“Acaba diğer herkes ne yapıyordur?” “‘Diğer herkes’ derken kim?” “Mesela Nagase-san ve Kawataki-san.” “Okul arkadaşların mı?” “Aynen.” “O zaman muhtemelen normal bir şekilde okula gidiyorlardır.” “Acaba bizim için endişeleniyorlar mıdır?” “Eminim endişeleniyorlardır.” Ama içten içe, muhtemelen endişelenmediklerini biliyordum. “Peki ya annemle babam?” “…Eminim onlar da endişeleniyordur.” Sohbetimiz orada bitti.
Sanki az önce konuştuklarımızı unutmak ister gibi, ikimiz de uyuyakaldık.
Sabah güneşinin en parlak olduğu saat yedide uyandım. Okulun başlamasına daha çok varken okulun kapısından geçip Mayu’nun dairesine doğru yola çıktım. Bugün birlikte yaşamaya başlayacağımız ilk gündü. Heyecana kapılmıştım; sanki yıllardır beklediği bir oyunun çıkış sabahında erkenden uyanan bir yetişkin gibiydim. Gerçi… bu bir yalandı. Aslında gececi bir hemşire olan teyzemle karşılaşmak istememiştim. Önceki gece eve adım attığım anda hararetli bir kavga patlak vermişti. Laf arasında yaşam hakkımı reddetmiş, temel insan haklarımı bastırmakla tehdit etmişti. Kavga fiziksele dönüşmeden önce, doktor olan anlayışlı eniştem araya girerek şartlı tahliyemi onayladı: Ayda bir kez eve uğramam koşuluyla ayrılmama izin verdi. Teyzem ise başından beri bu işe kesinlikle karşıydı. Aşırı korumacı oluşu bir kusur sayılabilirdi belki ama en azından benim kadar berbat biri değildi. “Acaba çok mu erken geldim…” Asansöre binip üçüncü kata çıktım. Odasına yaklaşırken kapının önünde duraksadım. Mayu bol bol uyumaya alışkın bir kızdı. Örneğin okul konusunda, genellikle en az bir saat geç gelir, sonra da kafasını sıraya koyup uyumaya devam ederdi. “Onu almaya geleceğime söz vermiştim ama… şu anda uyanık olabilir mi ki…?” Aslında pek bir yanıt beklemememe rağmen zile bastım. Yanıt vermezse beklerim diye düşünüyordum ki— kapı aniden açıldı ve suratımın ortasına çarptı. “Ne— Ah!” Sözle ifade edilemeyen çarpma etkisi, burnumdan süzülen kırmızı bir sıvı şeklinde kendini gösterdi.
“Merhaba! Mii-kun!”
Burnumu sıkarak Mayu’nun enerjik selamlamasını karşıladım. “Merhaba?” Mayu yüzüme dikkatle bakarken yüzündeki gülümseme hiç kaybolmadı. Aniden, parmaklarımın arasından süzülen kanı pijamasının kollarıyla bastırarak silmeye başladı. “Boşver, üstünü kirletirsin,” diye araya girdim. “Önemli değil. Mii-kun’un görüntüsü gayet iyi,” diye yanıtladı. Mavi beyaz çizgili pijamalarına üçüncü bir renk daha katılmıştı. Bunu gören Mayu, büyülenmiş gibi gülümsedi. “…Burada ne zamandır bekliyorsun?” Tüylerim diken diken olurken, sırtımdan soğuk terler süzülmeye başladı. Şüphelerimi doğrulamak için isteksizce sordum: “Dünden beri,” diye sakince yanıtladı. “…Dün mü?” “Dün.” “…Dünün kaçında?” “Mii-kun kaçtıktan hemen sonra duş aldım – hemen ardından.” Ben evi yedi sularında terk etmiştim.
“Bunca zamandır mı bekliyorsun? Kapının önünde mi?”
“Aynen.” “Ve tam olarak ne yapıyordun?” “Uyuyordum.” “…………” Pekâlâ. Sanırım ilişkimizi, onun bu övgüye değer sadakati karşısında gözlerimin dolmasına mı yoksa bu takıntılı bağlılığı karşısında köşeye sinip titrememe mi karar verdiğim belirleyecek. Hiç düşünmeden, ikisinin de bana göre olmadığına karar verdim — ters karakterimin sıradan bir günü işte. “Sanırım daha erken gelmeliydim. Kusura bakma,” dedim, içten olmayan bir özürle. Mayu neşeyle “Önemli değil,” dedi ve üzerime atılırcasına boynuma sarıldı. “Mii-kun,” diye mırıldandı Mayu sevgi dolu bir sesle, yüzünü göğsüme gömerek. …Bekle? Bu aşırı sevecen ev arkadaşımın bana bir süredir yanıtlaması gereken bir şey vardı… “Mmn? Sabun gibi kokuyorsun.” Mayu’nun kokusu da tatlıydı. Cezbedici kokusu, sormayı planladığım şeyi zihnimden silip süpürdü. “Sabah banyolarını severim,” dedim. Gerçek şu ki, bu benim ilk sabah banyomdu. Dün gece yıkanacak zamanım olmamıştı. Mayu hâlâ bana yapışmışken içeri doğru yürüdüm. Mayu, taşınıp taşınmadığımı sormadı bile; aslında sormanın pek de anlamı yoktu — cevabımı duymasına gerek kalmamıştı zaten.
Bir gün önce oyalanmış olduğum oturma odasına geçip okul çantamla yedek kıyafetlerimin olduğu spor çantasını yere bıraktım. Japon tarzı odaya şöyle bir göz gezdirdiğimde fusuma kapısının sıkıca kapalı olduğunu gördüm. Çocukların tüm gün boyunca içeride kapalı kalmalarına rağmen akıllarını yitirmemiş olmalarına hayret ettim.
“Kahvaltı?” diye sordu Mayu, hâlâ koluma yapışmış halde. “Henüz bir şey yemedim,” diye cevap verdim. “Hayır, ekmek mi istersin yoksa pirinç mi diye sordum?” Onun kafasında benimle kahvaltı edeceğimiz zaten kesin gibiydi. Aksi halde “O zaman seni çubuklarla yerim, tıpkı dün gece yaptığım gibi,” dediğini hayal ettim. Sanırım bu tarz düşünceler beni deli yapıyor. “O zaman ekmek. Burası zaten Batı tarzı bir oda,” dedim. Gerekçem saçmaydı, söylediklerim anlamsız. Mayu anladığını söyledi ama kolumdan ayrılmadı. Yüzündeki tatmin ifadesine bakılırsa, vücut yastığı rolümden memnundu. Kanepeye birlikte devrildik ve 32” televizyonu açtık. “Sabah ilk kez televizyon izliyorum,” dedi Mayu. Bu ne nadir bir olaydı, ne de uzun süredir yaşanmamış bir şey — daha önce hiç yaşanmamıştı. Ekranda tanıdık bir manzara belirdi — bizim kasaba. Ekranda büyük harflerle bir başlık çıktı: “SERİ KATİL HÂLÂ YAKALANAMADI” — tamamen yaratıcılıktan yoksun bir başlık. “Dün gece de biri öldürülmüş.”
“Evet. Yani tehlikeli olduğu doğru ama insanlar sürekli ölüyor. Bu kadar büyütülecek ne var anlamıyorum,” diye karşılık verdim. Son olayı daha bir gün önceden biliyordum.
Kurbandan mahalle sakini derneğinin başkanıydı, devriye geziyordu. Nöbetini bitirmişti ve yerini alacak bir sonraki kişi gelene kadar geçen beş dakikalık sürede öldürülmüştü. Ölüm sebebi oldukça sıradandı: bıçak darbeleri sonucu hayatını kaybetmişti. Ancak yaralardan biri hiç de öyle değildi — şakağında büyük bir delik bulunmuştu. Cinayet, akşam sekiz civarında, ilkokulun yakınlarında gerçekleşmişti. Yine tanık yoktu, bu da bazılarını olayın doğaüstü bir nedenden kaynaklandığını, ortada bir suçlu olmadığını düşünmeye itmişti. Ne de olsa burası cinayetle pek deneyimi olmayan bir kasabaydı. En azından altı ay öncesine kadar öyleydi. “Yine de korkunç, değil mi— Mayu?” Zayıf fikrim Mayu’dan hiçbir tepki alamadı. Yüzündeki gülümseme kaybolmuştu, bakışları donuktu ve CRT ekrana kilitlenmişti. “…Uzun zaman oldu,” diye mırıldandı nostaljiyle boğularak. Bu düşünce bana, çıplak bir uzvu kurtlanmış bir kovaya daldırma fikrinden bile daha itici geliyordu. “Hey.” Mayu aniden bana baktı. Ölü gözleri gözlerimin içine derinlemesine daldı. “Bunu yapan Mii-kun muydu?” diye devam etti. Tam anlamıyla gafil avlayan bir soru. Ne mantığı vardı ne de bağlamı. Cümledeki soru işareti bile neredeyse anlamını yitirmişti. “Hayır,” dedim, yalan söyleyerek. “Maa-chan, sen bu dünyada en çok katillerden nefret etmez misin?”
