Bölüm 1 “Neyse, Hachiman Hikigaya çürümüşün teki.“
Alnındaki damarı patlayacak gibi şişen Japon Dili ve Edebiyatı öğretmenim Shizuka Hiratsuka, ödevimi gök gürültüsünü andıran bir sesle yüksek sesle okudu. Bu şekilde dinlemeye zorlanınca, kompozisyon konusunda hâlâ pek iyi olmadığımı fark ettim. O yazı, bilmiş görünmek için bir sürü uzun kelimeyi zorlama bir şekilde arka arkaya dizme çabasından ibaretti. Tıpkı kitapları satmayan bir romancının yapacağı türden bir şeydi. Yoksa beni buraya çağırma sebebi, kötü yazı yazma becerim miydi?
Tabii ki hayır. Sebebin bu olmadığını biliyordum.
Hiratsuka-sensei yazıyı bitirdi, alnına elini koydu ve derin bir iç çekti. “Dinle, Hikigaya. Sana derste hangi ödevi vermiştim?“ “Şey, lise hayatımı değerlendirme temalı bir deneme yazmamdı.“
“Doğru. Peki bu neden bir okul katliamının girişi gibi duruyor? Terörist misin sen? Yoksa sadece bir salak mı?“ Hiratsuka-sensei tekrar iç çekti, endişeyle saçlarını karıştırdı.
Biliyor musunuz, ona öğretmen demek yerine “terbiyeci“ demek daha mı seksi olurdu acaba? Tam da bu düşünce aklımdan geçerken, bahsi geçen terbiyeci bir kağıt yığınıyla kafama vurdu. “Dinle bakalım.“
“Efendim?“
“Gözlerindeki ifade... Sanki çürümüş bir balık gibi bakıyorsun.“
“Yani omega-3 kaynıyor mu demek istiyorsunuz? O zaman baya zeki görünüyorum demek ki.“
Dudaklarının kenarı hafifçe oynadı. “Hikigaya. Bu ukalaca denemenin amacı tam olarak ne? Eğer bir bahanen varsa, şimdi dinliyorum.“ Öğretmenin bakışları o kadar keskindi ki, bakışlarının sesini duyabiliyordum. Fena sayılmaz bir görünüşü olduğu için, bakışlarının etkisi de bir hayli güçlüydü. Ezilmiştim. Aslında baya korkutucu bir kadındı.
“Ş-Şey, yani, lise hayatımı değerlendirdim işte! Günümüz lise öğrencileri zaten böyle değil mi?! Söylediklerim tamamen gerçek!“ Kelimeler ağzımda gevelenip duruyordu. Başka bir insanla konuşmak bile beni geriyordu, bir de üstüne karşımda yaşlı bir kadın vardı ki, bu daha da beter etmişti durumu.
“Genelde bu tür ödevlerde insanlar kendi hayatlarını değerlendirir.“
“Eğer bunu önceden belirtseydiniz, öyle yazardım! Konuyu belirsiz bıraktığınız için suç sizde.“
“Lafı ağzımda bırakma, veled.“
“Veled mi? Sanırım sizin yaşınızdaki biri için öyleyim.“
Bir esinti geçti.
Bu bir taş-kağıt-makas oyunuydu ve onun taşı hiç uyarmadan savrulmuştu. Hiçbir şeyi esirgemeyen o muhteşem yumruk, yanağımı sıyırıp geçti.
“Bir sonraki tam isabet edecek.“ Gözleri ciddiydi.
“Özür dilerim. Yeniden yazacağım.“ Özür ve pişmanlığı ifade etmek için en uygun kelimelerdi bunlar.
Ama görünen o ki bu kadarı onu tatmin etmemişti. Kahretsin. Yerin dibine girmekten başka çarem mi kaldı? Pantolonumdaki kırışıklıkları düzeltmek için hafifçe vurdum, sağ dizimi büktüm ve linolyum zemine yaklaştım. Zarif ve akıcı bir hareketti.
“Sana kızdığımdan değil.“
İşte geldi. Bu o. İnsanlar bunu söylediğinde çok sinir bozucu oluyor. Sanki “Kızgın değilim, o yüzden söyle, tamam mı?“ demek gibi. Bunu söyleyip de aslında kızgın olmayan birini hiç görmedim.
Ama şaşırtıcı bir şekilde, Hiratsuka-sensei gerçekten kızgın görünmüyordu. En azından o yaşla ilgili şey dışında. Yerdeki dizimi eski pozisyonuna getirip ona baktım. Hiratsuka-sensei, patlayacakmış gibi duran ceketinin göğüs cebinden bir Seven Star çıkardı, filtresini masasına iki kez hafifçe vurdu. Tipik bir orta yaşlı adam hareketiydi bu. Tütünü sıkıştırdıktan sonra, ucuz çakmağını çaktı ve sigarasını yaktı. Dumanı üfledi, yüzündeki aşırı ciddi ifadeyle gözlerini bana dikti. “Hiçbir kulübe katılmayı denemedin, değil mi?“ Hayır, hocam.“ “Peki arkadaşın var mı?“ Hiç olmadığımı çok iyi bildiği halde soruyordu. “H-herkese eşit davranmak prensibimdir! Kimseyi ötekilerden daha yakın tutmamak gibi bir politikam var!“ “Yani arkadaşın yok?“ “O kadar... net söylemek gerekirse, evet...“
Hiratsuka-sensei’nin gözleri motivasyonla parladı: “Anlıyorum! Demek ki yokmuş! Zaten tahmin etmiştim. O çürümüş, kirli gözlerini görür görmez anlamıştım.“
Gözlerimden mi anladın? O zaman niye sordun ki?! Hayır, hocam.“ “Peki arkadaşın var mı?“ Hiç olmadığımı çok iyi bildiği halde soruyordu. “H-herkese eşit davranmak prensibimdir! Kimseyi ötekilerden daha yakın tutmamak gibi bir politikam var!“ “Yani arkadaşın yok?“ “O kadar... net söylemek gerekirse, evet...“
Hiratsuka-sensei’nin gözleri motivasyonla parladı: “Anlıyorum! Demek ki yokmuş! Zaten tahmin etmiştim. O çürümüş, kirli gözlerini görür görmez anlamıştım.“
Gözlerimden mi anladın? O zaman niye sordun ki?! Kendinden memnun bir şekilde başını salladı, sonra mahcup bir ifadeyle ekledi: “Sevgilin... falan var mı?“ “Falan mı?“ *Bu ne demekti? Erkek arkadaşım var desem ne diyecekti? “Şu an yok.“ Vurguyu “şu an“ üzerine yaparak geleceğe dair umut serpiştirdim.
