Zaten berbat hissediyordum, o gece de dayanılmaz sıcaktı. Bu yüzden gördüğüm rüya son derece canlı ve akılda kalıcı oldu.
Uyandığımda, battaniyenin altında rüyamı düşündüm. Kötü bir rüya değildi. Hatta mutlu bile sayılırdı. Ama mutlu bir rüyadan daha acımasız bir şey yoktur.
Rüyamda, bir parkta ergenliğimdeydim. Tanıdık bir park değildi ama ilkokul sınıf arkadaşlarımla oradaydım. Görünüşe o bir sınıf buluşmasıydı.
Herkes maytaplarla oynuyordu. Havai fişeklerin kızıllığıyla aydınlanan dumanlı bir pus vardı. Ben parkın kenarında durmuş onları izliyordum.
“Lise nasıl gidiyor?“ diye sordu Himeno, aniden yanımda belirerek.
Ona yan gözle bakmaya çalıştım ama yüzü bulanıktı. Onu on yaşından sonra hiç görmemiştim, bu yüzden beynim onun nasıl göründüğünü hayal edemiyordu.
Ama rüyadaki ben onu son derece güzel buluyordu. Onu o yaşlardan tanıyor olmaktan gurur duyuyordu.
“Pek eğlenceli değil,“ diye dürüstçe cevapladım. “Ama berbat da sayılmaz.“
“Sanırım ben de aynısını söyleyebilirim,“ diye onayladı Himeno.
Gizliden gizliye, onun da ergenlik yıllarının benimki kadar berbat geçtiğini duymak mutlu etmişti beni.
“Sık sık düşünüyorum,“ diye devam etti Himeno, “o zamanlar hayat eğlenceliydi.“
“Ne zamanlar?“ diye sordum.
Cevap vermek yerine, Himeno çömelerek bana baktı. “Peki hala bir ’artık’ (evde kalmış) mısın, Kusunoki?“
“Sanırım öyleyim,“ diye cevapladım, tepkisini görmek için onu dikkatle izleyerek.
“Ah,“ dedi Himeno, hafifçe sırıtarak. “Sanırım ben de öyleyim o zaman.“
Sonra yüzünde gamzeler belirerek ekledi: “Bu iyi. Tam zamanında.“
“Evet, tam zamanında,“ diye onayladım ben de.
Ve sonra uyandım.
Yirmili yaşlarında birinin görmesi gereken türden bir rüya değildi bu. Çocukça bir rüyaydı - kendimden tiksindim. Ama bir yanım o anıya çaresizce tutunmaya çalışıyor, yok olup gitmesine izin vermek istemiyordu.
Doğruydu, on yaşındayken Himeno’yu pek sevmezdim. Ona duyduğum sevgi, ne kadar varsa, çok küçüktü.
Sorun şuydu ki, o “çok küçük sevgi“ dediğim şeyi, ondan sonra hiç kimseye hissedememiştim.
Belki de o önemsiz görünen şefkat, hayatım boyunca hissedeceğim en büyük sevgiydi - ve bunu, o çoktan gittikten çok sonra fark etmiştim.
Himeno’yla ilgili rüyamın en küçük detaylarını bile ezberledikten sonra yatağımda uzanıp bir önceki günü düşündüm. O soluk binaya gitmiş ve üç ay hariç tüm gelecek yaşamımı satmıştım.
Bu, ertesi günün ışığında gerçekdışı görünen bir tür uyanık rüya değildi. Zihnimde son derece gerçek bir deneyim olarak yer etmişti.
Hayatımın büyük kısmını ani bir hevesle satmaktan pişman değildim. Kaybettiklerimin değerini de aniden fark etmiş değildim. Hatta bir rahatlama hissediyordum, sanki omuzlarımdan büyük bir yük kalkmış gibi.
