Hâlâ uykuluydum… Ama sabah mı oldu yoksa? Gözlerimi açtım—göz kamaştırıcı bir ışık içeri süzülüyordu.
Sabah olmuş! Doğruldum oturduğum yerden. Al acaba uyanmış mıdır?
Gözümü onun yatağına çevirdim. Hâlâ yatıyordu.
“Sabah! Sabah oldu!“ diye seslendim neşeyle. Bazen üstüne atlayarak uyandırırdım ama o zaman çok bağırıyordu, bu yüzden bir süredir yapamıyordum onu.
Al biraz acılı bir sesle bana döndü.
“Kaç saat?”
Kaç saat mi… Saatin kaç olduğunu öğrenmek mi istiyordu? Bir keresinde bana saati nasıl okuyacağımı öğretmişti ama... çok karışıktı, anlamamıştım.
“Ah, pardon. Sen hâlâ saati okuyamıyorsun, değil mi...”
Al yavaşça doğrulup gözlerini ovuşturdu. Saçları darmadağınıktı.
Sendeleyerek kalktı, üstünü giymeye ve saçını düzeltmeye başladı. Ben de aynı şekilde hazırlandım. Üstümü en azından kendim giyebiliyordum tabii ki!
“...Kurdelan yamuk.”
...Yani, çoğunlukla kendim giyinebiliyordum. Sonunda biraz yardım etti Al, ve böylece yepyeni bir güne hazırdım artık.
Bugün de yine bana “evi koru” dedi ve odadan çıktı. Dün de götürmemişti beni, daha öncesinde de… Halbuki gerçekten onunla gitmek istiyordum!
Yanaklarımı şişirip sessizce surat astım. Küçük kasabalarda beni yanında götürüyordu, ama burası gibi büyük bir şehirde hep odada kalmamı istiyordu.
Kaybolmayayım diyeymiş… Ama ben o kadar kolay kaybolmam ki! …Muhtemelen.
Odada öylece oturmak çok sıkıcıydı. Acaba şarkıcı abla uyanmış mıdır? Belki gidip onunla yine konuşabilirim. Birkaç zıplamayla kapının koluna yetiştim—“klik“ diye açıldı. Bu kapıların kolları benim için birazcık fazla yüksekteydi... Kapıyı ittim ve uzun bir koridora çıktım. Dün burada kaybolmuştum ve sonra koca bir maceraya sürüklenmiştim. Malikâneler gerçekten de çok büyük oluyormuş! Ama bugün büyük ihtimalle sorun yaşamazdım. Şarkıcı abla uyanık olduğunda, hep aşağıdaki o büyük, meydan gibi salonda olurdu. Dünkü konuşmamızda uşak amca oraya “ziyafet salonu” demişti. Ortada kocaman yuvarlak bir masa vardı, çevresi sandalyelerle doluydu, ve şarkıcı abla orada oturur, kasaba halkıyla konuşur ya da şarkılar söylerdi. Ve bunu yaparken gerçekten çok mutlu görünüyordu. Kasabalılar da öyle. Aşağıya, ziyafet salonuna indim ama şarkıcı abla henüz orada değildi. Onun yerine uşak amca temizlik yapıyordu. “Ah, Bayan Efi. Günaydın.” Yüzünde kocaman bir gülümsemeyle karşıladı beni. “Günaydın!” diye yüksek sesle bağırdım. Çünkü onun benden önce selam vermesine izin veremezdim! Güçlü selamım, dağın tepesinden haykırmak gibi, malikânenin içinde yankılandı. “Şarkıcı abla nerede?” “Ah, sanırım Mischa şu anda banyo yapıyor. Bugün öyle bir havası vardı.”
Demek şarkıcı abla banyodaymış. Sabah sabah banyo yapmak güzel bir şey mi acaba? Ben sadece geceleri banyo yapmıştım, o yüzden bilmiyordum.
