Maomao’nun eczane dükkânı, Verdigris Evi’nde fenerler yakılmaya başladığında kepenklerini kapattı. Hava karardıktan sonra açık kalmanın bir anlamı yoktu—yalnızca tekin olmayan müşterileri çekerdi, hem lamba yağı da boşa giderdi. Maomao günün hasılatını hesapladı ve madama teslim etti. Küçücük kulübesinde yüklü miktarda para tutmak, hırsızları ve soyguncuları çekeceğinden, parayı güvenli bir yerde saklatmak çok daha iyiydi—bunun için bir ücret ödese bile. Ardından kömürleri ve otları toparladı, daracık dükkânını kilitleyip kapattı.
“Haydi, eve gidiyoruz,” dedi.
“Şimdiden mi?” diye homurdandı Chou-u, ama Maomao onu ensesinden yakalayıp kulübelerine doğru sürükledi. Verdigris Evi’nin hemen arkasında bulunan bu kulübenin duvarlarında rüzgâr geçiren çatlaklar vardı ve içerisi buz gibiydi.
Maomao, sobalık kâğıtların arasına kömürleri yerleştirdi ve ateş iyice tutuşunca biraz çırpı attı üzerine. Soğuktan büzülmüş halde battaniyesine sarılmış, uyku matında kıvrılmış yatan Chou-u, pek keyifli görünmüyordu. Maomao bir tencerede çorba ısıttı, tahta kaşıkla yavaşça karıştırdı. Temel olarak kurutulmuş etten yapılmıştı, içine bahçeden topladığı sebzeler ve kudzu (bir tür sarmaşık) eklemişti. Üşümeyi hafifletmek için biraz da taze zencefil rendelemişti.
“Sen yemeyecek misin?” diye sordu.
“Yiycem tabii,” dedi Chou-u, hâlâ battaniyesine sarılmışken dev bir tespih böceği gibi sürünerek yaklaşmaya çalışırken. Maomao ona bir parmak şaklattı ama ardından battaniyesini alıp yerine bir pamuk ceket fırlattı.
Bir kışlık kıyafet daha olsa fena olmazdı, diye geçirdi içinden Maomao. Chou-u’yu “büyüttüğü” için oldukça makul bir ücret alıyordu ama bu parayı çarçur etmeye niyeti yoktu. Chou-u ne kadar homurdanırsa homurdansın, parayı kazanan Maomao olduğu sürece alacağı terbiye şuydu: çalışan yer, çalışmayan aç kalır.
Maomao çorbadan çatlamış bir kaseye bir miktar doldurdu, sonra dizlerini karnına çekerek sandalyeye oturmuş olan Chou-u’ya uzattı. Çorbayı höpürdeterek içen çocuk, “Daha fazla et olsa iyi olurmuş,” dedi.
“Et istiyorsan, git parasını kazan o zaman!” dedi Maomao. Ardından kendi çorbasından bir yudum aldı. Evde lapaları kalmamıştı ama biraz ekmek bulabilmişti. O günkü paylarından bir parça aldı ve çorba tenceresinin yanına koyup ısıttı. Sonra ekmeği ikiye böldü ve içine haşlanmış sebzeler doldurdu. Tadı pek de güzel değildi—belki geçen yılki kötü hasat yüzündendi. Zayıf bir mahsul, zayıf bir buğday demekti herhalde.
“Senin paran var ama, Çilli. O zaman niye doğru düzgün bir şeyler yemiyoruz?” dedi Chou-u, homurdanmasına rağmen bir parça daha ekmeğe uzanırken.
“Dükkânı o yaşlı kadından kiralıyorum, salak. Ne kadar kira istediğinden haberin var mı senin?”
“Başka bir yer bul o zaman?”
“Dinle beni, öyle kolay değil o işler.” Maomao ekmeğini kalan çorbasına batırdı ve ağzına attı. İsteseydi biraz daha lüks bir hayat sürebilirdi belki. Ama bunu yapmamasının nedenleri vardı. “Yarın benimle geliyorsun. Giysi alışverişine çıkacağız. Böyle üşüyüp duruyorsun ya, yeter.”