“Aynen. Nefret ederim.”
Mayu’nun yüzünde yeniden bir gülümseme belirdi. Bacaklarımı bilinmeyen bir düşmandan koruyormuş gibi kucağıma yerleşti ve yanağını yanağıma sürttü. “Ve ben bu dünyada en çok Mii-kun’u sev××yorum.” “…Yaşasın.” Elbette, beni alt etmek için bundan çok daha fazlası gerekirdi. “Oooh? Mii-kun’un yanakları ısınıyor. Bir de tüylerin diken diken olmuş.” “…………” Tamam, yalan söyledim. “H-Haydi artık yiyelim. Buğday ürünü tüketesim var.” Panik içindeydim, ne yapacağımı bilmiyordum. Mayu zafer kazanmış bir ifadeyle başımı okşadı, “Tamam tamam,” diyerek. Bir çocuğun beni çocuk gibi davranarak küçümsemesi oldukça aşağılayıcıydı. ‘Seviyorum’ kelimesine de, fiziksel temaslara da bağışıklığım vardı ama ‘aşk’ anlamına gelen kelime benim Aşil topuğumdu. Daha fazla rezil olmamak için suratımı astım. Mayu benden ayrılıp uyurgezer gibi mutfağa doğru yürüdü. Dünle kıyaslayınca epey sakin görünüyordu; koşmuyordu en azından. Arkasından seslendim:
“Eğer… eğer katil ben olsaydım, ne yapardın?”
Mayu döndü ve bana şaşkınlıkla baktı. “‘Ne yapardın?’ derken ne demek istiyorsun?” Ne bileyim. Belki beni polise götürürdün? Ya da “iğrenç bir sapıksın,” “öl de kurtul salak,” falan gibi bir şey düşünürdün… Hayal gücümün böylesine yetersiz oluşu kendime acımama neden oldu. İlkokul çocuklarının bile ettiği, klişe aşağılamalardan öteye gidememiştim. “Ehh, bilmiyom…” diye mırıldandı Mayu bozuk bir Japoncayla ve yürümeye devam etti. “O zaman Mii-kun ne yapardı, eğer ben şu anda pat diye ölseydim?” Ses mutfaktan geldi. Sözleri yumuşak tonda olsa da, kulaklarımda yankılandı. “Böyle bir şeyi asla düşünmem, bu yüzden cevap veremem.” “Aynen! Benim için de öyle!” Ah, şimdi anladım! Gerçi ne demek istediğini hiç anlamamıştım ama Mayu’nun taşıp taşan özgüveni öyle bir etkiledi ki beni, anlamış gibi davranmaya karar verdim. Zaten soruyu ciddi ciddi sormamıştım, bu yüzden bu şekilde kalması uygundu. Kahvaltıyı hazırlaması uzun sürünce sıkıldım ve Japon tarzı odanın kapılarını kaydırarak açtım. Beklediğim gibi, karanlık odadan kimsenin hoşlanamayacağı pis bir koku yükseliyordu. İçeri girerken burnumu elimle kapattım ve o sırada burnumun kanamasının durmuş olduğunu fark ettim. İçeride, iki kardeş odanın bir köşesinde yan yana uyuyordu. Kouta-kun, Anzu-chan’ı korurcasına üzerine örtülmüş; kız kardeşi ise öğle güneşine yayılan bir kedi gibi kıvrılmıştı.
“Ha?”
Manzara sevimliydi ama yüz kaslarım kıpırdamayı reddetti. Ancak belli şeyler için hareket ederlerdi. Ne gibi şeyler? Elbette eğlenceli şeyler. Gerçi bu da yalan. Odanın dışına çıktım, henüz görmediğim ama Mayu’nun odası olduğuna kanaat getirdiğim yere doğru ilerledim. Koridoru geçip kapıyı açtım; karşılaştığım manzara, burnumu değil gözlerimi kapatmak istememe neden oldu. Ders kitapları gelişigüzel etrafa saçılmıştı, yatağı ise bir köşeye büzülüp topak olmuş bir şekilde bırakılmıştı. Masanın üstünde, hem cafcaflı hem de anlaşılmaz bir sürü eşya bir piramit oluşturmuştu, işlevlerini yerine getirmekten çok uzaktaydılar. Mayu kitap okumadığı için ortalıkta ne kitap ne dergi vardı, kitaplık zaten söz konusu bile değildi. Kitap yığınlarının üzerinden atlayarak gardırobunu açtım; açarken içimden bir iç çekiş sızdı. Kıyafetler öylesine üst üste yığılmıştı ki, kırışacakları neredeyse kesin olmasına rağmen hiçbir özen gösterilmemişti. Mayu’nun kıyafetleri arasında eşeleyerek eski püskü bir battaniye buldum. Üzerindeki tozları silkeleyip battaniyeyi alarak odadan çıktım. “Demek oturma odasının temiz olmasının sebebi, orayı hiç kullanmamasıymış.”
Hiç “yaşanmayan“ bir oturma odasının anlamsızlığı üzerine düşünerek Japon tarzı odaya geri döndüm. Battaniyeyi açıp üzerlerine örtmek üzereydim ki, Anzu-chan’ın tilkiyi andıran gözleri aniden tepki verdi.
“…İstemiyorum,” diye mırıldandı Anzu-chan, gözleri hâlâ yarı kapalıydı. “Bir kaçırgandan sadaka istemiyorum…” “Sadaka” gibi bir kelimeyi bildiğin için tebrikler. Dün akşam yemeğinde olduğu gibi fiziksel ihtiyaçları acil olmadığında, isyan ruhu hâlâ dimdik ayaktaydı. Ama öyle olsa da… “Ne yazık ki, yakın zamanda alacağın tek yardım kaçırganlardan gelecek, o yüzden buna alışsan iyi olur.” Battaniyeyi ikisinin üzerine örttüm. Anzu-chan’ın itirazı battaniyenin altında boğuldu. “Sana istemiyorum dedim,” dedi. “Sana inanırsam, erkek kardeşin soğuk alabilir. Gerçekten bunu istiyor musun?” Anzu-chan anında sustu, bakışlarını kaçırdı. Usulca battaniyenin altına kıvrıldı. Ben de bunu sessiz bir onay olarak kabul edip arkamı döndüm. “Teşekkür ederim…” Sesi, bir böceğin vızıltısından daha hafifti; muhtemelen duymamı istememişti. Ama ne yazık ki, kırsal bir sabahın sessizliğinde, hiç konuşmamak belki daha akıllıca olurdu. “…Dün için. Kouta söyletti, tamam mı?” diye ekledi açıklama olarak.
“Ne demek,” diye mırıldandım odadan çıkarken. İkiyüzlülüğün ne kadar tatmin edici olabileceğini unutmuşum.
Kahvaltıyı sevgiliymişiz gibi “aaah” yaparak birbirimize yedirerek geçirdik ve ardından evden çıktık. Tıpkı önceki gün yaptığı gibi, Mayu yine çocuk yanını kapatıp mühürledi. Yanımda yürürken ağzından tek kelime çıkmadı, yüzünde tek bir duygu belirtisi yoktu. Soğuk bir şekilde yürüyordu. Aklıma, otelden çıkan bir yasak aşık çiftin bu hâlde olabileceği düşüncesi geldi. Bunu Mayu’nun dünyayla baş etme mekanizması olarak kabul ettim ve ben de sessizce okula yürümek için çaba sarf ettim. Okul merdivenlerine vardığımızda, tırmanırken trabzan yerine elimi uzattım ona. Sınıfa girer girmez Mayu doğruca sırasına koştu, çantasını yanındaki kancaya astı. Sırasına eğilip sanki onu öpüyormuş gibi başını yasladı ve anında uykuya daldı. Bu aptal çiftin öteki yarısı olarak ben, onun bu uyuma tarzının zarif güzelliğini boşa harcadığını düşünmeden edemedim. Kimse ona konuşmaya cesaret edemezdi. Mayu’nun uykusu, okul bitene dek asla bölünmezdi. Başta sınıf öğretmenimiz Kaminuma-sensei olmak üzere tüm öğretmen kadrosu onun uyuduğunu görmezden gelirdi. Mayu, bu yüzden sınıfta kötü davranış sergilediği için tek bir kez bile azarlanmamıştı. Öğle arasında onu uyandırmalı mıyım? Okul çıkışında birlikte yürümeme izin verir mi? Bu sorular aklımda dönüp duruyordu. Dirseğime yaslanıp sessizce sırada yatan Mayu’yu izledim. Ama sonunda, tıpkı buradaki öğretmenler gibi onun var olmadığını farz etmeye karar verdim.
Mayu bütün günü hiç kımıldamadan uyuyarak geçirdi.