“Anlıyorum...“ Bu kez bana bakarken gözleri nemliydi. Sigaradan gözü yaşarıyor diye inanmak istiyorum. Lütfen dur! O ılık, acıyan bakışlarını bana yöneltme.
Ama cidden, bu sorgulama neyin nesi? Kendini bir “ilham verici öğretmen“ filminde mi sanıyor? Sırada çürümüş bir serserinin repliği mi gelecek? Okulu bırakan eski öğrenci öğretmen olarak mı dönmüş? Keşke gerçekten dönseydi... Hiratsuka düşüncelerini bitirip dumanlı bir iç çekişle konuştu: “Pekâlâ, şöyle diyelim: Ödevini yeniden yazacaksın.“ “Peki, hocam.“ Bu sefer tamamen zararsız bir şeyler karalayacaktım. Tıpkı bir pin-up idolünün veya seslendirme sanatçısının blogunda yazacağı gibi: “Bugün akşam yemeğinde... körri yedim!“ O üç noktanın mantığı neydi ki? Sonrasında gelen hiç şaşırtıcı değildi.
O ana dek söyledikleri beklenebilirdi. Ama sonra gelen, tahminimin ötesindeydi: “Yine de umursamazdın ve tavrın beni incitti. Bir kadının yaşına değinmemek gerektiği öğretilmedi mi sana? Bu yüzden sana toplum hizmeti cezası veriyorum. Sonuçta yanlış davranış cezalandırılmalı.“ Hiratsuka neşeyle açıkladı bunu. O kadar zıpır bir hali vardı ki incinmiş olduğuna ihtimal vermezdim. Hatta her zamankinden bile neşeliydi!
Ah evet... “neşeli“ kelimesi aklıma başka bir kelime getirdi: “göğüsler“. Tıpkı düşünce akışım gibi, gözlerim de gerçeklikten kopup öğretmenin bluzunun altından kabaran göğüslerine kaydı. Ne ahlaksızca... Ama cidden, kim ceza vermekten bu kadar zevk alır?
“Toplum hizmeti mi? Ne yapmamı istiyorsunuz?“ Ürkekçe sordum. Tavrına bakılırsa hendek temizletmek ya da sahte bir kaçırma olayı sahneletmek isteyecekti.
“Benimle gel.“ Sigarası zaten dolup taşan kül tablasına bastırdı ve ayağa kalktı. Ne bir açıklama ne de giriş yapmıştı. Donup kalmıştım. Kapıdayken hareket etmediğimi fark edip döndü: “Hadi, çabuk ol.“ Kaşlarını çatmış bakışı karşısında heyecanlanıp peşine takıldım. Chiba Şehri Belediyesine bağlı Soubu Lisesi’nin bina yerleşimi, epeyce karışıktır. Kuşbakışı bakıldığında, Japonca’da “ağız“ anlamına gelen karakterin yamuk bir karesini andırır—ya da Japon harfi “ro“ya benzer. Alt taraftan çıkan AV binasını da eklediğinde, ulu ve ihtişamlı okulumuzun kuşbakışı görünümü tamamlanmış olur. Yol kenarında sınıf binası yer alır; tam karşısında ise özel kullanım binası. Tüm yapılar ikinci kattaki yürüyüş yolu ile birbirine bağlanmıştır ve bütün yapı bir kare şeklindedir.
Bu dört duvarla çevrili alan ise “normie”lerin kutsal mekanıdır: avlu.
Öğle arasında kızlı erkekli gruplar burada yemek yer, sonra da sindirime yardımcı olsun diye badminton oynarlar. Okul çıkışında ise, binaların gölgeleri yavaş yavaş uzarken, deniz esintisinin dokunuşları arasında aşktan konuşup yıldızlara bakarlar.
Tam bir saçmalık.
Dışarıdan bakınca, hepsi de gençlik dramasında rol yapan oyuncular kadar soğuk duruyorlardı. O dramada bana da büyük ihtimalle bir ağaç rolü falan düşerdi.
Hiratsuka-sensei, linolyum zeminde tıkır tıkır adımlarla ilerliyordu; görünüşe göre özel kullanım binasına gidiyordu.
Bu hiç iyiye işaret değil. Zaten, toplum hizmeti dediğin şey başlı başına değersiz bir aktivite. “Hizmet“ kelimesi günlük hayatta geçmemeli bence. Bu terim çok daha özel durumlar için saklanmalı—mesela bir hizmetçinin efendisine hizmet etmesi gibi. Öyle bir hizmeti memnuniyetle karşılardım, “Vay be, parti var!“ derdim. Ama gerçek hayatta öyle bir şey olmuyor. Daha doğrusu, para vermezsen olmuyor. Verirsen de zaten hayal ve umutlarla dolu bir etkinlik sayılmaz. Kısaca, hizmet kötüdür.
Üstüne üstlük, istikametimiz özel kullanım binasıydı. Bu da kesin bana müzik odasındaki piyano taşıtılacak ya da gübre odasındaki çöpler temizletilecek ya da kütüphanedeki kitaplar dizdirilecek demekti. Başım ağrımadan önlemimi almalıyım.
“Sırtımda bir sorun var, yani… şey… her... her... herpes? Evet, o işte…”
“Herniden bahsetmek istedin muhtemelen. Ama merak etme, senden fiziksel iş istemeyeceğim.” Hiratsuka-sensei bana sinir bozucu bir küçümsemeyle baktı.
Hmm. Demek ki benden araştırma ya da masa başı işi isteyecek. Bence bu tarz beyin uyuşturan görevler, fiziksel işten bile daha kötü. Şu “çukuru kaz, sonra geri doldur“ türü işkencelere daha çok benziyor.
“Sınıfa girersem öleceğim bir hastalığım var.”
“Bu biraz fazla keskin nişancı hikâyesi oldu. Yoksa Sen de Hasır Şapka Korsanları’ndan biri misin?”
Sen... shonen manga mı okuyorsun?!
Neyse, tekrarlı işleri kendi başıma yapmaya çok da karşı değilim. İçimdeki bir düğmeyi kapatıp kendime “Ben bir makinayım“ dediğim an iş tamam. O noktadan sonra mekanik bir beden aramaya başlarım, sonra gider bir somun vidası olurum.
“Geldik.” Öğretmen, tamamen sıradan bir sınıfın önünde durdu. Kapının yanındaki isim levhasında hiçbir şey yazmıyordu. Bu garipliğe takıldım bir an. Öğretmen, kapıyı raylarında sürükleyerek açtı.
Sınıfın bir köşesinde masa ve sandalyeler rastgele üst üste yığılmıştı. Muhtemelen depo niyetine kullanılıyordu. O yığın dışında bu odayı diğerlerinden ayıran hiçbir şey yoktu. Hiçbir özelliği yoktu. Son derece sıradandı.