“O zaman seninle konuşalım, amca!” Madem şarkıcı abla ortada yoktu, uşak amca da olurdu. Elindeki paspasa birkaç saniye baktı, sonra iç çekti. “Sanırım olur. Zaten çoğunu bitirmiştim.” Harika! Galiba bu, uşak amcayla gerçekten konuşabileceğim ilk seferdi. O hep malikanede oraya buraya koştururdu. Belki şarkıcı abladan farklı şeyler anlatırdı bana. “Bekle burada,” dedi. Ben de yuvarlak masanın etrafındaki sandalyelerden birine oturup bekledim. Kısa bir süre sonra elinde bir tabak ve bir fincanla geri döndü. “Ooh! Tatlılar!” Tabakta daha önce hiç görmediğim tatlılar vardı. Rengârenktiler, tombiştiler ve aşırı tatlı görünüyorlardı! Gözlerimin nasıl parladığını görünce anlatmaya başladı: “Bunları daha önce hiç görmedin mi? Bunlara makaron denir. Yakındaki tatlıcıda satılır. Oldukça lezzetlidirler.” Bir tanesini avucuma bıraktı. “Buyur.” Elimde sağa sola eğdim. Makaron, avucumda döne döne dans etti. Sonra minik bir ısırık aldım. Ağzım yumuşak ve tatlı bir lezzetle doldu. Çoook lezzetli! “Oldukça memnun görünüyorsun. Bu iyi,” dedi uşak amca ve ardından bana bir fincan uzattı. Fincan çay doluydu. Çayı tanıyordum, çünkü daha önce içmiştim. “Ne kadar şeker istersin?” “Çoook!”
Cevabımdan şaşırmış gibiydi, ama çocukça bir gülümsemeyle baktı. Fincanıma iki küp şeker attı, sonra küçük bir kaşıkla karıştırdı. Ardından yanımdaki sandalyeye oturdu.
“Uşak amca, sen şarkıcı ablayla uzun zamandır arkadaş mısın?” Birden aklıma geldi bu soru. Her ne kadar kendisi onun uşağı olduğunu söylüyor olsa da, bana epey samimi görünüyorlardı.
“Evet, doğru. Bu kasabada uzun zamandır arkadaşız biz,” dedi, kendi çayını fincana dökerken.
“Peki, hep şarkı söylemeyi mi severdi?”
“Evet. Hep çok sık şarkı söylerdi. Ben de Mischa’nın şarkılarını o zamandan beri çok severim.”
Sıcacık bir gülümsemeyle baktı bana. Sabah ışığı yüzünü aydınlatıyordu. Gerçekten de şarkıcı ablayı çok seviyor gibiydi.
Ve içten içe anlıyordum—yalan söylemiyordu. İçimi ısıtan bir duygu doldu içime.
Birisi doğruyu söylediğinde, hele de sevdiği bir şey hakkında konuşuyorsa… insanın içi nedense aydınlanıveriyordu. Ben o hissi seviyordum.
Gerçi... Eğer dünyada hiç kimse yalan söylemeseydi, ben açlıktan bayılabilirdim.
“Al’dan duymuştum, birileriyle uzun süre vakit geçirince bazen kavga edermişsin. Sen hiç şarkıcı ablayla kavga ettin mi?”
Uşak amca fincanı dudaklarına götürmek üzereydi ama bu sorumla birlikte tekrar tabağa bıraktı.
“Biz... hiç kavga etmedik, şimdi düşününce. Ama mantıklı düşünürsek, bu garip olmalı.”
Mantıklı düşünürsek mi? Ne demek istemişti ki? Sözleri kafamda koca bir soru işareti bıraktı.
Yalan söylüyormuş gibi hissetmiyordum. Muhtemelen. Ama Al yanımda olmadan emin olamıyordum.
“Günaydın!”
Düşüncelere dalmışken, şarkıcı abla üstü başından buharlar yükselerek neşeyle yanımıza geldi.
“Günaydın, şarkıcı abla!”
Gözleri kırpıştı, sonra bana baktı.
“Günaydın... şey, Efi!” Adımı söylemeden önce ufak bir duraksama oldu ama ardından sıcacık bir gülümsemeyle karşıladı beni.
