“Hava soğumaya başladı.” “Doğru söylüyorsun. Belki de dışarıda kış başlamıştır bile.” “Kış mı geliyor?” “Muhtemelen. Çok yakında.” “Buraya da Noel gelir mi, dersin?” “…Evet.” “Acaba bu yıl da Noel Baba gelir mi?” “…Bu biraz zor olabilir.” “Gelmesini istiyorum.” “Ondan ne isteyeceksin peki?”
“…Pek çok şey. Umarım hepsini yerine getirir.”
Çok uzun zamandır böyleydi. O kadar uzun süredir devam ediyordu ki, artık her şeyin farkında bile değildim. Buna l’harmonie préétablie, yani önceden belirlenmiş bir uyum diyebilirdiniz; kaçınılmaz bir kader, benim irademin ötesinde denkleme zorla dahil olan bir şey. Son üç hafta oldukça sıradandı; gündelik hayatımın dağınık anılarından oluşan kısa bir özet gibiydi. Ne sevinçle kutlanacak muhteşem bir olay olmuştu, ne de yas tutulacak acı bir trajedi yaşanmıştı. Mayu—beni yalancılıkla suçlayıp, kaybolan zamanı telafi etmek bahanesiyle bir hafta okula gitmeyip onunla randevulaşmamı zorlayan Mayu. Mayu—ben doktora giderken uyuyan Mayu; ben Dr. Koibi’yle akşam karanlığına dek manga sohbetleri yaparken, Mayu’nun moralinin bozulması. Mayu’yu yataktan çıkmaya, okula gitmeye ikna etme mücadelelerim; o ise uyanınca sadece eteği üzerinde kalınca ortaya çıkan yanlış anlaşılmalar ve sonunda ikimizin de okula gidememesiyle sonuçlanan kaos. Bunca ayrıntılı anıyı böylesine hatırlayabiliyorken, kendimi yalnızca “parça parça anılarım var” diye tarif etmem umarım okuyanları irrite etmemiştir. Yapacak bir şey yok, Mine biraz takıntılı bir kişilik zaten. Tüm bunlara ek olarak, bu birkaç hafta içinde iki kardeşle de oynamıştım; Sugawara ve kendo kulübü ulusal turnuvada harika bir performans sergilemişti; öğrenci konseyi bülteninin dönemsel yayın tarihlerini ise göz ardı etmiştim; ve dokuzuncu kurban bulunmuştu.
Bu sakin günlerin sonunda, sahibinden yoksun bir odada çalan bir telefonun sesi yankılandı; onun yerine ben açtım.
“Alo? Ben Misono.” “Aaa, merhaba! Sesinden anladığım kadarıyla Misono Mayu-chan değilsin. ‘Mii-san’sın, değil mi? Seni bekliyordum.” “…Kusuruma bakmayın ama siz kimsiniz?” “Ben polis teşkilatında mütevazı bir çarktan ibaretim. Adım Kamiyashiro Natsuki. Senin sevgili Dr. Koibi’nin en yakın dostuyum.” Demek bu, hakkında dedikodular dönen polis memuru… Anladım. “Yani, Mii-san, değil mi?” diye yineledi. “Tawaba![1]” “Demek Mii-san, yalancı olan. Merhaba. Sonunda sana ulaşabildiğime sevindim.” “Şimdi saçmalamaya başladınız. Telefonumuz hiç çekmiyordu da ondan olmadı yani.” “Yanlış anladın. Şimdiye kadar yaptığım her arama, çok tatlı bir kız tarafından reddedildi. Birkaç gündür böyle.” “Ah, evet. O benim eşim olur: Ona şüpheli aramaları anında reddetmesini öğrettim.” “‘Lütfen kendini öldür’ onun meşhur lafı olmasın sakın?” “Hayır, onunki ‘sen zaten… lütfen öl’[2].” [hr]
[1]: Tawaba ifadesi karakterin bölgesel/argoya kaçan konuşmasını yansıtıyor, Türkçede “hah işte!” veya “heh!” gibi düşünülebilir. [2]: Orijinal ifadede karakterin konuşma tarzı taklit ediliyor; kasıtlı olarak bozuk bir kalıp. İstenirse ‘sen zaten... lütfen öl’ daha da bozuk yazılabilir.
“Vay canına, ne kadar kibar bir eşiniz varmış. Hayranlığımı gizleyemiyorum doğrusu. Peki, Mii-san, benimle bir kaçamak yapmaya ne dersin?” “Pas geçiyorum; o konuda zaten fazlasıyla nasiplendim.” “Demek bütün kadınların düşmanısın. O zaman ben de gönüllü olarak senin üçüncü sırandaki sevgilin olayım.” “Geçersiz bir numaraya ulaştınız. Lütfen girdiğiniz numarayı kontrol edip tekrar arayınız.” “Gerçekten ilginç bir insansın. Acaba kime çekmişsin?” “Genelde, yan komşunun çocuğuna benzediğim söylenir.” “Dizi için harika bir konu. Eğer çocuğun babası olduğunu itiraf etmezsen, seni vatana ihanetten içeri almak zorunda kalacağım.” “Reddediyorum, Kamiyashiro-san. DNA ne derse desin, onun şu anki babası her zaman onun tek babası olarak kalacak.” “Sonunda beni sinirlendirdin, Mii-san.” “Elbette sinirlendirdim. Zaten gülüşünü duyabiliyorum.” “Kızını çalacağım.” “Ne korkunç(!)” “Daha da açık olayım, ona pizzacı gibi yanaşacağım. Başarı oranı, büyük lig oyuncuları kadar yüksek biliyor musun?”
“O zaman ben de eşime ‘yürü be, dört top al’ demesini tembihlerim.”
“Bu hiç eğlenceli olmadı şimdi. Peki, Mii-san, özel olarak gelip seni ziyaret etmek zorunda kalacağım. Zaten bir ara Mayu-chan’la da tanışmayı düşünüyordum, böylece bir taşla iki kuş vurmuş olurum.” “…Pekâlâ. Senin bu hevesine saygıdan buluşmayı kabul ediyorum. Ama bunu eşimden gizli tutmamız gerekecek.” “Biliyorsun, bütün kaçamaklar sonunda ortaya çıkar.” “Bu arada Kamiyashiro-san, acaba biz daha önce bir yerde karşılaştık mı?” “Taş Devri’nden kalma bir tavlama cümlesi bu.” “Hayır hayır, senin o güzel sesini geçmişte kesinlikle duymuştum.” “Ne tesadüf, ben de tam aynı şeyi düşünüyordum. Sesini ilk kez duyduğumdan beri senden hoşlanıyorum!” “Sese âşık olmak ha? O zaman tele-pazarlamacılara dikkat et derim.” “Peki nerede buluşalım? Gök gürültüsünde mi, şimşekte mi, yağmurda mı?” “Karanlık bir yerde.” [2.5] “Anladım. O halde, sana hoşça kal diyorum.” Telefonu kapattı.
Yalnızca iki saniye sonra tekrar aramak için.
“Mayu-chan’ın evine en yakın olan alışveriş merkezi. Bu hafta sonu saat on birde, üçüncü kattaki kafede,” diye aceleyle açıkladı. “…İstasyona yakın olan, değil mi? O zaman görüşmek üzere.” Ahizeyi yerine koydum. “Off…”
Okul gezisine sadece bir hafta kalmıştı ama işler hep böyleydi işte. Şimdiye kadar, hiçbir şeyin istediğim gibi gittiği bir an bile olmamıştı.
Telefon kapandıktan sonra gidip Japon tarzı odanın fusuma kapılarını açtım. Mevsimin değişimiyle birlikte odanın sıcaklığı belirgin şekilde düşmüştü. “Ah, hoş geldin.” “…Hoş geldin.” İki kardeş, odanın zemininde oturmuş manga okuyorlardı. İçeri girdiğimde başlarını kaldırıp bana bakarak selam verdiler. Yanlarında, bir doktordan ödünç aldığım mangalardan oluşan bir yığın duruyordu. Fusuma kapıyı arkamdan kaydırarak kapattım ve ben de yere oturdum. Gelişigüzel bir manga aldım, rastgele bir sayfa açtım. Gözlerim sayfada takılı kalırken, içimden düşüncelerimi toparladım. Kısacası, düşünmeye başladım. Kamiyashiro Natsuki, bir polis memuru. Çocukluk hayali dedektif olmaktı. Doğru ile yanlışın sınırında dolaşan biri. Dr. Koibi’nin eski okul arkadaşı. Yani bu yıl otuz bir yaşında. Onun hakkında sahip olduğum tüm bilgi buydu. Ha bir de, Dr. Koibi’ye göre “biraz bana benziyormuş.”
