Narasaka-san’ın doğum günü partisinden bu yana yaklaşık bir hafta geçti. Sabah uyandıktan sonra üniformamı giydim ve banyoya yöneldim. Artık yere bastığında ayaklarını üşüten mevsime girmiştik. Neyse ki hâlâ uykulu olsam da yürümeye yetecek kadar iradeye sahiptim. Aynanın karşısına geçip tıraş oldum ve yüz losyonu sürdüm. Ardından saçımı tarayarak biraz daha düzgün bir hale getirdim. “Daha düzgün“ derken kastettiğim, yataktan yeni kalkmış gibi görünmemeyi başarmaktan öte bir şey değildi.
Kültürel festivalden bu yana, Ayase-san’dan öğrendiğim gibi sabahları kendime daha iyi bakmayı alışkanlık haline getirdim. Bunu bir süre yaptıktan sonra fark ettim ki aslında kendine doğru düzgün cilt bakımı yapmayan tek kişi bendim.
“Bunun babama ait olacağını asla tahmin etmezdim.“
Lavabonun kenarında duran mavi ve şeffaf şişe, erkekler için bir yüz losyonuydu. Açıkçası çok şaşırmıştım. Üstelik bu şişe, onun Akiko-san ile tanışmasından çok önce burada duruyordu. Babamın zaman zaman müşterilerle ilgilenmesi gerektiğini söylediğini hatırlıyorum. Onu hafife almamam gerektiğini bir kez daha anladım. Aynı şekilde, doğrudan beni ilgilendirmeyen şeylere ne kadar az dikkat ettiğimi de fark ettim.
Sanırım etrafımdaki şeylere biraz daha özen göstermem gerekiyor. Ya da belki de şimdiye kadar başkalarının ilgisini üzerime çekme isteğim fazlasıyla düşük seviyedeydi. Ayase-san, şu anki halimin gayet iyi olduğunu söylüyor ama en azından ona olan hislerim konusunda kendimden ödün vermek istemiyorum. Kendi hızımda ve kendi yöntemlerimle de olsa daha fazla çaba göstermek istiyorum.
Bununla ilgili bir başka farkındalığım ise, lavabonun kenarının artık sadece bana ve babama ait olmamasıydı. Şimdi orada Ayase-san ve Akiko-san’a ait şişeler ve kaplar da vardı. Ailemizin gerçekten genişlediğini hissettiren şeylerden biri buydu. Aynı evde iki kişi daha yaşadığında, etrafındaki eşyaların sayısı da aynı oranda artıyordu. Üstelik, artık sadece iki erkek değiliz. Daha önce adını bile duymadığım bakım ürünleriyle dolu lavabo, beni epey şaşırtıyordu. Üstelik Ayase-san’a göre buradaki şeyler onun sahip olduklarının yalnızca küçük bir kısmıymış—çoğu makyaj ve cilt bakım ürünü banyoda bile değilmiş. Başka ne kullanıyor olabilirler ki gerçekten anlamıyorum.
Kahvaltıyı bitirdikten sonra Ayase-san benden önce evden çıktı. Ben de aramızda belli bir mesafe bırakarak peşinden ayrıldım. Bisikletime atlayıp Shibuya sokaklarında ilerlemeye başladım. Artık yüzüme vuran rüzgârın hoş ve ferahlatıcı olduğu mevsimi geride bırakmıştık. Şimdi oldukça serindi. Bir ay sonra bu serin rüzgâr, dondurucu bir soğuğa dönüşecekti.
Her zamanki yere bisikletimi park ettim ve derslerin başlamasına tam beş dakika kala sınıfa girdim. Ders hazırlıklarımı yaparken, Maru içeri girdi. Muhtemelen sabah antrenmanını bitirmişti. Karşımda duran sandalyeye oturdu.