Küçük bir duraksamaydı sadece. Ama o küçücük zaman aralığı... bana biraz garip geldi.
π√√πππππππππππ
Dünden devamla, bugün de saatlerce kasabada dolanmıştım ama işe yarar tek bir bilgi bile bulamamıştım.
“Acaba bu mavi kuş gerçekten var mı ki...?”
Gerçekten de, artık kuşun varlığından bile şüphe duymaya başlamıştım. Sorduğum tüm kasaba halkı aynı şeyi söylüyordu:
“Mavi kuş sayesinde mutluyuz.” Ufak tefek kelime farklılıklarıyla da olsa, hepsi aynı ifadeyi neşeyle tekrar ediyordu.
Evet, mavi kuş bu kasabada oldukça popüler bir efsaneye benziyordu. Ama bu işte bir tuhaflık yok mu?
Belki de mavi kuş bir tür puttu. Bu işin içinde biraz inanç kokusu vardı. Bazı insanlar başlarına gelen kötü şeyleri kendilerine değil, tanrısal cezaya bağlar ya... O hâlde bunun tersi de çok tuhaf sayılmazdı.
“Yine de tamamen ipuçsuz kaldığım söylenemez.”
Bir seçenek daha vardı. Dün sakallı adamdan duyduğum, ama o anda görmezden geldiğim bir şey:
Kasabanın kasvetli halkıyla konuşmak...
Dünden bugüne hep neşeli olanları seçmiştim konuşmak için, ama...
kasvetli insanlar. Çünkü “canavar olabilirler, dikkatli ol” dedikodusu hâlâ kafamda dönüp duruyordu. Her zaman beladan uzak durmaya çalışırdım.
Ama şimdi elim kolum bağlıydı ve bu şekilde devam edersem, bu kasabaya gelmiş olmam bile tam anlamıyla zaman kaybı olacaktı.
Yani başka seçenek yok. Elbette kendimi koruyacak kadar güçlüyüm.
Ceketimin ve pantolonumun ceplerine gizli silahlarımı kontrol ederek, gölgede kalmış bir aralık sokağa girdim, içine kapanık kasaba halkından birilerini aramak için.
Sigh...
Büyük bir ağacın gölgesine oturup soluklandım.
Kasabayı baştan sona dolaşmıştım. Dar sokaklardan geniş caddelere, girilmedik köşe bırakmamıştım. Daha önce burada burada gördüğüm o durgun suratlı insanlar ise bugün tamamen kayıptı. Tek bir tanesi bile yoktu ortalarda.
Belki onlar da benden kaçınıyordu. Hafızamı zorlayıp ipuçları aradım—ve ilk gün dedikodu yapan yaşlı kadınları hatırladım.
“Onların o malikânede kalmasına izin vermek doğru mu?” —Evet, tam olarak bunu söylemişlerdi.
Malikânede kalanlar, Mischa ve Phil... onlar hakkında şimdiye dek garip bir şey hissetmemiştim. Malikâneye girip çıkan insanlarda da— gerçi Mischa’nın şarkılarına biraz fazla hayran gibiydiler ama— hepsi rahat, neşeli insanlardı. Hiçbiri şüpheli görünmüyordu.
Ama... “hepsi neşeli insanlar” olması biraz düşündürücüydü. Belki de karamsar olanlar, oraya gitmeyi bile hiç düşünmüyorlardı.
başkasının evine.
Bu düşünceler aklımda dolanırken, biri önümden geçti. Ağacın arkasına saklanıp onu izledim. Yüzü bulutlu bir gökyüzü kadar asık, genç bir adamdı.
“...Bir dakikanız var mı?”
Çevik bir hareketle onun önüne çıktım ve yüzüme bir gülümseme kondurdum. Şaşırmış gibiydi, hafif bir çığlık attı.
“U-uhbh...”
“Seyahatteyim, şey... Sadece bir şey sormak istiyorum. Gerekirse size bir ödül de verebilirim,” dedim, sesimi zayıf tutarak. Yoldan geçen, zararsız bir yabancı gibi davranmak en iyisiydi. Karşı taraf kötü niyet hissetmediği sürece bu, güven kazandırırdı.
