Yukarı Çık




49   Önceki Bölüm 

           
29 Ekim (Perşembe) – Ayase Saki





Cadılar Bayramı’na sadece iki gün kalmıştı. Sabahın ilk saatlerinde, sınıf öğretmenimizden bir belge aldım.

“Gönüllüler Aranıyor.“

Üst kısmında böyle yazıyordu. Cadılar Bayramı sonrası temizlik için gönüllüler aranıyormuş. Kalabalık büyük olunca, ortalıkta biriken çöp miktarı da aynı derecede fazla oluyormuş, en azından öğretmenimin dediğine göre. Bu arada, yaklaşık bir hafta önce Yomiuri-senpai ile Cadılar Bayramı hakkında konuşmuştuk. O gün için kostüm giymekten bahsetmişti. Hatta kedi kulaklarının tatlılık dozunu tam ayarında artıracağını söylemişti, ki bu beni biraz düşündürdü.

Benim zırhım beni sevimli göstermek için tasarlanmadı. Giyinmek ve güzel görünmek arasında ortak noktalar olabilir ama ikisi aynı şey değil. Bugüne kadar bunu hiç sorgulamamış olmamın tek sebebi, sevimli görünmek isteyeceğim birinin olmamasıydı. Aslında… ilkokuldan mezun olmadan önce, annem bana “sevimli“ dediğinde hep mutlu olurdum ama bu kelimenin anlamını yanlış anladığımı sanmıyorum. “Sevimli“, “güzel“, “şık“ gibi kelimeler de benim için yeterince iyiydi. Bir çocuğun kelimenin tam anlamından çok, ailesinden gelen bir onay olarak algılaması yeterliydi ve bu da mutlu olması için yeterli olurdu.

Babam ise farklıydı. Annemin benim için seçtiği kıyafetleri giydiğimde ve bunun için övgü aldığımda, babam bundan hoşlanmazdı. Ne kadar çok iltifat alırsam, derslerimde ne kadar başarılı olursam, çevremdeki insanların bana bakışı ne kadar olumlu olursa, o da bana o kadar az ilgi gösterir ve varlığımı takdir etmekten o kadar uzaklaşırdı.

“Tıpkı onun gibi, bana acı çektiriyorsun.“

Babam, bu lanet sözleri mırıldanmaya devam etti. Muhtemelen bu yüzden “sevimli“ kelimesine karşı hem öfke hem de kafa karışıklığı hissediyordum ama yine de kıyafetlerimi özenle seçmeye ve dış görünüşüme dikkat etmeye devam ettim. Bunu ilgiyi üzerime çekmek için değil, dünyaya karşı en ufak bir açık vermemek için yapıyordum ve yine de—

“Sakiii!“

Maaya’nın sesiyle başımı kaldırdım. Düşüncelerime dalmışken sabah danışma dersi çoktan bitmişti ve Maaya şimdi karşımda duruyordu.

“Maaya, dersler başlamak üzere.“ dedim.

“Heh, heh, heh. Şaka ya da şeker! Hadi, bana tatlı ver!“

“Evet, evet, bana dilediğin kadar şaka yapabilirsin ama sana şeker falan vermeyeceğim.“

Maaya’nın masum gülümsemesi bir anda sinsi bir sırıtışa dönüştü.

“O zaman… bir dahaki karaoke buluşmamızda kedi kulaklı bir hizmetçi kostümü giyip idol şarkıları söylemek zorundasın!“

“Bunu da yapmicam.“

Ayrıca bu bir şaka değil. Sadece kendi isteklerini bana yaptırmaya çalışıyorsun değil mi?

“Neyse, şaka bir yana, bu yıl Cadılar Bayramı cumartesiye denk geliyor değil mi?“

“Öyle görünüyor.“

“İşte tam o gün bir karaoke partisi yapmayı düşünüyoruz.“

“Ben gelemem. İşim var.“

“Arkadaşlık mı daha önemli, para mı?!“

“Para.“

Ne saçma bir soru. İş iştir. Öylece reddedemem.