Sakin geçen okul günü sona erdi. Öğrencilerin telaşla dağılmaya başladığı anda, bize verilmiş iki el ilanını kontrol ettim. İlki öğrenci konseyinden bir duyuruydu, diğeri ise yaklaşan okul gezisiyle ilgili bir broşürdü. Öğrenci konseyi duyurusu, bu harika okulumuzu yöneten çürümüş zihinlerden taşan açıklamalarla doluydu. Evet, tam da kulağa geldiği gibi. Sayfada, ülkeyi sarsan seri cinayet olayıyla ilgili tek satırlık bir uyarı yer alıyordu: “Tehlikeli bir şey taşıyan biriyle karşılaşırsanız lütfen dikkatli olun.” İçimden bu okulun asıl tehlikesinin onların çürümüş beyinleri olduğunu söylemek geldi. Geri kalan sayfa ise, konseye mensup her bireyin görüşleri, tarzları ve “kahramanlık öyküleri”yle doluydu; elbette hiyerarşiye uygun bir sıralamayla. Sayfa resmen “Bakın, ne kadar harikayım!” diye bağıran yazılarla kaplıydı. Böyle bir oluşuma karşı, gizemli bir transfer öğrencisi olsaydım bile savaşmak istemezdim. Broşürü bir uçağa katlayıp çöpe doğru fırlattım. İsabet.
Okul gezisi broşürü ise program detayları, getirilecek para miktarına dair öneriler ve iletişim numaraları gibi bilgiler içeriyordu; kısacası, ebeveynleri hedefliyordu. Sayfalarını hızlıca gözden geçirip tekrar katladım ve cebime koydum.
Üç hafta sonra, biz öğrenciler Kyushu’ya okul gezisine çıkacaktık. Yaklaşık bir ay önce, Kaminuma-sensei dikkatsizce bu dört gün üç gecelik gezide Kyushu’nun tamamını dolaşacağımızı açıklamıştı. Bu haberi duyduğumda, aklıma Dazaifu Tenmangu’daki Sugawara Michizane’i bekleyen alay dalgası gelmişti.[1] Okul bittiğinde normalde canlanan Mayu’da bu kez herhangi bir kıpırtı yoktu, bu da bir sonraki hamlemi sorgulamama neden oldu. Onu bırakıp gidersem uğrayacağım olası cezanın ağırlığını düşündüğümde, en az direnişin yolunu seçmeye karar verdim. Sınıfın arka tarafından dikkat çekmeden Mayu’nun sırasına yaklaştım ve omuzlarından hafifçe salladım. Bu elbette, sınıfta kimsenin şimdiye dek yapmadığı bir şeydi ve meraklı bakışların üzerime çevrilmesi kaçınılmazdı. Mayu anlaşılmaz bir şeyler mırıldandı, uykulu gözlerle bana baktı. Ağzının kenarındaki salyayı çekerken yavaşça beni tanıdı. “…Mii-kun?” “Aynen. Hadi eve gidelim, tamam mı? Wa—!” “Yaşasın!” Sevinçle haykıran Mayu üstüme atladı. Tüm bedenimle onu yakaladım… …ve sonra Mayu’yla öpüştük. Bu gerçekten şok ediciydi.
“…………”
Sınıfta kulakları sağır eden bir sessizlik oluştu; tek duyulan sesler içimden gelenlerdi. Kaslarımın hareketi, kemiklerimin gıcırtısı, eklemlerimin sürtünmesi. Kalbimin atışı. Ve Mayu’nun dilinin, ağzımdaki tüm tükürüğü ararcasına kıpırdanışı. Dilini ağzımın her yerine dolaştırdı, biriktirdiği salyayı edepsizce şapırdatarak emdi ve ardından aniden geriye çekildi, yüzü kızarmıştı. “…Belki de bunu yapmamalıydım.” Mayu, ağzının kenarından sızan salyayı eliyle sildi. Şimdi ifadesiz bir yüzle bana bakıyordu. “…Ve sanırım yeni durumumuzun şafağına günaydın.” Sınıf arkadaşlarımla arama bir duvar örmüş olabilirim. Hadi ama millet, böyle çiftler her yerde var… demek istedim, ama bunun kendi mezarımı kazmakla eşdeğer olacağını fark ettim. Gerçi bu da yalan. Mayu hızlıca kendisine verilen el ilanlarını kaptı, düşünmeden çantasına tıktı ve ayağa kalktı. Artık buraya ait değildik. Zaten ben hiçbir zaman okulu bir aidiyet alanı olarak görmemiştim ama artık bu ihtimal bile ortadan kalkmıştı. Zaten kaçırılma olaylarını bilen yerlilerle arkadaş olma gibi bir planım da yoktu. Mayu’yla birlikte koridora çıktık. Sınıfta yaşanan karışıklık onu etkilemişe benzemiyordu — sanki hiçbir şey olmamış gibi sakince dağınık kıyafetlerini düzeltiyordu. Bu tavrı, çocuk yanını yalnızca bana gösterdiğini açıkça ortaya koyuyordu — ben bir istisnaydım. Bu beni mutlu etti mi? Şimdilik, evet diyelim. Başka bir konuya gelirsek, sınıftayken Mayu’nun çantasında bir gariplik fark etmiştim. Koridora vardığımızda, içine bakabilir miyim diye sordum. “Tabii,” dedi ve çantasını uzattı. Elime bıraktığı çanta tüy gibi hafifti. İçinde solmuş el ilanları vardı; ne ders kitabı ne de defter vardı. Aslında hepsi muhtemelen evdeydi, odasının zeminini ısıtıyorlardı şu anda.
Elimi uzatıp içinden kâğıtları çıkardım. Çıkardığım kağıt yığınının arasında, okulun açılış töreninde dağıtılan broşürü fark ettim. Bu durumun, en azından birinci sınıftan beri süregelen bir davranış örüntüsü olduğu açıkça ortadaydı. Broşürü buruşturup çöpe atmak üzere elimde sıktım.
“Bekle.” Arkamdan bir ses geldi, sınıfa döndüm. Kapıya yaslanmış halde Kaneko duruyordu. “Ne istiyorsun, sınıf temsilcisi?” Soğuk tonuma karşılık, Kaneko belirsiz bir gülümsemeyle cevap verdi ve bize doğru yaklaştı. Ellerini bir yanağına kaşıyıp sonra kalçalarına koyarak meşgul etmeye çalışıyordu. Bu kadar meşgulsen, o zaman bizi rahatsız etme, diye geçirdim içimden. “Sana değil; Misono-san’la konuşuyorum.” “Ne istiyorsun?” Mayu, adının geçmesiyle birlikte hemen tepki verdi. Dünkü kadar düşmanca değildi ama önceki gün sergilediği soğuk tavrın etkisi hâlâ hissediliyordu. “Aslında sana bunu dün sormayı düşünmüştüm ama… sence okulumuzun iyi yönleri neler?” Mayu, bir an bana baktıktan sonra cevap verdi: “Yok.” “Yok… Ha. Peki, anladım.”
Bu tamamen etkisiz, havadan ibaret iletişim karşısında Kaneko’nun yüzünde zavallı bir ifade belirdi. Düşük göz kapaklarıyla Mayu’nun içinden bana – olan biteni uzaktan izleyen kişiye – boş bir bakışla baktı; bu, sessiz bir yardım çağrısıydı. Ama yalnızca bir yardım çığlığı da değildi; biraz önce yaşanan olayla ilgili merakı da açıkça ortadaydı. Fark etmemiş gibi yaptım. Oysa ki tek bir “görüşürüz” sözcüğüyle her şey bitirilebilirdi, ama bunu neden söyleyemediğini merak ettim.
“Şey, yani… Hiçbir şey yok dersen beni zor durumda bırakıyorsun. Herkesten bir görüş almam gerekiyor, biliyorsun,” diye güçlükle bir cevap sıkıştırabildi. “Açık bir atmosfer. Güzel manzara. Tatmin edici mimari. Oldu mu şimdi?” “…Evet. Tabii.” Kaneko’nun yüz ifadesi, sorduğuna pişman olduğunu tamamen ortaya koyuyordu. Buna rağmen devam etti: “Son bir soru… Yani, siz… çıkıyor musunuz?” Yüzü bir anda aydınlandı, sanki başından beri sormak istediği şey tam da buymuş gibi. Ancak Mayu’nun cevabı, diğerleri kadar net ve kesindi. “Ve bunu cevaplamam bana ne kazandıracak?” “Uhh…” Kaneko mırıldandı, sınırına ulaşmış gibiydi. “Hey, eğer kızlara yürümeye vaktin varsa, git bir bambu kılıcıyla ter dök de görelim seni,” diye seslendi yan sınıftan çıkan bir öğrenci, alaycı bir tonla. Kendisi hem öğrenci konseyi başkanı hem kendo kulübü başkanı hem de benzeri daha birçok şeydi. Bu kişi, unvanlar yığınına sahip Sugawara Michizane idi — ve konuşma tarzı da bunu fazlasıyla yansıtıyordu. “Her şeye kadir” kelimesini adeta bir rozet gibi taşıyordu. Onun da insan olduğunu kabul etmek zordu, en azından benim gibi bir insan olduğunu.
Beklenmedik takviye kuvvetlerin gelişiyle birlikte Kaneko’nun yüzü biraz gevşedi. Ancak...