“Hayır... ödüle gerek yok. Eğer sadece bir dakikaysa sorun değil,” dedi genç adam.
Burada konuşmak istemediğini söyleyerek beni yakındaki bir banka götürdü. Fazla laf etmeden onu takip ettim.
Banka oturduktan sonra, konuşmaya başlamadan önce o benden önce davrandı.
“Şey... Bu kasabaya iki gün önce gelen yolcu sizsiniz, değil mi? Söylenenlere göre size benziyorsunuz. O malikânede kaldığınız doğru mu?”
Biraz afalladım. Bu kadar hızlı konuşmaya başlamasını, üstelik doğrudan bunu sormasını beklemiyordum.
“Evet, doğru... O malikâneyle ilgili bir şey mi var?”
“Yani... malikâneyle ilgili evet, ama sanki tüm kasabada garip bir şeyler dönüyor gibi...” Başını önüne eğdi, yüzü karanlık bir ifadeye büründü.
“Garip bir şeyler mi?”
Hemen dikkatimi çekmişti ama doğrudan sormak, ters tepebilirdi. Bu yüzden sadece söylediklerini tekrarlayıp sustum—kendi ağzından dökülmesini bekledim.
“...Hani şu neşeli kasabalılar var ya. Aşırı kaygısız, şaşırtıcı derecede umursamaz olanlar. Bizim aramızda onların canavar olabileceğine dair söylentiler var...”
Donup kaldım. Demek ki bu karamsar insanlar da, neşeli olanlardan şüpheleniyordu. İki taraf da diğerini canavar olmakla suçluyordu.
“Son zamanlarda garip hikâyeler duyuyoruz. Ölmüş bir dedenin sokaktan yürüyüp geçmesi, sanki hiçbir şey olmamış gibi... Ya da uzaklara taşınmış bir sevgilinin bankta oturup kahkaha atması... Herkesin morali çökmüş durumda. Bir de o malikânedeki şarkıcının, şarkılarıyla hayaletleri çağırdığına dair söylentiler var.”
“Taşınmış biri illa ki ölmüş olacak diye bir şey yok. Belli bir iş için geri gelmiş olması çok da garip sayılmaz, değil mi?”
“Şey, aslında... o kişi benim eski sevgilim. Ayrıldık ve taşındı, yani hâlâ hayatta mı bilmiyorum… Ama buraya dönecek bir işi olduğunu sanmıyorum.”
Yine de, bu tek başına hayaletler ve canavarlar hakkında hüküm vermek için yeterli bir sebep sayılmazdı. Ama bu karamsar insanların bakış açısından düşününce, bu şüpheleri çok da şaşırtıcı sayılmazdı.
Etraflarında mantıksız olaylar dönüyordu. Ve onlar, en azından azıcık tutarlılığı olan bir açıklamaya tutunmaya çalışıyorlardı— delirmediklerini kendilerine kanıtlayabilmek için.
“Bu yüzden kimse ne malikâneye yaklaşır, ne de o neşeli insanlara. Senin de o malikânede kaldığını duyduk, ve... Şey, bu doğrudan sorulabilecek bir şey değil ama...”
...bir hayalet misin, onu merak ediyordum.”
Aha—demek bu yüzden bu kasvetli kasabalılar benden uzak duruyordu. Beni bulamıyor olmamın sebebi de buydu. Kasaba büyük olsa da, iki günde bir söylenti herkesin kulağına ulaşabilirdi. Ve birine ne kadar uzak dur denirse, o kişiyi bulmak da bu kasabada yabancı olan biri için o kadar zor olurdu.
“Demek mesele buymuş... Ama hayır, ben hayalet değilim. İstersen dokunup emin olabilirsin.”
