“Eczacı! Eczacı! Ne olur, çabuk gelin!” Yorgun, perişan bir adam kulübeye var gücüyle vuruyordu. Maomao, uykulu ve hiç de memnun olmayan bir ifadeyle yataktan yuvarlanarak kalktı, kapının girişindeki küçük pencereyi isteksizce araladı. Açma biçimi, bu gürültüyü son derece lüzumsuz bulduğunu fazlasıyla belli ediyordu.
Pencerenin diğer tarafında, üstü başı kir içinde, orta yaşlı bir adam dikiliyordu. Pek parası varmış gibi durmuyordu. Maomao, pencereyi kapatıp hiç duymamış gibi yapmayı düşündü.
“Duyduğunu biliyorum!”
Lanet olsun.
Hiç uğraşmak istemiyordu. Neden gelip de özellikle onun dükkânına dayandı ki zaten? Muhtemelen zamanında babasına da gelip acındırmış, zavallı adamın vicdanına oynayarak bir şekilde ilaç koparmıştı. Zaten babasının cebinde beş kuruş bulunmamasının sebebi de buydu.
“Burada olan yaşlı herif ne oldu?”
“Gitti. Şansını başka yerde deniyor artık.”
“Ne? Benimle dalga mı geçiyorsun?!”
Adam kulübeye bir kez daha öfkeyle asıldı, ama Maomao ona buz gibi bir bakıştan fazlasını layık görmedi. Hatta istemsizce burnundan bir “Pöh” bile çıkıverdi.
“Burası eczane değil mi? İlaç falan yok mu yani?”
“Evet, eczane. Ama ticarethane aynı zamanda. Demek ki para konuşur.” Maomao’nun gönlü elbette parası olan bir hastayı geri çevirmeye razı olmazdı—ama bu adam hiç de iyi niyetle gelmiş gibi durmuyordu.
“Yani sen parası olmayan, yardıma muhtaçlardan da para mı istiyorsun?!”
“Eğer paran yoksa, o zaman gelme. Senin gibiler yüzünden bu derme çatma kulübede yaşamak zorundayım zaten.” Maomao da kapıyı gürültülü bir şekilde yumrukladı ki adam uzaklaşsın.Chou-u ise onun arkasına saklanmış, bir çorba tenceresi ve kepçeyi kavramıştı. Eğer işler sarpa sararsa, kepçeyi tencereye vurarak yüksek ses çıkaracak, böylece yakındaki Verdigris Evinden birilerinin gelmesini sağlayacaktı. Her ne kadar lafını esirgemeyen bir velet olsa da, kafası fena çalışmazdı. Fakat gelen adam birden sessizleşti. Maomao bu tiplerden nefret ederdi. Bir kere birine bedavaya bir şey verirsen, bir daha senin üstünden çıkmazlardı.
Adam, Maomao’nun direnmeye devam ettiğini görünce yüzünü buruşturdu. Kapıya yaslandı, sesi bu kez kısık ve bitkindi. “Paraysa... öderim. Hemen değil belki ama... ne olur, bir bakın... Çocuğum...”
Ah, şu klasik yere çöküp ağlama numarası. Harika. Yine de adam başını eğdi ve kımıldamadı. Şimdi de kapıyı kapatamıyoruz, dışarı da çıkamıyoruz, diye geçirdi içinden Maomao.
“Hey, Benekli...” Chou-u hâlâ kepçeyle tencereyi tutuyordu, gözleri Maomao’ya çevrilmişti.
Bu saçmalık yeterdi. Maomao, masadan bir fırça alıp mürekkebe batırdı. Eskimiş dolabı açtı, içinden birkaç kâğıt tomarı ve ahşap şeritler çıkardı. Bunlardan birini seçti, üzerine bir şeyler yazdı, sonra adamın suratına doğru fırlattı.
“En azından adını yazabiliyor musun?”
“Hayır... yazamam.”
“Belli zaten.” Bu sefer de adama bir bıçak fırlattı. “Başparmağını kullan. Kanla işaret bırak yeter.”
Adam, şeride şaşkınlıkla baktı. Üzerinde ne yazdığını okuyacak hali yoktu zaten. “Ne yazıyor burada?”
“İlaç için ödeme yapacağına dair bir borç senedi.”
Adam, tereddütle başparmağının ucunu kesti ve şeridin üstüne kanlı bir iz bastı.
“Fena halde başa bela bu iş,” diye mırıldandı Chou-u ama Maomao ayağıyla onu dürtüp susturdu.