“Mantıklı,“ diye homurdandı Maaya.

“Kesinlikle.“

“Hmm, tamam. Kolay gelsin o zaman. Herkese haber veririm.“

“Herkes?“

Kimlerden bahsediyordu acaba?

“Sınıftan? Kültürel festivalin hazırlıklarına yardım etmiştin, hatırlıyor musun?“

“Ahhh… sanırım evet.“

Benim için asıl festivalde garsonluk yapmaktan daha iyi bir seçenekti, hepsi bu.

“Hiç şikayet etmeden sahne arkasında çalıştın, bu yüzden herkes minnettar.“

“Gerek yok, sadece bana verilen görevi yaptım.“

Bunun için bana teşekkür edeceklerini hiç düşünmemiştim bile ama şimdi bakınca, demek ki herkes gerçekten garson olarak çalışmak istiyormuş. O kadar gösterişli ve fırfırlı kıyafetler giyip “Hoş geldiniz, sevgili efendim, miyav!” falan demek… Şaka yapıyor olmalılar değil mi?

Ama bu konuyu açmışken, Asamura-kun’un arkadaşı… Maru-kun muydu? Festivaldeki tüm kafeleri dolaşmıştı. Belki de erkekler gerçekten böyle kıyafetleri sevimli buluyordur? Acaba ben de o kıyafeti giyseydim, Asamura-kun bana sevimli der miydi?

“Ve yine Asamura-kun’u düşünüyorsun değil mi?“

“Ne… ne saçmalıyorsun sen?“

Maaya cevap bile vermedi. Yüzünde kocaman bir sırıtışla yerine geri döndü. Son zamanlarda düşüncelerimi okuyabiliyor gibi hissediyorum.

Dersler bittiğinde, bugün işim olmadığı için doğrudan eve gidip ders çalışmaya başladım. Biraz ilerleme kaydettikten sonra, Asamura-kun’un bugün dershaneye gideceğini hatırladım. Orada tanıştığı bir kızdan bahsetmişti ve onunla oldukça iyi anlaştıklarını söylemişti. Acaba ders boyunca hep onun yanında mı oturuyor?

Asamura-kun’u bir an önce görmek için içimde ani bir istek belirdi. Yani… o kız bütün ders boyunca yüzüne bakabiliyor… Ahh, ne kadar zavallıca bir duygu bu. Onun birdenbire dershaneye bu kadar tutkuyla sarılmasının sebebini tahmin edebiliyorum. Ama bunun hakkında böyle çelişkili hisler beslememem lazım. Bu, düpedüz saygısızlık olur.

Her gün ona yemek yapmam karşılığında, bana iyi kazandıran bir yarı zamanlı iş bulacaktı—başlangıçta anlaştığımız, birbirimize verdiğimiz söz buydu. Şu noktada ben bu anlaşmayı çoktan geçersiz sayıyorum ama Asamura-kun’un bunu o kadar kolay kabul edeceğini sanmıyorum. Bana, her gün onun için yemek yaptığım için bir şekilde karşılık vermeye çalışıyor. Bu bağlamda, yaz tatilinin sonlarına doğru dershanede ki derslerine daha fazla ağırlık vermesinin nedeni de belli. Geleceği için daha sıkı çalışıyor ve bunu bana olan güvenini ve minnettarlığını göstermek için yapıyor.

Aslında, Asamura-kun’un notları giderek yükseliyor. Bu da, orada tanıştığı kızla sadece vakit geçirmediğini, derslerine gerçekten odaklandığını gösteriyor. Mantığım bunu anlayabiliyor ve bunda hiçbir sorun görmüyor ama kalbim beni dinlemiyor. Bunun yerine içimi belirsizlik ve güvensizlikle dolduruyor.

Telefonumu açıp LINE uygulamasını başlattım ve ona bir mesaj gönderdim.

