Yukarı Çık





           
Zifiri karanlık bir dünya.
Kız, karanlığın içinde büzülmüştü. Bir yerlerden, sakin bir su birikintisinin yüzeyine düşen bir damlanın yüksek, berrak yankısı duyuldu.
Başta bir mağarada olduğunu sandı—ama aslında olmadığını da biliyordu. Bu karanlık fazla genişti, fazla uzak, fazla derin.
Uzakta kızıl bir ışık çiçek gibi açtı. Alevler titreşiyor, kıvranıyor, şekil ve biçim değiştiriyordu. Yangın yukarı doğru tırmandıkça, yoğun karanlığın içine uzun gölgeler düşürdü—sayısız canavardan oluşan bir sürünün gölgeleri. Alevlerden kaçan bu yaratıklar maymunlar, sıçanlar, kuşlar... her türden yaratık gibiydi ama hiçbirinin görünüşü bir çocuk kitabındaki gibi değildi. Gövdeleri orantısız büyük, tüyleri kırmızı, siyah ve mavi tonlarına bulanmıştı.
Dervişler gibi dönüyorlar, havaya kalkan ön ayaklarıyla saldırganca kükreyip şahlanıyorlardı. Kızın aklına bir karnaval geldi—kendilerini trans hâline sokan insanlar gibi. Ama dönüp dans ederken bile gözlerini ondan ayırmıyorlardı. Onların neşeyle sunacağı kurban...
O yaratıklar ondan dört yüz metre uzaktaydı ama o deli, kana susamış niyetleri sanki şiddetli bir rüzgâr gibi yüzüne çarpıyordu.
Sürünün en önündeki yaratık, geniş ağzını coşkulu bir ulumayla açtı.
Ama kız hiçbir şey duymadı.
Yalnızca bir su damlasının sessiz yüzeye düşüşü.
Gözlerini karartıdan alamıyordu.
Ve biliyordu.
Emin olduğu tek şey şuydu: Bana ulaştıklarında, beni katledecekler.
Parça parça edeceklerdi. Kemiklerini kemireceklerdi.
Ama hareket edemiyordu. Sığınacak bir yer yoktu. Kendini korumanın yolu yoktu.
Damarlarında akan kan kulaklarında okyanus gibi uğulduyordu.
O karanlık gölgeleri izlediği kısa zaman içinde sürü, yüz metre daha yaklaşmıştı.
Youko irkilerek uyandı.
Gözlerini yakan teri kırpıştırarak silmeye çalıştı. Derin bir nefes aldı.
“Bir rüya…” diye mırıldandı.
Kendi sesini duymak, gerçekten uyandığını anlamasını sağladı.
O an bile rahatlayamadı, emin olmak istiyordu.
“Rüyaydı,” dedi tekrar.
Bir rüya.
Haftalardır yakasını bırakmayan o rüya.
Youko odanın içinde göz gezdirdi.
Kalın perdeler ışığı dışarıda bırakmıştı.
Başucundaki saat, kalkma vaktinin yaklaştığını söylüyordu.
Kalkmalıydı.
Ama vücudu kurşun gibiydi.
Kolları ve bacakları sanki zifte batmış gibiydi.