Ama sonuçta, Ay’a Dünya’dan bakarken ikisini objektif şekilde karşılaştırmak zordur. Benzer şekilde, aramızda bir benzerlik olduğu iddiasını doğrudan reddetmek de kolay değil. Yine de, az önceki konuşmadan onun başa bela biri olduğu izlenimini edindim. Ve talih bu ya, şimdi bu harika hanımefendiyle buluşmak zorundayım. Bu düşünce, sanırım beni daha da mutsuz edemezdi.
“Abla uyuyor mu?” Kouta-kun’un sesi beni gerçekliğe geri çekti. Tek elimle manga cildini kapatırken cevap verdim: “Hayır, şu anda sınıf öğretmenimize kendini savunuyor.” İkisi de kafalarını kaldırıp şaşkın şaşkın bana baktılar. Bu aralar Anzu-chan bile saf, masum hâllerini gösteriyordu. “O, okul gezisinde odasını değiştirtip birlikte kalabilmemiz için öğretmeni ikna etmeye çalışıyor. Ona bunun imkânsız olduğunu söyledim ama dinlemedi, ben de onu bırakıp eve geldim.” O kadar hararetli itiraz ediyordu ki, benim çıktığımı bile fark etmemişti. “Yani… Onu bırakıp geldin mi?” diye sordu Kouta-kun, sesinde bir parça şaşkınlıkla. “Bu garip mi?” “Evet, çünkü hep berabersiniz,” dedi Anzu-chan. Kouta-kun da başını sallayarak onayladı. “Doğru diyorsunuz,” dedim. “Ama onu fazla şımartmak da ona iyi gelmez.”
Mayu biraz fazla bencil biriydi. Bu üç haftalık beraberlikten sonra, bu yönleri daha da belirginleşmişti. Mesela, onun fikrini dinlemezsem hemen surat asardı. Başka biriyle konuşsam, yalnız kalınca hınçla bana öfkesini kusardı. Mayu için en ideal durum, benim ona tamamen boyun eğip bağlanmam olurdu.
“…Onun yanında sonsuza dek kalamam. Sonunda polisin gözetimine gireceğim zaten.” Ben bir suçluydum ve ceza kaçınılmazdı. Mayu’nun kendi başına hayatta kalmayı öğrenmesi gerekiyordu. Ve bunun için gereken şey ne beceri ne de bilgi, sadece hayattan keyif alma kararıydı. “……” Mayu, acaba buna yüreğin var mı? Kouta-kun, “polis” kelimesini duyunca omuzlarını düşürüp üzgün bir ifadeye büründü. Anzu-chan da bakışlarını kaçırdı. İkisi de iyi kalpli çocuklardı; aslında sözüm onlara yönelik değildi ama sanki kendilerini suçlu hissediyorlardı. “Bu sizin dert edeceğiniz bir şey değil. Zaten başından beri… bu, Mayu’nun suçu,” dedim. Tüm bunları düşünürken, bu kaçırılma olayının arkasındaki mantığı bir kez daha sorguladım. Bu soru üzerine kafa yormak günlük rutinim hâline gelmişti, ama bir kez bile asıl kaçırana sormayı akıl etmemiştim. Sonuçta bu, Mayu’yla konuşmak istediğim konular arasında en sonda geliyordu.
“Bunların yerine, siz… şey…” dedim, ama cümlemi tamamlamaktan vazgeçtim.
Üç hafta. Yardım istemek için üç haftaları olmuştu. Mayu’yla ben okuldayken ve evde olmadığımız o on beş gün boyunca, istedikleri anda çığlık atarak bu hapishaneden kolayca kurtulabilirlerdi. Bina planını incelediğimde, duvarların gerçekten de ses yalıtımlı olduğunu keşfetmiştim. Fakat Mayu’nun bir zamanlar ortalığı birbirine kattığı yatak odasından farklı olarak, Japon tarzı oda ile yan oda arasında yalnızca bir duvar vardı. Parmağını bile kıpırdatmadan bulundukları odadan kaçabilirlerdi. Ayaklarını bir zamanlar odanın sütunlarına bağlayan zincirler ise artık onları tutamaz hâle gelmişti—hatta bu zincirler, işlevini yitirip adeta birer moda aksesuarına dönüşmüştü. Yine de, ikisi de bu durumun devam etmesine gönüllü olarak izin vermeyi seçmişlerdi. Tabii, ben de onların kaçmaya teşebbüs etmeyeceğine kanaat getirmiş ve böyle bir girişimi engellemek için herhangi bir önlem almamıştım.
Bu kaçırılma olayı baştan sona mantıksızdı. Tabii, bir kaçıranın zihnini anlamaya çalışmak da başlı başına delilikti zaten. “Şey, bir sorun mu var?” diye sordu Kouta-kun. Ellerimi salladım. “Yok, bir şey yok. Neyse… Bir suç mutlaka cezalandırılmalı. Bundan hiç şüphem yok.” Tabii ortaya çıkarsa. Ne olursa olsun, bunun dünyadan gizli kalması gerekiyordu. Aksi takdirde, sonuçları olurdu. Tıpkı sekiz yıl önce olduğu gibi.
“……”
Kaba bir hesapla, kaçırılmanın üzerinden yetmiş bin saatten fazla geçmişti ama o zamanı hâlâ dün gibi, en ince ayrıntısına kadar hatırlıyordum. Muhtemelen çok daha kötü şeyler yaşamış insanlar vardı, fakat yine de, bunun hayatımda yaşadığım ve yaşayacağım en korkunç, en sefil deneyim olduğundan hiç şüphem yoktu. Keşke zaman ve mekânı aşabilip bir travma silme cihazı bulabilseydim.[2.75] “Hey.” Anzu-chan, bana bir arkadaşına seslenir gibi hitap etti. Travmanın kendisini, zaman ve mekânın ötesinde bir yere atmanın daha da kolay olacağını fark ederek ona döndüm. “O ablayı gerçekten tek başına bırakmak iyi mi?” diye sordu, avucumdaki henüz tam iyileşmemiş yarayı işaret ederek. “Bunu söylemek zor,” dedim.
Mayu’nun isteğinin reddedilmesine öfkelenip, bu öfkesini doğrudan Kaminuma-sensei’ye fiziksel şiddet olarak yansıtması ihtimali yabana atılır değildi.
Bu apartmanın merdivenlerinden çıkarken, aklımdan Kaminuma-sensei’nin, ister zorbalık olsun ister öğrencilerin geleceği, her konuda hareketsizlik politikası güden, tam bir başarısız öğretmen olduğu geçmişti. Fakat bir gün kendisi bizzat şiddete uğrarsa, dava açmakta bir an bile tereddüt etmeyeceğinden emindim. O tip bir insandı. Yani, yalnızca ona karşı fiziksel şiddetin hoş görülebileceğini hayal etmeyi bile kolaylaştıran, sinir bozucu bir tipti. “Yine de, büyük ölçüde bir sorun olmaz,” diye devam ettim. Olay çıkarırsa bile, akıl hastalığı savunma olarak öne sürülebilirdi. İşler daha da kötüye giderse, bir akıl hastanesine yatırılması kabul edebileceğim bir uzlaşıydı. Çevresindekiler onu dizginleyebildiği sürece, tek başına yaşamaya yetecek gücü olmasa da olurdu. Anzu-chan aniden işaret parmağını kaldırdı. “Bir soru daha.” “Oo, dedektif gibi konuştun.” Alaycı tonuma karşılık, Anzu-chan sorgulayan bir bakış fırlattı ve devam etti: “Dün gece nereye gittin?” Gözlerim daraldı ve bir an için görüşüm yoğun bir sisle kaplandı. “Kouta geçen gece dışarı çıktığını söyledi.” Paslı bir güvenlik kamerası gibi beceriksizce başımı iki yana salladım. Kouta-kun ise kaşlarını çatıp hiçbir şey anlamamış bir ifadeyle baktı.
“Yani şey, bildiğiniz markete gittim işte.”