“Ah, şimdi seninle konuşunca anladım zaten. Ama ilk konuştuğumuzda bayağı ürkmüştüm. Bir an, beni öteki tarafa götürmeye geldin sandım…”
Genç adam hafifçe buruk bir gülümsemeyle sırıttı. Ben de gülümsedim. Belli ki çabuk inanıyordu her şeye. Ama bitkinliği düşünülünce, sağlıklı düşünmekte zorlanmasına da hak verirdim.
“Benim de sormak istediğim bir şey var. Mavi kuşu duydun mu hiç?”
“Mavi kuş... Hmm, evet. Bu kasabada eskiden beri anlatılan bir efsane vardır onunla ilgili. Ama sadece bir efsane. Gerçi son zamanlarda onun gerçekten var olduğuna dair söylentiler dolaşıyor... Ama o söylentiler de, başka tuhaf hikâyelerle birlikte yayılmaya başladı. Yani doğru olsa bile, kimseye mutluluk getirmiyor.”
Genç adam konuştukça yüzü karardı. Yalan söylediğine ihtimal veremiyordum. Sözlerinin doğruluk payı yüksek görünüyordu.
Başka bir deyişle, mavi kuş efsanesinin yeniden ortaya çıkışı— diğer tuhaf söylentilerle aynı döneme denk gelmişti. Bu da onun etrafında dönen hikâyelere bir kat daha gerçeklik kazandırıyordu.
“Anlattığın her şey için çok teşekkür ederim.”
“Rica ederim... Ama lütfen dikkatli ol, yabancı. Çünkü sen de...”
...gerçekten de öte tarafa sürüklenebilirsin, şaka yapmıyorum.”
Bunu dedikten sonra genç adam ayağa kalktı, birkaç kez başını eğerek selam verdi ve hızla uzaklaştı.
Böylece sonunda bu “kasvetli” denilen kasaba halkından biriyle de konuşmuş olmuştum. Ve görünüşe göre bu kasabanın insanları, birbirlerini canavar ya da hayalet olmakla suçluyordu—öyle şeyler.
Bu işin neden bu hâle geldiğini hâlâ bilmiyordum. Ama mavi kuşun bu olayların içinde bir şekilde parmağı olduğuna artık neredeyse emindim.
“Mutluluk getirmek denen şeyin pek de sevimli olmadığı kesin.”
Omuz silktim ve bankta geriye yaslandım. Çevreme hızlıca göz gezdirip, cebimden bir kutu ve çakmak çıkardım. Kutunun içine baktım—birkaç sigara hâlâ duruyordu.
Birini çıkardım ve yaktım. Eskiden sürekli içer, aralıksız yakardım; ama Efi geldikten sonra gitgide azaltmıştım. Tüylü bir muhbir bana, sigara dumanının ejderhalar için zararlı olduğunu söylemişti.
Bir keresinde Efi’nin ateş püskürme yeteneğinin böyle zamanlarda işe yarayıp yaramayacağını merak etmiştim... ve ona sigaramı yaktırmıştım.
Sonuç olarak, yanan tek şey sigara olmamıştı.
Şimdi dönüp düşününce, neden böyle aptalca bir deney yapmak istedim bilmiyorum. Belki de sırf meraktı. ...Ama sırf merakın ne kadar tehlikeli olabileceğini o gün öğrenmiştim.
“...Tadı pek iyi değil.”
Havada süzülen beyaz dumanı izlerken, dalıp gittim.
Belki de markası farklıydı ondan hoşuma gitmemişti, ya da sadece, kötü anılarımı aklıma getirdiği içindi. Ama ne olursa olsun... içimde pek iyi bir his bırakmadı.
İkinci bir sigaraya uzanmayı düşündüm ama… burada daha fazla vakit harcamaya değmezdi.
İç çektim, iyice kısalmış sigarayı bankın yanındaki küllüğe bastırarak söndürdüm ve paketi tekrar cebime tıktım. Güneş çoktan alçalmaya başlamıştı.
Bugünlük bu kadar. Kötü bir şeylerin yaklaşmakta olduğunu hissediyordum. Ama buraya kadar gelmişken, eli boş dönemezdim.