Fakat bu sıradan mekânı bambaşka kılan, eğik gelen günbatımı ışığında kitap okuyan bir kızın varlığıydı. Manzara o kadar kusursuzdu ki, dünya son bulsa bile onun orada aynı şekilde oturmaya devam edeceğini düşünebilirdiniz.
Kızı görür görmez hem bedenim hem de zihnim kitlendi. Gözlerim ona kilitlendi.
Kız, birilerinin geldiğini fark ettiğinde kitabına bir ayraç koyup başını kaldırdı. “Bayan Hiratsuka, kapıyı çalmadan girmeyin dediğimi sanıyordum.”
Kusursuz bir yüz. Omuzlarından süzülen simsiyah saçlar. Bizim sınıftaki isimsiz, yüzsüz kızlarla aynı okul üniformasını giyiyor olmasına rağmen, tamamen farklı görünüyordu.
“Kapıyı çalsam da hiç cevap vermiyorsun.”
“Çalmanızla girmeniz bir oluyor da ondan.” Öğretmene memnuniyetsiz bir bakış fırlattı. “Peki bu şaşkın görünümlü çocuk da kim?”
O soğuk bakışını bana çevirdi.
Tanıyordum bu kızı. 2-J sınıfından, Yukino Yukinoshita.
Tabii “tanımak” dediysem, sadece adıyla yüzü bende kayıtlıydı. Hiç konuşmuşluğum yoktu. Yani, ne yapayım, bu okulda biriyle sohbet ettiğim nadirdir zaten.
Soubu Lisesi’nde dokuz normal sınıfa ek olarak, bir de Uluslararası Müfredat adı verilen özel bir sınıf vardır. Bu sınıf, başarı ortalamasında normal sınıflardan iki üç puan yukarıda seyreder ve genellikle yurt dışı görmüş ya da değişim öğrencisi olmayı hedefleyen öğrencilerden oluşur.
Zaten dikkat çekici tiplerle dolu bu sınıfta, Yukino Yukinoshita özellikle öne çıkan biriydi.
Her zaman birinci çıkan, tam puan öğrenci. Hem klasik sınavlarda hem de yeterlilik testlerinde zirvedeydi. Üstelik sadece notlarıyla değil, alışılmadık derecede etkileyici güzelliğiyle de sürekli ilgi odağı olurdu. Açık konuşmak gerekirse, okulun en güzel kızı denilse, kimse itiraz etmezdi. Yani herkes onu tanırdı.
Peki ya ben? Ben o kadar silik, o kadar sıradanım ki acaba varlığımın farkında olan biri var mı, onu bile bilmiyorum. O yüzden beni tanımaması doğal. Ama yine de “şaşkın” demesi içime dokundu. Öyle ki, bir anlığına gerçeklikten kaçıp eskiden yediğim, adı buna benzeyen bir şekeri hatırladım. Uzun zamandır görmedim o şekeri…
“Bu çocuk Hikigaya. Kulübe katılmak istiyor.” Hiratsuka-sensei beni hafifçe iterek öne çıkardı. Sanırım kendimi tanıtmamı bekliyordu.
“Ben 2-F sınıfından Hachiman Hikigaya. Şey... selam. Ama ‘kulübe katılmak’ da ne demek oluyor?” Ne kulübü? Bu ne kulübü şimdi?
Sorumu duyar duymaz Hiratsuka-sensei ağzını araladı. “Senin cezan, bu kulübün faaliyetlerine katılmak olacak. İtiraz, isyan, soru, karşı çıkış... hiçbirini kabul etmiyorum. Biraz kafanı soğut da yaptığını düşün.” Cümleleri bir tsunami gibi üzerime çöktü; kaçacak yer bırakmadan kararını verdi. “Yani... zaten baktığında da anlarsın, bu çocuk tam anlamıyla çürümüş. Hep yalnız, zavallının teki.”
Bakınca anlaşılır mıymış? “İnsanlarla nasıl geçinilir öğrenirse, belki biraz düzelir diye düşündüm. Onu sana bırakıyorum. Rica ediyorum, bu çarpık, yalnız karakterini düzelt,” dedi ve Yukinoshita’ya döndü.
Yukinoshita, sinirlenmiş gibi bir ifade takınarak konuştu: “Bu muymuş sorun? O zaman adamı dövsenize. Tekmelemek de işe yarar.”
Ne korkunç kız ama.
“Keşke yapabilsem ama artık o tür şeylere biraz fazla tepki gösteriyorlar. Fiziksel şiddet yasaklandı,” dedi öğretmen. Ama bunu söylerken sanki psikolojik şiddet serbestmiş gibi bir havası vardı.
“Reddediyorum. Bu çocuğun o arsız gözlerinde türlü art niyetler görüyorum, kendimi tehdit altında hissediyorum.” Yukinoshita yakasını düzeltti (gerçi yerinden bile oynamamıştı) ve bana nefret dolu bir bakış attı. Bakmıyorum ki... Gerçekten. Yani, cidden bakmadım. Sadece... görsel alanıma girdiği için bir an dikkatimi çekti. O kadar. Yemin ederim, sadece o kadar. “Rahat ol, Yukinoshita,” dedi Hiratsuka-sensei. “Bu çocuğun çürümüş gözleri ve kuşkulu karakteri, tam da kendini koruma içgüdüsüne ve risk-kazanç hesabına sahip biri olduğunu gösteriyor. Öyle kolay kolay tutuklanacak bir şey yapmaz. Düşük seviye bir sapıklığın güvenli sınırında. Rahat olabilirsin.”
“Bunda iltifatlık hiçbir şey yok ki,” diye itiraz ettim. “Ciddi olamazsınız, değil mi? Mesele risk hesabı falan değil, kendini koruma güdüsü de değil. Neden ona sağduyum var diyemiyorsunuz?”
“Düşük seviyeli bir sapık… Hmm… Anlıyorum…”
“Dinlemiyor bile! Ama yine de ikna oldu!”
Belki Hiratsuka-sensei’nin ikna çabası işe yaramıştı, belki de düşük seviye sapıklığım güven kazandırmıştı, bilemiyorum. Ama her halükârda Yukinoshita, kararını hiç de hoş olmayan bir şekilde açıkladı: “Bir öğretmenin ricasıysa, doğrudan reddedemem... Kabul ediyorum.” Sanki zorla katlanıyormuş gibi bir ses tonuyla razı oldu.
Öğretmen memnun bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Güzel! O zaman gerisini sana bırakıyorum,” dedi ve arkasına bile bakmadan uzaklaştı.
Ve geride kalan ben, öylece dikilip kalmıştım.