“Günaydın Maru. Antrenman bitti mi?“
“Yep. Her zamanki gibi, büyük bir olay değil.“
“Anladım.“
“Zamanla alışıyorsun. Bunu özel bir antrenman gibi düşün. Bir şeyi her gün yaparsan, bir süre sonra önemsememeye başlıyorsun.“
Söylediği şey biraz imalı gibi gelmişti ama düzenli antrenmana bu kadar alışmak bile başlı başına etkileyici değil mi? Birkaç dakika sonra sınıf öğretmenimiz içeri girdi ve sabah yoklamasını başlattı ancak beklenmedik bir şey oldu—öğretmen, bir belgenin fotokopilerini dağıttı.
’Gönüllüler Aranıyor.’ Başlık buydu. Hızlıca göz gezdirdim. Görünüşe göre, Cadılar Bayramı’ndan sonraki sabah yapılacak çöp toplama etkinliği için gönüllü arıyorlardı.
“Shibuya, Cadılar Bayramı gecesiyle ünlüdür ama ertesi sabah çöp yığınına dönüyor,“ diye fısıldadı Maru. Başımı sallayarak onayladım.
Bunu yıllardır duyuyordum. Doğup büyüdüğüm yerin hak ettiği ilgiyi görmesine seviniyorum ama mahallemizin bir çöplüğe dönmesini istemem. Üstelik mesele sadece dağınıklık da değil. Aç kalan kargalar sağa sola saldırıp buldukları her şeyi yemeye çalışıyor, fareler sokakları dolaşıyor—hem de kocaman, tombul olanlar. Kokuya hiç girmiyorum bile…
“Shibuya, Japonya’nın en önemli şehirlerinden biri ama böyle partilerden sonra haline bakınca gerçekten içler acısı oluyor,“ dedi Maru.
“Gördün mü hiç?“ diye sordum.
“Sabah antrenmanı sırasında.“
Görünüşe göre Maru ve takım arkadaşları, sabah antrenman rotaları sırasında Shibuya’dan geçmişlerdi. O yüzden bir önceki sabah şehrin halini görmüştü. Kaşlarını çatmasına bakılırsa, manzara gerçekten içler acısıydı. Sınıf öğretmenimiz, gönüllü olmak isteyenleri katılmaya teşvik ettikten sonra sınıftan ayrıldı.
“Oldukça erken bir saat. Ne düşünüyorsun?“ diye sordum Maru’ya.
“Neden başkasının pisliğini temizlemek zorunda olayım ki?“
“Eh, mantıklı bir nokta...“
Bu tek cümle, yaklaşan Cadılar Bayramı gecesiyle ilgili heyecanımı dakikalar içinde neredeyse tamamen alıp götürdü.
Bugün yine dershaneye gideceğim bir gündü. Yazın aldığım ek derslerden bu yana düzenli olarak dershaneye gidiyorum. Bunun sayesinde ve devam eden çabalarımın sonucunda, geçen ilkbahardan bu yana notlarım epey yükseldi. Aynı zamanda ders çalışma motivasyonumun da arttığını hissediyorum. Çok da uzun zaman önce, herhangi bir özel hedefim olmadan sadece prestijli bir üniversiteye girebilmek için çalışıyordum ama artık gerçekten ulaşmak istediğim bir hedef var.
Prestijli bir üniversiteye girmek nihai hedef değil aslında ulaşmak istediğim yere varmak için bir araç. Amacım, bana güvenli ve rahat bir gelecek sağlayacak kadar iyi maaş veren bir şirkette çalışmak.
Bunu başarmak için, ülke çapında saygın bir üniversiteye girebilmemi sağlayacak bilgi ve akademik becerileri edinmem gerekiyor. Beni buna zorlayan kimse yok. Bu hedefe başkalarıyla birlikte de çalışmıyorum. Bu, tamamen kendi koyduğum bir hedef. Bunu Ayase-san’a bile söylemedim ya da daha doğrusu söyleyebileceğimi sanmıyorum.
Sonuçta, bu benim telafi etme yöntemim. Ayase-san bana her gün lezzetli yemekler yaparken, ben anlaşmamızın bana düşen kısmını yerine getiremiyorum. Ona, fazla zamanını çalmadan iyi maaşlı ve avantajlı bir yarı zamanlı iş bulamadım. Onu bizden tamamen bağımsız hale getirecek bir iş de bulamadım ama en azından, ona bağımlı hissettirmeden geçimini sağlayabileceğim bir yetkinlik kazanmayı hedefleyebilirim.