Evet, aynen öyle. Yarım saatlik yürüme mesafesinde olan, böcekleri uzak tutmak için fanlarını çalıştıran o market. “Gece atıştırmalığı olarak markette bento yedim. Hâlâ büyüme çağındayım ya, her otuz dakikada bir yemek yemem gerekiyor,” diye hızla uydurdum, daha fazla şüphe uyandırmamak için. “Derler ki birine aptal diyen aslında kendi aptaldır. Ama bu doğru olsa bile, aptal denen kişinin aslında aptal olmadığı anlamına gelmez. Tam tersi, ilk başta aptal denilen kişi öç almak için diğerine aptal der ve anlamsız bir döngü oluşur. Ben buna aptallığın kısır döngüsü diyorum,” dedim, neredeyse dilimi ısırarak. Bu ansızın patlattığım ‘aptallık vaazı’ iki kardeşin de bana kuşkuyla bakmasına sebep oldu. Sanırım kendimi daha da şüpheli hâle getirdim. “…Şey, en iyisi ben gidip gezi için valizimi hazırlayayım.” Hızla ayağa kalkıp kaçmaya yeltendim ama Anzu-chan sanki üstüme atlayacakmış gibi aniden üniformamın kolunu yakaladı. “Şüpheli,” dedi yaramazca gülümseyerek. Yaşına uygun o sırıtışı bana Mayu’yu anımsattı. “Hiç de şüpheli değilim. Hiç de uğurlu değilim. Site başkanının torununun sınıf arkadaşının kulüp arkadaşı olan birinin dostu olarak, her gece katili avlamak için devriyeye çıkıyorum. Kesinlikle yalan söylemiyorum.”
“…Onii-san. Sen gerçekten çok kötü yalan söylüyorsun,” dedi Kouta-kun.
Uzamış perçemlerinin ardından, Kouta-kun Anzu-chan’la ve onları tutsak eden benimle şakalaşmamızı keyifle izliyordu. Hiç mi aklına gelmiyordu, onları esir alan biri olarak, onun değerli küçük kız kardeşi için potansiyel bir tehlike olduğum? Kalbime yuva kurmuş o iğrenç çürüklük neredeyse temizlenmişti. Masum güven, kimi zaman güneş yanığına dokunan bir el kadar can yakabilirdi. “Hey, senin adın ne?” Anzu-chan’ın “Q”suna, sorusuyla hiç uyuşmayan ciddi bir ifade eşlik ediyordu. “Şey… Yani, beni mi diyorsun?” diye sordum. “Burada başka biri mi var sence?” “Hmm, bir bakalım…” Etrafa şöyle bir göz gezdirdim, belki bir mucizeyle başka birini bulurum diye içimde hafif bir umut vardı. Belki de içimdeki bir parazit ortaya çıkar ve bana kibarca kendini tanıtıp yardım elini uzatırdı. “Müsaadenle kendimi tanıtmak isterim,” derdi belki. “Ben sadece adını soruyorum, bunda ne var ki?” diye üsteledi Anzu-chan, çünkü “A” hâlâ gelmemişti. Cevap olarak “Sır” deyip cilveli bir sesle konuşsam, muhtemelen bana bir tane patlatırdı. Başka çarem kalmayınca, bu sefer dürüst olmaya karar verdim. “Adımı pek sevmem—yani, kendimi öyle çağırmak, başkalarının bana o şekilde seslenmesi bana hiç uygun gelmiyor, hoşlanmıyorum. O yüzden insanlara söylemeyi de pek sevmem. Kusura bakma.” Elimi, artık her gün yıkandığı için fazla yağlı olmayan saçlarının üstüne koydum. “Anzu,” dedi Kouta-kun. “Biliyorum,” diye karşılık verdi utangaçça. “Zaten çok merak ettiğimden değil,” dedi pes ederek.
İç geçirdim, arkama yaslandım ve tavana baktım.
“…Sanırım valizimi çıkarıp hazırlanmaya başlamalıyım.” Birden aklıma takıldı… Peki biz geziye giderken çocuklara ne yapacağım? Zincirlerini çıkarmalı mıyım? Önceden yeterince yiyecek stoklasam ve kapıyı yabancılara açmamalarını tembihlesem, istedikleri gibi yaşarlar diye düşündüm… Dur, ne? Durumu bu kadar çabuk kabullendim mi ben? Gerçekten doğru mu bu? Bu artık kaçırılma değil, düpedüz bir pijama partisi olurdu. “Hımm…” Her şey beklentilerimin ötesindeydi.
Gerçi… böyle olması da oldukça eğlenceli olurdu.
Yaklaşık yarım saat sonra, evin sahibinin dönüşü tüm eve yankılandı. O sırada, Anzu-chan’la karşılıklı olarak birbirimizin yanaklarını çimdikleyip, hayat felsefesi üzerine derin bir sohbet yürütüyorduk. Ayak sesleri o kadar gürültülüydü ki, zeminin titrediğini hissedebiliyordum; arkamda belirdi. “Weucome ome,” dedim, insana ancak çok uzaktan benzeyen bir dille. Yüzümü ona çevirdiğimde, ifadesinde hiçbir neşe belirtisi olmadığını hemen fark ettim. Ne surat asıyor ne de memnuniyetsizliğini belli ediyordu; uykudaykenki o heykel gibi donuk ifadesi aynen yüzünde duruyordu. Masum sesiyle tek bir kelime bile etmeden, yakamdan tuttuğu gibi beni yerlerde sürüklemeye başladı. Hâlâ yanaklarımı çimdiklemekte olan Anzu-chan da peşimden geliyordu. Birden hareketlenince tepki veremedim, kafam zemine çarptı. Anzu-chan da öne doğru düşüp dirseğiyle göğsüme kapaklandı, nefesim kesildi.
“Aman Allah’ım, iyi misin?” diyerek, Anzu-chan ellerini yanaklarımdan çekti ve özür diledi. Ona iyi olduğumu göstermek için başparmağımı kaldırmaya çalıştım. Fakat, istemsizce işaret parmağım kalktı; bu hâlimle hiç de iyi olmadığım mesajını veriyordum. Planladığım gibi olmasa da, düşüncemi kelimelere dökerek anlatmaya çalıştım.
“Ah, kendim yürüyebilirim, bırak artık lütfen.” Şakacı yakarışım Mayu’nun kulağına gitmedi; o ise beni odada sürüklemeye devam etti. Evin kot farkında kuyruk sokumumu acıttım, dirseğim ise fusuma kapısına çarptı. Çıkarken gözüm Anzu-chan’la buluştu. O, ayrılığımıza isteksizce bakıyordu ama böyle bir ana uygun kelimem yoktu. Oturma odasındaki masaya varınca Mayu nihayet yakamı bıraktı. Mayu’yu, surat asan haliyle sandalyeye oturttum ve yakamı düzelttim. “Bu kadar niye kızgınsın?” Sebebin ne olduğundan yüzde yüz emindim ama bilmezden geldim. “Neden izin verilmediğini bir türlü anlayamıyorum,” diye karşılık verdi Mayu. Sinirle çantasını fırlattı. Çanta, evin sabit telefonunun durduğu rafa çarpınca yanındaki cam küre kendini yere fırlatıp intihar etti. “Gruplar bir ay önce belirlendi,” diye bilgi verdim aksi Mayu’ya. “Ne olur bana öğretmeni dövmediğini söyle.” “Bir ay önce mi… O zaman Mii-kun, bir ay önce gelip beni görmeliydin!” Maa-chan sorumu tamamen görmezden gelip öfkesini boşalttı. …Tartışacak gücüm kalmamıştı.
“Üzgünüm.” Başımı eğip özür diledim. Kafanın pek de bir işlevi yok aslında; sadece eğmek, düşünmek, kafa atmak ve yemek yemek için kullanabiliyorsun. Her fırsatta en iyi şekilde değerlendirmek lazım. Tabii, Mayu’nun sadece bununla sakinleşmesi mümkün değildi. Ama bu kadar anlamsız bir tartışmayı sürdürmeye takatim kalmadığından ve konuyu değiştirmenin hiç sırası olmadığını bile bile, yine de değiştirdim: “Yarın dışarı çıkacağım.”
“Öyleyse ben de geliyorum,” dedi anında. Nereye, ne zaman ya da neden gideceğimi hiç sormadan, peşimden gelmeye karar vermişti. Böyle bir davranışın bir anlamı var mıydı ki? “Orası yalnız gitmem gereken bir yer. Seni götüremem, Maa-chan.” Bir hançer gibi bakışları üzerime saplandı. Ama Mayu’yu yanımda götürmek söz konusu bile olamazdı. Bu sakin günleri korumak için, bu gezinin ayrıntılarını asla açığa vuramazdım. Bir polis memuruyla buluşacağımı söylesem gereksiz yere kaygılanır, yaşça büyük bir kadınla görüşeceğimi öğrense—kesin sonum gelirdi. “Dayımın evine gidiyorum. Seninle birlikte yaşayabilmek için söz verdiğim şey buydu, Maa-chan. Akşam olmadan dönerim.” Tabii bunlardan biri yalandı. “Neden gelemiyorum?” diye surat astı Mayu; bu, öfkesinin biraz yatıştığının işaretiydi. “Çünkü bu kavga çıkmasına sebep olur. Teyze burada kalmamı istemiyor. Dayım da anlıyormuş gibi yapıyor ama aslında o da karşı.” Bu gerçekten doğruydu. Sonucun ne olacağını kestirmek için kahin olmaya gerek yoktu. Hayatım boyunca onların tanışmasını istemezdim. Mayu’yu kendime çekip kucakladım. O, hiç direnmeden kollarımda gevşedi; saçlarını parmaklarımla taradım. Arada bir kahverengi saç teli bulup parmağıma doladım.