“Bu yeterli mi?” dedi adam, başparmağına bakarak şeridi geri uzattı.
“İdare eder.” Maomao hafif sinsi bir gülümsemeyle kapının sürgüsünü açtı.
Adam sonunda onu, eğlence bölgesine pek de uzak olmayan bir arka sokağa götürdü. Her yanı perişan, üstü başı dökülmüş adamlar ikiliyi izliyordu. Onları getiren adam, diğerlerine gözdağı verircesine bakınca, ortalık biraz yatıştı. “Yanımıza bir iki koruma daha alsaydık belki iyi olurdu.” Maomao öyle paldır küldür adamın peşine takılacak kadar saf değildi elbet; o yüzden Ukyou’yu da yanında getirmişti. Her ne kadar biraz çabuk heyecanlanan bir tip olsa da, hizmetkârların başı olarak arka sokaklarda iş döndüğünde nasıl davranması gerektiğini gayet iyi bilirdi.
“Bizi taa buraya niye getirdin ki?” dedi Ukyou, biraz homurdanarak.
“Ben de bayılmıyorum ama başka ne yapacaktım?”
“Demek ki babana çekmişsin sonunda,” dedi Ukyou, başını okşar gibi Maomao’nun saçlarını karıştırarak. Maomao, onun elini sertçe itti.
“İşte geldik,” dedi adam, onları bir bez parçasının kapı yerine asıldığı kulübeye götürürken. İçeriye adım attıkları anda burun yakan bir koku sardı etraflarını: ter, kir, çürümüş çöpler ve hatta insan pisliği... İçeride, yaştan Chou-u’dan çok da farklı olmayan bir çocuk, yerdeki eski bir hasırın ya da çürük bir kamış yığınının üstüne uzanmıştı. Yanında, biraz daha büyük bir kız çocuğu oturuyordu. Maomao’dan birkaç yaş küçük gibi görünüyordu, ama yaşına hiç yakışmayan bir solgunlukla bakıyordu babasına.
“Baba...” Belli ki gözyaşları çoktan tükenmişti; yüzü kupkuruydu.
“İşte burada. Ne olur, bir bakın... yalvarıyorum!” Adam dizlerinin üzerine çökmüş, ellerini Maomao’ya doğru açmıştı.
Maomao tek kelime etmeden yere serili çocuğa yaklaştı. Kolları ve bacakları cansızca sarkıyor, teni donuk bir renkteydi. Bazen bedeninde hafif kasılmalar oluyordu ve ortalığı saran pis koku muhtemelen bu çocuğun çıkardığı atıklardan kaynaklanıyordu. Saçı öylesine dağınıktı ki, kız mı erkek mi ayırt etmek zordu. Kir içindeydi.
“Ne zamandır böyle?”
“Birkaç gün oldu... ama daha öncesinden beri ellerinden şikâyetçiydi,” dedi büyük kız.
Maomao ellerine ve ağzına bez sardıktan sonra çocuğa yaklaştı.
“Hey, ne yapıyorsun sen?!” diye çıkıştı baba öfkeyle.
“Ne demek ne yapıyorum? Çocuk hasta değil mi? Onun neyi olduğunu öğrenmeye çalışıyorum. Ama eğer bu kadar rahatsız olduysan, bakmam da olur.” Maomao öfkeyle adamı süzdü. Adam da kaldırdığı elini istemsizce indiriverdi—ve tam o sırada arkasında bekleyen Ukyou da kollarını bağladı. Muhtemelen adam saldırmaya kalksa, kolunu yerinden çıkaracaktı.
Aşırı korumacı, diye düşündü Maomao.
Çocuğun eline dokundu. Dolaşım berbattı; parmak uçlarına neredeyse hiç kan gitmiyordu. Parmakları sanki soğuktan donmuş gibiydi. Ortam cereyanlı olsa da, bu kadar ciddi donmaya neden olacak bir soğuk değildi. Zaten çocuk neredeyse tamamen felç olmuş gibiydi. Gözleri açık ama bilinci yerinde değil gibiydi; bazen de rüyadaymışçasına garip sesler çıkarıyordu.
“Bu sabah daha iyiydi. Ne yapacağız, baba? Ya annem gibi olursa...?”
Kız ağlamak üzereydi. Adam ise çaresizce başını kaşıdı, çömeldi. “Ne olur... kurtarın onu. Bir aile ferdimi daha kaybetmek istemiyorum!” Büyük kız da diz çöktü, ardından ikisi birden alınlarını yere bastırdı.