Eğer ona planlarımı anlatırsam, sırf onun için fazladan çaba sarf ettiğimi düşünüp kendini bana borçlu hissedeceğinden korkuyorum. Doğrudan bir yardım değil belki ama benim omuzlarıma daha fazla yük bindiren bir durum. Bu yüzden bu konuyu şimdilik ona açmamaya karar verdim.
Dershaneye vardığımda, Ayase-san’dan bir LINE mesajı aldım.
“Dersin bitince süpermarkete uğrayabilir miyiz? Yarın sabah için malzeme almak istiyorum.“
Bu benim için hiçbir sorun teşkil etmiyordu, o yüzden dersimin bitiş saatini ona bildirdim ve dershane çıkışında buluşmaya karar verdik. Harika! Büyük bir heyecanla sınıfın kapısını açtım ve gözüm tanıdık, uzun boylu birine takıldı—Fujinami-san. Yanındaki sandalye boş görünüyordu, bu yüzden ona selam verdim ve yanına oturdum.
Dershane dersleri genellikle akşam 18:30’dan 21:30’a kadar sürüyordu ancak ben üç derslik programdan yalnızca ikisini seçtiğim için dersim iki saat sonra, yani 20:20’de bitiyordu ve on dakika sonra Ayase-san’ı görecektim.
Ders sırasında ve molalarda Fujinami-san ile pek konuşmamıştık ama ben çantamı toplarken aniden bana seslendi.
“Biraz değişmiş gibisin değil mi?“
Kullandığım kalemleri ve defterleri çantama koyarken ona şöyle bir baktım.
“Öyle mi?“
“Evet. Kız arkadaş mı edindin yoksa?“
“Kız arkadaş mı…? Tam olarak sayılmaz, nasıl açıklayacağımı da bilmiyorum aslında.“
“Anladım. Tebrikler o zaman.“
“Bu kadar kolay mı kabul ettin? Üstelik bilerek belirsiz bıraktım.“
“Bunu yapmanın bir sebebi olduğuna karar verdim.“ Fujinami-san gözlüğünü çıkarıp diğer elindeki mikrofiber bezle silmeye başladı. “Eğer hoşlandığın kişiyle olan ilişkin olumlu bir şekilde ilerliyorsa, ister kız arkadaş, ister sıradan bir arkadaş, ister başka bir şey olsun, ben bunu olumlu bir sonuç olarak değerlendiririm.“
“Bana verdiğin destek sayesinde, Fujinami-san. Gerçekten minnettarım.“
“Yardımcı olabildiysem ne güzel ama başka bir kızla bu kadar samimi konuşmanın doğru olduğuna emin misin?“ Gülümseyip alaycı bir ses tonuyla konuştu.
“Ee… Ben seni hep bir arkadaş olarak gördüm, o yüzden…“
“Öyle mi? Demek arkadaşız, o zaman sorun yok.“
Onun da benimle aynı fikirde olması içimi rahatlattı ve onunla konuşurken aklıma başka bir şey geldi.
“Bu arada, sen Shibuya’yı oldukça iyi biliyorsun değil mi?“
Uzun yıllardır şehir merkezine ve çevresine yakın bir yerde yaşadığım için Shibuya’da tamamen kaybolacak bir turist gibi değilim ama Fujinami-san gibi sokaklarda gezinme ya da gece hayatını keşfetme konusunda pek deneyimim yok. Bildiğim en iyi şey, farklı kitapçıların yerleri; hatta bu konuda neredeyse bir harita çizebilirim ama o kadar.
“Sanırım Shibuya’nın Cadılar Bayramı zamanlarındaki hali hakkında oldukça bilgilisin.“
“Evet, öyle denebilir.“
“Genellikle gidip bakar mısın?“
“Evet. Ortamı ve partileme havasını oldukça seviyorum.“
Bunu duyunca biraz şaşırdım. Onu, parti ortamlarını seven dışa dönük biri olarak hiç hayal etmemiştim.