Beni hayata bağlayan şey, belki - sadece belki - gelecekte iyi bir şeyler olabileceğine dair o sığ umuttu. Ne kadar temelsiz olursa olsun, bu umuttan vazgeçmek son derece zordu. En değersiz insan bile, tüm talihsizlikleri silip atacak o imkansız şansı umut edebilirdi.
Bu hem kurtuluşumdu, hem tuzağım. Bir bakıma, birinin bana kesin bir dille “Önündeki hayatta hiçbir iyi şey olmayacak“ demesi bir tür özgürleşmeydi.
Artık huzur içinde ölebilirdim.
Bu noktada, kalan zamanımın tadını çıkarmalıydım. “Berbat bir hayattı ama ölümü kabullendikten sonraki üç ay sonunda oldukça mutlu geçti,“ diyebilmek istiyordum son anımda.
Önce kitapçıya gidip dergilere göz atacak, sonra zamanımı nasıl değerlendireceğimi düşünecektim - tam o sırada kapı zili çaldı.
Bir ziyaretçi beklemiyordum. Son yıllarda kimse bana uğramamıştı ve önümüzdeki üç ayda da olacağını hayal edemezdim. Ya yanlış kapıyı çalmıştı ya da yardım topluyordu ya da yeni inananlar kazanmaya çalışıyordu. Her halükarda, içimde iyi bir his yoktu.
Zil tekrar çaldı. Hemen fırladım ve dün geceki şiddetli bulantı hissi geri geldi. Akşamdan kalma olmuştum. Yine de sendeleyerek kapıya yürüdüm ve açtım. Karşımda tanımadığım bir kız duruyordu. Yanında da tekerlekli bir valiz vardı.
“...Ve siz?“ diye sordum.
Bana bıkkın bir bakış attı, sonra sinirle çantasından bir gözlük çıkarıp taktı. Artık cevabın apaçık ortada olması gerektiğini düşünürcesine bana baktı.
İşte o zaman kim olduğunu anladım.
“Dün ömrümü değerlendiren kişi...“
“Doğru,“ dedi.
Takım elbisesiyle bıraktığı izlenim o kadar güçlüydü ki, sıradan kıyafetler içinde onu tanıyamamıştım. Pamuklu bir bluz ve mavi denim etek giyiyordu. Siyah saçları omuzlarına kadar iniyor ve hafifçe içe kıvrılıyordu - dün topuz yapmış olduğu için fark edememiştim. Gözlerinde bir yalnızlık seziliyordu. Eteğin altındaki ince bacaklarının uyluk kısmında büyük bir bandaj vardı. Yara derin olmalıydı, çünkü bandajın altından bile görebiliyordum.
İlk karşılaşmamızda yaşını 18-24 arası tahmin etmiştim ama şimdi daha net görebiliyordum. Benimle aynı yaşlardaydı. On dokuz ya da yirmi.
Ama burada ne işi vardı?
Aklıma gelen ilk şey, değerlendirmede bir hata olduğunu söylemeye geldiğiydi. Belki rakamların basamak sayısını karıştırmıştı. Ya da başkasının sonuçlarıyla. İçimden bir parça, özür dilemek için geldiğini umuyordu.
Gözlüklerini tekrar çıkardı, özenle kılıfına yerleştirdi, sonra bana duygusuz gözlerle baktı.
“Benim adım Miyagi. Bundan sonra sizin gözetmeniniz olacağım,“ dedi ve bana eğilerek selam verdi.
Gözetmen. Tamamen unutmuştum. Dün böyle bir şeyden bahsetmişti, şimdi hatırladım. Aynı zamanda mide bulantısının şiddetini de hatırladım ve koşarak tuvalete gidip kustum.
Midem tamamen boşalmış bir şekilde banyodan çıktığımda, Miyagi tam kapının diğer tarafında dikiliyordu. Belki de işi gereğiydi ama mesafeyi korumayı bilmiyordu. Onu iterek lavaboya yöneldim, yüzümü yıkadım, gargara yaptım, bir bardak su içtim ve sonra yerdeki yatağıma geri döndüm. Başım korkunç derecede ağrıyordu. Nem de hiç yardımcı olmuyordu.