“Yaşasın!” dedi Chou-u, ellerini havaya fırlatarak. Fakat bu hareketiyle birlikte sandalyeden tamamen kaydı. Vücudundaki felç nedeniyle kendini toparlayamadan yere yuvarlandı, zavallı bir şekilde düştü.
Maomao bir an onu izledi, ifadesi soğukkanlıydı. Sonra su kovasında kasesini yıkamaya koyuldu.
Ertesi gün Maomao ve Chou-u pazara gittiler. Burası, başkenti kuzeyden güneye bölen büyük caddenin iki yakasına kurulmuştu. Kuzeye gittikçe dükkânlar daha zenginleşiyor, güneye indikçe sınıf ve kalite düşüyordu. Zevk bölgesi başkentin güneyinde yer aldığından, ilk karşılaştıkları pazar tezgâhlarında tente bile yoktu—sadece hasırların üzerine serilmiş mallar vardı.
Ara sokaklara daldıkça dükkânlar da giderek daha şüpheli hâle geliyordu. Zevk bölgesinin yakınlığı, tuhaf ilaçlar satan dükkânların artmasına yol açmış gibiydi. Doğal olarak, Maomao gibi bir eczacı böyle sahte mallara kanmazdı; tüccarlar da bunu bildiğinden hiçbirisi ona satış yapmaya çalışmadı. Onların gözü, daha zevk bölgesine alışmamış, taze müşterilerdeydi—en iyi “av” onlardı.
Maomao, Chou-u’nun her fırsatta bir yerlere kaçmaya yeltenmesini engellemek için ensesinden yakalayarak, başkentin merkezine doğru ilerliyordu. Ucuz mal almanın bazen daha pahalıya patlayabileceği sıkça söylenirdi. Sokak tezgâhlarından alınacak bir pamuklu ceket ucuz olabilirdi ama kumaşı kalitesiz olurdu. Böyle bir şey, yaramaz bir çocuğun oradan oraya koşturmasıyla uzun süre dayanmazdı. Oysa bir dükkânı olan esnaf, mahallenin güvenini kazanması gerektiğini bilirdi; vitrini olan bir yerden alınacak ceket biraz daha pahalıya gelse bile, ürünün kalitesine daha çok güvenilirdi.
Maomao, dükkânlar arasından birini seçip içeri girdi—halk kesimine hitap eden, ikinci el kıyafetler de satan bir dükkândı. Perdeyi aralayıp içeri girdiğinde, tavandan sarkan kıyafetleri gördü. İçerideki dükkân sahibi bir giysiyi onarırken esniyordu. Yanındaki mangal kömürlerle doluydu, ama kıvılcımların giysilere sıçramaması için etrafı korumalıkla çevrilmişti.
“Aaa, ikinci el miymiş?” dedi Chou-u, hayal kırıklığıyla.
“Seçici olma.”
Chou-u hâlâ küçüktü; yakında büyüme dönemine girecekti. Yıprandığında hiç düşünmeden yenisini alabilecekleri bir şey daha ekonomik olurdu. Maomao, çocuk boyu vatkalı bir ceket ararken gözüne başka bir şey ilişti.
“O ne ki?” diye sordu kartal gözlü Chou-u hemen yanına gelerek.
Duvara asılmış bir pelerindi bu—etek kısmı uzun, saf beyazdan yapılmıştı. Renk olmaması onu sade gösteriyordu ama bir yandan da egzotik bir havası vardı; oldukça sıra dışıydı. Maomao’nun gözü, kollarına işlenmiş sarmal desendeki nakışlara takıldı.
Bu acaba...
“Pöh, bayağı ucuz duruyor,” dedi şu ufaklık arsızca. Aklından geçeni söylemekte hiç tereddüt etmezdi, Allah onu bildiği gibi yapsın. Maomao, dükkâncının duyabileceğini fark ederek Chou-u’ya bir şaplak attı ama dükkân sahibinden yalnızca kahkaha geldi.