Açık konuşmak gerekirse, beni burada tek başıma bıraksaydı daha rahattım. Yalnızlıkla çevrili ortamım, ruhumu sakinleştirirdi. Saatin saniye ibresinin çıkardığı tık tık tık sesi, nedense hem çok yavaş hem de fazla yüksek geliyordu.
Hadi ama... Gerçek mi bu şimdi? Ansızın romantik komedi sahnesine mi girdim ben? Bu durum mideme kramplar sokuyor. Ama yanlış anlaşılmasın, böyle bir senaryoya değil, bunun gerçekleşme ihtimaline itirazım var.
İstemeden, ortaokuldan birkaç buruk anı zihnime geri döndü.
Okul çıkışıydı. Sınıfta yalnız kalan iki öğrenci. Hafif bir rüzgâr, perdeyi dalgalandırıyordu. Eğik gelen gün ışığı içeri süzülüyor ve bir çocuk cesaretini toplayıp aşkını itiraf ediyordu. O an, o kızın sesi hâlâ kulaklarımda.
“Arkadaş kalamaz mıyız?”
Of… Ne berbat bir anıydı. Arkadaş kalmayı geçtim, o olaydan sonra bir daha konuşmadık bile. Beni öyle etkiledi ki, “arkadaş” kavramı zihnimde “birbirine tek kelime etmeyen insanlar” olarak yer etti. Demek istediğim şu ki, dünyanın en güzel kızıyla bile aynı odada yalnız kalsam, romantik komediye dönüşmez bu iş.
Ama tam da böyle anlar için eğitim aldım ben. Duygusal hayatta hayatta kalma eğitimi. Aynı hataya bir daha düşmeyeceğim. Kızlar sadece yakışıklı (LOL) ve normal (LOL) çocuklarla ilgilenir, sonra da onlarla… yani... ilişkiye girerler. Başka türlü söylemeye gerek yok. Onlar benim düşmanım.
Bu duyguyu bir daha yaşamamak için çok uğraştım. Romantik komediye bulaşmamanın en kolay yolu, kızların senden nefret etmesini sağlamaktır. Bazen savaşı kazanmak için bir savaşı kaybetmek gerekir. Gururunu korumak istiyorsan, insanların seni sevmesine gerek yok!
İşte bu yüzden selam vermek yerine ona tehditkâr bakışlar fırlattım. Vahşi hayvan gözlerimle onu öldüreceğim! Grrrr!
Yukinoshita ise bana sanki çöp torbasıymışım gibi baktı. Büyük gözlerini kısıp soğuk bir iç çekişle konuştu. Sesi sanki berrak bir derenin şırıltısı gibiydi.
“Orada hayvan gibi homurdanmayı bırak da, otur artık.”
“E-evet. Özür dilerim.”
O neydi öyle?! Gözlerinde o nasıl bir bakıştı? O mu vahşi hayvan olan? Kesin beş kişiyi öldürmüştür. Hani şu Tomoko Matsushima’yı parçalayan yaratıklar var ya, aynen onlar gibi. Resmen refleksle özür diledim. Göz dağı vermeye falan gerek yokmuş. Zaten beni düşman olarak görüyordu. Korkudan titreyerek boş bir sandalyeye çöktüm.
Yukinoshita ise bununla yetinmiş gibiydi. Hiçbir ilgisini belli etmeden, bir ara kitabını tekrar açmıştı bile. Hafifçe bir yaprak sesi geldi kulağıma. Kitapta kılıf vardı, o yüzden ne okuduğunu göremedim ama edebi bir şey olduğu belliydi. Salinger, Hemingway ya da Tolstoy filandır muhtemelen. Öyle bir hava vardı üzerinde.
Yukinoshita tam bir prenses gibi orada oturuyordu. Üstün öğrenci havası buram buram yayılıyordu ve söylentilerin dediği kadar güzel olduğu da su götürmezdi. Ancak, bu tür insanlarda olduğu gibi, Yukino Yukinoshita kalabalığın uzağında yaşardı. Adının hakkını verircesine, kar altındaki kar gibiydi. Ne kadar güzel olursa olsun, dokunulamaz ve ulaşılamazdı. Sadece hayalini kurabileceğin türden bir güzellik.
Açıkçası, böyle gizemli olaylar zinciriyle onunla aynı ortamda olacağım aklımın ucundan bile geçmezdi. Bunu arkadaşlarıma anlatsam kesin kıskanırlardı... ama tabii anlatacak arkadaşım da yoktu.
Peki şimdi ben bu masalsı prensesle ne yapacağım? “Ne?” Sanırım uzun süre bakakalınca, Yukinoshita kaşlarını hoşnutsuzlukla çatıp bana doğru başını kaldırdı.
“Ah, pardon. Sadece... burası neydi, onu merak ediyordum.”
“Ne?”
“Yani, buraya hiçbir açıklama yapılmadan getirildim,” dedim omuz silkip.
Dilini şaklatmak yerine, sinirini kitabını sertçe kapatarak gösterdi. Sanki karşısında bir böcek varmış gibi baktı bana. Ardından derin bir iç çekişle konuştu:
“Peki. O zaman bir oyun oynayalım.”
“Oyun mu?”
“Evet. Ne kulübü olduğunu tahmin etme oyunu. Hadi bakalım, burası ne kulübü?”
Bir kızla yalnız başına oyun oynamak...
Bu, başta kulağa hafif... erotik bir kurgu gibi gelse de, Yukinoshita’nın yaydığı hava tamamen farklıydı. Cazibeden eser yoktu. Daha çok bilenmiş bir bıçak gibiydi—yenilirsen canına mâl olabilecek kadar keskin. Romantik komedi havası nereye uçtu? Bu resmen kumar apokalipsi!
Karşımdan yayılan baskıya dayanamadım. İçimde soğuk terler patlamıştı. Gözlerim sınıfın içinde ipucu aramaya başladı. “Başka kulüp üyesi yok mu?”
“Hayır.”
Üyesi olmayan kulüp mü olur yahu? Gerçekten ciddi şüphelerim vardı.
Ama açıkça söylemek gerekirse, hiçbir ipucu da yoktu. Gerçi, başka açıdan bakarsan, sadece ipucu vardı. Abartmak gibi olmasın ama, çocukluğumdan beri neredeyse hiç arkadaşım olmadığından, tek başına oynanan oyunlarda epey iyiyimdir.
Bulmacalar, zekâ soruları, tek kişilik yarışmalar... hepsinde iddialıyım. Hatta Japon Liseliler Arası Bilgi Yarışması’na katılsam kupayı alırdım. Tabii... yeterli sayıda takım arkadaşı toplayamadığım için yarışmaya katılamamıştım, orası ayrı mesele.
Ama buraya dair birkaç ipucunu çoktan çözmüştüm. Bunları birleştirip mantıklı bir hipotez kurarsam, cevap kendiliğinden çıkmalıydı.