“Bu konuştuğumuz konuyla hiç alakalı değil. Lütfen böylesine anlamsız yorumlardan kaçınır mısınız?” Mayu, bir şakanın şaka olduğunu fark edemeyen türdendi. Çevresindekileri hiç umursamadan, tepkisi anlık ve saldırgandı. Sugawara’nın yüzünde bir anlık şaşkınlık belirdi ama ardından bu çıkışı hızlı bir özürle savuşturdu. “Bunun için özür dilerim,” dedi, sonra Kaneko’ya keskin bir bakış fırlatıp ne yaptığını sordu. “El broşürü için fikir topluyordum; sınıf başkanının inisiyatif alması gereken şeylerden biri değil mi zaten?” diye cevapladı Kaneko. “Beni göreceklerini yaz, bir fotoğraf da koy. Problem çözüldü,” dedi Sugawara. “‘Çekim etkisi’ni hiç duymadın mı?” Şaşkın yüz ifadesine rağmen, Kaneko yine de Sugawara Michizane’le dostça bir sohbete başladı. Bizimle aralarına bir duvar örülmüştü. İkili, insan ilişkilerinin abartılı bir sahnesini sergileyerek konuşmalarına bizim karışmamızı baştan engelledi. Artık orada kalmamızı gerektiren hiçbir sebep kalmadığından, Mayu’ya döndüm. “Hadi eve gidelim.”
“Gidelim,” dedi, elimi tutarak. Merdivenleri inip ayakkabılıklara doğru ilerlerken ellerimiz hâlâ kenetlenmişti.
Eve vardığımız anda Mayu coşkulu bir “Hadi yaramazlık yapalım,” nidâsıyla kanepeye atladı… ama ben çantamdan yedek kıyafetlerimi çıkarmayı bitirdiğimde çoktan uyuyakalmıştı. Uyuma şekli öyle dikkatsizdi ki, endişeyle onu kucağıma alıp odasına taşıdım ve narin bedenini yatağa yatırdım. “Yaramaz bir şey yapma” fikri aklıma bile gelmeden üzerini örttüm ve odadan çıktım. “Acaba ne kadar uyuyacak…” İtiraf etmeliyim ki, yemek yapma konusunda tam anlamıyla beceriksizdim. Yine de, çocuklar için bir şekilde yemek hazırlamam gerekiyordu—kendim aç kalsam bile. Okul formamdan çıkıp fusuma kapısını kaydırarak açtım. “Ah, hoş geldin.” Bir sesle karşılandım. “Demek artık burayı ev sayıyorsun, ha?” diye karşılık vermek istedim ama lafı yuttum. Onun yerine sadece, “Evet, geldim,” dedim. İkisi de tıpkı dün olduğu gibi yan yana oturuyordu. Tek fark, kucaklarına serilmiş battaniye ve kahvaltının servis edildiği, artık boş olan bir tabaktı.
“Şey, bunun için teşekkür ederiz,” dedi Kouta-kun, alnına düşen kahkülleri başıyla eğildikçe sallanıyordu. Utangaç bir şekilde battaniyeyi iki parmağıyla hafifçe kaldırdı ve gülümsedi. Anzu-chan ise en iyi arkadaşı olan—duvara—dönük yatıyordu.
“Anzu, teşekkür et.” Ağabey, küçük kız kardeşinin kolunu çekiştirdi. Kız ise suratını asıp memnuniyetsizce homurdandı. “Kouta, sen aptal mısın? Bu adam bir kaçırgan. Neden ona teşekkür etmek zorunda olalım ki?” Haklı sayılır. Gerekçesi basit olabilir ama tamamen mantıklıydı da. “Ama bizi kaçıran Onii-san değildi ki,” diye karşılık verdi Kouta. Bu da doğruydu, ama üzerinde sessizce durulabilecek bir nokta değildi. “Bir saniye. Siz ikiniz, beni sizi kaçıran kişi olarak düşünmelisiniz.” Kardeşler şaşkın bakışlarla yüzüme baktı. Bu gayet doğaldı elbette. Ortak akla göre hem Mayu hem de ben suçluyduk. Nazik tavırlarıma rağmen, bu kaçırılma olayını sessizce onaylamam, beni onun suç ortağı yapıyordu. “Zaten bana teşekkür etmesine gerek yok—bu sabah etti bile,” diye ekledim. “!” Anzu-chan’ın ağzı aniden kapandı, gözleri ise kocaman açıldı. Ne muazzam bir senkronizasyon. “Gerçekten mi?”
Anzu-chan, Kouta-kun’un bakışlarından kaçarcasına odanın köşesine çekildi. Belki de kendinden iğrenmişti, çünkü yanakları ve kulakları kıpkırmızı olmuştu.
“Muhtemelen acıkmışsınızdır, değil mi?” Kouta-kun dürüstçe başını salladı. Korkusu biraz azalmış gibiydi; hareketleri artık daha az abartılıydı. “İkinizden biraz beklemenizi isteyeceğim; Onee-san şu anda uyuyor. Eğer yakında uyanmazsa, size bento almaya giderim.” Bunu söylerken içimden, fiyat ve lezzet açısından gayet makul olan ama otuz dakika uzaklıktaki konbiniden alınabilecek bentolarla, yerel süpermarketteki hem pahalı hem de berbat bentolar arasında seçim yapmaya çalışıyordum. “Onee-san gerçekten çok uyuyor, değil mi?” Kouta-kun alaycı bir tebessümle sordu. “Geçen hafta sonu, cumartesi uyuyup pazartesi sabahına kadar uyanmamıştı.” Uyanık olduğundan daha fazla zamanını uykuda geçiriyorsa, bu gerçekten yaşamak sayılır mı? diye düşündüm. “Üzücüymüş… ama bu hafta ben burada olduğum için işler daha iyi olur diye umuyorum.” “Burada mı yaşayacaksın, Onii-san?” “Öyle görünüyor. Yeni geldim, ama lütfen bana iyi bakın.” Şaka yollu bir şekilde elimi uzattım tokalaşmak için. Kouta-kun tereddütle elini uzattı, avucu biraz kirliydi. “Epey kirliymiş… Banyo… zor olabilir. İzin vermek isterdim ama sizi serbest bırakmak gibi bir lüksüm yok…”
Eğer onları bağlayan zincirleri çözmem kaçmalarına sebep olursa, bu da beni ahmakların kralı yapardı. Ne yazık ki bu durum beni seçeneksiz bırakıyordu — ne bir planım vardı ne de bir ilhamım.
“Şey…” Kouta-kun’un çekingen sesi düşüncelerimi böldü. “Onii-san, sen Onee-san’ın arkadaşı mısın?” “Not eeben crose.” İngilizce’ye hâkimmişim gibi davranmaya çalıştım ama tam anlamıyla berbat ettim. Hiç yaşanmamış gibi davranıp hemen devam ettim: “Mayu için hiç arkadaşlık duygusu hissetmedim, onun da benim için hissettiğini sanmıyorum. O sadece… benim için önemli biri.” “…Söylediklerin bayağı utanç verici,” diye mırıldandı Anzu-chan. Gerçekten de, toplumun gözünde söylediklerim muhtemelen epey utanılasıydı. Ama bana sorarsan, İngilizce çevirim sesli söylemek açısından çok daha utanç vericiydi. “Yani başka bir deyişle, tıpkı sizin ilişkiniz gibi,” dedim. “Biz öyle değiliz ki!” diye patladı Anzu-chan. Bu çıkış, Kouta-kun’un benimle empati kurabilmenin verdiği mutlulukla yüzünde oluşan ifadeyi bir anda yok etti. Kırgınlığını saklamaya çalışarak zoraki bir gülümsemeyle, “Aynen öyle,” diye ablasının sözlerini onayladı. Sözlerinin onu beklediğinden fazla etkilediğini fark eden Anzu, rahatsız bir şekilde bakışlarını kaçırıp yeniden duvara döndü. “Yani… az önce söylediklerim yalandı aslında. Evet, yalan. Mayu’yla biz orta yaşlı bir çift gibiyiz. Sizin gibi yaşları tek haneyle ifade edilebilen çocuklardan farklıyız. Siz toprağın altından yeni çıkmış ağustos böceği larvalarısınız, biz ise zil cırcır böcekleri gibiyiz. Kıyas bile edilemez. Gerçi erkek zil böcekleri sonunda dişiler tarafından yeniyor.”
Moral bozukluğuna sebep olduğum için durumu toparlamaya çalıştım ama doğal olarak ters tepti. Çabalarımın karşılığı olarak Kouta-kun’dan acıyan bir nezaket gülümsemesi, Anzu-chan’dan ise öfkeli bir bakış aldım. Ne diyebilirim ki? Sınıf başkanı yeteneklerine sahip değilim; ben sadece temizlik komitesindeyim.