“Bunu beklemiyordum,“ dedim.
“Gerçekten mi? Bana sorarsan, böyle zamanlarda insanların ne kadar düşük bir seviyeye inebileceğini görmek şaşırtıcı oluyor. Zekâ ve mantık açısından dibe vurduklarını izlemek, insanoğlunun ne kadar umutsuz olsa da yine de idare edebileceğini düşündürüyor.“
Fujinami-san bu sözlerini buruk bir gülümsemeyle tamamladı.
Maru’nun parti yapma fikrine tamamen karşı çıkarken sergilediği gülümsemenin tam tersiydi ama bir yandan da aynı mantığın parçası gibiydi.
“Umutsuz olmaları sorun değil, öyle mi?“
“Evet. Sonuçta biz de maymunlardan pek farklı değiliz.“
“Demek başkalarından genellikle daha yüksek beklentileri olan birisin?“
Kız gözlerini kırpıştırarak bana baktı. Sanırım onu şaşırtan bir şey söylemiştim.
“Öyle mi dersin?“
“Çevrendeki insanlardan bir şeyler bekliyorsun, bu yüzden hayal kırıklığına uğruyorsun. Beklentilerinin fazla olduğunu fark edince de dengeyi sağlamak için kendini uyarıyorsun.“
“Anlıyorum… Bunu hiç böyle düşünmemiştim.“
Tam o anda çantamın içinde telefonumun titrediğini hissettim. Hızla çıkarıp ekrana baktım. Ayase-san’dan bir mesaj gelmişti.
“Geldim.“
Telefonu cebime geri koyup çantamı omzuma astım. Bu sadece bir alışveriş gezisiydi, bırak randevu olmayı, basit bir günlük iş bile sayılabilirdi ama iş Ayase-san ile vakit geçirmeye, onu yanımda hissetmeye geldiğinde… Bu düşünce bile kalbimi hızlandırmaya yetiyordu.
“Ben böyle şeyleri dert eden biri değilim, merak etme.“
Bu tam da onun tarzına uygun bir cevaptı. İnsanları yanında belirli kurallara uymaya zorlamaması, Ayase-san’ı andırıyordu.
“Ben çıkıyorum o zaman.“
“Evet, yakında görüşürüz.“
“Hoşça kal.“
Fujinami-san elini salladı ve sınıftan ayrıldı.
Tam o anda zil çaldı ve üçüncü dersin başladığını haber verdi. Bunu bir işaret olarak alıp aceleyle sınıftan çıktım. Bina dışına adım attığımda gökyüzünün tamamen karardığını gördüm. Girişin biraz ilerisinde, sokak lambasının altında duran Ayase-san’ı fark ettim. Parlak saçlarına vuran ışık yüzünü aydınlatıyordu, bu yüzden onu uzaktan bile rahatlıkla seçebildim. Göz göze geldiğimizde nazik bir gülümseme takındı. Gün içinde sadece birkaç saat ayrı kalmış olmamıza rağmen, onu uzun zamandır görmemişim gibi hissettim.
“Çok bekledin mi?“ diye sorarak ona yaklaştım.
“Şimdi geldim,“ dedi başını hafifçe sallayarak.
Üzerinde bir hırka olan rahat bir kıyafet giymişti. Saatin ilerlemiş olduğunu düşünürsek, büyük ihtimalle önce eve uğrayıp üstünü değiştirmişti. Bu sadece basit bir alışveriş gezisiydi ama yine de her zamanki gibi kusursuz görünüyordu. Buna karşın ben hâlâ okul üniformamla duruyordum, bu yüzden yanında yürümek biraz mahcup hissettirdi. Planladığımız gibi eve giderken markete uğradık.
Bugüne kadar pek dikkatimi çekmemişti ama tüm şehir yaklaşan Cadılar Bayramı havasına hazırlanıyor gibiydi. Markete girer girmez sezonluk şekerlemelerle dolu rafları fark ettim.
