Yukarı Çık





           
Nefes almayı yeni öğrenen biri gibi… kesik kesik, düzensiz nefesler alıyorum.
Göğsüm yükseliyor, ama bu nefes bana ait değilmiş gibi geliyor.
Her yanım ağır.
Bu ağırlık… benim değil sanki.

Gözlerim… neden bu kadar bulanık?
Gördüğüm her şey sanki buzlu camın ardından izleniyormuş gibi.
Renkler kaymış, koyu gecede dans ediyor.

Biraz hareket etmeye çalışıyorum.
Ellerimi yere koyuyorum.
Soğuk, nemli toprak parmaklarımın arasına doluyor.
Sonra ellerimden, bileklerimden aşağı süzülen bir sıcaklık…
Yavaşça başımı indirip bakıyorum.

Kan.
Koyu, neredeyse siyahlaşmış damlalar toprağa düşüyor.
Islak bir şıpırtıyla.

Neler oluyor?
Burası… neresi?

Zihnim kalın bir sisle sarılı.
Düşüncelerim birbirine dolaşıyor, cevap bulmak için çırpındıkça daha da iç içe geçiyorlar.
Yavaşça dizlerimin üzerine yükseliyorum.
Her kasım, binlerce küçük iğneyle delinmiş gibi sızlıyor.
Ama ayağa kalkmam gerek.
Dengemi bulmaya çalışıyorum.

Gözlerim netleşmeye başladıkça manzara gözlerimin önüne daha acımasız bir şekilde seriliyor.
Bir savaş alanı.

Yerde paramparça bedenler.
Parçalanmış zırhlar, kopmuş eller, boş bakışlarla tavana bakan ölü gözler.
Bazı yüzler tanınmaz halde.
Ay ışığı, kırık kılıçların üzerinde titrek, soluk bir ışıkla parlıyor.
Rüzgar, kanın ve çürümüş etin kokusunu taşıyor.

Ellerime bakıyorum.
Bu eller… bana ait değil.
Metalik, çatlamış, kan ve et parçalarına bulanmış.
Bu ellerle ne yaptım ben?

Ben… kimim?

Sanki bu soruyu düşünmek bile içimde bir boşluk yaratıyor.
Mideme bir buz oturuyor.

Adım atıyorum.
Zırhım — ya da bedenim mi demeliyim — harekete geçince metalik bir sürtünme sesi çıkarıyor.
Bu ses… bana ait olamaz.
Ama duramam.
Durursam, belki de sonsuza dek burada kalırım.

Gözlerim savaş alanının sınırlarını takip ediyor.
Biraz ileride, karanlığın içinde ağaç gövdeleri seçiliyor.
Orman.
Karanlık, davetkâr, tehlikeli.
Ama belki de cevaplar oradadır.

Adımlarım ağır.
Her hareketimde daha da yoruluyorum.
Ama buna rağmen ilerliyorum.
Çünkü durmak… daha korkutucu.

Ağaçların arasına adım atınca, etrafımdaki dünya değişiyor.
Sanki burada hava daha yoğun, daha boğucu.
Ay ışığı dalların arasından ince iplikler halinde süzülüyor, yere kan gibi kırmızı gölgeler düşürüyor.

Çok geçmeden nefesim daralmaya başlıyor.
Kalbim o kadar hızlı çarpıyor ki, göğsümün içinde zincirlenmiş bir hayvan var gibi.

Karanlığın içinden her an bir şeyin üstüme atılmasını bekliyorum.
Ama ormanda sadece sessizlik var.
Tuhaf, kulakları acıtan bir sessizlik.

Bir açıklık buluyorum.
Yavaşça yere çöküyorum.
Ellerim titreyerek kuru dalları toplamaya başlıyor.
Neden yaptığımı bile bilmiyorum.
Sanki bir refleks.
Bir süre sonra küçük bir alev yakmayı başarıyorum.

Ateşin sıcaklığı ellerime vuruyor, ama içimdeki o soğuğa ulaşamıyor.
Zırhıma bakıyorum.
Bu… neden üzerimde?
Bana ne oldu?