“Edebiyat kulübü mü?”
“Hm? Bunu nasıl çıkardın?” Yukinoshita, hafif bir ilgiyle sordu. “Özel odaya ya da ekipmana ihtiyaç duymayan, birkaç kişiyle bile lağvedilmeyen bir kulüp. Yani finansal desteğe gerek yok. Üstelik sen kitap okuyordun. Cevabı gözümün önüne seriyordun adeta.”
Kendimce mükemmel bir çıkarımdı. Gözlüklü bir çocuk gelip “Bir şeyler garip...” demeden de çözebilirim bu işleri.
Yukinoshita, boğuk bir “Hmm” sesi çıkardı. “Yanlış.” Kısa ve alaycı bir kahkaha attı. Of, bu bayağı sinir bozucuydu. Kim demişti bu kıza ‘örnek öğrenci’, ‘kusursuz süper insan’ diye? Resmen ‘şeytan süper insan’!
“Peki o zaman neymiş?” diye sordum, sesime hafif bir hiddet bulaşarak.
Ama Yukinoshita hiç etkilenmemiş gibi, oyunun devam edeceğini ilan etti:
“Sana en büyük ipucunu vereyim. Benim burada bulunmam, bu kulübün faaliyeti demek.”
Nihayet bir ipucu vermişti. Ama o ipucu da yeni bir cevap getirmemişti. Sonuçta yine aynı yere dönmüştüm: Bu bir edebiyat kulübü olmalıydı.
Dur, dur, dur. Sakin ol Hachiman. Sakin. Düşün.
Demişti ki: “Benden başka kulüp üyesi yok.”
Ama kulüp hâlâ aktifti.
Bu da demek oluyordu ki... hayalet üyeler vardı, değil mi? Ve finalde de, bu iş güzel bir hayalet kızla romantik komediye bağlanacaktı.
“Gizli İlimler Araştırma Topluluğu!”
“Ben ‘kulüp’ dedim.”
“Şey… Gizli İlimler Araştırma Kulübü!”
“Yanlış. Haa... hayaletler mi? Ne saçma. Öyle bir şey yok.” Ses tonu en ufak bir şirinlik taşımıyordu. Hani o “G-gerçekten hayalet yok yani! K-korktuğumdan demiyorum, tamam mı?!” türünden değil. Bana öyle bir baktı ki... sanki gözleriyle “Yallah cehenneme, gerizekâlı” diyordu.
“Pes ediyorum. Hiçbir fikrim yok.” Bu ne biçim soruydu? Bana biraz daha kolay bir şey ver! “Bir kuzgun, neden yazı masasıyla takılır?” Hah! Bu da bilgi değil, bilmecedir zaten.
“Hikigaya. Bir kızla en son ne zaman konuştun, hatırlıyor musun?”
Bu soru beynime balyoz gibi indi. Tüm düşünce zincirim yerle bir oldu.
Ne kadar kaba...
Ama hafızama güvenirim. İnsanların unutacağı ayrıntıları bile aklımda tutarım. Bu yüzden sınıftaki bazı kızlar beni “sapık” gibi görmüştü. O muhteşem hipokampüsüme göre, en son bir kızla konuştuğum tarih: İki yıl önce, Haziran ayı.
Kız: “Bugün aşırı sıcak değil mi?” Ben: “Bana kalırsa daha çok nemli hava var.” Kız: “H-hıh? Ah... evet, olabilir.” Son. Ama aslında bana konuşmamıştı ki... arkam çaprazda oturan kıza demişti.
Bu tür anıları fazlasıyla net hatırlarım. Hâlâ geceleri yorganı kafama çekip “AHHHHHH!” diye bağırmak istiyorum.
Ben bu travmaya tekrar saplanmışken, Yukinoshita yüksek sesle söze girdi:
“Sahip olanların, sahip olmayanlara gönüllü şekilde yardım etmesine ‘hizmet’ denir. Gelişmekte olan ülkelere yardım etmek, evsizler için çorba dağıtmak, kızlarla konuşamayan zavallı çocuklara fırsat vermek… Yani, ihtiyaç duyanlara el uzatmak. İşte bu kulübün görevi.”
Fark etmeden ayağa kalkmıştı. Oradan doğal bir şekilde bana yukarıdan bakıyordu.
“Hizmet Kulübü’ne hoş geldin. Seni aramızda görmekten memnuniyet duymuyorum.”
Sözleri hiç de misafirperver gelmemişti. Öyle ki, gözlerim yaşardı resmen. En zayıf noktamdan vurdu, yere düşürdü, sonra da tekmeledi.
“Hiratsuka-sensei’nin dediği gibi, üstün niteliklere sahip olanlar, daha şanssız olanlara yardım etmekle yükümlüdür. Bana bu görev verildi ve yerine getireceğim. Sorunlarını düzelteceğim. Şükret.”
Bu herhalde “noblesse oblige” dediğimiz şeydi. Yani, soyluların halkına hizmet etme sorumluluğu falan.
Kollarını göğsünde birleştirmiş halde duran Yukinoshita, tam anlamıyla bir aristokrat gibi görünüyordu. Düşününce, notları ve görünüşüyle aslında tam da öyleydi.
“Sen yok musun sen...”
Dayanamayıp ağzımdan çıktı. Ona bir şekilde anlatmalıydım: Ben acınacak biri değildim. “Bak, bu kendim hakkında söylemesi tuhaf ama... akademik olarak öyle kötü biri değilim ben. Sözel yeterlilik sınavında Japonca’da okul üçüncüsüyüm! Aslında fena sayılmam! Hadi kız arkadaşım ve arkadaşım olmamasını saymazsak, teknik olarak yüksek donanımlı bir bireyim!”
“O sondaki kısım, biraz ölümcül eksiklikler içeriyor yalnız... Ama bunu bu kadar özgüvenle söylemen de kendi çapında etkileyici… Garip bir şekilde. Gerçekten garipsin. Korkutucu bile denebilir.” “Kes sesini! Bunu söyleyecek son kişi sensin! Sapık kız!”
Gerçekten tuhaftı bu kız. En azından söylentilerden tanıdığım Yukino Yukinoshita’ya hiç benzemiyordu. Gerçi ben hiç kimseyle konuşmadığım için tüm bilgim kulaktan dolmaydı...
Ben onu hep ulaşılamaz güzel sanmıştım. O anki ifadesi ise... sadistçe bir gülümsemeydi.
“Hmph. Şimdiye dek gördüğüm kadarıyla, yalnız kalma sebebin o çürümüş kişiliğin ve ters kafalılığın.” Yukinoshita, yumruğunu sıkarak tutkuyla konuştu: “Öncelikle, burada kendini bu kadar rahatsız hissettiğine göre, sana ait bir yer inşa etmemiz gerek. Biliyor musun? İnsan yalnızca ‘bir yere ait olduğunu’ hissederek bile yıldız olup sönmekten kurtulabilir.”