“Seni bulacağım, yemin ederim…”
Can güvenliğim tehlikeye girmediği sürece, ne kadar derine inmem gerekirse o kadar inecektim. Hayatımı riske atmak istemem, ama onun dışındaki çoğu şeyi göze alırım. Tüm bu işin detaylarını öğreneceğim ve o fötr şapkalı muhbiri köşeye sıkıştırıp yüklü bir para alacağım. Bu işten elim boş çıkmak gibi bir ihtimal yok.
Bu düşünceler… herhangi bir sigaradan çok daha fazla rahatlattı beni.
“Oh, hoş geldin. Dışarıda epey oyalandın…”
Malikaneye döndüğümde, bir sandalyeye oturmuş olan Mischa döndü ve sıcak bir şekilde karşıladı beni. Dün olduğu gibi Efi’nin üstüme atlayacağını neredeyse kesin gözüyle beklediğimden, bu karşılama biraz afallattı.
“Ah, merhaba… Ha? Efi nerede?”
Salona şöyle bir baktım, ama hiçbir yerde görünmüyordu. Yoksa yine kayboldu mu?
“Ah, endişelenmene gerek yok.” Mischa, yuvarlak masanın öteki tarafını eliyle işaret etti—görüş alanımın dışında kalan yöne.
Başımı çevirip baktım ve orada Efi’yi gördüm—Mischa’nın kucağını yastık yapmış, derin uykudaydı.
“…! Özür dilerim, galiba size epey yük oldum...”
“Hiç olur mu? Sadece biraz yorgun görünüyordu, benimle konuşurken. Eğer ortada bir suç varsa, o tamamen bana ait.”
Mischa hafifçe kıkırdadı ama bu bana göre hiç de gülünecek bir şey değildi. Efiii… Derin uykusundayken ona öylece sinirli sinirli baktım.
Efi’yi uyandırıp uyandırmamaya karar veremeden önce, Mischa bana bir soru yöneltti.
“Görünüşe göre bugün epey dışarılarda dolaşmışsınız. Bir şey mi arıyordunuz?”
“Evet, öyleydi... Yine çok bitkin mi görünüyorum?”
“Eh, evet. Sadece gezmeye çıkmış biri için biraz fazla yorgun görünüyordunuz.”
Yüzüme bir gülümseme kondurmaya çalışıyordum ama demek yorgunluk yine de yüzümden okunuyordu. Zaten kolay bir çocukluk geçirmemiştim ama... son birkaç gündür yorgunluğum bambaşka bir boyuttaydı sanki.
“Bu kadar merak mı ettim sizi?” dedim acı bir gülümsemeyle. O da başını salladı.
“Hahaha, affedersiniz. Siz orada sakin sakin keyif yaparken, ben gelip böyle perişan bir hâlde oturuyorum...”
“Ah, benim için hiç sorun değil.”
Mischa gülümsedi—ama bu kez, içimde hafif bir gariplik hissi oluşmaya başladı.
“Neyse, ben erken yatacağım bu gece. ...Ve Efi’yi de yanıma alıyorum.”
Onu nazikçe salladım ama bu, Mischa’nın kucağını da titrettiği için daha dikkatli olmak zorunda kaldım. Sonunda Efi’yi yavaşça kucağıma aldım. Omzuma yerleştirdim ama hâlâ uyanmadı. Gerçekten de tam anlamıyla bayılmış gibiydi.
“Onu ne kadar rahat taşıyorsunuz,” dedi Mischa, beni izlerken.
“Endişelenmeyin. Bu bizim için sıradan bir gün.”
Başımı eğip selam verdim ve üst kattaki odamıza doğru hızla yürüdüm.
“…Gerçekten uyuyor musun, ha?”
“Süüüper uyaaaanığım!” dedi Efi, her zamankinden daha boğuk bir sesle.
Odaya adım attığım anda uyanıvermişti. Ben de onu yatağa bıraktım. Ama az önce resmen bayılmış gibiydi, o yüzden... böyle oldu işte.
“Peki, hadi toparlayalım elimizdeki bilgileri.”