Durum bayağı zor.
“Annesi de aynı şekilde mi öldü?” diye sordu Maomao.
“Hayır... düşük yaptıktan sonra...” “Düşük mü?” Maomao, çocuğun ağzının kenarından sızan salyaya baktı. Kalın bir tabaka oluşturmuştu. “Hiçbir şey yedirebildiniz mi?”
“Biraz lapayla beslemeye çalıştık, o kadar...”
Maomao, hemen kenardaki kirli ocağa yöneldi. Kül kaplı kil bir tencerenin içinde, zamk gibi yoğun bir lapa vardı. İçinde pirinçten çok başka şeyler vardı sanki; hangi malzemeleri buldularsa onları koymuşlardı.
“Bunun içinde tam olarak ne var?” Azıcık pirinç dışında patatesimsi şeyler ve bazı otlar gözüne çarptı. Başka tahıllar da olabilir miydi?
Büyük kız dışarı çıktı, sonra avuç dolusu otla geri geldi. Zehirli değildi bu otlar ama besin değeri de yoktu. Kıtlık zamanlarında açlıktan ölmemek için tüketilen cinsten.
“Bunlar yetmez. Başka ne var?” Kız gözlerini kaçırdı. “Hiç mi?” diye üsteleyince, kız pes etti. Bir dolabı açtı ve içinden küçük kekler çıkardı. Her biri dikkatlice sarılmıştı. Arka saray cariyelerine sunulacak kalitede değillerdi belki ama mis gibi tatlı kokuyorlardı. Biraz nemli gibiydiler, ama bu da büyük ihtimalle azar azar yenip saklanmalarındandı.
“Bunlar da ne?” diye sordu adam, gözleri şaşkınlıkla açılmıştı. Demek ilk kez öğreniyordu bunların varlığını.
“Biri verdi. Yemek hiçbir şey bulamadığımızda azar azar yiyorduk. Anneme de göstermiştik ama o, sana söylemememizi istedi, baba.”
Aldatıldığını fark eden adamın yüzü öfkeyle buruştu. “Bunları benden saklamaya nasıl cüret edersin?! Bu evin reisi benim!”
Ama kızın donuk gözleri bir anda parladı. “Ama sen hiç çalışmıyorsun ki baba. Sadece kumar oynuyorsun. Yol kenarında dilenmemizi sağlıyorsun, sonra da kazandığımızı elimizden alıyorsun!”
Sözleri acımasızdı, ama adamın başını eğmesinden anlaşılıyordu ki hepsi doğruydu. Maomao da az önceye kadar adamın kızını düşündüğünü sanmıştı—ama belki de aslında kaybetmek istemediği şey, para kaynağıydı.
“Kardeşine de bu kekten verdin mi?” diye sordu Maomao. Kız başını salladı. Maomao kekin bir parçasını kopardı, kokladı, ardından parmaklarındaki birkaç kırıntıyı yaladı. Gözleri kısıldı.
“Biri verdi dedin bunları.” Tadı tatlıydı—şeker içerdiği belliydi. Sıradan bir sokak çocuğuna böylesine zengin bir tatlıyı bağışlamak... oldukça şüpheli bir cömertlikti.
“Kim verdi bunu size? Ne zaman?”
“Bilmiyorum. Küçük kız kardeşim almıştı, ama konuşamıyor. Annem ölmeden önceydi, yani sanırım bir ay kadar oldu.”
Gerçek şekerle yapılmış kek, sıradan halk için büyük bir lükstü. Böyle bir şeye sahip olan biri, çalınmadan hemen yerdi herhalde.
“Senin dışında böyle keklerden alan başka biri oldu mu?” Kız başını iki yana salladı. “Peki... Yaklaşık bir ay önce bu küçük kızınkine benzer belirtiler gösteren başka biri oldu mu?”
“O lafı edince hatırladım,” dedi Ukyou. Her zaman olduğu gibi keskin zekâsıyla fark etmişti bir şeyi. Maomao onun dışarı çıktığını görünce, dikkatini yeniden çocuğa çevirdi. Ağzındaki ve ellerindeki bezi çıkardı ve kızı kucakladı.
“Hey! Ne yaptığını sanıyorsun?!”
“Onu yanımda götürüyorum. Bu lağım çukurunda asla iyileşemez. Ve sana bir tavsiye: o keklerden kurtul.”