“Okul gezisine gelince; aynı odada kalamasak bile, dışarıda yine birlikte vakit geçirebiliriz.”
Zaten dışarı çıkacak başka kimsem de yok. Hahaha. …Haha… Ağlamak istiyorum. “Zaten birlikte yaşıyoruz, bu seferlik idare edemez misin?” diye devam ettim. Sırtını, bir bebeğe yapılır gibi okşadım. Mevsimin değişimiyle artık ter kokmayan Mayu’nun kokusunu derin derin içime çektim. Kokusu bana bir tütsüyü anımsatıyordu. “Peki, bu sefer idare etmeye çalışacağım.” Bencil bir kız için bu, uzlaşabileceği maksimum seviyeydi. Bana sıkı sıkı sarıldı, ellerini nazikçe kürek kemiklerimin üstünde bastırdı. Birkaç dakika boyunca, sessizce birbirimize sarıldık. Ve on dakika kadar öylece kaldık. “…Tamamdır. Hadi biraz toparlanalım.” Temizlik komitesinin bir üyesi olmanın alışkanlığıyla, yere dökülen cam kırıklarını süpürmeye koyuldum. Mayu’yu yere indirip ayağa kalktım. “Ben yaparım,” diye atıldı Mayu. “Hayır. Tehlikeli, ben hallederim.”
“Sorun yok! Sen orada kal, Mii-kun!”
Mayu, temiz olmayı seven ama temizlik yapmaktan nefret eden bir prenses gibi, neşeyle mutfağa doğru seğirtti. Sanırım düştü ya da dirseğini duvara çarptı, çünkü hafif bir “thud” sesi duydum, ama hemen ardından yine neşeli bir şekilde döndü. Elinde uzun bambu bir çift çubuk ve bir tabak vardı. Mayu, çubuklarla yere dağılmış cam parçalarını toplamaya başladı. Derinlik algısı neredeyse hiç olmadığı için, büyük cam parçalarını bile almakta zorlanıyordu. “Yardım edeyim mi?” “Miyavvv!” Teklifim, tehditkâr bir kedi miyavlamasıyla reddedildi. Ben de, elleriyle cam parçalarını almaması için onu uyarmakla yetindim. Yere uzandım, kollarım ve bacaklarım yere yayılmış halde. Ahşap zemin sert ve soğuktu. Ve tuhaf bir şekilde rahattı. Tavana asılı ucuz lambaya gözümü dikip, düşüncelerime daldım. Yalanlarımı düşündüm, Kamiyashiro Natsuki’yle yakında olacak karşılaşmamı gözümde canlandırdım, cinayet kurbanlarını aklımdan geçirdim, ve zihnimi tüm bu düşüncelerden arındırmak istercesine göz kapaklarımı kapadım.
Mayu’nun ellerinin sırtımda bıraktığı sıcaklık, sonunda zeminin soğuğuna teslim oldu.
Pazar günü. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu. Tam anlamıyla bir sağanak. Hava durumu öğleye doğru havanın açacağını iddia etmişti ama sunucu bile buna pek inanmıyor gibiydi. “Hey, bugün gitmek zorunda değilsin, değil mi?” Mayu, sabah dokuz buçukta nadiren uyanık olduğu halde, pencerenin önüne göz atıp sordu. “…Yok, okul gezisi öncesinde en az bir kere gitmem lazım,” diye yumuşak bir sesle karşılık verdim ve çıkmaya hazırlandım. Mayu, uysal bir ifadeyle öylece duruyordu. Bahsi geçen alışveriş merkezi yürüyerek kırk dakika sürdüğü için, saat ona kadar evden çıkmam gerekiyordu. Mayu’nun bana uzattığı siyah, katlanır şemsiyeyi alıp kapıya yöneldim. “Ah, bir saniye bekle,” diye seslendi Mayu, ayakkabılarımı giymeye çalışırken. Elinde tuttuğu ruj tüpünü dudaklarına hızla sürdü. Benim şaşkın bakışlarıma aldırış etmeden, dudaklarını kırmızıya boyayan Mayu birden yanağımı şiddetle öptü.
Sanki derim yüzümden kopacakmış gibi hissettim.
“Ah, canım acıdı,” diye şikâyet ettim. Mayu, dudaklarını yanağımdan çekip bir adım geri atarak eserini hayranlıkla inceledi. “Silmek yok,” diye emretti. “…Tükürüğü bile mi silemem?” “Hayır.” Kollarımı tutup, el aynasını yüzüme kaldırarak bana gösterdi. Yanağımda, dudaklarından biraz daha kalın bir ruj öpücüğü izi vardı. Aynada, çeneme kadar süzülen bir tükürük damlası da net biçimde görünüyordu. “…Pekâlâ, ben gidiyorum.” “Bay bay.”
Bu aşağılayıcı halde dışarı çıkmaya mecbur kalarak odadan ayrıldım.
Saat ona çeyrek kala, sonunda istasyonun önündeki alışveriş merkezine vardım. Yolda oluşan su birikintileri, neredeyse ölçülebilecek derinlikteydi ve tek adımda ayakkabılarımla çoraplarımı ıslatmayı başarmıştı. Her ne kadar alışveriş merkezi dense de, burası köy havasına bulanmış bir binaydı. Şehirden getirilen binalar arasında kalsa, sanki zorbalığa uğramış gibi görünecekti. Ne kadar acıklı olsa da, içeride her türden insanın dolanması beni şaşırttı. Şemsiyemdeki suyu silkeleyip katladım, otomatik kapıdan içeri süzüldüm. Binanın içi neşeli bir müzik, ışık ve buram buram yapay bir tatlı kokusuyla doluydu—dışarıdaki kasvetli havayla tam bir tezat. Girişte, şemsiyemi plastik bir torbaya koydum[3] ve kat planının önünde durdum. Etrafa bakınınca o tatlı kokunun kaynağını buldum: Unun suyla yoğrulup, maya ile mayalandığı bir ürün üzerine uzmanlaşmış bir dükkan. Kısacası, bir fırın. Anlaşılan birinci kat tamamen yiyeceklere ayrılmıştı. Fırındaki belli bir kişi dikkatimi çekti ve gözlerimi ondan alamadım. Orada, tüm ücretsiz numuneleri silip süpürürken durmuştu. Benzersiz görünüşü, onu ya ilgi odağı ya da gözlerin hedefi yapıyordu. Üzerinde siyah-beyaz çizgili, uzun kollu bir bluz ve ona uygun bir etek vardı. Gömleği vücuduna biraz boldu ve sağ omzunda sutyen askısı görünüyordu. Ayrıca, platin sarısı saçları modaya meydan okurcasına dekoratif bir toka ile tutturulmuştu.
Kadın, fırının ıspanaklı ekmeğini epey sevmişti. Fakat onu tepsiye koyup kasada satın almak yerine, ıspanaklı ekmeğin lokmalık ücretsiz örneklerini birer birer, arsızca ve kararlı şekilde yok ediyordu. Öyle bir iştahla yiyordu ki, tezgâhtaki ekmeklere geçse bile kimsenin onu durduramayacağını düşündürüyordu.
Mağaza çalışanının, etrafa yardım arayan, çaresiz bakışlarına rağmen duruma göz yummayı tercih ettim. Bir anda, kadın bana döndü. Şişirdiği yanaklarının içindekileri yutkunarak mideye gönderdi, kendini toparladı. Duvara yaslanmış şemsiyesini aldı ve hafif adımlarla bana doğru geldi; çantası bir sağa bir sola sallanıyordu. Mavi spor ayakkabıları kupkuruydu ve yürüdükçe hiç ses çıkarmıyordu. “Merhaba. Ben Kamiyashiro Natsuki.” Hafif bir tebessüm ve küçük bir baş selamıyla kendini tanıttı. Anlaşılan bir şekilde, Mii-san’ın nasıl göründüğünü önceden araştırmıştı. Gerçi, bu beklenen bir şeydi. “Merhaba. Ben de Mii.” Hapishane mahkûmu gibi giyinmiş bu polis memuruna, biraz da arsızca bakarak karşılık verdim. Yeni tanıştığım bu kadın sadece absürt giyinmekle kalmıyor, oldukça çarpıcı bir yüze de sahipti. Hayır, bu küçük burnu, ince gözleri, parlak cildi ya da buna benzer bir şey değildi. Mesele… fazlasıyla genç görünmesiydi. Ne kadar bakarsam bakayım, karşımda sadece kendi yaşımda birini görebiliyordum. Ya makyajda bir mucize yaratılmıştı, ya Dr. Koibi sınıf tekrarının kraliçesiydi, ya da bu kadın genlerini özel bir nefes tekniğiyle kontrol ediyordu[4]. “Yüzümde bir tuhaflık mı var?” dedi kışkırtıcı bir tonla, saçını düzeltirken. “Yani, dürüst olmam gerekirse… Sanatsal açıdan biraz zayıf. Daha avangart bir şey bekliyordum doğrusu,” dedim.