“Ha ha, sen buna ucuz mu diyorsun, ufaklık?”
“Değil mi ama? Kız kıyafetleri rengârenk olur!”
“Ee, haklısın belki de.” Dikiş iğnesini iğnelikteki yastığa saplayan dükkâncı, sertleşmiş omuzlarını ovaladıktan sonra onlara gülümsedi. Gözleri yavaşça pelerine kaydı. “Ama bak bu pelerin var ya... zamanında bir cennet perisi giymiş bunu.”
“Bir cennet perisi mi?” Bu söz Chou-u’nun ilgisini çekmişti. Çekmeceli bir sandığın üzerine oturmuştu; muhtemelen felci yüzünden ayakta fazla duramıyordu.
Sinirlenen Maomao dükkânda arayışına devam etti. Bu dükkân sahibi, zaman öldürmek için müşterilerle sohbet edenlerden biriydi. Anlattığı şeylerin ne kadarı doğruydu, kestirmek zordu. Maomao’nun hatırladığı tek şey, bir zamanlar babası Luomen’i saatlerce oyaladığıydı.
Yeter ki bir şey bulayım da buradan çıkalım.
Chou-u dükkâncıyla lafa dalmışsa, bu işine gelirdi. O konuşurken Maomao istediğini bulabilirdi. Ama burası küçük bir dükkândı. İstese de istemese de, aradığı şeyi bulmaya çalışırken dükkâncının hikâyesini dinlemek zorunda kalacaktı. Bakın hele, o pelerin bana batıdan geldi. Oradaki küçük köylerden birinde bir köylü, yolda kaybolmuş bir kıza yardım etmiş. Kız öyle güzellemiş ki, köylü ilk görüşte vurulmuş ona.
Kız oldukça sıradışıymış: bembeyaz bir tene ve altın rengi saçlara sahipmiş. Öyle bir iplik eğiriyormuş ki, benzerini kimse görmemiş. O iplikle birkaç cübbe dokumuş, yardım eden köylüye borcunu ödemek için. Pelerinlerin üzerine de gizemli desenler işlemiş. Ve bu cübbeler, sıradan kumaşların birkaç katı fiyatına satılmış.
Kız, memleketine dönmek istediğini söylüyormuş ama yaşadığı yeri bilmiyor gibiymiş. Muhtemelen çok uzak bir diyardan gelmiş. Köylü, kıza evlenme teklif etmiş. Sonra bir daha, bir daha... En sonunda kız kabul etmiş.
Ama zamanlama kötüymüş. Tam o sıralarda, kızın ailesi onu araya araya köye varmış. Aynı saç ve ten rengine sahip olduklarından, onların kızın ailesi olduğu anlaşılmış. Ancak köylü kızı evlenmeye ikna etmiş bir kere, vazgeçmeye hiç niyeti yokmuş. Bu yüzden kızı gizlemiş, tüm köy de olup bitenden haberleri yokmuş gibi davranmış.
Kızın ailesi köyden ayrılmış ama şüphelenmişler. Köylü de ne olur ne olmaz diye, evliliği bir an önce gerçekleştirmeye karar vermiş. Kızla nikâhı kıyarsa, artık ailesi onun ailesi sayılmayacaktı ya...
Genç kız itiraz etmiş, ama köylüler onu hiç dinlememiş. Onu köyün kaynağında yıkayıp arındırmışlar; ardından hemen düğünü yapacaklarmış. Kız gözyaşları içinde yıkanmış. Teselli bulabildiği tek şey, gelinliği olarak kendi elleriyle dokuduğu pelerinlerden birini giymesiydi. Kaybettiği yuvasından geriye kalan tek hatıra...
Böyle bir kederi hayal edebiliyor musunuz? Gelinliğini giymiş hâliyle bile, gözyaşları içinde neredeyse kendini boğacakmış.
Etrafındaki herkes bayram ederken, kız sunağa çıkmış, köylüyle yemin etmeye hazırlanmış. Ama o an bile ailesini unutamamış. Gence yalvarmış, onu ailesine geri götürmesi için.