“Dün size açıkladığım gibi,“ yastığımın yanında dikilen Miyagi konuştu, “bir yıldan az ömrünüz kaldığı için, bundan sonra sürekli bir gözetmeniniz olacak. Ayrıca—“
“Bunu sonra anlatabilir misin?“ diye sinirli bir tonla sordum. “Gördüğün gibi, şu an dinleyecek durumda değilim.“
Görünüşe göre planı, ben evde olduğum sürece orada oturup beni gözetlemekti.
“İsterseniz, burada olmadığımı varsayın,“ dedi Miyagi köşeden. “Bana aldırmayın. Her zamanki gibi yaşamınıza devam edin.“
Ama bu güvence, yaşı benden en fazla iki fark eden bir kız tarafından izlendiğim gerçeğini değiştirmiyordu. Onun varlığını hissediyordum ve gizlice ona baktım. Bir deftere not alıyordu. Belki bir tür gözlem kaydı tutuyordu.
Bu şekilde gözetlenmek rahatsız ediciydi. Ona dönük tarafım, bakışlarının değdiği yerde karıncalanıyor ve yanıyordu.
Dün bana gözetmen rolünü detaylıca açıklamıştı. Miyagi’ye göre, ömrünü satan birçok insan, bir yıldan az zamanı kaldığında umutsuzluğa kapılıyor ve sorun çıkarmaya başlıyordu. Tam olarak ne tür “sorunlar“ olduğunu sormamıştım ama tahmin edebiliyordum.
İnsanların kurallara uymasının nedeni, hayatta güven ve itibarın taşıdığı ağırlıktır. Ama ömrünün sona ereceğini kesin olarak bildiğinde işler değişir. İtibar öbür dünyaya seninle gelmez.
Bu yüzden, ömrünü satan insanların düzensiz davranıp başkalarına zarar vermesini önlemek için gözetmen sistemini kurmuşlardı. Bir yıldan az ömrü kalan herkese bir gözetmen veriliyordu. Uygunsuz davranışlarda bulunurlarsa, gözetmen derhal merkeze haber veriyor ve geriye kalan zaman ne olursa olsun hayatınız sonlandırılıyordu. Odamın köşesinde oturan bu kız, tek bir telefonla hayatımı sonlandırabilirdi.
Ancak—verilere göre etkili bir yöntemmiş—insanlar ölümlerine birkaç gün kala başkalarını rahatsız etme dürtüsünü kaybediyorlardı. Bu yüzden son üç gün kala gözetmen ayrılıyordu.
Hayatımın son üç gününde yalnız olacaktım.
Tam olarak ne zaman uykuya daldığımı bilmiyorum. Sonraki hatırladığım şey, baş ağrım ve mide bulantımın geçmiş olduğuydu. Saat akşam yediyi gösteriyordu. Hayatımın son üç ayının ilk gününü geçirebileceğim en kötü yollardan biriydi bu.
Miyagi hâlâ oradaydı, odanın köşesinde, kıpırtısız.
Miyagi’yi düşünmemeye çalışarak normal işlerimi yapmaya çalıştım. Yüzümü soğuk suyla yıkadım, soluk bir kot pantolon ve yıpranmış bir tişört giydim, sonra akşam yemeği almaya çıktım. Gözetmenim beş adım arkamdan takip ediyordu.
Güneşin batışının sarı ışığı gözlerimi kamaştırıyordu. Uzaktaki ormandan ağustosböceklerinin sesleri geliyordu. Kaldırımın yanındaki yolda küçük arabalar ağır ağır geçiyordu.