“Dersin bittiğinde markete birlikte gidelim mi? Yarın sabah kahvaltısı için malzeme almak istiyorum.“

Bunu birdenbire söylediğim için Asamura-kun’un şüphelenmesinden biraz endişelendim. Normalde elimde olan malzemelerle kahvaltıyı hazırlarım, bu yüzden bu kadar geç saatte alışverişe gitmek istemem biraz garip görünebilir. Ancak hiç tereddüt etmeden kabul etti ve dershanenin önünde buluşmayı önerdi. İçimden derin bir nefes verdim.

Kulaklıklarımı tekrar taktım ve kendimi bir anda okyanusta süzülüyormuş gibi hissettiren hoş bir müzik karşıladı. Severek dinlediğim lo-fi melodilerine kendimi kaptırarak yeniden odaklanmamı sağladım. Motivasyonum yüksekken telefonumdan 25 dakikalık bir zamanlayıcı ayarladım.

Gözlerimi önümdeki notlarda gezdirdim. Sanki derin bir okyanusun dibine çekiliyormuşum gibi etrafımdaki tüm sesler ve dikkat dağıtıcı unsurlar kayboldu. Hatta kulağıma gelen sesler bile giderek uzaklaşmış gibi hissettirdi. Yedi soruyu çözdüğümde, elektronik bir bip sesi odaklanmamı böldü. Tamam, ara verme vakti. Beş dakikalık bir zamanlayıcı daha kurdum ve gerginleşen bedenimi rahatlattım.

Bu, son zamanlarda keşfettiğim yeni bir çalışma yöntemi: Pomodoro Tekniği. 25 dakikalık odaklanmış çalışma süresiyle ardından gelen beş dakikalık kısa bir molayı birleştiriyor.

Başta, bu tekniğin çalışmak için ayrılan süreyi çok kısa tutacağından şüphelenmiştim. Bu şekilde hiçbir şeyi tam olarak bitiremeyeceğimi düşünmüştüm ancak denedikten sonra, önceki kadar ilerleme kaydettiğimi fark ettim. İşin mantığı şu: İnsan beyni bir zaman sınırı olduğunda tam odaklanma moduna geçiyor. 25 dakikalık kısa bir süre belirleyerek, beyin yaklaşan zaman sınırını hissedip kendini baskı altında hissediyor ve böylece daha yoğun bir şekilde çalışmaya odaklanıyor.

Tabii ki, herkesin kendine en uygun çalışma yöntemi farklıdır ama benim için bu gayet iyi gidiyor. Bunu bir ara Asamura-kun’a da anlatmalıyım fakat sonra yine dengeyi sağlamak için ekstra bir şeyler yapmaya çalışabilir…

Bir 25 dakikalık çalışma sürecini daha tamamlayıp beş dakikalık kısa bir ara verdikten sonra artık akşam yemeğini hazırlamaya başlamam gerektiğine karar verdim. Çalışmayı bırakıp mutfağa doğru yöneldim, yanıma küçük bir İngilizce kelime defteri alarak.

Bu akşam yemekte sadece Üvey Babam ve ben olacağız. Asamura-kun dershaneden geç dönecek, Annem de yemeyecek. Planım basitti: pirinç, miso çorbası ve teriyaki tavuk. Yapması kolay ve fazla zamanımı almayacaktı. Hazırlıkların çoğunu bitirdiğim sırada, ön kapının açıldığını duydum.

“Eve geldim. Oh, harika kokuyor.“

“Teriyaki tavuk yapıyorum. Birazdan hazır olur. Hemen yemek ister misin?“

“Hazırsa, neden olmasın?“

“Tamam.“

Üvey babam odasına geçip üstünü değiştirdi. Bu sırada ben de onun ve kendim için yemekleri hazırladım. Geri döndüğünde birlikte yemeğe oturduk. Annem ve Asamura-kun evde olmadığında, böyle yalnız başımıza yediğimiz birçok akşam olmuştu. İlk başta, bu durum beni inanılmaz gergin hissettirmişti—sonuçta, daha önce babamla da benzer anlar yaşamıştım ve muhtemelen bunu gizlemeyi pek başaramamıştım.