“Yaban Ördeği’nin Yıldızı mı? Daha ne kadar niş bir referans vereceksin?” Ben ki Japonca’da okul üçüncüsüyüm; öyle sıradan biri olsam bu göndermeyi anlamazdım. Hem o öyküyü severim de. Gerçekten hüzünlüdür. Özellikle de... kimsenin onu sevmediği kısımlar…
Yukinoshita, verdiğim cevaba şaşkınlıkla gözlerini açtı. “Bu sürpriz oldu. Orta halli sıradan bir lise öğrencisinin Kenji Miyazawa okuyacağını düşünmemiştim.” “Beni aşağılamaya yönelik bir laf mı soktun sen az önce?”
“Üzgünüm. Fazla ileri gittim. Daha doğru ifade etmek gerekirse… ortalamanın altındasın.”
“İleri gitmişsin ama pozitif yönde mi?! Not ortalamamdan bahsettiğimi duymadın mı?! Sınıfımda üçüncüyüm dedim!”
“Birkaç notla hava atmaya çalışman, zaten alt seviyede biri olduğunun kanıtı. Tek bir sınıftaki notlarla zekânı ispatlamaya kalkışmak tam anlamıyla aptallık.”
Bu kadar kaba olunabilir mi? Daha yeni tanıştığı bir çocuğa “ezik” muamelesi yapıyordu. Bu kadarını ancak bir Saiyan prensi yapar.
“Ama şu ‘Yaban Ördeği’nin Yıldızı’ sana çok benziyor. Özellikle de… o kuşun görüntüsüne.”
“Yani çirkin olduğumu mu söylüyorsun?”
“Onu diyemem tabii. Gerçekler bazen fazla acı olabilir…”
“Ama az önce dedin zaten…”
Yukinoshita’nın ifadesi ciddileşti, omzuma elini koydu. “Gerçeklerden kaçma. Gerçekliğe ve… bir aynaya bak.”
“Hey, hey! Bu kendim için garip bir şey ama, yüzüm oranlıdır yani. Hatta kız kardeşim bile ‘Keşke şu ağzını kapatsan…’ demişti. Yani… belki de tek iyi yanım yüzüm.” Kız kardeşim bu işlerden anlar. Bu okulun kızlarıysa… bence baya zevksiz.
Yukinoshita, baş ağrısı çekiyormuş gibi şakağına bastı. “Ne kadar aptalsın? Güzellik tamamen öznel bir kavramdır. Yani şu an burada sadece sen ve ben varken, gerçek sadece benim söylediğimdir.”
“L-lojiğin çok saçma ama… garip şekilde mantıklıymış gibi geliyor…”
“Ve senin bireysel kusurlarını geçtim… Bir erkeğin seninki gibi çürümüş, balık gözleri varsa zaten kötü izlenim bırakması kaçınılmaz. Yani özelliklerinden çok… ifaden çirkin. Bu da içinin ne kadar bozuk olduğunu gösteriyor.”
Bu ne yaman çelişki... Dışı güzel, içi kötü bir kız tarafından yargılanmak. Şu gözler... gerçekten o kadar mı balık gibi ya? Kız olsam “Hıı? Küçük Denizkızı’na mı benziyorum yoksa?” falan derdim, espriye vururdum. Yani... muhtemelen.
Ben kaçış fantezime dalmışken, Yukinoshita omzundan saçlarını geriye attı ve zafer dolu bir şekilde açıkladı:
“Zaten not ya da fiziksel görünüş gibi yüzeysel şeylerle ego şişiren insanları sevmem. Ve o çürümüş gözlerini de sevmiyorum, söylemiş miydim?”
“Yeter artık gözlerimden!”
“Evet. Zaten bu saatten sonra onlar için yapılabilecek bir şey de yok.”
“Artık ailemden özür dileme vaktin geldi...” Yüzümdeki tüm kaslar seğirmeye başladı.
Yukinoshita’nın ifadesi bir an düştü, sanki söylediklerinden pişman olmuş gibiydi. “Haklısın. Bu dediğim biraz ağırdı. En çok acıyı da senin ailen çekiyor olmalı.”
“Pekâlâ! Ben suçluyum! Ya da daha doğrusu… yüzüm suçlu!” Ağlamak üzere yalvarınca, nihayet keskin dili sustu. O anda fark ettim: Bu kıza laf anlatmaya çalışmanın hiçbir anlamı yoktu. Beni linden ağacının dibinde meditasyon yaparken hayal ettim… nirvana’ya ermiş Hachiman.
Ama daha kendimi keşfetmeye başlamıştım ki, Yukinoshita kaldığı yerden devam etti:
“İşte bu senin ilk gerçek kişiyle pratik konuşmandı. Benim gibi bir kızla bile konuşabildiğine göre, sıradan insanlarla rahatça konuşabilirsin artık.” Saçlarını düzeltirken yüzünde tatmin olmuş bir ifade belirdi. Ve gülümsedi. “Bu harika anıyı kalbine kazı ve artık yalnız başına da hayatta kalabil.”
“Senin çözüm yöntemin normalin çok dışında...”
“Fakat bu bile öğretmenimizin isteğini karşılamaya yetmez… Sorunun kökenine inmeliyim… Okulu bırakmayı düşündün mü hiç?”
“Bu çözüm değil. Bu sivilceye yara bandı yapıştırmak gibi bir şey.”
“Demek sen bir sivilce olduğunu kabul ediyorsun?”
“Evet çünkü herkes bana ‘baş belası’sın diyor—sus artık!”
“Ne kadar gıcık bir tipsin.” Sonunda espri yapabildim diye hafifçe gülümsedim. Yukinoshita ise bana “Sen neden yaşıyorsun?” bakışı attı. Yemin ederim, bu kızın bakışları ürkütücü.
Sonra ortam o kadar sessizleşti ki kulaklarım acımaya başladı. Gerçi bu da, muhtemelen Yukinoshita’nın azarlamalarından kaynaklı bir hasardı. Kapının sertçe açılmasıyla sessizlik parçalandı.
“Yukinoshita. Bölmek istemem.”
“Kapıyı çalmak diye bir şey…” “Tamam, tamam. Bana takılmayın, devam edin siz. Sadece nasıl gidiyor diye uğradım.” Hiratsuka-sensei, sınıfın duvarına yaslanmış, rahat bir ifadeyle Yukinoshita’ya bakıyordu. Sonra gözlerini bize çevirdi. “Görünüşe göre gayet iyi anlaşıyorsunuz.”