Sonunda eski ulusal karayolundaki bir dinlenme tesisine vardım. Geniş, basık bir binaydı, çatısının üzerine kadar uzanan ağaçlar vardı. Tabelasından çatısına, duvarlarına kadar zamanın aşındırmadığı bir yer bulmak zordu.
İçeride duvar boyunca dizilmiş on kadar yemek otomatı ve üzerinde pul biberlikler, küllükler bulunan iki dar masa vardı. En az on yıllık arcade oyun makinelerinden gelen müzik, bu terk edilmiş mekana hafif bir sıcaklık katıyordu.
Noodle otomatına üç yüz yen atıp yemeğimin hazırlanmasını beklerken sigara içtim. Miyagi yuvarlak bir sandalyeye oturmuş, titreyen floresan ışığa bakıyordu. Beni gözetlerken nasıl yemek yiyecekti? Yemek ve su olmadan yaşayamayacağını düşünüyordum ama o kadar ürkütücüydü ki bunun doğru olup olmadığını merak ettim. Sanki bir otomat gibiydi. Neredeyse insan değildi.
Tadı vasat tempura soba’yı (en azından sıcaktı) içtikten sonra, içecek otomatından bir kutu kahve alıp içtim. Aşırı şekerli buzlu kahve, kurumuş bedenime nüfuz etti.
Ömrümün son üç ayında neden otomatlardan kötü yemekler seçtiğimi sorarsanız, başka bir şey bilmiyordum. Olduğum kişi, konfor alanından çıkıp şık bir restoranda yemek yeme seçeneğine hiç sahip olmamıştı. Yıllar süren yoksulluk, hayal gücümü tamamen köreltmişti.
Daireme döndüğümde, bir kalem ve defter alıp yapmak istediklerimi madde madde yazmaya karar verdim. İlk başta yapmak istediklerimden çok yapmak istemediklerimi düşünmek daha kolaydı, ama yazarken ölmeden önce başarmak istediğim bazı şeyler aklıma geldi.
Ölmeden Önce Yapılacaklar Listesi: - Üniversiteye gitme - Çalışma - İstediğin bir şey için kendini tutma - Lezzetli bir şeyler ye - Güzel bir şeylere bak - Vasiyet yaz - Naruse ile görüş ve konuş - Himeno ile görüş ve ona hislerini anlat
“Yerinde olsam bunu yapmazdım.“
Arkamı döndüğümde Miyagi’nin köşede oturmak yerine arkamda durduğunu gördüm. Omzumun üzerinden yazdıklarımı okuyordu.
Şaşırtıcı bir şekilde, işaret ettiği madde “Himeno ile görüş ve ona hislerini anlat“tı.
Miyagi soruma cevap vermek yerine, “Bu Himeno kişisi çok şey yaşamış,“ dedi. “On yedi yaşında doğum yaptı. Sonra liseyi bırakıp on sekizinde evlendi ama bir yıl sonra boşandı. Şimdi yirmisinde, ailesiyle yaşıyor ve bebeğini büyütüyor. İki yıl sonra kendini atlayarak öldürecek. Ve son mesajı son derece karanlık olacak... Eğer şimdi onu görmeye gidersen, iyi bir şey olmaz. Hem Himeno seni zar zor hatırlıyor. On yaşındayken yaptığınız o özel sözü kesinlikle hatırlamıyor.“
Konuşamadım. Sanki ciğerlerimdeki tüm hava çekilmişti.
“...Benim hakkımda bu kadar çok şey mi biliyorsun?“ sonunda mırıldandım. Paniklememeye çalışarak sordum: “Az önce söylediklerine bakılırsa, gelecekte olacak her şeyi de biliyorsun gibi görünüyor. Öyle mi?“
Miyagi birkaç kez gözlerini kırpıp başını iki yana salladı.