“Öhö öhö. Neyse… Mayu’yla arkadaş olup olmadığımızı mı merak ediyordun sadece?” “Şey, umm, yani…” “Mayu’yu seviyor musun?” Kaçıranına âşık olmak, ha… Stockholm Sendromu dedikleri bu mu? “H-Hayır, öyle değil! Asla olmaz!” Kouta-kun ellerini ve başını panikle sallayarak inkâr etti. Hmm, şüpheli. Ah, belki de hoşlandığı kişi Mayu değil… ben miyim acaba? Ha, tabii canım. Kulaklarının ucuna kadar kızaran Kouta-kun başını öne eğdi. Anzu-chan’ın soğuk bakışları hakkında ne düşündüğünü merak ettim. “Öyle bir şey değil,” diye mırıldandı. “Çok korkutucu biri,” dedi, ardından kısa bir duraksamayla ekledi: “Ona âşık olmak biraz…” O zaman ben ne oluyorum!? diye histerik bir şekilde sormamak için kendimi zor tuttum. “Bir de, o çığlıkları biraz…” “Bekle, çığlık mı…?” Gelişigüzel söylediği bu cümle bende yankı buldu. Tedirgin bir şekilde iki kez başını salladı. Anzu-chan da başını onaylarcasına eğdi. “Nasıl desem… Gecenin bir yarısı çok yüksek sesle çığlık atıyor. Ama hani, her gece değil.”
“…Hmm.” Çenemi ovuşturarak düşünüyormuş gibi yaptım. Gerçekte ise, sebebini anında biliyordum — toplumun “kalp hastalığı“ değil, “ruh hastalığı“ diye adlandırdığı bir şeydi bu. “Muhtemelen bir tür… Travma Sonrası Stres Bozukluğu’dur…”
Acaba doktoru biliyor muydu? Mayu hiçbir zaman randevularına gitmezdi. “Sanırım en basit açıklama, uykusunda konuşuyor olması…” Ama böyle bir şey imkânsızdı. Mayu gecenin bir yarısı uyanacak biri değildi. Evet, kolayca uyuyordu ama uyandırması zordu. Konuşmayı bırak, çığlık atacak hali bile olmazdı. “Bilmiyor muydun…?” Kouta-kun şaşkınlıkla sordu. Ama bu da gayet doğaldı; ben Misono Mayu hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Sadece adını, lakabını ve takma adını biliyordum. Bunlardan en az biri yalandı, orası kesin. “Bilmek istememiştim,” diye cevap verdim. Ama ne kadarı yalandı, onu ben de bilmiyordum. İki kardeş yalnızca kararsız birer mırıltıyla yanıt verdiler. Ayağa kalkıp Mayu’yu kontrol etmeye niyetlendim ama önce ikisine bir kez daha bakmaya karar verdim. Baştan aşağı süzerek onları inceledim ve nihayet planımı uygulamaya karar verdim. “Muhtemelen nafile bir çaba ama… Üstünüzü çıkarın — yıkayacağım.” Onları yıkamak çok daha kolay olurdu ama bu, şu an için imkânsızdı. İki kardeşin gözleri şokla büyüdü, birkaç kez göz kırptılar ve ancak sonra tepki verebildiler. “Gerçekten olur mu?” “Olmaz mı?” Arada sırada düzgün bir şey yapmam bu kadar mı şaşırtıcı be velet?
“B-Benim için sorun yok…”
Sanırım onu korkuttum. Yaptıklarımı gözden geçirip, kendime uluslararası bir eğlence parkının görevlisini—hayaller ve mutluluklar ülkesinin nazik çalışanını—örnek almaya karar verdim. Daha kibar davranmalıydım. [1.5] “Lütfen kıyafetlerinizi çıkarır mısınız?” Bu sefer daha yumuşak bir tonla söyledim, elimi uzattım. Kouta-kun utangaç bir ifadeyle gömleğini, pantolonunu ve iç çamaşırını çıkartıp bana uzattı. Ardından Anzu-chan’a döndüm. Battaniyenin altında huzursuzca kıpırdanıp durdu, sonra altından bir giysi yığını uzattı. Kıyafetleri alıp odadan çıktım. Kollarımda korkunç kokan bir giysi topuyla banyoya gittim ve hepsini çamaşır makinesine attım. Henüz deterjan bile eklemeden suyun simsiyah bir renge dönüşmesiyle, kıyafetlerin ne kadar kirli olduğunu anlamış oldum. İsteksizce, onları tekrar çıkarıp elde yıkamaya karar verdim. Üzerlerindeki yüzeysel kiri çıkana kadar fırçaladım, duruladım ve tekrar makineye atıp deterjanla birlikte çalıştırdım. Bir süre çalışmasını izlerken kendimi sıradaki iş için hazırladım. Lavaboda ellerimde biriken kiri iyice temizledim, sonra bir leğene sıcak su doldurup birkaç havluyu içine bastırdım. Dolu leğeni taşıyarak tekrar odaya döndüm. “Alın, vücutlarınızı bununla silin,” dedim içeri girerken. Yaptıklarım onları oldukça şaşırtmış olmalıydı ki, beni görünce ağızları açık kaldı. Dediğim gibi: İyilik yapmak bana hiç yakışmıyor. Ama dürüst olmak gerekirse, kötülük konusunda da pek bir yeteneğim yok. “Çok, çok teşekkür ederim.” Kouta-kun içtenlikle teşekkür etti; sanki aramızdaki ilişkiyi unutmuş gibiydi. Hmm. “Biliyorum; baya cömertim, değil mi?” diye takıldım.
“Kesinlikle.”
Bekle bir dakika—bunu onaylamaman gerekiyordu. Kouta-kun battaniyenin altına girip kız kardeşinin vücudunu silmeye başladı; bu kararlı tavrı burada oldukça olağan görünüyordu. Havlu battaniyenin altından çıktığında, rengi bulanık bir hardala dönmüştü. Kouta-kun havluyu sıcak su dolu leğene batırdı ve Anzu-chan’ı tekrar silmeye başladı. Yaptığı işin ne kadar etkili olduğunu göremiyordum, ama vücudunun her santimini büyük bir özenle sildiği belliydi—sanki bir sanat eseri restore eden bir küratör gibiydi. Bu kendini adama hali bana mandalina kabuklarını hatırlattı. Benim de küçük bir kız kardeşim vardı ama bizim bu iki kardeşinki gibi bir ilişki yaşamamız imkânsızdı; üstelik sadece üvey kardeştik. O bencil kız kardeşim mandalinayı çok severdi—neredeyse yıl boyunca sadece onu yerdi. O kadar fazla tüketirdi ki teni sarıya dönmüştü. Mandalinaları soymaksa benim işimdi. Ondan bir kez bile teşekkür duymamış olmama rağmen, şimdi o anılar bana kırgınlık değil nostaljiyle dolu geliyordu. Onu nefret ettiğimden değil; sadece… pek sevdiğim söylenemezdi. Kouta-kun battaniyenin altından çıktı, yaptığı sevgi dolu emeği tamamlamıştı. Ardından, artık kir tabakasından arınmış Anzu-chan’ın başı da dışarı çıktı. Şimdi tam anlamıyla bir teruteru-bouzu[2] gibi görünüyordu; ona nasıl hissettiğini sordum. “Daha iyi misin, Ikeda-san?” Anzu-chan, gözleriyle hoşnutsuzluğunu belli ederek başını salladı. Sessizce, affettiğini fısıldadı: “…Anzu yeterli.” “Anzu mu? Ah, yani sana öyle hitap etmem… Gerçekten sorun değil mi?”
“…………”
“İki kez söylettirme bana,” diyordu Anzu-chan’ın bakışları. “Anladım. Anzu-chan olsun.” “-chan ekine ihtiyacım yok!” Bu yorumu Mayu’nunkilerden oldukça farklıydı. Omuz silktim. Görünüşe göre sosyal bağ puanlarım eksilerden sıfıra, Kartezyen düzlemdeki orijine ulaşacak kadar artmıştı. Bir sonraki bölümde: Bu grafikte pozitif bir noktaya ulaşma girişimim. “Takipte kalın.” “Evet?” Kouta-kun’a el salladım, önemli bir şey olmadığını belirtmek için. Bu arada, Kouta-kun’un ismi dışında bir hitapla çağrıldığını hiç duymadım; acaba Anzu-chan yalnızken ona başka şekilde sesleniyor mudur? Sonrasında Kouta-kun havluyu sıktı, kirli suyu boşalttı ve kendini silmeye başladı. Kız kardeşine gösterdiği özenin aksine, bu seferki temizlik biraz “üstünkörü”ydü ve hemen bitti. “Ahh, çok daha iyi şimdi,” diye iç çekti Kouta-kun, zaten neşeli olan yüzü daha da aydınlanmıştı. “Beğenmene sevindim,” dedim ilgisizce, bir yandan da vücudunu incelemeye devam ederken. Teninin soluk maviye çalan rengi dikkatimi çekmişti ama daha da önemlisi, şimdiye dek kıyafetlerinin altında saklı kalan bir şey gözüme çarpmıştı. Vücudu morluklarla kaplıydı; renk değiştirmiş bu izler, bakterilerden oluşan koloniler gibi duruyordu.
“…Kıyafetlerin kuruyunca, geri getiririm.”