Rüyalar bir ay önce başlamıştı.
İlk zamanlar yalnızca karanlık vardı; bomboş, dipsiz bir karanlık…
Ve sadece bir damlanın düşüş sesi duyuluyordu.
Youko o zifiri boşlukta öylece dikiliyordu. İçindeki korku dalga dalga büyüyor, kaçmak istiyor, nereye olursa olsun koşmak istiyor ama yerinden kıpırdayamıyordu.
Beş gece önce, rüyanın içinden çığlık atarak uyanmıştı.
Kırmızı bir parıltı, dalgalanan gölgeler ve kaçınılmaz biçimde yaklaşan o kara leke zihnine musallat olmuştu.
Son üç gecedir ise, o cehennemden kaçan korkunç şeylerin ne olduğunu anlamıştı.
İki gün…
Bu yaratıkların gölgelerden ayrılıp netleşmesi iki gün sürmüştü.
Youko eski bez bebeğini aldı, göğsüne bastırdı.
Çok yaklaşmışlardı.
Bir ayda, ufuktan buraya kadar gelmişlerdi.
Yarın… ya da öbür gün, boğazına yapışacaklardı.
O zaman ne yapacaktı?
Youko başını iki yana salladı.
“Sadece bir rüya.”
Bir ay daha, hatta daha uzun süre tekrarlasa bile, sonuçta sadece bir rüyaydı.
Ama bu sözcükler kalbindeki korkuyu dindirmeye yetmiyordu.
Nabzı hızlandı, kalbinin gürültüsü kulaklarında çınladı, soluğu boğazını yaktı.
Bez bebeğe tutunuyordu—hayata tutunur gibi.
Kendini yataktan çıkmaya zorladı.
Lisesinin seifuku üniformasını giydi ve alt kata indi.
Ne olursa olsun, her sabah yapılması gerekenleri aksatmazdı.
Yüzünü yıkadı, mutfağa yürüdü.
“Günaydın,” dedi.
Annesi lavabonun başında kahvaltıyla meşguldü.
“Bu saatte mi kalktın?” diye karşılık verdi. Omzunun üzerinden dönüp baktığında yüzüne kaygılı bir ifade yerleşti.
“Yine kızarmışsın,” dedi.
Youko, annesinin neden söz ettiğini bir an için anlayamadı.
Sonra aceleyle saçlarını alnından çekti.
Genelde mutfağa inmeden önce saçlarını örerdi.
Dün gece taramış, açık bırakmıştı.
“Boyamayı denesene, nasıl duracağını görmek için.”
Youko başını iki yana salladı.
Saçları yanaklarına değdi.
Doğduğundan beri saçları Japonlara göre alışılmadık biçimde kızıl kahverengiydi.
Güneş ve su bu rengi daha da açmıştı.
Artık sırtının ortasına kadar inen saç uçları neredeyse pembe görünüyordu.
“Biraz kestirsen belki?” diye üsteledi annesi.
Youko cevap vermedi.
Başını eğip saçlarını hızla üç parçaya ayırdı ve örmeye başladı.
Böyle yapınca rengi biraz koyulaşıyordu.
Annesi, içini çeken küçük bir homurtuyla, “Ailenin hangi tarafından geldi acaba,” diye mırıldandı.
“Biliyor musun, sınıf öğretmenin de aynı şeyi sordu bana. Hatta evlatlık olabileceğini bile düşündü. Düşünebiliyor musun! O da boyatmanın iyi bir fikir olacağını söylemişti.”
Youko, “Saç boyatmak okul kurallarına aykırı,” dedi.
Annesi kahveyle uğraşmaya koyuldu.
“O zaman kestir bari. En azından bu kadar dikkat çekmez,” dedi.
Ve her zamanki ciddi, düz sesiyle devam etti:
“Bir kızın itibarı her şeyden önemli. Dikkat çekmemeli. Kimsenin onun hakkında şüpheye düşmesine sebep olmamalı. Başına böyle şeylerin gelmesini istemezsin, demek istediğim bu.”


Youko mutfak masasına göz gezdirdi.
“İnsanların saçına bakıp kaşlarını kaldırdığını biliyorsun. Bugün okuldan dönerken kuaföre uğra, kestir şu saçı. Parasını ben veririm.”
Youko içinden derin bir iç çekti.
“Ne dediğimi duydun mu?”
“Duydum.”
Youko pencerenin dışında giderek aydınlanan kurşuni güne baktı.
Şubat ayının ortasıydı.
Kış gökyüzü soğuk, uçsuz bucaksız ve acımasızdı.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.