“Bu Cadılar Bayramı süslemeleri gözlerimi yoruyor,“ dedim bir gülümsemeyle. Ayase-san kısa bir an düşündü.
“Etrafımızın tamamen turuncuya boğulmasından dolayı mı?“
“Aynen öyle.“
Raflardaki tüm paketler bile parlak turuncu renklere bürünmüştü. Bu, hepimizin aşina olduğu Batı balkabağının rengi. Oysa işin aslı pek öyle değildi; Jack’in feneri başta beyazdı ancak dünya turuna çıkıp Amerika’ya ulaştığında balkabağı imajına dönüştü ve oradan da bizim bu izole adaya kadar gelip yerleşmesi uzun sürmedi. Şekerlemelerin bulunduğu kovalar bile balkabağı şeklindeydi. Etrafımda bu kadar parlak renk görmek gözlerimi yormaya başlamıştı.
“Büyük mağazaların özel bölümleri de aynı,“ dedi Ayase-san.
“Ondan da bahsediyorum ama ayrıca şehrin her yerine ışıklar asıyorlar.“
Düşününce, iş merkezlerinin bulunduğu bazı bölgeler, gördüğüm tüm Cadılar Bayramı süslemeleri yüzünden neredeyse bir Tanabata festivaline benziyordu.
“Bunu söyleyince fark ettim, gerçekten de öyle.“
“Ama bu mevsim de sonunda bitecek ve yerini bir başkasına bırakacak.“
Ayase-san’ın sözlerine başımı sallayarak onay verdim. Etkinlik bittiğinde, ertesi gün bu ürünlerin satışı hemen duracaktı. Rafları dolduracak bir sonraki şey ise yılbaşı süsleri olacaktı. İnsanları bir sonraki etkinliğe hızla adapte etmeye kararlıydılar.
“En azından yılbaşı süslerinde biraz yeşil var, göze daha hoş geliyor.“
“Asamura-kun, senin bu tür etkinliklere bakış açın gerçekten çok komik.“
“Öyle mi dersin?“
“Şimdiye kadar birinin bir tatili, satış alanlarının renk kompozisyonlarına göre değerlendirdiğini hiç görmemiştim.“
“Ya da insanların umursamadığı şeyler beni rahatsız ediyordur.“
Ayase-san ile sınırlı sayıda üretilen ürünlerin bulunduğu rafın önünden geçip nihayet alışverişe başladık. Her süpermarketin genel yerleşimi üç aşağı beş yukarı aynıydı ancak müşterilerin market içinde yürüdükleri güzergâh onların kişiliğini açıkça yansıtıyordu. Kitapçıda çalışırken de bu sistemin işleyişini gözlemlemiştim. İşletmeler her ne kadar müşterilerin takip etmesi için belli bir rota oluştursa da her zaman istisnalar çıkıyordu.
“Evde hâlâ tüketilebilir şeyler var mı?“ diye sordu Ayase-san, ben alışveriş sepetini market arabasının içine yerleştirirken.
Onunla birlikte defalarca alışverişe çıktığım için en baştan bir güzergâh belirlemeyi sevdiğini fark etmiştim. Muhtemelen verimliliği en üst düzeye çıkarmak istiyordu. Hedefe en hızlı şekilde ulaşmaya çalışan bu tutumu, kişiliğine oldukça uygundu. Aynı şey kıyafet alışverişinde de geçerliydi. İçeri girer girmez zihninde ideal rotayı belirlediğine emindim. Nereye gitmek istediğini en ufak bir tereddüt bile yaşamadan biliyordu.
“Hmm… Eksik bir şey var mı acaba…“ Aklımı yoklayarak almamız gereken bir şey olup olmadığını hatırlamaya çalıştım.
Evde tuvalet kâğıdı ve kutu mendil hâlâ fazlasıyla vardı, bundan emindim. Çöp torbamız da yeterince bulunuyordu. Çeşit çeşit deterjan ve yumuşatıcı da olması gerektiği kadardı. Ayase-san, ben daha düşüncemi toparlamadan önce konuştu.