O da kendince bir mesafe belirlemeye çalışıyordu, bunda eminim. Aniden kızı olan bir genç kıza nasıl yaklaşması gerektiğini anlamaya çalışıyordu. Bunu konuşma tarzından hissedebiliyordum—biraz beceriksizdi ama Asamura-kun’la konuştuğumdan farklı bir şekilde. Annem ona geçmişimden bahsetmiş olabilir. İlk zamanlarda bana karşı ne kadar dikkatli davrandığını hatırlıyorum, sanki beni korkutmamak ya da üzmemek için elinden geleni yapıyordu ama şu an, her şey yolunda. Hem ona hem de Asamura-kun’a minnettarım.

Ancak dürüst olmak gerekirse, onun yetişkin bir erkek olması, ona tamamen güvenmemi hâlâ biraz zorlaştırıyor. Bunun sebebi kesinlikle o değil ama çocukken yaşadığım şeyler, içimde otomatik bir tepkiye yol açıyor. Belki de yaklaşan Cadılar Bayramı yüzünden geçmişim daha kolay aklıma geliyor ve bu yüzden, normalde asla sormayacağım bir soruyu kendimi sorarken buldum.

“Baba, Annemle ilgili sevmediğin şey ne?“

“Ha?! Öhö öhö!“

Üvey babam, şaşkınlıktan neredeyse yemeği boğazına kaçırıyordu.

Sorumu hiç beklemediği belliydi; aniden tavuğu boğazına kaçırıp öksürmeye başladı. Neyse ki parça tabağına düştü, en azından ortalığı batırmadı.

“Bu da nereden çıktı şimdi? Sevmediğim şey mi? Normalde tam tersini sormaz mı insan?“

“Birbirinizi ne kadar sevdiğiniz, birlikteyken sergilediğiniz tavırlardan acı verici derecede belli.“ Gülümsedim ve devam ettim. “Bir insanın sadece iyi yanlarına bakarak bir evliliği uzun süre devam ettiremezsin. İnsanlar birlikte yaşadıkça, birbirlerinde mutlaka hoşlanmadıkları şeyler bulurlar… Siz de birkaç aydır birlikte yaşıyorsunuz, ben de merak ettim.“

“Hmmm, anladım.“ Ağzını bir peçeteyle silip düşünmeye başladı.

Nedense bir anda gergin hissettim. Acaba haddimi mi aşıyordum? Ama şu anda tek istediğim, ikisinin de bu yeni evliliklerinde mutlu olmalarıydı. Gerçek babamla yaşadığım şeyleri tekrar yaşamak istemiyordum. O yüzden, üvey babamın şimdi dile getireceği herhangi bir şikâyet, ileride olası bir sorunun önüne geçmeme yardımcı olabilirdi.

“Tam olarak sevmediğim bir şey sayılmaz ama hoşlanmadığım bir şey diyelim… Dışarıdan bakınca çok çalışkan ve dengeli biri gibi görünüyor fakat aslında yetişkin gibi davranma konusunda oldukça beceriksiz.“

“Evet, bu doğru.“

“Bir de, Yuuta’ya karşı biraz sert davrandığımda, sonra gelip beni azarlıyor.“

“Öyle mi?“

Bu beklenmedikti. Asamura-kun’un yetiştirilme şekli konusunda fikir ayrılığı yaşadıklarını hiç düşünmemiştim ve muhtemelen benim hakkımda da konuşuyorlardır.

“Bir de işini çok fazla dert eder ve sürekli söylenir.“

“Ha? Öyle mi yapıyor?“

“Ara sıra. Bir şeye fazla takıldı mı, susturması zor oluyor.“

“Bunu hiç bilmiyordum…“

Bütün hayatımı birlikte geçirdiğimiz hâlde, bana hiç bu yönünü göstermemişti.