“Oldukça sanatkâr bir yorum. Yanağında hiç utanmadan öpücük iziyle dolaşan birinden de daha azını beklemezdim zaten.”
“Ah, bu mu? Meslek hastalığı diyelim.” Parmak uçlarımla yanağıma hafifçe dokundum; neredeyse, Natsuki-san’ın bakışlarından korumak ister gibi. Sözde hiçbir sorumluluk ve insanî duygu barındırmasam da, yine de yanağımdaki izi silmeye elim gitmemişti. Neden diye sorsan, muhtemelen cevap veremem; illa bir şey demem gerekirse, belki de o karşı konulmaz çekim duygusu… Yani şu xx×× hissi. Tabii, bu da yalan olurdu. “Utanmazlık söz konusuysa, sen de kesinlikle parlak bir örneksin, Bayan Polis. Sadece ücretsiz numuneleri değil, raftaki ekmekleri de mideye indirip dükkândan fırtına gibi çıkma cesaretin karşısında şapka çıkarıyorum. Acaba bir kamu görevlisi olarak yetki alanından mı şüphe ediyorsun diye merak ettim.” Natsuki-san’ın gülümsemesi hiç bozulmadı. Gözleri, hüzünlü bir ifadeyle yere düşerken yüzünde o gülümseme hâlâ asılı kaldı. “Bu sabah buluşmamıza gelip gelmeyeceğin konusunda fazlasıyla endişeliydim, o yüzden yediğim yemek boğazıma dizildi.” “Ve onun yerine ekmek mi seçtin? Çok mantıklı.” “Beni utandırıyorsun.” Natsuki-san’ın gülüşü, meşhur bir anime finalindeki ev hanımını andırıyordu. Sanki rutini bozup sonsuza dek taş-kağıt-makas oynamaya devam edecekmiş gibi hissettirdi. Fırındaki arka sıralardan gelen alaycı bakışları umursamadan, Natsuki-san’la laflamayı bırakıp yürüyen merdivenlere yöneldik. Ne yazık ki bu alışveriş merkezine ilk kez geliyordum, o yüzden Natsuki-san’ın kendinden emin adımlarını izlemekten başka seçeneğim yoktu.
Hiç konuşmadan üçüncü kata ulaştık ve buluşma noktası olan kafeye girdik. Beyaz dekoru ve gökyüzüne bakan manzarasıyla, mekân tam bir monokrom dünyası sunuyordu.
“Demek burada gerçekten bir kafe varmış.” Natsuki-san gayet kayıtsız bir tavırla, hiçbir planı olmadığını belli etti. Şaka mı yapıyor yoksa tam anlamıyla dalgın mı, karar vermekte zorlandım. Şemsiyesini standa bırakıp dükkânın arka tarafına yöneldi. Ben de peşinden gidip koyu kahverengi bir koltuğa oturdum. “Böyle bir hafta sonu hiç de fena değil. Okul arkadaşım, kibirli ve ateşli kulüp başkanının önderliğinde tuz satacak kadar ter dökerken, ben burada senin gibi güzel bir kadınla randevudayım.” Bu raundu ben kazandım, Kaneko. Gerçi o ve Sugawara, kulüplerine yeni gelen birinci sınıfları kandırıp kızların soyunma odasına bakmaya götürüyorlardı. Ayrıca, bu güzel ama şüpheli hanımla yapılan randevunun artı tarafını bulmak da zor, sanırım yine berabereyiz. “Aa, bana böyle tatlı sözler fısıldamaya devam edersen Koibi’yi kızdırabilirsin.” “Doktoru mu kızdıracağım?” Natsuki-san’la kelime oyunlarımız henüz bitmeden, garson ıslak havlular getirdi. Garsonun, yanağımdaki dudak izini ilk anda bir şaşkınlıkla fark edip hemen ardından yüzüne profesyonel bir tebessüm takınmasına hayran kaldım. “Ben bir kakao alayım, Kamiyashiro-san ise…” “Hayır, hayır. İç seslerinde bana nasıl hitap ediyorsan, burada da öyle konuşmaktan çekinme lütfen.” “Madem ısrar ediyorsun… Ne alırsın, Geronimo-san?” Geronimo-san elini zarifçe ağzına kapadı.
“Bir katsu köri alayım, lütfen.”
Hımm? Ne ara, fırında örnekleri silip süpüren o kadının yerine geçmişti? Garson, siparişlerimizi not edip yüzündeki profesyonel tebessümüyle mutfağa döndü. “Evet… Nerede kalmıştık?” Natsuki-san hafifçe gülümsedi: “Koibi’nin kıskanacağından bahsediyordum. Mii-san uzun zamandır onun favorisi. Düşünsene, ilk aşkı lisedeyken başlamıştı. O sırada Mii-san sadece bir alt sınıftaydı.” “İyi ki ilkokulda değilmiş.” “Asıl şaşırtıcı olan, sınıfta ona aşık başka bir kızın daha olmasıydı ve tam bir aşk üçgeni oluşmuştu. Kısacası oldukça keyifli bir okul hayatıydı.” Keyifli mi? Bana göre tuhaf. Natsuki-san bir bardak suyu tek dikişte bitirip, ağzını ıslak havluyla sildi. “Mii-san, ikimiz de genç insanlarız. O halde yapacak tek bir şeyimiz var.” “Kesinlikle haklısın.” Otuzlarında olan bu kadının Japoncası biraz sınırlarımı zorluyordu ama yine de onayladım. “Mii-san, hobilerin neler?” “Açıkçası, biraz aşkın gizli kamerası gibi olduğumu itiraf etmeliyim.”
“Aman, ne zarif bir insanmışsın.”
Natsuki-san zarifçe gülümsedi. “Ve acaba gece yürüyüşlerine özel bir ilgin mi var?” Hiçbir huzursuzluk belirtisi göstermeden sordu, gözlerinde ne düşündüğüne dair en ufak bir ipucu yoktu. “Çünkü ben taşranın serserisiyim,” diye umursamazca cevap verdim. O anda, Natsuki-san zafer kazanmış gibi bana parmağını doğrulttu. “İtiraz ediyorum, Mii-san. Burası mahkeme değil, o yüzden kanıta ihtiyacım yok. Ama yine de, Mii-san, yalan söylememelisin.” [5.5] Bunu şimdi söylediklerim için mi, yoksa genel olarak mı diyor acaba? Natsuki-san, gereksiz düşünce zincirimi kendi sözüyle böldü. “Mii-san, sen tam bir taşra serserisisin.” “…Oldukça iyi bir dedektifsin. Çok şey biliyorsun,” dedim, teslim olurcasına ellerimi kaldırarak. “O halde ceza olarak, asıl sebebi açıklar mısın lütfen?” diye devam etti. Hmm, asıl sebep, öyle mi? Su bardağını elime aldım, dudaklarımı kenarına dokundururken göz ucuyla etrafı kolaçan ettim. Ona gerçeği anlatsam bile, bana inanacağı hiç yoktu. Sonuçta, bir şekilde benim katil olduğum sonucuna varan bir beynin sahibiydi bu kişi.
Onun aradığı şey, gerçeğin ifadesi değil, yalandan doğan bir tavırdı.
“Pekâlâ. O zaman sadece sana, Natsuki-san’a anlatacağım.” “Öyle mi? Hani ben Geronimo değil miydim?” diye karşılık verdi; bir nane tütünlü pipo çıkarıp yaktı. Tüylerimi diken diken eden, nahoş bir koku havaya yayıldı. “Ha, neredeyse unutuyordum, nane sevmiyorsun, değil mi?” “Evet. Nefret ederim.” “O halde bunu hemen kaldırayım,” diyerek pipoyu zarifçe çantasına geri koydu. Bu, hakkımda en küçük ayrıntıyı bile bildiğini ima etmenin bir yolu muydu? Koku tamamen geçene kadar bekledim, sonra kaldığımız yerden devam ettim. “Geceleri dolaşmamın motivasyonu basit—asıl amacım o katili yakalamak.” “Vay canına, Mii-san’ın adaletin yanında olduğunu bilmiyordum.” “Evet, hatta topluma haftada en az beş kez faydam dokunuyor—başkalarından uzak durarak.” Boş laflarla geçiştirmeye devam ettim. Bu kadınla gerçekten anlamlı bir sohbet başlatma hatasına düşemezdim. “Bir kahramanın, adını kendi elleriyle temize çıkarması şarttır, bilirsin.” Gerçi ben başrol değilim. Natsuki-san’ın kaşları hafifçe oynadı.