Genç adam kabul etmemiş. Bunun üzerine kız, yakındaki bir kaptaki yağı üzerine dökmüş, eline bir meşale alıp kendini ateşe vermiş. Alevler içinde panik içindeki köylülerin arasından koşarak geçmiş, ardından su kaynağına dalıp kaybolmuş.
Geride yalnızca başındaki örtü kalmış—giydiği duvak. Yanıp duran genç kadından eser kalmamış. Köylüler, belki de göğe geri dönmüştür, demiş. Zaten ailesinden de bir daha haber alınmamış. Böylece köylüler, kızla ailesinin gökyüzüne geri döndüğü konusunda hemfikir olmuş.
“Ve işte, Cennet Perisi’nin giydiği pelerin tam olarak budur,” diye ilan etti dükkâncı.
“Vay canına!” dedi Chou-u, hayranlıkla. Daha birkaç dakika önce giysiyi ucuz diye küçümsemişti ama şimdi ona sanki parlayan bir mücevhere bakar gibi bakıyordu.
Maomao ise o sırada Chou-u’nun sırtına ardı ardına ceketler tutarak hangisinin en iyi uyacağını anlamaya çalışıyordu. Rengi pek hoşuna gitmeyen bir tane buldu ama boyu tam yerindeydi.
“Hey, Çilli, şu elbise şahane değil mi? Hadi bunu alalım!” Chou-u’nun gözleri parlıyordu.
“Çocuk haklı,” dedi dükkâncı. “O Cennet Perisi, sizin yaşınızda falandı, genç hanım. İkinize bu kadar benzerlik varken, size özel bir fiyat bile yaparım.”
İyi deneme, diye düşündü Maomao. Ama adamın elindeki abaküs, fiyatta hâlâ fazladan bir basamak olduğunu açıkça gösteriyordu. Az kalsın kahkahayı basacaktı.
“Cennet Perisi, öyle mi! Gerçeğini bedavaya görebiliyorum ben. Ne de olsa biraz hasarlı da olsa bir Peri, düzenli olarak Verdigris Hanı’na uğruyor.”
“Yani bana Peri efsanesine inanmadığını mı söylüyorsun?” diye sordu dükkâncı. “Bazı insanlarda hiç romantizm kalmamış…” Kollarını iki yana açtı, başını sallar şekilde üfleyerek hayal kırıklığıyla baktı.
Hayal kırıklığına uğraması gereken kişi benim, diye geçirdi içinden Maomao. Sadece bir Cennet Perisi görmüş değildi—tam hikâyedeki gibi suya karışıp yok olanını da görmüştü. Ay ruhu, sonrasında suyun içinden sırılsıklam bir fareye benzer hâlde çıkıp ona bir daha böyle bir şey yapmayı düşünüp düşünmediğini sormuştu. Ama tabii, öyle görüntüler dünyada pek nadirdi. Maomao bu anıyı hatırlayınca kendini tutamayıp gülümsedi.
Dünya garip şeylerle doluydu—ama her şeyin bir açıklaması olurdu. İnsanlar sadece neyin neden olduğunu bilmediklerinde bu olaylara lanet, sihirli güç ya da hayalet hikâyeleri uyduruyorlardı.
Maomao kumaşın dokusunu hissetti, işlemelerini inceledi. Ardından gülümsedi. “Dükkâncı, gerçekten bu şeyi bu fiyata satabileceğine inanıyor musun?”
“Ne- neden satamayacakmışım? Elbette satarım.” Ama yine de bu cübbeyi Maomao’ya kakalamaya çalışıyordu. Eğer gerçekten onun cennetten gelmiş bir ziyaretçi tarafından dokunduğuna inansaydı, fiyatın sonuna bir basamak daha eklerdi.
“Öyle mi. Ya bu pelerini istediğin fiyatın on katına satabileceğini söylesem?”
“On kat mı? Hah, eh, öyle bir şey olursa dünyanın en mutlu dükkâncısı ben olurum. Elindekilerin hepsini bedava veririm sana.”