“Sonuçta bir barda çalışıyor, beklenen şeyler bunlar. Müşteriler sarhoş olup dertlerini döküyor. Bence seni endişelendirmek istemediği için bu konulara girmiyor. Siz ikiniz bizimle yaşamaya başlamadan önce, şikâyetlerini iş arkadaşlarına anlatıyormuş.“

Ahh, demek bazı günler geç geldiğinin nedeni buydu. Babamın Anneme olan güvenini kaybetmesinin sebeplerinden biri, eve hep farklı saatlerde dönmesiydi. Sonunda onu aldatmakla suçlamaya başlamıştı ama eğer Annemi anlayabilse ve zihinsel yorgunluğuyla ilgilenseydi, Annem iş yerinde stresini atmak zorunda kalmaz, böylece eve zamanında dönebilirdi. Tabii, şimdi bu teoriyi doğrulamanın ya da çürütmenin bir yolu yoktu. Artık çok geçti.

“Eğer bu söylenmeleri senin için fazla olmaya başlarsa, bana haber ver. Onu ben dinlerim.“

Bunu düşünmemem gerektiğini biliyordum ama içten içe, bu küçük şikâyetlerin bile sonunda bu aileyi parçalayabileceğinden korkuyordum ancak üvey babam sakince gözlerimin içine bakıp nazikçe gülümsedi.

“Haha. Endişelenmene gerek yok Saki-chan.“

“Ama…“

“Söylediğim gibi, Akiko-san’ın bazı umutsuz yönleri var ama benim gözümde bunlar sevimli şeyler aslında.“

“Ha?“

“Kendi açımdan bakınca, ondan pek de farklı olmadığımı düşünüyorum. Yuuta’yı senin kadar iyi azarlayamıyorum, yorulunca ya da sinirlenince ben de çok söyleniyorum. İkimizin de bu yönü benzer olduğu için birbirimizi suçlamak pek mantıklı gelmiyor. Bu, karşılıklı bir şey.“

Konuşurken gözlerini hafifçe kısıp gülümsedi. O anda Asamura-kun’un yumuşak bakışlarını anımsattı bana ve bu sözlerinde gerçekten samimi olduğunu fark ettim.

“Üstelik… Akiko-san da ben de geçmişte zor zamanlar geçirdik. Bu da büyük bir etken.“

“…Evet.“

“Bence evli olmak, karşındaki insanın kötü yanlarını da kabul edebilmek demektir.“

“Kötü yanlar…“

Uzun bir uykudan uyanmış gibi hissettim. Biraz zaman aldı ama sonunda fark ettim ki… belki de gerçekten Annemi ona emanet edebilirim ve… sadece Annemi değil.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEirISrWVXNZErl6m9EfcT8by9FJDcoCQqxiTQrjPGcf5DMBwGydNXN8kpaA3aW7s9bC7fn6DvJ7MXkD2F68U76q-YWy18RJUnrhZuzK3il6JT1qmZmVMCfFTx0Wbf5HYVz_SiYQo9x-S8fg9wvNuBeLx_zJqwG-rYRyoHS8X2RaHrUKycsAii-8Tfm-sQ/s2048/Chapter%208-1.jpeg

“Yani… mesela, Nii-san ya da ben bir gün serseriye dönüşsek? Bunu da kabul edebilir miydin?“

“Tabii ki.“ Hiç tereddüt etmeden cevap verdi. “…Ama, umm, bu nereden çıktı şimdi? Yoksa böyle şeylere mi ilgi duyuyorsun?“

“Hayır, hiç de değil. Sadece bir örnekti.“

“Yasalara aykırı bir şey yapmadığınız sürece… Hayır, yanlış oldu. Diyelim ki yasaları çiğnediniz ve suçunuz açıkça kanıtlandı, masum olduğunuzu savunacak hiçbir alanınız kalmadı… Yine de sizi asla ailemden biri olarak reddetmem. Ne olursa olsun.“

“…Anlıyorum.“

Sanırım Asamura-kun’u seviyorum. Bir ağabey olarak değil, bir erkek olarak.