“Şüphe mi?”
“Bu da, Natsuki-san’ın—afedersin, Geronimo-san’ın—bana karşı hissettiği duygu olurdu.” Yüzü hafifçe ekşidi, ama gülümsemeye zorladı kendini. Muhtemelen gülümseme dışında başka bir yüz ifadesi yoktu. İnsan duygularının tamamını yalnızca gülümsemeyle anlatmaya çalışmak, yıl boyu kas ağrısından başka bir şey getirmezdi herhalde. “Benim hissettiğim şey… ‘Şüphe’ kelimesinin olumsuz bir çağrışımı var, hem senden hoşlanmıyorum da diyemem, o yüzden ‘kuşku’ diyelim.[6]” “Çok teşekkürler. Sana karşı hissettiklerim de, seni numara sıfır olarak kabul edecek kadar güçlü.”[7] “Duygulandım doğrusu. Ama konuya dönersek, sanırım senin neye gönderme yaptığını hafiften sezebiliyorum…” Natsuki-san bir elini yanağına koyup, masumca başını yana eğdi. Onun kullandığı ‘kuşku’ kelimesini zihnimde ‘kesin inanç’ diye değiştirmem güvensizlik sayılır mıydı? “Boş ver, anlamıyormuş gibi yapalım.” Daha rahat bir pozisyon bulmak için sandalyede biraz kaykıldım, arkamı yasladım. Natsuki-san bana döndü, gözlerini kısarak dikkatle baktı. Göz göze geldik. Onu dik dik süzüp içimden taş gibi kesilmesi için beddua ettim. “…Vay canına, Mii-san taşranın serserisi olabilir ama bir randevuda böyle tehditkâr bakmak…” “Ha? Ah, pardon. Saç çizgine fazla tutkuyla daldım…” Natsuki-san, hoşgörülü bir tavırla başını salladı. “Yapacak bir şey yok sanırım. Polisten niye hoşlanmadığını anlıyorum. Sonuçta sekiz yıl önceki vakayı biz bir arpa boyu yol alamazken, Mii-san tek başına çözmüştü.” Midemin ters döndüğünü hissettim, sakinleşmek için sudan bir yudum aldım.
Sekiz yıl önce, öyle mi.
Demek buradan başlamak istiyor. “Polisi arayan, Mii-san’dı, değil mi?” “Biliyor musun, bir türlü hatırlayamıyorum. Tek hatırladığım yanlışlıkla konuşan saati[8] aramış olmam.” Natsuki-san, bu katkıma yağmurun camda çıkardığı sesi umursayacağı kadar ilgi gösterdi ve devam etti. “Mii-san, o zaman çok cesurdun. Cesetlerle dolu bir zeminden sakince kaçarak gelip bize haber verdin. Gerçi o zaman, olanları ‘bulanık’ hatırladığını söylemiştin, değil mi? Şimdi onları toparlayabildin mi?” “Keşke diyebilseydim, ama maalesef, bazı anılarım tamamen kaybolmuş görünüyor. Hem de geri döndürülemez biçimde.” “Gerçekten de katilin kim olduğunu hatırlamıyor musun?” “Maalesef hayır. Ama istersen, vicdan azabıyla intihar etmiş örnek vatandaşı içeren o asil sonu önerebilirim.” Yalan. Tecrübelerim, onların böylesine sorumluluk sahibi bir şeyi asla yapamayacağını gösteriyordu. “Anlıyorum… Böyle şeyleri zorla hatırlamamak en iyisi. Misono Mayu-chan buna iyi—yani, kötü—bir örnek.” Yaşadığı acıyı kasıtlı olarak dramatize ederken, ironinin zirvesi bir ismi gündeme getirdi. Yanıt vermeyince, Natsuki-san konuyu uzatmadan devam etti. “Bu arada, şu anda dışarıda dolaşan katil…” Bir an durdu, standart gülümsemesi yeniden yüzüne yerleşti. “Söz konusu suçlu bir lise öğrencisi.” ‘Bir öğrenci’ değil, ‘bir lise öğrencisi’. Anladım.
“Peki bu sonuca hangi gerekçeyle vardınız?”
“Şimdi bakalım… Katilin bir öğrenci olduğuna dair ilk ipucu, cinayetlerin zamanlamasıyla ilgili.” “Ne kadar klişe.” “Tüm dokuz olay da ya hafta içi geceleri ya da hafta sonları gerçekleşti; üstelik cinayetlerin en sık işlendiği zaman, hafta sonu gündüzleri… Aslında çok basit.” “Belki de işsiz bir yetişkin, öğrenciymiş gibi davranıyordur.” Gözlerini kısarak gülümsedi. Tıpkı bir bebek gibi yapmacık bir hareketle. “Elbette bu ihtimali de göz önünde bulundurmak gerekir. Ama katil gerçekten bu kadar ihtiyatlı biri mi? Bir öğrenci olduğu düşünülen bu şahsın işlediği bunca suçun ardından, polis de bu saatlerde sokaktaki memur sayısını ciddi şekilde artırdı. Durum böyleyken, mantıklı bir insan, cinayetleri bu zaman diliminde işlemeye devam etmenin artık akıllıca olmayacağı sonucuna varırdı. Hatta tam tersi.” “Haklısınız,” dedim, neye hak verdiğimi bile bilmeden. “Mutilasyona uğramış cesetlerin çokluğundan, suçlunun rahatsız edici şeylere karşı özel bir eğilimi olduğu anlaşılıyor. Fakat, hiç dokunulmamış kurbanlar da var. Bizim katilimiz tam bir kaprisli, değil mi?”
“Hiçbir fikrim yok.”
“Ne kurbanlarına ne de işlediği cinayetlere zerre düşünce veya özen göstermeyen bu sapkın, sanki sıradan bir günlük aktiviteymiş gibi öldürüyor. Böyle biri, zamanlama konusunda da pek dikkatli olmaz. Bu tür bir katil, sadece içinden geldiği için, canı sıkıldığı için öldürür—belki markete giderken bile. İşte ben, böyle bir öğrenciyi hayal ediyorum.” İç konuşmasına, benim katkımı hiç umursamadan, ara vermeden devam etti. Market örneğini gerçekten verdi mi? Demek hayatımdaki en ufak detayı bile araştırmış. Neyse, her erkeğin hayatında birkaç sapık takipçi olması kaçınılmazdır zaten. “Haberleri izler misin? Ya da gazete okur musun?” Natsuki-san konuyu değiştirdi, ben de başımı salladım. “O halde, son iki olayı biliyorsundur.”
“Biliyorum ama ayrıntılı değil. Yanlış hatırlamıyorsam sekizinci kurban site başkanıydı, en sonki de sınavlar yüzünden endişeli bir ortaokul öğrencisiydi, değil mi?”
Sözlerimi hafifçe başıyla onayladı, ardından bir süre sustu. O an, bu ani sessizlikten huzursuz olurken, yüzümde hiçbir çekince göstermeden göz gezdirdi. “…Bir şey mi istiyorsun?” “Hiç yorulmuyor musun? Hani, hep böyle ifadesiz olmaktan.” “Bence sürekli yüzünde sahte bir gülümseme taşımak çok daha yorucu olmalı.” Özellikle de son birkaç yılda tek bir kez bile gülümsediğimi hatırlamayan benim için. Ama asıl meseleye dönelim. “Son iki olayda özellikle dikkat çekici bulduğum şey, suçların işlendiği saatler. Önceden tüm cinayetler ya hafta içi geceleri ya da hafta sonu gündüzleri gerçekleşiyordu. Hafta sonu gecesi cinayeti ise hiç yoktu.” Vezir H5’e, şah. Gerilen hava, köşeye sıkıştığımın göstergesiydi. Sanki satranç tahtasında taşların sesi kulaklarımda çınladı. “Şimdi, katil cinayetleri yalnızca boş zamanlarında işliyorsa, bu zaman kısıtlılığı kolayca açıklanabilir. Son iki vakadaki ani zaman değişikliği ise, katilin hayat tarzında yakın zamanda bir değişiklik olduğunu göstermez mi?” “Bunu soru gibi sorsan da, cevaplayacak hiçbir şeyim yok.” “Ah, benim hatam,” dedi karşımda oturan kişi, dudaklarının kenarı hafifçe yukarı kıvrılırken. “Ama yine de, yılın bu zamanında hayat tarzını birden değiştirmek oldukça tuhaf. Katil için, yani,” diyerek doğrudan gözlerimin içine baktı. Sessizce oturup bana bakmaya devam etti, bu sırada garson benim sıcak çikolatamı getirdi. Garsona, siparişi veren ben olmama rağmen, başıyla teşekkür etti.