“Sanırım eksik bir şeyimiz yok.“
“Benim de hatırladığım kadarıyla her şey tam görünüyor.“
“Son birkaç gün içinde eksik bir şeyimiz olduğunu hatırlamıyorum… Demek ki böyle durumlar için not almam gerekiyor.“
Elde kâğıtla dolaşmak biraz zahmetli olurdu ama telefonuma not almak daha pratik olabilirdi.
“Baharatlara gelince… Ah, tatlı pirinç şarabımız azalmış olabilir. Biraz karabiberimiz var ama çekilmiş karabiber yok sanırım,“ dedi Ayase-san.
“O zaman biraz alalım.“
“Tamamdır.“ dedi ve önden yürümeye başladı. Ben de market arabasını iterek onu takip ettim.
Sebze reyonunun arasından geçerken Ayase-san fiyatları tek tek kontrol ediyordu. Bir şeyin ne kadar ucuz olduğuna dair yorum yapıyor, başka bir ürünün fiyatından yakınarak mırıldanıyor, hatta turpları ve lahanaları birbiriyle kıyaslıyordu.
“Yeşil sebzelerin fiyatı genel olarak biraz pahalı.“
“Öyle mi?“
Ne demek istediğini anlıyordum ama fiyatlara pek dikkat etmediğim için bir şeyin pahalı olup olmadığını fark edemiyordum.
“Düne kıyasla yaklaşık 20 yen daha pahalı.“
“Bu kadarını hatırlıyor olmana şaşırdım.“
“Gerçekten mi? Bence bu kadarını bilmek gayet normal.“
Bir kez daha Ayase-san’a hayran kaldım. Dünkü fiyatları hatırlamak bir yana, sebzelerin fiyatlarını her gün kontrol etmeyi hiç düşünmemiştim bile. O fiyatları inceledikten sonra sebze reyonunu geçtik ve et reyonuna geldik. Tavuk, domuz eti, sığır eti ve daha fazlası gözümün önündeydi. Hemen ileride ise balık reyonu vardı. Ayase-san fiyatlara göz gezdirdi ama hiçbir paketi eline almadı.
“Bugün bir şey almayacak mıyız?“
“Menüyü tam olarak belirlemedim. Eğer tek başıma alışveriş yapıyor olsaydım, taşıyabileceğim kadar alırdım ama seninle birlikteyken biraz daha fazladan alabilirim diye düşündüm.“
Yani, taşıyacak fazladan iki eli olduğu için seçenekleri genişlemişti öyle mi?
“Tamam, sadece bana neyi taşıyacağımı söyle.“
“Biraz ağır olabilir ama.“
“Sen benim için her zaman çok şey yapıyorsun, bu kadarı benim için hiç sorun değil. Sadece söyle yeter. Her zaman yardım etmeye hazırım.“ dedim ona.
Buna karşılık nazik bir “Teşekkür ederim.“ cevabı verdi.
Profilden baktığımda kızardığını fark ettim ve düşündüm. Sadece böyle alışverişe çıkıp sohbet etmek bile hiç de fena hissettirmiyordu.
“Tamam, ne alacağıma karar verdim. Birkaç dilim tavuk ve sebze paketleri alacağız ama önce biraz baharat stoklamamız lazım.“
“Tamamdır.“
Sanırım tatlı pirinç şarabı ve karabiber alacaktık değil mi? Ama pirinç şarabı tam olarak neredeydi?
“Şurada. Soya sosu ve diğer sosların etiketlerini görebilirsin.“
Ayase-san’ın işaret ettiği yöne doğru ilerledim. Bahsedilen tatlı pirinç şarabını aldım ve sepete koydum ancak Ayase-san onu geri yerine koydu ve hemen alt raftaki daha büyük bir şişeye yöneldi.
