Yukarı Çık





           
Küçük tatami odasının içi boğucu bir sıcaklıkla doluydu. Dışarıdan gelen kavurucu ışıkla kontrast yaratan gölgeler, sürünerek içeriye sokulmuş gibiydi. Dönmekte olan eski model bir vantilatörün ritmik “tık… tık…” sesi, sessizliğin tek sahibiydi. Pervanenin metal kanatları arasından süzülen ışık, yerdeki toz zerreleriyle dans ediyor, tavana sinmiş zamanın üstüne boş bir şarkı gibi yayılıyordu.

O, hâlâ diz çöküp aynı noktaya bakıyordu. Gözlerinin önüne düşen simsiyah saç telleri, yüzünü neredeyse tamamen gizlemişti. Başını hafifçe öne eğmişti ama kulak verdiğinde, yalnızca pervanenin sesi değil, kendi içindeki uğultu da duyulabiliyordu.

Bugün hangi gündü?
Kaç kez unuttum aynı soruyu sormayı?

Biri daha sabah kapıyı çalmış mıydı?
Yoksa bu da bir önceki günün yankısı mıydı?

Yerde, sağ diziyle sol topuğu arasına sıkıştırılmış yumuşak bir kağıt parçası vardı. Kıvrılmış, kenarları terlemiş gibiydi. Sanki yıllar önce yazılmış bir şeydi ama bugün oraya düşürülmüş gibi tazeydi.

Elini yavaşça kaldırdı. Titremiyordu ama hiç canlı da sayılmazdı. Parmak uçları, notu kavramak yerine sadece dokundu. Sanki onunla arasında görünmeyen bir zar vardı.
Okumak istemiyordu. Çünkü ne yazdığını zaten biliyordu. Ya da öyle sanıyordu.
Ama…

“‘Sen buraya ait değilsin.’”

Ses kendi ağzından çıkmış gibi değildi.
Daha çok pervanenin içinden gelmişti.
Tuhaf olan şu ki, bu cümleyi ilk kez duyuyor gibi değildi.

Belki de bin kez fısıldandı kulağıma. Ama ben yalnızca şimdi duydum.
Ya da hep duydum da hatırlamama izin verilmedi.

Pervanenin yansımasında bir şey vardı.
Kendi yüzü gibi… ama gözleri boştu.
Onunki mavi miydi?
Yoksa kahverengi mi?
Hatırlayamıyordu.

Aynı odada defalarca uyanmıştı.
Ve her defasında pencere dışındaki ağaç gövdeleri biraz daha yamuk, biraz daha kalın görünüyordu.
Bazı günler güneş batmıyor, bazı sabahlar hiç olmuyordu.
Saat?
Duvar saatinin yelkovanı tam üç gündür aynı noktadaydı.

Yine de biri kapı aralığından ona su bırakıyordu.
Yemeğini getiriyordu.
Yalnız değildi.
Ama asla biriyle konuşmamıştı.

Geceleri…
Kapıdan bir gölge geçiyordu.
Kadın sesiyle mırıldanan biri:
“Unuttuğunda her şey kolay olacak. Unut. Lütfen unut.”

Unutmak… kurtuluş mu?
Ya da bana unutmam gereken bir şeyin varlığı mı unutturuluyor?

Sol omzundaki yanığa dokundu.
Bir anlığına acı hissetti.
Sonra yine hiçbir şey.

Pencere dışından gelen kuş sesiyle irkildi.
Kuşlar yoktu bu mahallede.
Çünkü…
Mahalle diye bir şey yoktu.

Bir defasında pencereyi zorlamıştı. Cam kırılmıyor, sürgü hareket etmiyordu.
Dışarısı vardı… ama sanki yalnızca bir görüntü tabakası gibiydi.
Sahte bir manzara.
Bir dekor.

O an, içinde bir şey çatlamıştı.
Pervanenin başına dönüp yeniden sessizce oturmuştu.
Çünkü orası tek tanıdığı şeydi.
Sadece o dönerdi.
Sadece o aynıydı.

Yatağın altından gelen fısıltıyı duymamış gibi yaptı.
Çünkü üç gündür her gece aynı sesi duymuştu.
Ve her seferinde ses aynı şeyi söylüyordu:

“Sen aslında burada hiç yaşamadın.”

Kafasını kaldırmadı.
Ama gözleri yavaşça doldu.
Çünkü bir şey hatırlamaya başlamıştı.
Birini.
Bir olayı.
Bir… yangını.

Ama bu sahne başka bir sahneye karışıyordu.
Bir okul binası.
Boş koridorlar.
Beyaz önlüklü insanlar.
İğneler.
Fotoğraflar.
Ve her fotoğrafta yüzü yoktu.

Kendi yüzü bile.

Ben kimim?

Bu soru çürümüş bir elma gibi kalbinin içinde dönüp duruyordu.
Sanki herkes cevabını biliyor ama ona söylemiyordu.
Ya da belki bir zamanlar biliyordu, sonra…
…biri o bilgiyi çekip aldı.

Oturduğu yerden hiç kıpırdamadı.
Sadece pervanenin dönmesine izin verdi.
Dön.
Dön.
Dön.

Çünkü o durursa, zaman duracak.
Ve zaman durursa…
Belki birisi gerçek adıyla onu çağıracak.

Ve bu sefer…
…belki gerçekten uyanacak.


---

…devam edecek

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.