“Tamaaam…”
Onun halsizce çıkan cevabını görmezden gelip topladığım bilgileri özetlemeye başladım.
“Kasaba halkı ikiye ayrılıyor: Neşeli insanlar ve kasvetli insanlar. Ve her iki taraf da, diğerinin insan dışı bir şey olduğuna inanıyor. Bu konuda ne düşünüyorsun?”
“Hımm… Şarkıcı ablayı görmeye gelenlerin hepsi neşeliydi. Ve kimse de, yani... kasvetli insanlarla ilgili bir şey anlatmadı bana.”
Demek ki buraya gelen kimse, Efi’ye o tuhaf söylentileri anlatmıyordu. Zaten bu tür konulara kafayı takmadıysan, muhtemelen hiç de lafı geçmiyordur.
“Peki... sırada da garip gelen şeyler var. Her zamanki gibi, senin de aklına bir şey gelirse söyle.”
Efi başını salladı. Ya da dur... uyukluyor muydu yine? Çenesini hafifçe çimdikledim—bir anda irkildi ve başını kaldırdı.
“İlk olarak... Mischa bana şunu sordu: ‘Görünüşe göre bugün dışarılarda epey dolaşmışsınız. Bir şey mi arıyordunuz?’”
“Bunda garip olan ne var ki?” diye sordu Efi, kafasını eğerek.
“Dün de dışarı çıktım. Ondan önceki gün de. Ama bunu sadece bugün sordu. Tabii bu, tek başına bir anlam ifade etmeyebilir; belki de sadece bugün dikkatini çekmiştir, o kadar.”
Bence durumu oldukça net açıklamıştım ama Efi...
Efi başını soldan sağa sallayıp duruyordu. Sanki sallanan başlı bir oyuncak gibi görünüyordu.
“İşte... ‘bugün’ kelimesi garip geliyor. Dediğim gibi, bugün dışarıya ilk çıkışım değildi. Yani, o kelimeyi özellikle söylemek için bir sebep var mıydı?”
“Hımm... Belki? Belki de yok?”
Evet, anlamadığı belliydi. Cümlesinin sonuna iliştirdiği o “belki de yok?” kısmı her şeyi açık ediyordu.
Tabii ki Efi’yle konuşmak aslen kendi zihnimdeki bilgileri düzenlemek içindi, o yüzden çok da büyük bir mesele sayılmazdı.
“Ah, ama benim de buna benzer bir şeyim var!”
Bunu duymak beni gerçekten şaşırttı. Genelde sadece sorduğum sorulara cevap verirdi— kendi kendine bilgi getirdiği pek nadirdi. Gerçi... Henüz ne diyeceğini bilmiyordum tabii.
“Bu sabah, uşak amca bana tatlılar getirdi. Adı, şey... makaron muydu? Ve ben onları yedim! Hem pofuduklardı hem de tatlı!”
“Makaron hakkında bilgi aramıyorum.”
Nedense makaron konusunda biraz fazla heyecanlanmıştı, o yüzden sözünü kestim.
“Yani... Evet! Sonra şarkıcı abla banyodan dönmüştü. Ben de onunla tatlıları yerken konuştum. Ve bana şöyle dedi: ‘Demek tatlı şeyleri seviyorsun, öyle mi Efi?’”
“Anlıyorum...”
Evet, bu garipti. Efi’nin tatlıları sevdiği daha ilk günden belliydi. Sonuçta o kurabiye krizimizi Mischa bizzat gözleriyle görmüştü.
Ve sonrasında Efi kurabiyeleri yemek için surat astığında, Mischa ne demişti? “Afiyetle ye, tatlı düşkünü Efi!” Evet, aynen böyle demişti.
Ama eğer öyleyse, başka bir şey garipti. Efi yanındayken Mischa o sözleri söylemişti ve… hiçbir şey olmamıştı. Eğer o bir yalan olsaydı, mutlaka bir tepki olurdu.