Beyaz fincanı kaldırıp, dudaklarımı kenarına yerleştirdim.
“Görünüşe bakılırsa sıcak çikolatayı epey seviyorsun,” dedi, garsonun gitmesini beklerken. “Bunu sana Dr. Koibi mi söyledi?” “Hayır, teyzen söyledi.” Ağzından hiç beklemediğim bir isim döküldü. “Hem teyzenle hem de dayınla tanışıklığım var. Böyle küçük bir kasabada bağlantılar gerçekten ilginç oluyor, değil mi?” “……” “Senden sık sık bahsediyorlar, Mii-san. Hafta içi geç saatlere kadar çalıştıklarına üzülüyorlar. Çünkü sen de hafta sonları genellikle dışarıda oluyorsun, ailece zaman geçirmek için neredeyse hiç fırsatları olmuyor.” “Bunun için sanırım özür dilemem gerekir…” Demek koyun sürüsüyle oynayan çoban köpeğiyle baş başa kalmak böyle bir histi. Öte yandan, iki dolandırıcı arasındaki yüksek riskli bir pazarlığa katılıyor olmanın verdiği tuhaf bir haz da inkar edilemezdi. “Özellikle de, evde hiç bulunmadıkları için, seni gece dışarı çıkmaktan alıkoymanın ne kadar zor olduğunu anlattılar.” Natsuki-san’ın her cümlesi, ucuz bir on altı parçalık yapbozun eksik yerlerine birer birer yerleşiyordu.
Yüzeyindeki resmin ne olduğu şimdiden ortadayken, her parça adeta bana nispet yaparcasına yavaş yavaş yerine oturuyordu.
“Gerçi en büyük endişeleri, Mii-san’ın kız arkadaşıyla aynı evde yaşıyor olması olmalı. Duyduğuma göre, sürekli birliktesiniz, yirmi dört saat hiç ayrılmıyormuşsunuz. Bekâr bir kadın olarak, doğrusu bu durumu kıskanmadım desem yalan olur.” Son yapboz parçasını da eline aldı. “Mayu-san’ın ev yaşantısını gerçekten dinlemek isterim.” Şah mat. En başından beri düşünceleri apaçık ortadaydı. Gizlisi saklısı kalmamıştı. Can sıkıcıydı. Kurumuş ağzımın içinde dilimi gezdirip, konuşmak için ağzımı açtım. “Sormana gerek yok bence,” dedim, bir yandan da bakışlarımı kaçırıyor gibi dışarıya göz gezdirdim. Yağmur, neredeyse çiseleyecek kadar hafiflemişti. “Evet, köri gelmeden bu sohbeti bitirelim.” Natsuki-san’ın ifadesiz bakışları doğrudan bana saplandı. Bu konuşmanın önceliği, yemekten bile düşük olsa da, doruk noktasına ulaşmıştı. “Yakın zamanda hayatında büyük bir değişiklik yaşadın, gece yürüyüşlerini seviyorsun… ve en önemlisi, Mii-san, bir lise öğrencisisin.” “…Anladım.” Demek suçluysam, otomatikman öğrenci sayılıyorum. Ne kadar da verimli(!)
“Fufu…..”
“Fufufufu… Ahahahaha.” Bir anda. Aynı anda. Natsuki-san ve ben, tuhaf bir kahkahayla patladık. Benimki uzun sürdü. Onunki kısa. O kadar güldük ki, yanaklarımız ağrıdı ve yan masadaki müşteriler birer birer uzaklaştı. “Gerçekten keyifli bir kedi-fare oyunu oldu.” “Kesinlikle. Az kalsın işlemediğim bir suçu itiraf edecektim.” Kalbimde biriken neşeyi dışarı atarcasına, omuzlarım abartılı biçimde titredi. Bu kişiyle sohbetim, tek taraflı kart açılan bir eşek oyununa benziyordu—her türlü mantıksızlık ve tek taraflı açıklıkla doluydu. Sinir bozucu, kafa karıştırıcı, zekice ve nihayetinde… eğlenceliydi. Yüksek sesle gülecek kadar eğlenceli.
Kahkahamın enderliği karşısında, kurumuş boğazım adeta protesto etti. Normalden daha tatlı gelen sıcak çikolatadan bir yudum alıp susuzluğumu giderdim; bu bomboş spekülasyon savaşının ardından gelen keyifli sarhoşluk içinde yüzdüm.
Sonuçta, hepsi bir oyundan ibaretti. Çünkü hiçbir kanıt yoktu. Olsaydı, bu sohbeti burada, baş başa değil; bir polis sorgu odasında yapıyor olurduk. Sıcak çikolata yerine ise önüme bir kâse katsudon[9] konurdu. O sırada köri kokusu, havadaki tüm gerilimi hiçe sayıp odayı doldurunca, Natsuki-san’ın burnunun kıpırdadığını gördüm. “Buradan çıkınca, avluda biraz yürüyüş yapalım mı?” dedi. Mütevazı bir tavırla, evlilik mülakatı cümlesi gibi duran bu teklifi kabul ettim. O avlu, hapishane parmaklıklarıyla çevrili olmasın sakın? diye içimden geçirdim ama bunu dile getirmedim. [hr] Kafeden çıkınca, bana eşlik eden zeki (kendi iddiası), güzel (buna hakkını vermek gerek) Natsuki-san oldu. “Buradaki daifuku çok lezzetli.” “Batı tarzı tatlılar şu tarafta; ayrıca enfes meyve jölesi satan bir dükkân da var.” “Ooh, şurada akafuku ikramı varmış. Hadi gidelim!”
Avlu dedikleri yer… daha çok yemek katıydı sanki.
Bölgeyi bir kez turladık, Japon ve Batı tatlılarından da aldık. “Daha önce Dr. Koibi’yle birlikte mi yaşadın?” diye sordum; Natsuki-san’ın bana aldığı oobanyaki’yi çite yaslanmışken ağzıma götürdüm. Şemsiyemi aşağıda, kafede unutmuştum ama yağmur dinmişti ve geri dönüp almak umurumda değildi. “Evet, üniversitede birlikte yaşadık. İkimiz de taşrada bir üniversiteye gittik, masrafları bölüşerek birlikte… ‘serseri’ bir hayat sürdük. Ama tabii bu ‘serserilik’ iyi anlamda.” O kelimenin iyi bir anlamı var mı gerçekten? Elindeki poşetten bir oobanyaki daha çıkarıp ısırdı. Gözleri, sanki mutluluğu damla damla hissedermiş gibi hafifçe kapandı. “Benimle dışarıda buluşmayı tercih etmene şaşırdım. Yoksa Mayu-chan’la görüşmeme izin vermek daha mı sıkıntılı olurdu?” diye sordu, işini bitirir gibi ilgisiz bir sesle. “Şey… Yani, ikinizin benim yüzümden kavga etmesi sorun olurdu,” diye sıkıştırabildim. Ne kadar klişe… Natsuki-san’ın karakterini göz önüne alınca, “İlgin için çok teşekkürler,” gibi bir yanıt vereceğini düşünmüştüm. Ama bunun yerine sessizce bana baktı. Artık kırmızı olmayan tilkiyle gelecekten gelmeyen rakun arasındaki zeka oyununu sürdürmek istemediği apaçıktı. Öyleyse, kendi hedeflerim için az da olsa dürüstlük göstermek daha iyi olacaktı. “Yalnız kaldığımızda sana soracağım bir şey vardı,” dedim. “Neymiş?”
“Kayıp kardeşler davası… Cinayet olarak mı değerlendiriliyor?”