Tabii ki, bunu açık açık söyleyecek cesaretim yoktu. Ama içimde bir his vardı—bunu söylesem bile, duygularımı ve isteklerimi kabul edebilirdi. O günkü gibi sarılabilirdik, Ikebukuro’daki o çift gibi… Gerçi, insanların önünde değil ama… genel olarak bir öpücük. Kulağıma fısıldayan bir şeytan var sanki, bana bu tür tamamen normal fiziksel temasları denemek istediğini söylüyor, ben de giderek bu fikre kapılıyorum.

…Hayır, fazla ileri gidiyorum. Birkaç adımı birden atlamaya çalışıyorum ve tüm mantığım, aklım yerle bir oluyor. Düşüncelerime dalmışken, ikimiz de sessizliğe gömüldük ve yemeğimizi huzur içinde bitirdik. Tekrar saate baktım ve artık hazırlanıp Asamura-kun ile buluşmam gerektiğini fark ettim.

“Ben çıkıyorum.“

“Şimdi mi alışverişe gidiyorsun? Saat epey geç oldu.“

“Sorun değil. Nii-san ile buluşacağım.“

“Ama bir kızın bu kadar geç saatte tek başına dışarı çıkmasına izin veremem…“

“İşlek caddeden gideceğim ve tehlikeli sokaklardan kaçınacağım, merak etme. Annemle yalnız yaşarken de her zaman geç saatte çıkıp indirimleri yakalardım.“

“Hmmm, madem öyle diyorsun.“

Tam olarak ikna olmuş gibi görünmese de, en azından izin almayı başardım ama üzgünüm, seninle konuştuktan sonra içimdeki istekler daha da güçlendi. Asamura-kun’u şu an gerçekten görmek istiyorum ve saat tam 8’de buluşmaya karar verdiğimiz için evden çıktım.

Dershanenin ana binasına vardığımda tekrar saate baktım. Dersleri tam şimdi bitmiş olmalıydı, bu yüzden ona bir mesaj attım.

’Geldim.’

Bir sokak lambasına yaslanıp telefonumdan internette gezindim. Üniversite giriş sınavlarıyla ilgili bazı makalelere ve materyallere göz attım, bir yandan da dershanenin girişine arada bir bakıyordum. O sırada, binadan çıkan uzun boylu bir kız gördüm. Bir anlığına büyülenmiştim. Öyle güzel bir yüzü ve kusursuz bir fiziği vardı ki bir model gördüğümü sandım. Kalçaları bile yüksekteydi. Farkına varmadan baştan aşağı dikkatlice inceledim.

Üzerinde, vücut hatlarını gizleyen bir örgü kazak ve altına dar kot pantolon vardı. İlk bakışta sade görünebilirdi ama giydiği kapüşonlu üst, en yeni trendlere uygun renkte ve tarzdaydı. Eğer çıplak bacaklarını gösterecek bir etek giyseydi, eminim erkeklerin ilgisini fazlasıyla çekerdi.

“Hayır, böyle bakmamalıyım.“ Kendimi sessizce azarladım.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiWvT8-ezdtzRbgH-XYHZrJIjAOdK7nIKAA_aEtUt73nhg1MxIpV6LLmFsgaRBU1U5RtzMJb66zIkj7ZD8D7gLnDA66rl6s3ZMg6wxtZc3tdwRHEq6N0jQ8qMPabhx2seH0wVSzdbcNdqf9Li0mNuX1hY0q0oFGOacprKp3W2lxW0UhAzFVKyQswIW7Kw/s2048/Chapter%208-2.jpeg

İç çektim ve tekrar telefonuma odaklanmaya çalıştım ama gözlerim hemen yeniden giriş kapısına kaydı. Sonunda, içeriden çıkan koyu bir silüet gördüm—Asamura-kun. Işığa adım attığında yüzü netleşti ve derin bir nefes vererek rahatladım. Birbirimize selam verdikten sonra yakındaki süpermarkete doğru yola çıktık.