Adam şaka yapar gibi konuşmuştu ama Maomao gayet ciddi şekilde, “Öyle miymiş. Duydun adamı, Chou-u,” dedi.
“Ee, evet, duydum ama… O şeye kim on katını verir ki? Kafayı yedin sen, Çilli.”
Şimdi Chou-u bile onunla dalga geçiyordu. Maomao kaşlarını çattı, ardından maşa ile mangaldan bir kor aldı. “Şu pelerini ve bu közü birkaç dakikalığına ödünç alıyorum, dükkâncı.”
“Heeey! Ne yapıyorsun sen?!”
Maomao kesesini çıkardı ve şifonyerin üstüne bıraktı: tak. Yanında getirdiği tüm paraydı bu ama sadece şu pelerin için yeterli olmalıydı. Parayı gören dükkâncı hemen şikâyeti kesti. Maomao ise cübbeyi ve közü alarak sokağa çıktı—ve sonra giysiyi yere fırlattı.
“H-Hey!” Dükkâncı tekrar bağırmaya başladı, sesi iyice paniklemiş gibiydi, ama Maomao onu hiç umursamadı. Elindeki közü maşayla aldı ve doğrudan giysinin üzerine bıraktı.
“Çilli, ben biraz fazla ısındım!” dedi Chou-u, birkaç kat pamuklu ceketin altından. Maomao onu kat kat giydirmişti, öyle ki tombul bir daruma bebeğine benziyordu.
“Çıkart o zaman birkaç kat.”
Chou-u sadece ceketi taşımamak için giymişti hepsini. Maomao’nun elinde ise yeni bir cübbe vardı. Normalde bu kadar göz alıcı renkleri tercih etmezdi, ama bedavaya gelmiş bir şeyden şikâyet edecek hali yoktu. Üzerine tam oturuyordu, o kadarı yeterdi.
“Çilli. O pelerin niye yanmadı ki?” diye sordu Chou-u.
Dükkâncının o sözde Cennet Perisi cübbesi dediği şeye Maomao kendi içinde istemsizce kıkırdamıştı. Bu kıyafetin çok daha iyi bir adı vardı. Ateş sıçanı pelerini, demişti, dükkâncının kulağına fısıldayarak.
Cübbe, Maomao közü üzerine bıraktığında alev almamıştı. Hatta en ufak bir yanık izi bile olmadan kalmıştı. Yoldan geçenler hayrete düşmüştü—öyle ki Maomao gerçekten bu cübbeyi bir Cennet Perisi’ne ait diye tanıtsa, belki de inanırlardı.
“Giysiler neyden yapılır, Chou-u?”
“Neyden mi? Hani, pamukla kenevir falan işte? Yani ot ve lif. Belki bazen böcek falan da olur.”
“O pelerin taşla yapılmıştı.”
Chou-u’nun çenesi öyle hızlı düştü ki Maomao kahkahayı zor tuttu. “Taş mı! Gerçek taş mı diyorsun? Nasıl yapılmış ki?”
“Taş bile birçok farklı biçim alabilir.” Kaya lifi kumaşa dönüştürülebilirdi. Nadir bir teknikti ama eski zamanlardan beri bilinen bir yöntemdi. Huohuanbu denirdi buna. Ama o pek etkileyici durmadığı için, doğudaki ada ülkesinde bu malzeme için kullanılan ismi ödünç almıştı. “Ve tabii ki… taş yanmaz.”
Yine de, bunu izleyenlerin gözünde nasıl görünmüş olmalıydı? Huohuanbuyu bilenler bile büyük ihtimalle ilk kez böyle bir şeyi görüyordu. Eşi benzeri olmayan bu özellik, meraklı koleksiyoncular arasında fiyatı kolayca yukarı çekerdi. Ve Maomao’ya tam anlamıyla bir gardırop dolusu kıyafet kazandırmıştı bu gösteri.
“Ha, demek hikâye buymuş. Peki ya Cennet Perisi ne olacak?” diye sordu Chou-u.