“Bu daha mı iyi?“
“Evet, sanırım son zamanlarda çok kullanıyorum, o yüzden büyük boyunu almak daha mantıklı olur diye düşündüm.“
“Anlıyorum… Evet, mantıklı. Bizimle yaşamaya başlamadan önce yarı yarıya daha az kullanıyordun sonuçta.“
“Hâlâ o eski alışkanlıkla alışveriş yapıyorum, artık buna iyice alışmam lazım.“ Ayase-san küçük bir tebessüm etti.
“Tamam, sırada karabiber var.“
Koridorun karşı tarafında tuz, şeker ve biber gibi ürünler vardı. En üst rafta duran karabiberi fark ettim ve Ayase-san’dan onay aldıktan sonra sepete attım. Ardından tekrar et reyonuna döndük, Ayase-san tavuğu ve sebzeleri sepete koydu. Kasaya doğru ilerlerken aniden durdu.
“Epey ucuz, değil mi?“
“Hm? Kabaklar mı?“
“Evet. Alayım bari.“
Kasaya yakın bir yerde, tamamen Cadılar Bayramı’na özel bir köşe hazırlanmıştı. Büyük oranda kabaklardan oluşuyordu. Üzerindeki tabelada “İndirim“ yazıyordu ama hepsi Japonya’da yaygın olan yeşil kabaklardı, yani klasik Cadılar Bayramı havası yoktu.
“Bütün bir kabak biraz fazla olur ama yarısını alırsak bitirebiliriz... Taşıyabilir misin?“
Bahsettiği kesilmiş yarım kabaklardan birini elime aldım. Hafif sayılmazdı ama taşınamayacak kadar da ağır değildi.
“Sorun olmaz. Ayrıca bisikletimin sepeti de var, o yardımcı olur.“
Kasada sıraya girdik, uygulamadan puan kazandık ve ödemeyi tamamladık. Bina dışına çıktığımızda, bizi gecenin karanlığı karşıladı. Eve doğru giderken, Shibuya merkezinde bir grup kostümlü insan gördük. Asıl güne hâlâ iki gün vardı ama bazıları şimdiden fazla mı kaptırmıştı kendini? Eğlenmek güzel de kaldırımın ortasını kapatmak biraz düşüncesizce değil mi? Şu elimde dolu bir alışveriş sepetiyle bisikletimi ittiriyorum, fark edebiliyor musunuz acaba?
Eve vardığımızda saat çoktan 21.00 olmuştu.
“Bu akşamın yemeği hazır, sadece ısıtmam yeterli,“ dedi Ayase-san.
“Teşekkürler ama onu ben halledebilirim. Senin çalışma zamanını fazla bölmek istemem.“
“Beni düşünme. Zaten yemek yaparken de çalışabiliyorum,“ dedi ve cebinden küçük bir İngilizce kelime defteri çıkardı, gururlu bir ifadeyle bana göstererek.
Onu bir gülümseme olarak adlandırmak abartılı olurdu ama ifadesinde küçük bir değişiklik fark ettim; ona çocuksu bir hava katıyordu. Normalde alışık olduğum duruşundan farklı olan bu hali, neredeyse benim de gülümsememe neden olacaktı ancak onun bu halinin sevimli olduğunu düşünmenin kabalık olabileceğini düşündüğümden, dolabı açıp aldığımız taze gıdaları yerleştirmekle meşgul oldum.
Bu sırada Ayase-san mikrodalgada yemeğimizi ısıtmaya başlamıştı ve mutfağa yayılan hoş bir koku burnuma ulaştı.
“Mis gibi kokuyor. Ne bu?“
“Teriyaki tavuk. Biraz bekle.“
Sebzelerle dolu miso çorbasını ısıtmama izin vermediği için, ben de lavaboda bekleyen bulaşıkları yıkamaya koyuldum. Görünüşe göre babam ve Ayase-san çoktan yemek yemişti, bulaşıkların sebebi buydu.
“Ah.“
“Hm? Ne oldu?“
Ayase-san, sabun köpüğüyle kaplı ellerime baktı.