Her şeyden önce, bu evde düzgün bir yemek yemesinin imkânı yoktu. Ama Maomao’yu rahatsız eden başka bir şey daha vardı... “Bırak, ben taşıyayım onu,” dedi Ukyou geri dönerken.
“Teşekkür ederim.” Maomao küçük kızı ona uzattı ve birlikte harabeyi geride bıraktılar.
“Yan evdeki ihtiyarın parmakları çürüyüp dökülmüştü,” dedi Ukyou, kızı kucağında taşırken. Yol kenarında dilenirken konuşmuştu onunla. Önce pek bir şey hatırlayamamış, ama avucuna birkaç bozukluk bırakılınca belleği yerine gelivermişti. “Bir kadının dağıttığını söylüyor. Ama yüzünü görememiş.”
“Hmm,” diye mırıldandı Maomao. Bu iş gittikçe kokmaya başlamıştı.
Ukyou onu evine kadar getirdikten sonra doğruca Verdigri Evi’ne gitti. Maomao ona birkaç bozukluk uzatmıştı ama o, “Ben çocukları korumaya alışkınım,” deyip reddetmişti. Her zaman öyleydi.
Maomao küçük, kir pas içindeki kızı kulübesine aldı. Chou-u, evi gözetlemekle görevli gibi kalmıştı geride; Maomao içeri girdiğinde burnunu kıvırarak konuştu: “Bu da ne? Leş gibi kokuyor.”
“Isınman için iyi bir sebep oldu. Hadi suyu kaynat. Al şunu da, git Büyükanne’den biraz beyaz pirinç iste.” Bir avuç bozukluk uzattı. Chou-u hemen fırladı. Beyaz pirinç hayali onu fazlasıyla motive etmişti.
Küçük kızın durumu, belli ki o verdiği keklerden sonra kötüleşmişti. Ablası kendi yememiş, hepsini küçük kardeşi için saklamıştı. Annesi de hamile olduğuna göre, belki o da biraz yemişti.
Maomao, raftaki şişelere baktı. Zevk evlerinin yakınında bir eczane işletiyorsan, çeşitli düşük yaptırıcıları bulundurmak kaçınılmazdı—ki bunların bazıları yanlış dozda ölümcül olabilirdi. Bunlardan biri, tıpkı bu kızdaki belirtilere yol açıyordu. Kötü tahıllarda bulunan bir toksindi bu. Azıcık bile alınsa zehirlenmeye yol açardı. Uzuvlara giden kan akışını kısıtlar, çürümeye neden olurdu. Vücut felç olur, halüsinasyonlar bile görülebilirdi.
Tedavisi basitti: Zehri almayı kesmek. Biraz da egzersiz yapılırsa vücut kendini toparlardı. Ne yazık ki bu kız o evde kalsaydı, iyileşmeden önce bir deri bir kemik kalacaktı. O yüzden Maomao onu yanına almıştı.
Bunu yapmak zorunda mıydım gerçekten? diye düşündü. Nasıl olsa o herifin bir kuruş bile ödeyeceğine inanmıyordu. Ödese bile, paranın büyük ihtimalle ablanın dilencilikten topladığı üç beş kuruştan geleceği kesindi. Tüm bunları düşünürken bile temiz bezleri hazırlamaya başlamıştı bile.
Birkaç gün sonra bir ziyaretçileri oldu ama gelen yine o orta yaşlı adam değildi. Kızıydı. Üstelik vücudunda yeni morluklar vardı—ve Maomao, bunların düşmekten olmadığını gayet iyi biliyordu.
Küçük kız ise artık kendi başına, tabii pek dengeli olmasa da, yürüyebiliyordu. Zehirden çok yetersiz beslenme sorun yaratıyordu şimdi. Parmakları hâlâ düzgün hareket etmiyordu ama zamanla iyileşeceğe benziyordu. Maomao onu nihayet yıkayabildiği için rahatlamıştı. Şu an Chou-u’yla beraber dışarıda kısa bir yürüyüşteydi. Chou-u, ona abilik taslamaya başlamıştı resmen.
“Paramı getirdin mi?” diye sordu Maomao, pis görünümlü kıza sert bir bakışla.
“Küçük kız kardeşim nerede?”
“Bak kendin.” Chou-u, penceredeki eski tahta pervazdan dışarıdan görünüyordu; küçük kıza yürürken destek oluyordu. Saçları yıkanmış, düzgünce bağlanmıştı—nihayet küçük bir kıza benzemeye başlamıştı.
