olarak ne anlamam gerekiyordu?

“Sorun değil, ısırırsan bile hiçbir şey hissetmem.“

“Isırmayacağım, o yüzden endişelenmene gerek yok.“

“Doğru, çünkü Saki yanımızda.“

“O burada olmasa da yapmazdım.“

“Maaya, neyin peşindesin?“

Ayase-san hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi görünüyordu. Büyük bir beladan kıl payı kurtulmuştum. Ancak bu Narasaka-san’ın sataşmalarının sonu değildi. Ayase-san’ın bütün öğleden sonra boyunca nasıl olup da hiç yüz ifadesini bozmadığına gerçekten hayran kaldım.

Narasaka-san’ın babasının eve gelme vakti yaklaştığı için Ayase-san ve ben Narasaka ailesinin evinden ayrılmaya karar verdik. Söylediğine göre, bundan sonra ailesiyle kutlama yapacakmış. Büyük ihtimalle babası üstünde mumlar olan kocaman bir pasta hazırlamış, annesi de güzel yemekler yapmıştır. Küçük kardeşleri de etrafına oturup gülümseyerek onu kutluyordur.

“Ne kadar mutlu bir ailen var. Herkes çok iyi anlaşıyor,“ diye yorum yaptı Ayase-san, apartmandan çıkarken.

Ama Narasaka-san bu yoruma biraz şaşırmış görünüyordu.

“Ne diyorsun sen?“

“Hah?“

“Saki, o lafı benim söylemem gerekirdi.“

Narasaka-san elini bir tabanca şekline getirerek Ayase-san’a doğrulttu. Sonra yavaşça elini kaydırıp bana çevirdi. Sessizce, hayali bir mermi sıktı ve elini geri çekti.

“Siz de epey yakınsınız değil mi?“

“Şimdi ne demeye çalışıyorsun?“

“Oo? Belki de bunu söylememi istemiyorsundur? ‘Çok iyi anlaşan kardeşler’ olduğunuzu?“

“Bekle, ne…?“

“Anladım, anladım. Aslında ‘aşk dolu bir evli çift’ dememi istiyorsun değil mi?“

“K-Kim evli çiftmiş?!“

“Senin annen ve Asamura-kun’un babası, değil mi?“

“Ah…“

Sanırım Ayase-san’ı ilk kez gerçekten yenilmiş gibi gördüm.

“Ama öyleler değil mi? Daha önce bahsetmiştin.“

“G-Galiba öyle.“

Ayase-san’ın yanaklarının pembeleşmesinin sebebi, dışarı adım attıktan sonra esen soğuk rüzgar değildi büyük ihtimalle. Hele ki Narasaka-san’ın yüzündeki parlak gülümsemeye bakınca…

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEizQqsYaN6KJT3lZ3fjotfSt7S1LcLGOqpoIq_qE_Ir1jf5VXWGaVIsb2iaQrHH7tAFVoQ2tgl1jCslzjK8G8dViiOXGiDd6E4XpU4094Sl7y-uMo_1spiWfVFc1kKAzSLq-ga_pItt6PLkqCTNitKGaahBY8VZNh5ujTdP9O9Nw3kjmajxnFW3NS3tSg/s2048/Chapter%205.jpeg

“Hmm? Benim Kimden bahsettiğimi sandın ki?“

“Ben eve gidiyorum. Yarın görüşürüz.“

“Tamam! Bye-bye! Onu eve kadar eşlik et, Asamura-kun!“

Narasaka-san’ın, Ayase-san’ı kızdırma konusunda ne zaman duracağını bilmesi, onun arkadaşlığını gerçekten önemsediğini gösteriyordu. Derler ki bilge bir saray soytarısı şakalarını tam yerine yapar ama başını kaybetmeyecek kadar da akıllıdır.

“O halde doğum gününün kalan kısmını güzel geçir,“ diyerek Narasaka-san’a hafifçe eğildim ve Ayase-san’ın peşinden yürümeye başladım.

“Ahh, şu kızın bildiği tek şey insanları kızdırmak,“ diye homurdandı Ayase-san kendi kendine.

“Ama biliyor musun…“

Ayase-san bana baktı.

“Eğer dışarıdan bakınca iyi anlaşan bir kardeş gibi görünüyorsak, belki de şu anki mesafemiz tam olarak olması gerektiği gibidir?“

“Bu… mantıklı ama…“

Eve giderken Ayase-san durmaksızın homurdanmaya, söylenmeye ve utanmaya devam etti. Üstelik bunların hepsi, en yakın arkadaşıyla yaptığı konuşmalarla ilgiliydi. Eve varana kadar “Ah, şu Maaya yok mu…“ diye bitmek bilmeyen bir döngü içinde döndü durdu. Bana kalırsa bu sadece çok iyi arkadaşların birbirine sataşmasıydı. Muyanokouji Saneatsu’nun dediği gibi, iyi arkadaşlara sahip olmak ne güzel bir şey. Kendisi Japon edebiyat tarihinde önemli bir yazar ama açıkçası eserlerini pek okumuşluğum yok.

Tabii ki şu an önemli olan bu değildi. Benim için önemli olan, Ayase-san ve Narasaka-san’ın iyi anlaşıyor olmasıydı. İnsan değer verdiği birinin, başkalarıyla da iyi anlaştığını gördüğünde doğal bir mutluluk hisseder. Bu, en iyi arkadaşlar, iyi dostlar ya da evli çiftler için de geçerli. Babamla Akiko-san’ı düşündüm, sonra da Ayase-san’ın yüzüne kısa bir bakış attım. Çocuklarının önünde tartışmayacak kadar iyi anlaşıyorlar.

Gelecekte yaşanabilecek olasılıkları düşündüm ama sıradan bir lise öğrencisi olarak, önümde belirli bir gelecek hayalim yoktu. O anda vücudum, soğuktan ürperdi. Üzerimizdeki ağaçların yaprakları, rüzgârın etkisiyle hışırdayarak sallandı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


46   Önceki Bölüm