Leğeni kaptım ve ayağa kalktım. Kaçarken arkamda kalan iki çift şaşkın bakışı umursamadan ortamdan uzaklaştım. Fusuma kapısını sessizce kapatıp yere çökerek ilerledim, leğendeki suyu lavaboya boşalttım, havluyu soğuk suyla duruladım ve sıktım. “Gerçekten de…” diye mırıldandım kendi kendime. Ne dertli çocuklar getirdin eve, Maa-chan. Başkalarının işine burnumu sokmak benim tarzım değildi ama önümde biriken delil yığınını – ve olası suç ortaklığımı – inkâr edemezdim. Bu tehlikeliydi. Nasıl biri gibi görünürsem görüneyim, hâlâ bir insanım… ya da en azından içimde hâlâ insanca bir şeyler kalmış olabilir. Gerçi bu ikisi de yalan. “O yaralar muhtemelen Mayu’dan değil…” Dün gece olanlardan sonra, sadece “Ondan hoşlanıyorum” gibi mide bulandırıcı bir gerekçeyle onun masumiyetine kefil olacak hâlim yok. Hayır, asıl inanması güç olan şey, Mayu’nun böyle hesaplı bir şiddet uygulayabilecek biri olmasıydı — yalnızca kıyafetle kapalı kalan yerleri hedef almak, 19 zeka puanına sahip Mayu’nun becerebileceği bir şey değildi. Hayır, Anzu-chan en ufak bir karşı koyma belirtisi gösterseydi, Mayu büyük ihtimalle tereddüt etmeden suratına tekmeyi basardı. “…Bu kaçırma olayı gerçekten hiç mantıklı değil.”
Kaçıran kişi söz konusu olduğunda, onun tek umurunda olan benmişim gibi duruyordu. Peki neden bu çocukları kaçırmıştı ki? Dur… işte bu. Mayu uyanınca, bu konuyla ilgili özel bir röportaj yapmam gerekecek. Eğer hatırlarsam. Gerçi bilmem şart değil… ama ne olur ne olmaz.
Zaman, çamaşır makinesinin uğultusunu dinleyerek ve tavana boş boş bakarak geçti. Tavanda yüz hatlarını andıran hiçbir iz yoktu; hayır, burası kusursuz ve lekesiz bir düzlemdi — beynimi harekete geçirmek için mükemmeldi. Zihnimde, Mayu’nun uykudaki yüzü belirdi. O ifadesiz, heykelsi yüz. Uykuda. Aklımda öylece yatıyordu, kıpırdamadan… sanki nefes almayı bırakmış gibiydi, ruhu düşler diyarına emanet. Böylesine sessiz biri… gece ortasında çığlık atıyor, öyle mi? [hr] Bu doğruydu. Daha üç gün geçmeden buna bizzat tanık olacaktım. [hr] O ses, kelimelerle tarif edilemezdi. Havayı yırtan bir çığlık, vahşi bir hayvanın ulumasını andırıyordu. Mayu’nun çığlığı odayı büküyor, mekânın kendisini çarpıtıyordu sanki.
“Mayu? Hey, Mayu!”
Mayu’nun odasına koştum, arkamda televizyonda gece yarısı bir reklam dönüyordu. Işık düğmesine uzandım ve tıklayarak açtım. Mayu yatakta yatıyordu, gözleri donuktu ve inliyordu. Hızla yanına koştum, omuzlarından tutup sallamaya başladım. “ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR ACIIIIYOR……” Ağzından sonu gelmeyen lanetlemeler dökülüyordu. Onu oturttum. Sanki buna karşılık verir gibi, başını tutup kafasını tırmalamaya başladı. “Hey, yapma onu!” “ÇOK ACIIIIYOR, KAFAM PATLIYORRR!” E tabii ki öyle!
Kan çanağına dönmüş gözleri boşluğa sabitlenmişti, dişlerinin arasından köpük fışkırıyordu. İnce kolları—kemikleri, kasları, damarları belirgin şekilde görünüyordu—beni itmeye çalışıyordu. Saçları sağa sola savruluyordu, öfke nöbetiyle çırpınıyordu. Bir eli yanağıma çarptı; tırnakları tenimi yırtarak geçti, ardında ıslak bir sıcaklık bıraktı. Açılan çizikten sızan kan, cildimde kalan yara izinin çatlaklarından yavaşça süzüldü.
“ACIIIIIYOR ACIIIIIYOR ACIIIIIIIIYORRRR!” “Anladım, anladım! Sakinleş artık!” Sesim ona ulaşamıyordu. Aksine, bağırmam onu daha da deliliğe sürüklüyordu. Zihnimin derin bir yerinde, bu ilişkinin doğasının bu olduğunu kabullenmiştim. Mayu yüzüne uzandı, tırnaklarıyla gözlerinin çevresindeki deriyi oymaya başladı. Kendi yaşındaki birini rahatça alt edebilecek türden çılgınca bir güç sergileyerek, yüzünü parçalamaya çalışıyordu. Bileklerini neredeyse kıracak bir kuvvetle tuttum, kollarını bedenine bastırmaya çalıştım. Ona zarar vermem gerekse bile, uzun vadede bu daha iyiydi. Neyse ki, bu noktaya varmamıza gerek kalmadı. “Ahh… uh… oooooooh…” Mayu’nun bedeni birdenbire gevşedi. Hâlâ sert olsa da, artık bütün enerjisi onu deliliğe sürükleyen şeyi bastırmaya yönelmişti. İniltiler çıkararak, vücudunu terlemeye zorladı. “Mayu?” İçgüdüsel olarak bileklerini bıraktım. Tam o an, bu bir tetikleyici olmuş gibi, Mayu aniden kustu. Bedeninin istemsizce titremesiyle birlikte, korkunç bir ses eşliğinde mide sıvısını yatağa fışkırttı. Sıçrayan kusmuk bacaklarıma da bulaştı. Odayı anında mide asidinin yakıcı kokusu sardı. Onun sırtını ovalayarak yardım etmek bir yana, kıpırdayamaz halde kalmıştım; sadece izleyebildim, Mayu gözyaşları içinde, titreyerek kusmaya devam ederken.
Birkaç kez öğürüp boğulur gibi oldu, sonra bir kez daha kustu. Vücut sıvıları burnundan bile dışarı taşıyordu; gözleri geriye kaymıştı, soluğu kesik kesikti. Bedeninin çaresizliğine rağmen, durmaksızın kusuyordu.
Birkaç saniye sonra sonunda durdu. Başını bile kaldırmadan, yüzüstü mide asidiyle lekelenmiş çarşaflara yığıldı. Artık yanına gidebildim. Onu oturttum, bitkin yüzünü sildim, ardından sıkıca sarıldım. “Artık geçti,” dedim, Mayu soluk soluğa nefes alırken, içi boş kelimelerle. “Burada sadece sen ve ben varız. Sana acı çektiren insanlar artık yok. Bir daha asla gelmeyecekler. Tamam mı, geçti artık.” Sırtını ovalarken, Mayu bir miktar daha kustu. Boynumdan aşağıya süzülen o ılık sıvı, vücudumda ürpertiler yarattı. Ama bu ne beni rahatsız etti, ne de onu bırakmak istedim. Aniden, bileğimi kavradı. Bakımsız tırnakları cildimi yırttı, neredeyse damarıma ulaşacak kadar derine indi. “Dur,” dedi Mayu. Kime söylediğini düşündüğümde, aklıma birkaç kişi geldi. Mayu’nun neyi gördüğü— Neyi hissettiği—
Bunlar… bizim ortaklaştığımız şeylerdi.
O şekilde, en az bir saat boyunca öylece kaldık. Sarsıla sarsıla, işkence görmüş gibi titreyerek, Mayu bileğimi hiç bırakmadı. Kan dolaşımı kesilen elim, gittikçe koyulaşarak mor bir renge bürünüyordu. Doku ölümü başlamış olabilir diye korktum—ama eğer Mayu’nun sakinleşmesi buna bağlıysa, bu bedeli ödemeye razıydım. “Mii-kun, Mii-kun…” “Artık geçti.” Alnındaki teri silerken, o boş ve yankısız cümleleri bir kez daha, belki yüzüncü kez tekrar ettim. “Yanağında bir çizik var. Ne oldu? Kanıyor… Acıyor mu?” Mayu, yüzümdeki iltihaplı şişliği işaret ederek birkaç kelime güçlükle çıkardı. “Bu mu? Bir ağaç dalına sürttüm,” dedim. “Öyle mi… Acıyor mu?” Parmak uçlarıyla yarayı okşadı. Konuyu değiştirme zamanının geldiğine karar verdim. “Daha da önemlisi Maa-chan… Doktorun verdiği ilaç duruyor mu sende?” Bir anne, çocuğuna konuşur gibi bir ses tonuyla sordum. Mayu başını hafifçe iki yana salladı. “Neden tekrar doktora gitmiyorsun?”
“A-Ama… ondan hoşlanmıyorum! Hep bana yalan söylüyor… o yüzden sevmiyorum.”
Demek bu, beni de sevmiyorsun, Maa-chan. Ama… bu önemli değil şu an. Her zaman yanımda taşıdığım ilaçtan vermeye karar verdim.