Karşımdaki polis kadından cevap almaya çalışırken, kendimi sanki bir fabrika gezisine çıkmış ilkokul öğrencisi gibi hissediyordum. “Hımm. Söylemesi zor,” dedi, kafasını hafifçe yana eğerek. Konuştuğu kişi, olayın şüphelisi olabilecek biri olunca, doğal olarak açık konuşmak istememesi beklenirdi. Ama bununla yetinmedi. “Doğrusunu istersen, Ikeda kardeşlerin evden kaçmış olma ihtimali oldukça yüksek.” “……Evden kaçmak mı?” “Ev ortamları oldukça kötüymüş. Anne-baba sık sık sabaha kadar kavga ediyormuş, çocuklar da stres atmak için düzenli olarak dövülüyormuş. Zaten daha önce de defalarca evden kaçmışlar, bu yüzden bunun da yeni bir kaçış olduğuna dair söylentiler var. Ama… bu kez iş biraz uzadı.” “Düzenli olarak…” Aldığım bu bilgi, uyuşuk beynimi çalışmaya zorladı. Kaçaklar. İşleniyor. Bir seri katil. Kaçaklar, bir seri katil tarafından işleniyor… Neden şimdi bu ikisini birleştirdim ki? Şimdilik bunu dert etmeyeyim. Az önceki bilgi daha önemli. Durumu yumuşatmanın bir yolunu bulmam lazım. En iğrenç yöntem, en iyi sonucu getirebilir. Çalılıkların önemi. Bir ağacı saklamak için orman gerekir.
Mantığı da etiği de bir kenara bırakınca, insanın doğal olarak varacağı cevap bu olur.
“İster kaçmış olsunlar, ister öldürülmüş ya da kaçırılmış… üzerinden bir ay geçti. Sağ salim dönmeleri pek mümkün görünmüyor.” “Trajik.” Üşengeç bir sesle yanıtladım, aklımdan geçen yöntemi tartarken. Suçu başkasına atmak, manipülasyon, insanları piyon gibi görmek… Bir insan olarak tam bir başarısızlıktım. Olayı başka açılardan da ele alınca, kendime bin bir çeşit eleştiri yöneltmem kaçınılmazdı. Ama bu yolun üç artısı vardı: güvenli, kolay ve hızlı. “Sanırım Mii-san’ın açısından bakınca, bu mevzu epey önemli, değil mi?” Ne demek şimdi bu? “Yesu, zatsu lighto.” “Ha?” O anda tiz bir elektronik melodi, beş yıl kadar önce popüler olmuş bir şarkı, İngilizcemi sergileyişimi yarıda kesti. Natsuki-san, hapishane üniformalı eteğinin cebinden mavi bir kapaklı telefon çıkarıp açtı. “Vay canına, zaman nasıl da uçup gidiyor.” Onun şaşkın bakışını görünce, ben de telefonumu çıkarıp LCD ekrana göz attım. Kafeden çıkalı bir saat olmuştu: saat on iki buçuğu yeni geçmişti. “Affına sığınarak, işime dönmem gerek,” diye özür diledi. Bu kıyafetle acaba nerede çalışıyordu? “Anlıyorum. Gerçekten üzücü ama, yapılacak bir şey yok.”
“Bu bilgiyi seninle paylaştığımda ne kadar sevindiğini görünce, mutlu oldum.”
“Lütfen dikkatli ol ve yanlışlıkla tutuklanmamaya bak.” Uyarım gerçekten içtendi. Natsuki-san bu nasihati kocaman bir gülümsemeyle kabul etti. Ne kadar da rahat bir ortam. “Telefon numaranı benimle paylaşır mısın?” diye sordu. Kabul ettim, on bir haneli bir numara söyledim. “Benimki de bu. …Bir gün suçunu itiraf etme ihtiyacı hissedersen, lütfen önce benimle konuş. Bekliyor olacağım.” Natsuki-san zarif bir selam verip uzaklaşmaya başladı. Birden, döner sandalyedeymiş gibi aniden döndü ve yeniden yanıma geldi. “Bunu kendim için yapıyorum.” “Ne?” Bir anda aramızdaki mesafeyi kapattı; tek bir hamlede başımı kollarının arasına çekip göğsüne bastırdı. Tepki veremeden, başım—pek de dolgun denemeyecek bir göğsün içinde gömülü kaldı. “Hmm, güzel kokuyorsun…” “…Şey, bir katile bunu yapmak ne kadar doğru sence?” “Sadece şüphelimi gözaltına alıyorum.” Sesinden, bundan fazlasıyla keyif aldığını anlamak mümkündü.
Tüylerim diken diken oldu.
Vücudumun içgüdüsel reddetme tepkisini hiçe sayarak, yarısı yenmiş oobanyakiyle elbiselerini kirletmemeye dikkat ederek, kollarımı nazikçe sırtına doladım. “…Oh?” “Yani şey, eğer sırtından bıçaklanırsan tehlikeli olur diye…” diye gevelerken, saçma sapan cevabım karşısında Natsuki-san yalnızca “Teşekkürler,” dedi. Onu hafifçe sarınca, sırtındaki kemikleri hissedebiliyordum. Son bir saat içinde ekmek, katsu köri, meyve jölesi, akafuku, karides cipsi, ipek tavuğu yumurtası pudingi, matsumaezuke[15] ve oobanyaki yiyen biri gerçekten bu mu? Parmakları saçlarımda gezindi. Parmakları saçlarımın arasından geçerken, başımı hafifçe kaşıdı; bu da, çıplak tenimdeki tüylerin biraz daha diken diken olmasına neden oldu. “…Şey, yani, beni bu gözaltında ne kadar tutmayı planlıyorsun?” “Hâlâ soruşturma altındasın. Hem, senin de beni bırakman gerek.” “Bu… şey, yani…” Natsuki-san kıkırdadı, ardından yumuşak bir sesle mırıldandı: “Ne kadar da nostaljik.” “Efendim?” Ellerini başımdan çekti. Sonra kollarımdan sıyrılıp bir adım geri gitti.
Ben şaşkın halde öylece dururken, Natsuki-san elini ağzına götürüp omuzlarını hafifçe titreterek bana takıldı.
“Kızların hoşlandığı tip sensin,” diyerek, bu sözleri havada bıraktı ve hafif adımlarla çatıdan ayrıldı. “……Hmm.” Çitin önüne dönüp yemyeşil manzaraya dalarken, içimden bir homurtu kopardım. Yaklaşık bir dakika kadar sonra, rahatsızlığım iyice bastırdı. Boş boş, işaret parmağımla boynumu kaşıdım. Az önce ne oldu? Üzerime dinleme cihazı mı yerleştirmeye çalıştı? Belki bir verici… Yoksa, bu fiziksel bir muayene miydi? Eve gidince kıyafetleri hemen çamaşır makinesine atıp güzelce bir banyo yapsam iyi olacak. Evet, kesin öyle yapmalıyım. Ama yeter artık, utanmamı gizlemeye çalışmayayım. Kalan son oobanyakiyi de ağzıma attım ve döndüm.
Ve karşımda Mayu’yu buldum.
Zaman dondu.
Siyah şemsiye, siyah kazak, siyah etek, siyah platform ayakkabılar, siyah şapka, siyah saç. Bembeyaz tenine karşı, tüm o siyahlık göz alıcı bir tezat oluşturuyordu. Misono Mayu, orada, karşımda dikiliyordu. Biri bir adım attı, aramızdaki mesafeyi otuz santimetreye indirdi. Biri ağzını açtı ve konuştu. “Yalancı,” dedi. Gerçekten de bir yalancıydım. İçimde bir yerlerde bir anahtar çevrildi. Zorla. Yanlış yöne. “Beni mi takip ettin?” Bir şey kendine gelmişti. Sözler bana aitti. Mayu sessizce kolunu kaldırdı. Bir tokat değil, sıkılı bir yumruktu. Öylesine ağır, yavaş bir hareketti ki, vurmak üzere olduğunu anlamak için fazlasıyla vaktim oldu. Gerçekten de kaçmayacağımı mı sanıyordu? Ağzımdaki lokmayı çiğnemeden yutkundum.
“Maa-chan, sen de yalancısın.”
Mayu’nun yumruğu tam yanağıma, ön dişlerime çarptı, derimi yırttı. Misono Mayu’nun elinde bir kesik daha. “Dedekticilik oynamak eğlenceli miydi?” Yumruğu bir kez daha indi. Şapkasının gölgesindeki gözleri, alçak ve taş gibi sertti. Yumruğu kana bulandı, kıpkırmızı bir tuval gibi. Silinmeyecek olanı, silinmemesi gerektiğini söyleyenin bizzat kendisi boyamış ve yıkamıştı. “Ne. Demek. O?” dedi. “Böyle ‘o’ diye hitap etmemelisin üst sınıfına, Maa-chan.” Şemsiyesiyle şakağıma vurdu. Yanlış anlıyorsun, Maa-chan. Bu, senin günahlarını açığa çıkarmak isteyen biri. Yani bunun aldatmakla falan ilgisi yok, lanet olsun! “Niye gülüyordun?” Bir insana böyle bir şey sorulmaz.
“Hep yanımdayken asla gülmezken.”
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.