Parmaklarımı zırhın bir kenarına sokup çekmeye çalışıyorum.
Ama o… sanki etimle bütünleşmiş.
Zorladıkça metalin altında bir acı saplanıyor.
Bir diken gibi.
Acı yüzümü buruşturuyor, nefesimi kesiyor.

Kıpırdamayı bırakıyorum.
Kafamı ellerimin arasına alıyorum.

O sırada…
Bir his.
Sanki ormanın derinliklerinden yükselen, görünmeyen bir pençe kalbime dokunuyor.

Tehlike.

Hemen etrafa bakıyorum.
Alev titriyor, gölgeler dans ediyor.
Karanlık daha koyu, daha canlı.
Bir hışırtı duyuyorum.
Kuru dallar kırılıyor.

Sonra…
Ağaçların arasından devasa bir gölge beliriyor.
Önce şekilsiz.
Sonra adım adım netleşiyor.

Bir kurt.
Ama normal değil.
Kürkü geceden bile karanlık.
Alnında üçüncü bir göz var, kan kırmızısı parlıyor.
Sanki göz bebeklerime kadar girip ruhuma bakıyor.

Bir adım atmak istiyorum ama ayaklarım toprağa mıhlanmış.
Nefes almaya çalışıyorum.
Olmuyor.
Bu yaratık… masallardan fırlamış bir kabus gibi.
Beni avlamak için yaratılmış.

Kurt da duruyor.
Gözleri beni süzüyor.
Bakışlarında bir dikkat var.
Sanki… ne olduğumu anlamaya çalışıyor.

O an her şey çok hızlı oluyor.
Kurt bir gölge gibi üzerime atılıyor.
Refleksle yana yuvarlanıyorum.
Pençeleri toprağa saplanıyor, çimenler ve toprak fırlıyor.

Yere birkaç kez yuvarlanıp doğruluyorum.
Elime kalın bir dal geçiyor.
Kurt yeniden atıldığında var gücümle savuruyorum.

Dal, yaratığın kürküne çarpıyor.
Ama sanki bir kayaya vurmuşum gibi.
Dalağımda yankılanan bir acı.
Dal ellerimde çatırdayıp kırılıyor.

Sonra pençesi göğsüme iniyor.
Havaya savruluyorum.
Bir ağaca çarpıyorum.
Zırhım çatırdıyor.
Göğsümdeki ağrı alev almış gibi yakıyor.

Dizlerimin üzerine düşüyorum.
Zihnimde bir cümle yankılanıyor.
Kendi sesim… ama benden değil.

“Bu şekilde mi öleceğim? Hayır… Reddediyorum. Ben… hayatta kalacağım!”

O an içimde bir şey uyanıyor.
Zırhım titriyor.
Metalik bir inilti, sanki yüzlerce ses aynı anda çığlık atıyor.
Parçalar hareket ediyor, keskinleşiyor, şekil değiştiriyor.

Kurt duraksıyor.
Kızıl gözleri büyüyor.
Orman susuyor.
Sanki doğa bile nefesini tutmuş.

Ayağa kalkıyorum.
Bu beden… artık bana ait değil.
Daha büyük. Daha güçlü. Daha korkunç.

Kurt kaçmak istiyor.
Ama ben izin vermiyorum.
Hızla üzerine atılıyorum.
Pençeleri savunmaya yetmiyor.
Ellerim onu kavrıyor, etini parçalıyor.
Kan sıcak. Buhar çıkarıyor.
Kurt çırpınıyor.
Sonra hareketsiz kalıyor.

Her şey durduğunda nefes nefese kalıyorum.
Ellerim kana bulanmış.
Bu eller… benim ellerim mi?

Dizlerimin üzerine çöküyorum.
Gözlerim yavaşça kapanıyor.
Karanlık… beni içine çekiyor.

Ve ben, bir kez daha kim olduğumu bilmeden… düşüyorum.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.