Nasıl, neden, neye dayanarak böyle bir sonuç çıkardı bu kadın?
“Sen o çarpık kişiliğini düzeltmeye devam et ve şu balık gözlerini adam et. Ben artık gidiyorum. Okul bitene kadar siz de dağılın.”
“B-bir saniye, lütfen!” Öğretmenin eline uzandım. Ama hemen ardından: “Ay! Ay ay ay ay! Tamam pes, pes, amca amca!” Kolumu bükmüştü. Pes sinyali çakana kadar durmadı.
“O sendin demek, Hikigaya? Arkama sessizce yanaşma, reflekslerimle seni yere sererim.”
“Sen Golgo musun?! Ve kibarca değil mi demek istedin? Nazik olmayan ne demek ya?!”
“Seninle ilgili ne kadar çok sorum var şu an. Neyin var?”
“Sorun sende! Beni ‘düzelteceğiz’ diyorsunuz, sanki suç işlemişim gibi! Bu kulüp de neymiş yahu?!”
Hiratsuka, çenesine elini koydu. Düşünür gibi bir poz aldı. “Yukinoshita sana açıklamadı mı? Bu kulübün amacı kişisel gelişim ve öğrencilerin problemlerini çözmektir. Değişime ihtiyaç duyduğuna inandığım öğrencileri buraya yönlendiriyorum. Bunu Zaman Odası gibi düşün. Ya da… Revolutionary Girl Utena gibi desem daha mı anlaşılır olur?”
“Bu örnekler gereksizce zor… ve yaşınızı ele veriyor.”
“Bir şey mi dedin?” Bana öyle bir soğuk baktı ki... donup kaldım. “Hayır,” diye mırıldandım sessizce, omuzlarımı büzerek.
Beni o hâlde gören Hiratsuka-sensei iç çekti. “Yukinoshita, belli ki onu düzeltmekte zorlanıyorsun.”
“Esas sorun,” dedi Yukinoshita, öğretmenimizin acı içindeki bakışına aldırmadan, “kendisinde bir sorun olduğunu fark etmiyor bile.”
Neden bir anda kaçmak istedim bilmiyorum. Kendimi, altıncı sınıftayken porno dergim yakalanınca annemle babamın sırayla verdiği uzun nutukların ortasında gibi hissettim.
Hayır, şu an aklıma bu gelmemeli!
“Yani... siz durmadan beni düzeltmekmiş, dönüştürmekmiş, devrim yapmakmış falan diye konuşuyorsunuz ama... ben öyle bir şey istemiyorum,” dedim.
Hiratsuka-sensei başını yana eğdi. “Öyle mi?”
“Ne saçmalıyorsun?” dedi Yukinoshita, beni savaş karşıtı bir protestocu gibi ikna etmeye çalışarak. “Değişmezsen sosyal anlamda ciddi sorunlar yaşarsın. Gözlemlerime göre senin insani yönlerin oldukça eksik. Bunu düzeltmek istemiyor musun? Kendini geliştirme arzun hiç mi yok?”
“Hayır, ben onu kastetmiyorum. Yani... birileri çıkıp da ‘Değiş! Hadi değiş artık!’ deyince insan içinden kendini anlatmak istemez ki... Böyle biri değişirse o artık ben olmam ki zaten! Ayrıca benliğin özü dediğimiz şey zaten—”
“Sen sadece kendini objektif göremiyorsun,” diye böldü lafımı Yukinoshita, tam Descartes’tan alıntı yapacakken. Oysa ne güzel laftı...
“Sen sadece kaçıyorsun. Kaçmadan ilerleyemezsin.” Sözleri bir kılıç darbesi gibi kesip attı. Bu kadar keskin olmak... ailesi deniz kestanesi mi ne?
“Kaçmakta ne var? Durmadan ‘Değiş değiş!’ deyip duruyorsun. Sen de köyün en saf çocuğu gibisin. Şimdi de çıkıp ‘Batıdan gelen güneş çok rahatsız edici, bu yüzden bugün doğudan batmasını rica ediyoruz!’ mü diyeceksin?”
“Bu sadece laf cambazlığı. Konuyu saptırma. Güneş hareket etmiyor bile, hareket eden Dünya. Kopernik’in teorisini de bilmiyor musun?”
“O mecazdı mecaz! Madem öyle, senin söylediklerin de laf cambazlığı. Sonuçta ben değişmek istesem de bu sadece gerçeklikten kaçmak olur. Kim kaçıyor şimdi? Gerçekten kaçmıyorsan, değişmezdin. Olduğun yerde dururdun. Neden geçmişteki hâlimi ve şimdiki hâlimi kabullenemeyeyim?”
“Eğer bu düşüncen doğru olsaydı, hiçbir sorun çözülemezdi. Kimse kurtarılamazdı.” ‘Kimse kurtarılamazdı’ lafı ağzından çıkar çıkmaz, Yukinoshita’nın öfkeli yüzü kan dondurucu bir hâl aldı.
Refleksle geri çekildim. Neredeyse titreyerek, “Ö-ö-özür dilerim!” diyecektim.
Zaten... ‘kurtarmak’ gibi kelimeleri liseli birinin ağzından duymak garip. Bu konuda neden bu kadar hassastı, anlayamıyordum.
“İkiniz de sakin olun,” dedi Hiratsuka-sensei’nin dengeli sesi. Ortamın başından beri fırtına gibi olan atmosferini bir nebze rahatlattı. Yüzüne baktım... resmen eğleniyordu. Gerçekten keyif alıyordu.
“Böyle gelişmeleri çok severim. Resmen Shonen Jump gibi! Harika, değil mi?” Garip şekilde heyecanlanmıştı. Yetişkin bir kadın olmasına rağmen gözleri parlıyordu. “Eskiden beri, shonen mangaların yoludur bu: adalet anlayışlarındaki çatışmalar ancak rekabetle çözülür!”
“Uh... ne diyorsunuz siz?” Konuşuyordum ama dinlemiyordu bile.
Öğretmenimiz kahkahasını bastı, bize döndü ve yüksek sesle ilan etti: “O zaman şöyle yapalım. Gelen kayıp kuzuları siz yönlendireceksiniz. Her biriniz kendi ilkelerinize göre onları kurtarmaya çalışın. Kim insanlara daha iyi hizmet edebilecek? Gundam Fight! Hazır? Başla!”
“Hayır,” dedi Yukinoshita, buz gibi bir sesle. Az önce bana baktığı soğuklukla bu sefer öğretmene bakıyordu. Ben de aynı şekilde düşündüğüm için içimden onayladım. Hem... G-Gundam da biraz eski yani.
Öğrencilerinin ortak hissiyatını fark eden öğretmenimiz hayal kırıklığıyla tırnağını ısırdı. “Hımm... Robattle deseydim daha anlaşılır mı olurdu?”