Ablası onu görür görmez koşmak istedi, ama Maomao bileğini yakaladı. “Param.”
“Para... Senin paran...”
Tabii ki getirmemişti. Maomao, o adamın bir daha görünmemesinden anlamıştı zaten. Bu yüzden parmak izini almıştı. Tahta sözleşme çubuğunu gösterdi kıza.
“Yok mu paran? O zaman sorun değil. Satarsın işte onu.” Başparmağıyla dışarıdaki küçüğü işaret etti. “Eğitime başlamak için çok geç kalmış sayılmaz.”
Kız bir süre sessiz kaldı, sonra yavaşça Maomao’nun gözlerine baktı.
Hı? Ağlamasını bekliyordu Maomao. Ama o sönük, neredeyse ölü gözlerde yeniden bir parıltı belirmişti.
“Ben, konuşamayan bir bebeye göre daha çok para getiririm,” dedi kız, göğsüne hafifçe vurarak. (Göğüs dediği de, Maomao’nun kendi zavallı haliyle bile yarışamayacak kadar düzdü.)
Maomao kıza baktı. “Yani... kız kardeşinin yerine sen mi geçeceksin?”
“Yerine sen mi geçeceksin?”
Maomao’nun sesi alaycıydı, ama içinde ince bir ciddiyet de barındırıyordu. Karşısındaki kız, küçücük elleriyle yumruk yapıp göğsüne vurmuştu az önce. Göğüs dediğine bakma, Maomao’nunkinden bile sönük—ama belli ki bu yaşta başka seçeneği olmadığını düşünüyordu.
“Ben konuşabiliyorum. Dans edebilirim de… Eğitilmem uzun sürmez,” dedi kız. Gözleri hâlâ boştu, ama içlerinde bir kararın karanlığı vardı.
Maomao bir an duraksadı. O çelimsiz bedenin içinden bu kadar soğukkanlı bir teklif gelmesini beklememişti. Çocuk yaşta biri için bu tür bir pazarlık, çok erkendi.
Ama böyle bir dünyadaydılar işte. Sefaletin ortasında bir çocuğun yapabileceği tek şey, bedenini bir ödeme aracına dönüştürmek oluyordu bazen.
“İstediğim bu değil,” dedi Maomao. Gözleri küçüldü, ifadesi buz gibiydi.
“Ben borcumu istiyorum. Ama o borcu ödeyecek kişi sen değilsin.”
Kızın dudakları titredi. O an, nihayet bir çocuk olduğunu hatırlamış gibiydi. İçindeki sert kabuk çatlamaya başlamıştı.
“Eğer gerçekten kardeşini korumak istiyorsan,” diye devam etti Maomao, “...kendini satmaya çalışmaktan daha fazlasını yapman gerek.”
“Ne yapabilirim ki ben?” Kızın sesi çatlak bir fısıltıydı.
“Mesela çalışabilirsin. Dürüstçe. İğneyle, iplikle. Bedeninle değil, ellerinle. Kardeşinin yanında kalmak istiyorsan, önce hayatta kalmanın başka yolları olduğunu öğrenmelisin.”
Bir süre sessizlik oldu.
Sonra Chou-u içeri girdi, küçük kızı kucağında taşıyordu. “Düştü ama ağlamadı,” dedi gururla.
Maomao gülümsedi. Küçük kızın bakışlarında ise sadece huzur vardı. Artık sıcak, temiz ve tok bir çocuktu. Abla bir adım attı, tereddütlüydü.
“Temizlikten ve yemek yapmaktan anlıyor musun?” diye sordu Maomao.
Kız başını salladı.
“İyi. O zaman bu gece burada kalıyorsun. Yarın sabah Büyükanne’ye gidip temizlik işi isteyeceğiz. Çalışırsan yersin. Tıpkı herkes gibi.”
Kız gözyaşlarını tutamadı bu kez. Ama bu defa ağlamasında teslimiyet değil, bir umut vardı.
Maomao usulca arkasını döndü. Borç hâlâ duruyordu. Ama belki—sadece belki—gelecekte o borcu ödeyebilecek biri çıkmıştı karşısına. “Ne için gönüllü olduğunu biliyor musun sen?” Maomao duvara yaslandı, ayak parmaklarıyla baldırını kaşıdı.