Alışveriş sırasında, Asamura-kun’un doğrudan ve açık sözlü tavırlarıyla, yalnızca belirli kişilere değil herkese karşı gösterdiği nazik yaklaşımı bir kez daha fark ettim. Muhtemelen kendisi bile farkında değildi ama yüksek raftaki karabiberi uzanıp benim için alırken “Bu mu?“ diye soruyordu. Ücretsiz örnek dağıtan kadına da kibar davranıyordu. İnsanlara karşı ön yargılı veya taraflı davranmamaya çalışıyordu. Bu konuda belki benimle benzerdi ama onun seviyesine asla ulaşamayacağımı hissediyordum. Sanki çevremde insanları davet eden, onlara yaklaşmayı kolaylaştıran bir hava oluşturamıyordum… Muhtemelen bunun sebebi, gerçek babamın şiddet dolu geçmişiydi. O günden beri, sanki olduğum yerde sayıyordum.

İhtiyacımız olan her şeyi aldıktan sonra Shibuya şehir merkezinden geçtik. Orada, Cadılar Bayramı bile olmamasına rağmen kostümler giymiş büyük bir insan kalabalığıyla karşılaştık. Omuzlarımızın birbirine değecek kadar yakından geçtiklerinde başım döndü, midem bulandı. Kalabalıktan tiksindim ve bir kez daha fark ettim ki insanlardan güvenli bir mesafe bırakabildiğimde kendimi çok rahat hissediyordum. Aralarındaki bazı kişiler sağa sola yalpalayarak yürüyordu. Yanakları kızarmıştı, sarhoş tavırları vardı. Uzaktan bile üzerlerine sinmiş alkol kokusu hissediliyordu.

Neredeyse sendeleyerek bana doğru gelen bir adama çarpacaktım ama neyse ki Asamura-kun araya girerek kalkan oldu. Hatta, bu kalabalıktan uzaklaşmak için daha küçük bir sokağa sapmanın en iyisi olacağına karar verdi. Yanımda, sepeti aldığımız yiyeceklerle dolu bisikletini iterken ona göz ucuyla baktım ve kendi kendime düşündüm. Acaba dürüst olup el ele tutuşmayı isteyebilir miydim? Aramızdaki o son adımı atmamın önündeki engel, Asamura-kun’un bisikletini iki eliyle birden tutuyor olmasıydı—yani tutabileceğim boşta bir eli yoktu. O an bunun benim için bir şans mı, yoksa talihsizlik mi olduğunu bilemedim.

Saat 9 civarında eve vardık. Asamura-kun için akşam yemeğinden kalanları ısıttım. Dershaneden sonra yorgun olmalıydı ama buna rağmen üvey babamla benim daha önce bıraktığımız bulaşıkları yıkamaya koyuldu.

“Bulaşıkları yıkamama izin verebilirdin.“

“Hadi ama, her şeyi senin yapmana gerek yok. Karşılığında verebileceğim başka bir şey yok, en azından bunu yapmama izin ver.“

Bu sözleri pek kabul edemedim.

“Karşılık olarak verebileceğin bir şey yok huh? Bence hiç de öyle değil.“

Bunu normal şartlar altında asla söylemezdim. Asamura-kun’un bu zamana kadar neden bana kendi motivasyonlarından ya da çalışma azminden bahsetmediğini biliyorum—muhtemelen suçluluk hissetmememi istediği için. Büyük ihtimalle hedeflerine ulaştıktan sonra bana her şeyi itiraf etmeyi planlıyordu. Sükût altındır derler ya… Ama bunu dile getirerek onun gururunu incitebilirim. Belki de sonunda benden nefret edecek. Yine de, ona gerçekten nasıl hissettiğimi söylemek istiyorum.

“Fark etmediğimi mi sandın? Ev bütçesine gizlice yardımcı olmaya çalışıyorsun, değil mi?”