“İlacımı alıp hemen geleceğim, sen burada—”
“Hayır hayır hayıııır. Ben de gelmek istiyorum,” diye yalvardı, belime sıkı sıkı sarılarak. Başını okşadım ve pes ettim. Yataktan kalkarken onu da kucağıma aldım. Ellerini kendi ellerimin arasına alarak, bir çocuğu sakinleştirir gibi, sürekli “Tamam… her şey yolunda…” diyerek teskin etmeye çalıştım. Keşke daha çok “gülümseme” pratiği yapmış olsaydım, diye iç geçirdim.
Oturma odasına gittik. Çantamın arka cebine sıkıştırılmış ilaç poşetini çıkardım. Kâğıt poşeti dişlerimin arasına alarak mutfağa yürüdüm. Tedirgin görünen Mayu’nun ayakta durmasını sağladım. Raftan bir cam bardak alıp içini suyla doldurdum.
“Al bakalım, bunu içince kendini daha iyi hissedeceksin.”
Verdiğim ilaç tehlikeli bir şey değildi. İki tableti sayıp avucuna bıraktım. Mayu huzursuzca bakarken, su dolu bardağı uzattım.
“Ah!”
Mayu bardağı istemeden elimden düşürdü. Bardak önce bir sandalyeye çarptı, ardından yere sertçe düştü. Cam silindir, son bir boğuk inilti gibi “tok” bir ses çıkardı ve paramparça oldu.
“Ö-Ö-Özür dilerim, özür dilerim, özür dilerim…”
Mayu, birinin affı için umutsuzca yalvarıyordu. Paniğe kapılmış hâlde diz çöküp yere saçılmış cam parçalarını toplamaya çalıştı. Hemen yanına eğildim, onu durdurdum ve sarılarak sırtını okşamaya başladım.
“Önemli değil. Her şey yolunda. Kimse sana kızmayacak.”
Dökülen su, parmaklarımın arasından sızıyordu. Cam parçalarına basmamak için geriye bir adım attım ve Mayu’nun narin omuzlarını hafifçe okşadım. Yere düşen tabletleri göz ardı ederek cebimden iki tane daha çıkardım ve avuçlarına bıraktım. Yeni bir bardak alıp tekrar suyla doldurdum. “Ağzına ilacını al,” dedim Mayu’ya. Ellerini kendi ellerimle yönlendirdim, ince dudaklarını aralayarak ilacı solgun şeftali rengi dilinin üzerine yerleştirdim. Bu kez o, ellerini benim ellerimin üzerine koydu; ben de bardağı eğip suyu ağzına akıttım. Bardağa yaslanan dudakları hafifçe titredi, su yavaşça ağzına dolarken. Yuttuğundan emin olunca bardağı çektim. “Mmm. Aferin sana,” dedim, başını okşayarak. Mayu bedenime sarıldı, yüzünü göğsüme gömdü. Artan suyu lavaboya döktüm ve bardağı yerine bıraktım. Mayu’yu 3LDK dairesinin L kısmına, yani oturma odasına kadar götürdüm ve kanepeye yatırdım, ardından saçlarını usulca okşamaya başladım. “Televizyon izlemek ister misin? Uyuya kalana kadar seninle kalacağım, Maa-chan,” dedim yumuşak bir sesle. Ekranda program artık soğan doğrayıcı tanıtımından altın inci reklamına geçmişti. “Mii-kun, Mii-kun,” diye seslendi Mayu. Sesinde en ufak bir neşe kırıntısı yoktu; sadece çaresizlik vardı. Yanıt yerine saçlarını okşadım. “Mii-kun bana hiç zorbalık yapmayacak, değil mi?” “Asla. Hep senin tarafında olacağım.” “Evet, Mii-kun bir müttefik. Mii-kun benim yanımda…” Mayu bunu transa geçmiş gibi tekrarladı, sanki hafızasına kazımak istercesine. Bölmedim. “Mii-kun hep bana yardım etti. Anaokulunda beni arıdan kurtardı. İlkokulda o kötü öğretmenden beni kurtardı. Hep yardım etti. Hep, hep yanımda olacak. Bu yüzden Mii-kun bana asla zorbalık yapmaz, beni terk etmez, bana ihanet etmez, bana yalan söyleme—” “…Şşş, tamam, tamam,” dedim, konuyu geçiştirmek için… çünkü, yani… o sonuncusu biraz… “Yarın doktora gidelim, olur mu?” diye ekledim.
Mayu başını küçük bir hayvan gibi salladı. Bir chihuahua’ya benziyordu. İnsanın çekici olması demek, hangi hâlde olursa olsun güzel görünmesi demek gerçekten. “Sorun değil. Ben de seninle geleceğim. İşimiz bitince birlikte randevuya çıkarız.” Bu, iğneden korkan bir çocuğu doktora götürmeye ikna etmeye benziyordu. Söylediklerimden Mayu’ya yalnızca tek bir kelime ulaşmıştı: “Randevu.” “Evet, randevu. Benimle dışarı çıkmak istemiyor musun?” Mayu bir kez daha o chihuahua tarzında başını salladı; bu seferki hareketi daha da abartılıydı. “Mii-kun’la oyun oynamaya gitmek istiyorum.” “Tamam. Nereye gitmek istersen oraya gideriz.” Gerçi buralarda bir parktan başka oynanacak pek bir yer yoktu. Kırsalda yaşamanın dezavantajı da bu işte—yapacak şey yok. “Yani, doktora gidiyoruz, değil mi?” Aslında bu ‘yani’ hiç mantıklı değildi çünkü konular alakasızdı ama Mayu başını salladı. Oltaya takılan bir kaya balığı kadar kolay yutmuştu yemimi.
“Peki o zaman, dayanacağım. O yalancıya gideceğim. Mii-kun da geliyor, değil mi?”
“Tabii ki.” Nihayet sakinleşen Mayu’nun bedeni, fazla su verilmiş bir bitki gibi kanepeye gevşeyerek yayıldı. Televizyonda iki kat fazla kalori yaktığı iddia edilen bir egzersiz aleti tanıtılırken ekranı izledi… ve sonunda gözkapaklarını kapadı. Sessiz nefeslerle, tüm hareketi bir anda kesildi—sanki biri içindeki güç düğmesini kapatmış gibiydi. Ben de televizyonun güç düğmesini kapattım. Mayu’yu kanepede uyur halde bırakıp odasına yöneldim. Yatağındaki kirli çarşafları söküp, onları ilk bulduğum hâlde olduğu gibi top haline getirdim. Neyse ki kusmuk bulaşmamış olan kendi battaniyemi aldım, odayı tekrar karanlığa teslim ettim ve Mayu’nun yanına döndüm. Battaniyemi Mayu’nun üzerine örttüm. Uyuyan yüzüne bir süre baktıktan sonra, her zamanki gibi ona “İyi geceler” diledim. Ve her zamanki gibi, yanıt gelmedi. Işığı kapattım.
…Muhtemelen açıklamama gerek yoktur ama, Mayu’yla aynı yatakta yatıyorduk. Yatakta yaptığımız tek şeyse—elbette ki—uyumaktı. Sağlıklı bir ilişki. R derecesi gerektirecek bir şey yok.
Soğuk hava beni biraz titretti. Zemin, kışın gölgesi gibiydi—soğuk ve yavaşça içeri sızan. Uykuya kaçarak kurtulmayı istedim, ama o kaçışı nerede bulacağımı düşünüyordum. “Umm…” Kouta-kun’un tereddütlü sesi fusuma kapısının ardından ulaştı bana. Döndüm, kapıyı kaydırarak açtım ve tatami zeminine adım attım. Alçak tavanın ucundan sarkan ipi çektim, floresan lambayı açtım. İki kardeş battaniyenin altına sokulmuş, gözlerini ovuşturarak yorgun bakışlarla bana bakıyordu. “Şu leke de ne?” diye sordu Kouta-kun. “Tüm gece başım dönerek dönme dolapta kustum, ayılmaya çalışıyorum. Ama daha önemlisi… sizi uyandırdım mı?” “Ah, sorun değil. Alışığız biz.” “Alışık mısınız?” Bu garip bir cümleydi. Üstelik belli ki ağızdan kaçmıştı, çünkü Anzu-chan “Kouta, salak,” diye mırıldandı ve onun karnını çimdikledi. Kouta-kun meseleyi kahkahayla geçiştirmeye çalıştı. Yine. Yine bir yapboz parçasının yerine oturduğu hissi sardı içimi. Şu noktada, bu iki çocuğun ne tür bir travma yaşadığını neredeyse %90 biliyordum—ben ki normalde başkalarının işine karışmaktan hoşlanmam. Keşke bu kadar çok ipucu bırakmasalardı. Konuyu değiştirmem gerekiyordu. Geri sayımı başlamış o kaçınılmaz sona karşı yeni bir yön, bir kaçış yaratmalıydım. “Yine de çok şaşırtıcı… bu kadar gürültü yapmamıza rağmen hiç tahliye uyarısı almıyoruz…” Ve aniden fark ettim. Başımı lambaya takıp dünyaya “anladım!” diye bağırmak isteyecek kadar net bir fark edişti bu.