“Konuyla alâkası yok ki...” Medabots mü? Aşırı niş kaldı bu...
“Hocam, lütfen yaşınıza yakışır şekilde davranın. İzlemesi acı verici oluyor,” dedi Yukinoshita, sanki buzdan bir hançer fırlatmış gibi. Bu sözler Hiratsuka’yı biraz olsun kendine getirdi. Yüzündeki utanmış renk kaybolunca öksürdü, sanki az önceki yaşanmamış gibi. “H-her neyse! Bir insanın haklılığını ancak eylemleriyle kanıtlayabiliriz! Size rekabet edin dediysem, rekabet edeceksiniz! Reddetme hakkınız yok!”
“Bu tam bir zorbalık...”
Yetişkin görünen ama içten içe çocuktan farksız bir kadın! Yetişkinliği sadece göğüs kısmında kalmış! Tamam, ben bu yarışmaya mış gibi yaparım. Sonra da “Ehe, yazık ya... kaybettim!” derim. Katılmak yeterlidir, derler. Ne güzel, ne rahat bir anlayış.
Ama içi küçük kız, dışı büyük kadın olan o akıl almaz yaratık saçmalamaya devam etti: “Sizi ciddiyetle kapıştırmak için bir teşvik vereceğim. Kazanan, kaybedene istediğini yaptırabilecek!”
“İstediğini mi?!” İstediğini derken... yani o tarz şeyleri de kast ediyor mu?! Gulp.
Bir sandalye sesi duyuldu, Yukinoshita sandalyeyi geri çekip iki metre uzaklaştı. Resmen savunma pozisyonuna geçmişti. “Rakibim bu olursa namusuma tehdit hissediyorum, bu yüzden reddediyorum.”
“Bu önyargı! İkinci sınıf erkekleri her zaman sapık düşünceler içinde değildir!” Biz şey... başka şeyler de düşünürüz! Mesela... dünya barışı? Evet evet...
“Demek ki Yukino Yukinoshita’nın bile korktuğu bir şey var... Kazanacağından bu kadar mı şüphelisin?” Hiratsuka, kötü niyetli bir ifadeyle lafı gediğine koydu.
Yukinoshita biraz buruk bir ifadeyle baktı. “Pekâlâ. Bu kadar ucuz bir provokasyona boyun eğmek zorunda kaldığım için üzgünüm ama... bu vesileyle onunla da hesaplaşmış olurum.” Vay be, Yukinoshita resmen rekabet manyağı! Bunu nereden anladım mı? ‘Senin beni tahrik ettiğini biliyorum’ demese rekabetçi olduğunu anlamazdım tabii! Ama... benimle ne demek istiyor ya? O cümle biraz ürkütücü oldu...
“Demek karar verildi,” dedi öğretmen, şeytani bir gülümsemeyle, Yukinoshita’nın zihinsel bıçaklarını umursamadan.
“Ha? Peki ya ben ne istiyorum?!”
“O suratındaki sırıtıştan ne istediğini sormama gerek bile yok.”
Yani... evet ama...
“Bu yarışmanın hakemi ben olacağım. Ve elbette... kararlarım son derece keyfî ve taraflı olacak.” “Çok da kasma... Yani, sadece mantıklı ve uygun davranmaya çalış yeter.” Öğretmenimiz bu sözleri arkasından savurup sınıftan çıktı. Ardında ise, ben ve suratından mutsuzluk akan Yukinoshita kaldık. Tabii ki konuşmuyorduk.
Sessizlik içinde, bozuk bir radyodan gelen cızırtıya benzer bir ses duydum. Zilin çalacağının habercisiydi bu. Ve o sentetik, kulak tırmalayan melodi duyulduğunda, Yukinoshita elindeki kitabı tok bir sesle kapattı. Eve dönüş zamanıydı. Bunu bir işaret sayarak hızlıca toparlandı. Okuduğu kitabı çantasına dikkatlice yerleştirdi ve ayağa kalktı. Ardından bana göz attı.
Ama... sadece bakıp geçti. Ne “hoşça kal” dedi, ne de “görüşürüz.” Hiçbir şey söylemeden, hızlı adımlarla sınıftan çıkıp gitti. Öyle soğuk bir tavrı vardı ki, tek kelime etmeye bile fırsat bulamadım.
Ve yine yalnız kaldım.
Bugün ne talihsiz bir gündü. Öğretmenler odasına çağrıldım, zorla saçma sapan bir kulübe dahil edildim, gereksiz şekilde güzel bir kız tarafından sözlü hakarete uğradım... Gerçekten çok şey çektim.
Hani derler ya, bir kızla konuşmak kalbini pır pır ettirir diye... Benimki resmen suya gömüldü! Bu yaşadıklarım yerine, her zamanki gibi pelüş hayvanımla konuşmayı tercih ederdim. Pelüş hayvan ne laf sokar, ne bakışlarıyla yargılar... sadece gülümser. Keşke mazohist doğsaydım, belki o zaman bu muamele hoşuma bile giderdi...
Dahası var. Ben nasıl oldu da bu saçma sapan rekabetin içine sürüklendim, hâlâ anlamıyorum. Yukinoshita’yı yenebileceğimi bile sanmıyorum.
Ama yani... kulüp aktiviteleri, yarışmalar falan, dışarıdan bakınca kulağa hoş geliyor, değil mi? Benim kulüp aktivitesinden anladığım, evde kızların müzik kulübü kurduğu animeleri DVD’den izlemekti. Bu gidişle arkadaş falan olmayacağız. Yukinoshita muhtemelen bir gün önüme dikilip, “Nefesin kötü kokuyor, üç saat kadar solunum yapmaz mısın?” diyecek.
Gençlik denen şey, büyük bir yalandan ibaret.
Son senende spor turnuvasını kaybedip, ardından ağlayarak bunu “ne kadar da güzel bir anıydı” diye kutsamak... Üniversite sınavında çakıp bir yıl bekledikten sonra “bu da bir tecrübe sonuçta” diye kendini kandırmak... Hoşlandığın kişiyi aslında sadece duygularını ifade edemediğin için salıp, “karşı tarafı düşünmekti bu” diye kendini avutmak...
Ve bir de şu var. Evet, en önemlisi bu: Sana durmadan laf sokan, sinir bozan kızın aslında bir tsundere olduğunu sanmak — dışı sert, içi yumuşacık, sonunda seni sevdiğini fark edip tatlı bir rom-com başlayacakmış gibi...
Olmaz öyle şey.
Bana bu yazının düzeltilmesi gerektiğini söylemeyin. Gençlik dediğiniz şey, tamamen yalan. Sahte, uydurma, düpedüz palavra.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.