“Ne…?“

“Kârlı bir yarı zamanlı iş bulamadığın için, ailemize ve bana başka bir şekilde destek olmaya çalışıyorsun muhtemelen. Dershaneye daha sık gitmenin sebebi de geleceği düşünerek şimdiden yatırım yapmak istemen. Ödenen paranın karşılığını en iyi şekilde almak istiyorsun değil mi?“

“İnanılmaz… Resmen içimi okumuşsun.“

“Ne zaman daha fazla ders almaya karar verdiğine bakınca anlamak zor değil. Ayrıca…“

Gerginlikten boğazım kurumuştu. Bir an duraksamak için miso çorbamdan bir yudum aldım. Ilık olduğunu tahmin etmiştim, gerçekten de öyleydi. Hadi, söyle artık. Yapabilirsin. Ona içtenlikle hissettiklerini anlatabilirsin.

“—Ben her zaman seni düşünüyorum Asamura-kun. Tabi ki böyle bir şeyi fark ederim.“

Ter içinde kalmıştım. Muhtemelen hem mikrodalga fırının hem de açık olan ısıtıcının etkisiydi. O gün Asamura-kun’a sarıldıktan sonra, içimde sürekli büyüyen bir his vardı. O olaydan beri ne duygularımı açıkça dile getirmiş ne de yaptığımı tekrarlamak için herhangi bir istekte bulunmuştum. Kendi arzularımı ona dayatmak istememiştim. Bunun yerine, onun duygularını fark edip bana itiraf etmesini bekliyordum.

İlişkimizi belirsiz bir şekilde tanımlamıştık —ortalama kardeşlerden daha yakın olduğumuzu söylüyorduk—ama bu belirsizlik elimizde hiçbir referans noktası bırakmamıştı. Sonuç olarak, ne zaman ve nerede hangi sınırı aşacağımıza karar vermek bizim için daha da zor hale gelmişti.

Asamura-kun’a göz ucuyla baktım. Tüm dikkatini bulaşıkları yıkamaya vermişti. Belki de beni duymamıştı? Eğer öyleyse, tüm cesaretimi toplamam boşa gitmişti. Başımı hızla başka yöne çevirdim. Karşımda uzanan beyaz duvar, garip bir şekilde huzur vericiydi. Peki şimdi ne yapmalıydım? Bir kez daha denemeli miydim? Arkamı dönüp elini tutmalı ve ona dokunma isteğimi dile getirmeli miydim?

Tam bu düşünceler kafamın içinde dolaşırken, bir kapının açılma sesi duyuldu. Hemen ardından, uykulu bir ifadeyle Üvey babam odasından çıktı. O an sırtım istemsizce dikleşti.

Şimdi değil. Onun yanındayken Asamura-kun’la bu kadar rahat flört edemem. Duygularımı anlayıp kabul edecek biri olabilir ama yine de her şeyin bir sırası var.

Üvey babam başını mutfağa uzatıp tepsiden sıcak bir parça tavuk kaptı ve banyoya yöneldi.

Az önce yemek yememiş miydi? Ama yemeği ağzına atıp “Lezzetli!“ diye gülümsediğinde, bir şey fark ettim. Büyük ihtimalle benim için endişelenmişti. Gitmeme izin vermesine rağmen, bu saatte dışarı çıkmam onu hâlâ düşündürüyordu. Muhtemelen Asamura-kun ile birlikte eve döndüğümü görene kadar uyumamıştı.

Bizi güvende gördüğüne göre, artık rahatça uyuyabilir. Benim bencilliğim bir parça tavuğa mal oldu. Hem de Asamura-kun’un hakkına…

Üzgünüm, Asamura-kun. Üzgünüm, Üvey baba.

Ama beni bu kadar çabuk kabul etmeniz ve benim için endişelenmeniz… içime huzur dolduruyor.
Ve bu da, Asamura-kun’la olan ilişkimiz konusunda bana cesaret veriyor.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhxkeFPbVq16Zy3RwlrOD2yr9yQn81QuGtnQwwQiHei0m5MXabMEBXj21B8wB7CqgzS3c-UK2C7X6XVcuvS0cqgUz1HryQ5oD0Apq5cPWqMjLnpvz12Wzqc21w3JvmxP5DHbGO1xIwzTkvwczKXBn9d5qToiRAhkY0npWOp5o6YPNhDhGX1n4FbN035PQ/s1474/Chapter%208.jpg

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


49   Önceki Bölüm