“Çok iyi biliyorum! Ama ya bu, ya da hayatımın geri kalanını dilenerek geçirmek! Eminim o herif yakında beni sokağa sürecek zaten! Babam her gün kazandığım üç kuruşu da alıyor, yani ne fark eder ki?” Yere ayağını vurdu. Fahişelik yapacaksa, en azından kendi isteğiyle yapsındı.
Bazen genç kızlar Maomao’nun kapısını çalardı—Verdigris Evi’ndeki kadınların, toplumun alt tabakasındaki diğer kadınlardan daha iyi bir hayat sürdüğüne inanan genç kızlar. Maomao’nun o yerle bağlantısı olduğunu bildiklerinden, araya girip onları tavsiye etmesini isterlerdi. Bu kız da benzer bir amaçla gelmişe benziyordu.
Maomao kıza baştan aşağı bir bakış attı, sonra içini çekip gösterişli bir şekilde ofladı. “Ve sen bu halinle o kadar eder olduğunu mu sanıyorsun? Şu durumunda, tarladan yeni çıkmış köylü kızı bile senden daha çok para eder.”
“Ama kız kardeşim de aynı durumda! Üstelik konuşamıyor bile!”
“Fakat senden daha küçük. Bu da demektir ki daha çabuk terbiye edilir. Ayrıca sessiz olanları seven birçok adam olduğunu bilsen şaşarsın.” Bile bile acımasızca konuşuyordu. Ama genç kadının bakışları ondan hiç sapmadı. O gözlerdeki ışık daha da kuvvetle yanmaya başlamıştı.
“Oradan kurtulmam lazım. Ya bu ya da bir ömür o adamın ayaklarının altında çamur olmak. Ve ben... ben ne olursa olsun bunu tercih ederim!”
Maomao serçe parmağını kulağına sokup, gayet hevesli bir şekilde kaşımaya başladı. Bu tür hikâyeler pek yaygındı. Bataklığa saplandığında, ne kadar çabalarsan çabala, dibe çekilirdin. Ama yine de mücadele etmek, çaresizce beklemekten iyiydi. Maomao, birinin onu gelip kurtarmasını umut ederek beklemek yerine, duruma kendi eliyle yön vermeye çalışanları severdi. Boşuna olsa bile.
Yine de bu kıza yardım etmek için özel bir nedeni yoktu—ama yardım etmemek için de bir nedeni yoktu.
“O evin başındaki kadın, başkentin en cimri cadısıdır,” dedi Maomao. “Eğer senden para kazanamayacağını düşünürse, suratına bile bakmaz—ve diyelim ki seni aldı, ederinden en aşağı fiyata kapatır.” Genç kadın hâlâ geri adım atmadı.
“Eğer o cadının karşısına sadece bu yorgun, bitap bedeninle çıkarsan, seni kaçmayasın diye tasma takıp zincirler. Ve yine de kaçmaya kalkışırsan—ya da denersen bile—birkaç kaburga kemiğini gözden çıkarmaya hazır ol.”
“Hepsi bu mu? Bu, babamın kolumu kırmasının yanında hiçbir şey! Artık bir fare gibi delikte yaşamak istemiyorum!”
“Peki ya küçük kız kardeşin ne olacak?”
“Yeterince çalışıp ikimizi de geçindireceğimi görünce, o yaşlı kadın onu da yanına alır eminim!”
Verdigris Evi son derece pragmatik bir yerdi. Bu kız gerçekten para getirebilecekse, evin sahibesi onu hoş karşılayabilirdi.
“Eğer senden bir hayır gelmezse, ikiniz de bir fareden farksız olursunuz.” Maomao’nun ifadesi hâlâ pek memnun görünmüyordu. Elbiselerin bulunduğu sandığın yanına gitti, içini karıştırıp rastgele bir kıyafet çıkardı. İkinci el giysi dükkânından aldığı şeylerden biriydi. Gösterişli sayılabilirdi ama yine de alıp genç kıza fırlattı. “Git, kuyuda yıkan. Her şeyinle. Saçların da dahil. Su soğuk olur. Kötü şans. Eğer üstünde bir tane bile pireyle o kapıya varırsan, seni içeri bile almadan süpürgeyle kovalarlar.”
Kız elbiseleri kavradı ve hemen kuyuya yöneldi. Bundan sonra başına ne geleceği Maomao’nun umurunda değildi. Kendi seçtiği bir yoldu bu. Eğer pişman olacaksa, o zaman çamurun içinde kalır, dibe batana kadar da orada beklerdi.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.