Çünkü Efi’nin bir yeteneği vardı: Yalanları sezmek. Efi’nin kendisi bu yalanları bilinçli olarak algılıyor muydu, o kısım meçhuldü— ama bu yetenek, insanlar yalan söylediğinde tepki verirdi. Ve Efi, bu yalanları besin olarak kullanabiliyordu.
Yalanlar… insanın üstüne yapışan bir şeydir. Özellikle suçluluk ve pişmanlıkla dolu olanlar. Bunlar birikerek daha büyük bir karanlığa dönüşür. Bazen bir insan, tamamen yalanlarının esiri olur. O zaman… işler karanlığa sürüklenir.
Ama Efi, insanların içinde birikmiş o yalanları hissedebilir, onları görünür hâle getirebilir ve— onları yiyebilirdi.
Tabii bu yeteneğin algılayamadığı yalanlar da vardı. Özellikle, yalan söyleyen kişi söylediği şey için hiçbir pişmanlık duymuyorsa...
Efi’nin önünde soğukkanlılıkla yalan söyleyebilen tek kişiler, gerçekten usta yalancılardı. Kısacası... benim gibi iğrenç tipler.
Ama Mischa’nın böyle biri olduğunu hayal bile edemezdim. O zaman geriye tek bir olasılık kalıyordu...
“...Sanırım yarın bizzat gidip Mischa’yla konuşacağım.”
Onunla doğrudan konuşmadan, hiçbir şeyi kesinleştiremezdim. Bu yüzden, yarın dışarı çıkmadan önce mutlaka uğrayacaktım.
...Düşününce, Efi hiçbir şey dememişti. Normalde “hmm” falan derdi söylediklerime. Başımı çevirip baktım—elleri ayakları dört bir yana açılmış, çoktan uyuyakalmıştı.
Cidden bu kadar mı konuştular…? Mischa hiç yorgun görünmemişti. Şarkı söylerken sesi öyle güçlü çıkıyordu ki, görünüşünün ötesinde bir dayanıklılığı olmalıydı.
Düşüncelerim artık iyice dağılmaya başlamışken, Efi’yi usulca kaldırdım ve diğer yatağa taşıdım. Üzerini örtmeye çalıştığımda ise örtüyü tekmesiyle geri itti. ...Dünyanın en iyi uyuyanı sayılmazdı.
Yorganı tekrar üzerine çektim ve kendi yatağıma döndüm. Şansım yaver giderse, yarın büyük bir ilerleme kaydedecektim.
Bu son düşünceyle birlikte… gözlerim yavaşça kapandı. Ve uykuya daldım.
[???]
“Mischa, şarkı söylemeyi seviyor musun?”
“Evet,” diye başını salladı. “İyi hatırlıyorum. Adımı… ve şarkı söylemeyi sevdiğimi. Sevdiğim ailemi. Hepsini iyi hatırlıyorum.”
Gülümsedi—ama içinde hafif bir hüzün saklıydı. Onu böyle üzgün görmek istemiyordum.
“Ben senin şarkılarını çok seviyorum, Mischa.”
“Hihi. Ne güzel.”
Kendimi hafifçe yukarı kaldırdım, bankta oturduğumuz yerden ona biraz daha yaklaştım.
“Evet, evet. Senin bunu söylüyor olmanı çok seviyorum. O yüzden eminim, hatırlayacağım.”
İçimde tuhaf bir heyecan ve hüzün hissettim. Nasıl sonuçlanacağını biliyordum. Mischa hatırlasa da, hatırlamasa da.
“Ben hatırlayacağım.”
Mischa bir an duraksadı, ardından bana doğru döndü.
“Ben… hatırlayacağım,” diye tekrarladım, bu kez kendimi ikna etmek ister gibi. Mischa “Öyle mi…” dedi ve usulca gülümsedi.
Kendini koruyamıyordu. Ona içten içe musallat olan o canavardan… kendini savunamıyordu.
Bu yüzden onu ben korumak istiyordum. Bir sebebi yoktu. Sadece… içimden geçen buydu.
“Sen iyi birisin, Phil.”
Ve o sırada yüzünde beliren o ifadeyi— ben hâlâ unutamıyorum.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.