“Bildiklerim, sizin ömrünüzün geri kalanında olabilecek şeyler, Bay Kusunoki. Tabii ki bu noktada böyle bilgiler anlamsız. Ömrünüzü satarak geleceğinizi büyük ölçüde değiştirdiniz. Ve olabilecek şeylerden sadece en önemli olayları biliyorum.“
Defterden gözlerini ayırmadan, Miyagi saçını tutup kulağının arkasına attı. “Görünüşe göre Himeno sizin için çok önemli biriymiş. Hayatınızın özeti tamamen onunla ilgili.“
“Sadece nispi olarak,“ diye itiraz ettim. “Bu sadece başka hiçbir şeyin benim için çok önemli olmadığı anlamına geliyor.“
“Haklı olabilirsiniz,“ dedi Miyagi. “Şu an size söyleyebileceğim tek şey, Himeno’yu görmeye gitmenin zamanınızı boşa harcamak olacağı. Sadece onunla ilgili anılarınızı mahvedecek.“
“Endişen için teşekkürler. Ama o anılar çoktan mahvolmuştu.“
“Yine de size zaman kazandırdım, değil mi?“
“Belki. Bu arada, insanlara gelecekle ilgili böyle rahatça bilgi vermenize izin var mı?“
Meraklı bir ifadeyle baktı. “Eğer bu soruyu size geri yöneltebilirsem, neden bunu yapmamam gerektiğini varsaydınız?“
İyi bir cevap bulamadım. Eğer bu gelecek bilgisini kullanarak sorun çıkarmaya çalışsaydım, Miyagi basitçe merkezi arayıp geri kalan ömrümü sonlandırabilirdi.
“Özünde, sadece hepinizin ömrünüzün geri kalanını huzur içinde geçirmenizi istiyoruz,“ diye açıkladı. “Bu yüzden size geleceğinize dayalı tavsiyeler veriyor ve size zarar verebilecek eylemlerden sizi uzaklaştırıyorum.“
Başımı kaşıdım. Ona sert bir şekilde cevap vermek, ona saldırmak istiyordum.
“Belki yaptığınız şeyin beni incinmekten veya hayal kırıklığından koruduğunu düşünüyorsunuz. Ama aynı zamanda yaptığınız şeyin beni incinme veya hayal kırıklığına uğrama özgürlüğünden mahrum bıraktığını da söyleyemez misiniz? Diyelim ki... diyelim ki bunu doğrudan Himeno’dan duymak istedim, sizden değil, böylece beni incitebilirdi. Tek yaptığınız, istenmeyen yere burnunuzu sokmak oldu.“
Miyagi açıkça rahatsız olmuş bir şekilde iç çekti.
“Anlıyorum. Sadece iyi bir insan olduğumu düşünmüştüm. Eğer durum buysa, o zaman söylediklerim düşüncesizce olmuş olabilir. Çok özür dilerim,“ dedi ve bana eğilerek selam verdi. “Ama şunu da söyleyeyim,“ diye devam etti, “bundan sonra olacaklardan adalet veya dürüstlük beklemeyin. Gelecek yaşamınızı sattınız. Bu, acımasız ve mantıksız ilkelerle işleyen bir dünyaya atladığınız anlamına geliyor. Burada özgürlüğünüz veya haklarınız için tartışmanın neredeyse hiçbir anlamı yok. Bunu kendiniz yaptınız.“
Sonra Miyagi odanın köşesine döndü ve bacaklarını tekrar kollarıyla sardı.
“Ama bu seferlik, incinme veya hayal kırıklığına uğrama özgürlüğünüze saygı duymayı seçeceğim ve listenizdeki diğer maddeler hakkında yorum yapmayacağım. Başkalarına aşırı zarar vermediği sürece dilediğinizi yapmakta özgürsünüz. Sizi durdurmayacağım.“
Zaten yapacağım şey buydu. Bana söylemene gerek yok, diye düşündüm.
Miyagi’nin yüzünden geçen hafif üzüntü ifadesini fark ettim. Ama bu ifadenin ne anlama gelebileceği üzerine çok da düşünmedim.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.