“Muhtemelen şöyleydi…”
Yarısı doğruydu, yarısı ise değildi.
Maomao, pelerinin kollarındaki işlemeleri tanımıştı—babası Luomen’in notlarını yazarken sıkça kullandığı yabancı ülkenin yazısıydı bu. Tarzlaştırıldığında, bu karakterler kıvrımlı, sarmaşık benzeri desenler gibi görünüyordu. Sözde Cennet Perisi büyük ihtimalle o bölgedendi ve eğer altın saçları ve bembeyaz teni varsa, damarlarında kuzey kanı da dolaşıyor olabilirdi.
Küçük köylerde akraba evlilikleri uzun süre devam ederse, çocuklar zayıf doğardı. Bu nedenle köylüler mutlaka daha farklı bir kan arayışında olurdu. Genç kız gerçekten yolunu mu kaybetmişti, yoksa kaçırılmış mıydı? Hangi seçenek olursa olsun, köylüler böyle değerli bir “ganimeti” bırakmak istemezdi.
Kız, evine dönme arzusu içinde hasta düşerken, o elbiseyi dokumuştu. Kaya lifinden, sıra dışı bir malzemeyle dokuduğu kumaşı, köylülerin okuyamayacağı karakterlerle işlemelerle süsleyerek gizli bir yardım mesajı yazmıştı anavatanına. Düğün günü geldiğinde, muhtemelen iç çamaşırlarını önceden ıslatmıştı. Saçlarını da ıslatmış, bu durumu duvağıyla gizlemişti.
“Tahtadan bir kasenin, üzerine ateş konulsa bile yanmamasını sağlayan bir yöntem olduğunu biliyor musun?” diye sordu Maomao.
Sadece içini suyla dolduruyordun. Tamamen kuruyana kadar, tahta alev almazdı. Tabii sıcaklık belli bir dereceyi geçmediği sürece. Genç kadın, içine ıslak içlik giymiş, üstüne de kaya lifinden yapılmış pelerini geçirmişti. Eğer onun da üzerine yanıcı başka bir giysi giyip, ardından kendini ateşe verip kaynak suyuna atlarsa, yanmadan kurtulabilirdi. Pelerine işlediği desenlerle kaçış yolunu göstermişti belki de, ve muhtemelen birileri onu daha sonra bulmuştu.
Elbette tüm bunların işe yarayacağının bir garantisi yoktu. Ama dükkâncının anlattığına göre, işe yaramıştı. Geçen yılki elçi ziyafetinde düzenlenen gösteriden çok da farklı değildi aslında.
“Vay canına!” dedi Chou-u, gerçekten etkilenmiş gibi. “Bunların hiçbirini neden dükkândaki adama anlatmadın ki?”
“Romantizmi bozmak istemedim.”
Chou-u güldü, sanki haklı olduğunu kabul eder gibi.
Tabii, başka bir sebep daha vardı, ama bunu Chou-u’nun bilmesine gerek yoktu. Pelerinin sadece kollarında değil, iç kısmında da çok ince bir işleme vardı.
“Demek elimizde batıdan ya da kuzeyden gelmiş bir genç kız var,” diye düşündü Maomao. “Ama böylesine sıradan bir kız, kendini ateşe verip koşacak cesareti nereden bulmuş olabilir?” Maomao’nun kendi başına böyle bir şey yapabileceğini hiç sanmazdı. Dahası, bu genç kadın hem okuyabiliyordu hem de kaya lifinden kumaş dokumayı biliyordu. Bu beceriler, yoldan geçen sıradan bir gezginden beklenemezdi.
Belki de bir casustu.
Batı, civardaki birçok bölgeye kıyasla daha sık sınır çatışmaları yaşardı. Genç kadının bir istihbarat ajanı olma ihtimali az değildi, ama öyleyse bile, biraz sakar bir casustu bu.
Maomao ise bu boş hayallere sarkastik bir gülümseme ile karşılık verdi ve evin yolunu tuttu.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.