“Onii-san?”
Nihayet, içimdeki rahatsızlık hissinin nedenini kavramıştım. Onların durumu benimkiyle örtüşmediği için, gözümün önünde duran gerçeği fark edememiştim. Bu da, bizim yaşamak zorunda kalmadığımız bir şeydi—çünkü bizim durumumuzda böyle bir önleme gerek olmamıştı. “Neden acaba?” Sorumu kime yönelttiğim bile belli değildi, ama Kouta-kun göz ucuyla baktı. Anzu-chan ise hiç tepki vermedi. Ve cevabı o kadar basit, o kadar barizdi ki: Ben şu an bu çocuklarla konuşuyordum. Demek ki ağızları bağlanmamıştı. Seslerini çıkarabiliyorlardı. Mayu’nun öfke nöbeti sırasında hiçbir şikâyet gelmemiş olması, belki de sadece duvarların ses yalıtımı iyi olduğundandı. Ama aynı zamanda çocukların elleri kolları da serbestti. Eğer duvarlara vurup var güçleriyle bağırırlarsa, sesin yan daireye ulaşmaması mümkün değildi. Bu oda sadece bir kez bile kontrol edilse, çocukların bağlı oluşu—yahut kaçmaya çalışmamış oluşları—suçluluğumuzu kanıtlamaya yeterdi. Bileklerindeki kelepçeler, bizim bileklerimize geçerdi. “O kadar çok açık var ki…” Şaşkınlıkla söyledim bunu. Bu kaçırma olayı baştan sona kötü planlanmış, kötü uygulanmıştı. Tıpkı daha önce Mayu’nun yaptığı gibi, saçımı yolmak istedim. Gerçeğe dönüşen bu kabulle yüzleşmek istemiyordum.
“Yani… şey, siz ikiniz…” dedim ama cümleyi yarım bıraktım. Yani siz ikiniz… neden hâlâ buradasınız? diye sormak gelmişti içimden. Ama hissediyordum ki, o cümle bir kez tamamlanırsa—şüphelerim de o an gerçeğe dönüşecekti.
Kouta-kun, şüpheli tavırlarımı görünce gözlerini açtı. Belki de benim konuşmamı bekliyordu. Öte yandan, Anzu-chan alışılmışın aksine kaşlarını çatmamıştı; uykulu görünüyordu. “Hey,” diye tembelce mırıldandı. “O kadın.” “‘O kadın’ değil, ona ‘Onee-chan’ de,” diye sertçe uyardım. Nasıl olur da ona “o kadın” diyebilirdi? “O kadın” benim kadınımdı. Tabii bu yalandı. Anzu-chan itiraz etmeden kabul etti; muhtemelen beni korkuttuğum için, ama daha çok uykulu olduğu içindi. “O Onee-chan kafayı mı yemiş?” Doğrudan ve doğru bir ifadeydi, bu yüzden ona ağzına dikkat etmesini söylemeyi hiç düşünmedim. “Anzu, böyle konuşamazsın,” diye kızdı Kouta-kun. Belki de haklıydı, ama Mayu’yu tanımlamanın en doğru yolu da buydu.
“Sorun değil. Dürüst olmak gerekirse, eğer şimdi ‘bu karaoke yarışması mıydı?’ diye sorsaydın, Mayu ile aynı kategoriye girerdin, anladın mı? …Ama soruna cevap olarak, cıvataların yerinde olduğunu düşünüyorum, eğer ne demek istediğimi anlıyorsan.”
Anzu-chan’ın sözlerindeki gerçeği kabul ettim. Ancak bu, Mayu hakkında olumsuz bir fikrim olduğu anlamına gelmiyordu. Onda, beni çeken belirli unsurların olduğu kesindi. Mayu duygularını kontrol etmekte zorlanıyordu, ama tam da bu yüzden, başkalarında bulunmayan bir duyarlılığı doğurabiliyordu. Dahi ile delilik arasındaki çizgi incecik bir kâğıttı. Mayu’nun o çizginin hangi tarafında olduğunu söylemek zordu. Eğer bu çocuklar onu daha iyi tanısalardı, muhtemelen onlar da anlardı… Ama önce… “…Tüm cıvatalar yerinde, ama vidalanırken bir şeyler yanlış gitti. Birileri müdahale etti, anlıyor musun.” Başkasının geçmişini ortaya çıkarmak benim hobim değildi. Buna rağmen, nedense anlatmadan edemedim. Ve böylece geçmişimizi bu dışarıdakilere açtım. “Mayu’nun anne babası gözlerimizin önünde öldürüldü.” Sesimde duygu yoktu. Seçeneğim de yoktu aslında; hangi duyguyu kullanacağımı bilemiyordum. “Sanırım o an, kafamızdaki cıvataların biraz gevşediği andı. Mayu’nunki o kadar gevşek ki hemen fark ediliyor, ama aslında… ben de aynı durumdayım.” Sonuçta, Mayu’nun davranışlarında bir kusur görmüyorum ve bunun için suçluluk da hissetmiyorum. Kalbimi uyutmuştum ki böyle kalabileyim.
İkisin de yüz ifadelerini izledim. Kouta-kun hafifçe korkmuş görünüyordu, Anzu-chan ise hiç tepki vermedi. Tepkileri oldukça sıradan olduğundan, ben de konuyu rahatça kapatmaya karar verdim.
“Bu yüzden eğer onun hakkında kötü konuşmak istersen, beni suçla daha iyi. Kötü anlamda söylemiyorum; sadece kötülenen benim olmam daha katlanılır olur. Evet.” Son cümlelerimi hızlıca söyledim. Açıkçası, “beni suçla” dediğim için öyle utanmıştım ki, deli gibi bir çukur kazıp içine saklanmak istedim. O kelimeleri söylediğime inanamıyordum. Hikâye burada sona ermişti, soru-cevap kısmını başlatmak gibi bir niyetim yoktu ama Anzu-chan, biraz uyanmış gibi görünerek yine de bir soru sordu. “Niye o Onee-chan’ı bu kadar koruyorsun?” Çünkü onu çok seviyorum. Çünkü onu sev××yorum. Ama bu yalandı. Belki de. “Çünkü onun senin için önemli olduğunu düşünüyorum, Anzu,” diye yanıtladı Kouta-kun benim yerime. Konuşmanın istemediğim bir yöne doğru gittiğini hissedince, konuyu değiştirmeye karar verdim. “Bir süre önce, biri benzer bir soru sormuştu.” “…? Kimdi o?” diye sordu. İsim vermemeye dikkat ederek yanıtladım. “Bir anneydi. Çocuğunu korurken öldü. O kadar korkmuştu ki titremeyi bile durduramadı ama yine de cevap verdi.” Bir an durdum, sonra — kelimesi kelimesine — bir zamanlar duyduğum sözleri tekrarladım.
“Çünkü ben bir anneyim.”
Çocuklar kaşlarını çattı. Belki anlattığım hikâyenin uydurma olduğunu düşünüyorlardı. Ama bu, bir yalan değildi. Annesinin sözlerini, sanki dün söylemiş gibi hatırladım. O söz… …asla yalanla kirletmeyeceğim az sayıdaki anımdan biriydi… …ve Mayu’yu korumamın başlıca nedeniydi. [hr] Kapıların ardından yüksek sesle çalan heavy metal, doğrudan kulaklarımı delip geçti. Bekleme odasının penceresinden görünen huzurlu gündüz manzarasına tamamen uyumsuz bu korkunç müziğe duyduğum tek öfke bana aitti. Burada, kasabanın ıssız dağ eteğindeki yalnız binada, etraf dezenfektan kokusuyla dolu değildi—burası “kalp hastanesi”ydi. Solmuş beyaz boyalı bir kapı açıldı. Mayu, memnuniyetsizce kapıyı çarptı ve yanımdaki sandalyeye yığıldı. “Nasıl geçti?” diye sordum; sesimi biraz yükseltmemiş olsam, müzik içinde kaybolacaktı.
“Bir daha asla gelmeyeceğim. O yalancıdan nefret ediyorum,” diye tısladı Mayu, ne kadar çocukça göründüğünü umursamadan. Bugün Mayu, benim için yıkayıp ütülediğim temiz kıyafetleri giymiş ve başına bir bere takmıştı.
“Neyle ilgili yalan söyledi?” diye sordum. “Bilmiyorum. Bir yalancının sözleri hatırlanmaya değmez,” diye serinkanlılıkla yanıtladı. Ama benimkileri hatırlıyorsun. Nedenini anlayabilmiş değilim. Mayu’nun otururken kayan şapkasını düzelttim ve ayağa kalktım. “Biraz bekleyebilir misin? Sıra şimdi bende.” “Kesinlikle olmaz!”
Mayu, öfke nöbeti geçiren bir çocuk gibi çırpınmaya başladı. O anda eteği hafifçe kaydı ve uyluğunun iç tarafında, uzun ve ince bir yaranın belirgin izini gördüm. Demek hâlâ oradasın. Seni tekrar görmek… hiç de iyi değil.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.