“Bulaşıkları benim yıkamama izin verebilirdin.“
“Hadi ama, her şeyi sen yapmak zorunda değilsin. Sana geri verebileceğim başka bir şey yok, en azından bunu bana bırak.“
“Geri verebileceğin bir şey yok huh? Bu hiç doğru değil.“
“Ne demek istiyorsun?“
“Fark etmediğimi mi sandın? Ev bütçesine gizlice yardımcı olmaya çalışıyorsun değil mi?“
“Ne…?“
Sanırım kumar bana göre değil ha? Bu kadar kolay yakalanacağımı hiç düşünmemiştim.
“Kârlı bir yarı zamanlı iş bulamadığın için ailemize ve bana başka bir şekilde destek olmaya çalışıyorsun muhtemelen. Dershaneye daha sık gitmenin sebebi de geleceği düşünerek şimdiden yatırım yapmak istemen. Ödenen paranın karşılığını en iyi şekilde almak istiyorsun değil mi?”
“İnanılmaz… Resmen içimi okumuşsun.”
“Ne zaman daha fazla ders almaya karar verdiğine bakınca anlamak zor değil. Ayrıca…” Küçük bir kaseye miso çorbası doldurdu, sıcaklığını kontrol etmek için bir yudum aldı ve sonra devam etti. “—Ben her zaman seni düşünüyorum, Asamura-kun. Tabii ki böyle bir şeyi fark ederim.“
“…!“
Bir anda vücudumu saran yoğun bir sıcaklık hissettim. Muhtemelen hem mikrodalganın hem de ısıtıcının çalışıyor olmasındandı. Lavabodan sıçrayan su bile bileklerimi serinletmeye yetmiyordu. Zihnimi bulaşıkları yıkamaya odaklanmaya zorladım ancak bu, kendimi toparlamamı kısmen sağlayabildi. Göz ucuyla Ayase-san’ın ifadesini kontrol ettim ama başını hafifçe eğmişti, bu yüzden ne düşündüğünü anlayamadım.
Tam ortamda tuhaf bir sessizlik oluşacakken bir kapı açılma sesi duyuldu, bu da beni aniden irkiltti. Babam mutfağa girdi, bir parça tavuğu kaptığı gibi ağzına attı. Yanağını şişiren bir gülümsemeyle “Lezzetliymiş!“ dedi ve banyoya doğru kayboldu. Dişlerini çoktan fırçaladığı halde gelip bir lokma tavuk almak için mi uğramıştı? Aman neyse, ben zaten fazla şaşırmıştım, onu azarlamayı bile aklımdan geçiremedim.
Geç saatte yediğim akşam yemeğim miso çorbası, beyaz pirinç ve ana yemek olarak lezzetli bir teriyaki tavuktan oluşuyordu. Yanına koyduğum büyük marul yapraklarını tavukla birlikte yemek oldukça hoş bir kombinasyondu. Yemeğimi bitirdikten sonra biraz dinlenmek için çayımı yudumladım ve midemin rahatlamasına izin verdim. Karşımda oturan Ayase-san’la birkaç kelime alışverişinde bulunduk.
Şu an eve dönerken karşılaştığımız kostümlü gruptan bahsediyorduk. Daha doğrusu, Cadılar Bayramı bile olmadan böylesine coşkulu olmalarıyla ilgili düşüncelerimizi paylaşıyorduk ve ikimizin de 31 Ekim’de vardiyamız olmasından duyduğumuz pişmanlığı.
“Ben hiç Cadılar Bayramın’da dışarı çıkmadım, o yüzden tamamen unutmuşum.“ dedi Ayase-san.
Başımı sallayarak onayladım. “Bence her yer tıklım tıklım olacak. Şimdiden delirmiş gibiler.“
“Kitapçıya kostümlerle gelenler olacaktır kesin.“
“Öyle olsa bile bizim işimiz değişmeyecek. Ama belki arada bir irkiliriz. Mesela bir zombi ya da mumya çıkarsa karşımıza… Ayase-san, korku şeyleriyle aran nasıl?“
“…Pek iyi değil,“ dedi. “Ama… eğer sen yanımda olursan, sorun olmaz sanırım.“ Belki de o gün aynı vardiyada olmamız o kadar da kötü bir şey değildir.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.