Yukarı Çık




0   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   2 


           
Çeviri: Animeci_Reyiz

Bölüm 1: Oyun Yazarı ve Otomatik Anı Bebeği 

Roswell, yemyeşil doğayla çevrili pastoral güzellikte bir başkentti. Dağ eteklerine kurulu bu kasaba, birkaç yüksek dağın arasında öylece duruyordu ki, tüm bu manzara adeta bir tabloyu andırıyordu. Ancak nüfuzlu insanlar arasında Roswell, yazlık evleriyle -daha doğrusu tatil köşkleriyle- ünlüydü.  

İlkbaharda çiçeklerle coşan dağlar ve nehirler gözlere şenlik sunardı. Yazın, turistler bölgenin tarihini öğrenmek için en büyük şelalenin yolunu tutardı. Sonbaharda dökülen yaprakların yağmuru her kalbi hüzünle doldururdu. Kışın ise tüm manzara sessiz bir dinginliğe bürünürdü. Dört mevsimin geçişleri bu denli belirgin olduğundan, dönem dönem gelen ziyaretçileri memnun etmek için fazlasıyla malzemeye sahip bir yerdi burası.  

Dağ eteğindeki şehre bağlı pek çok villa, rengârenk boyanmış ahşap evlerden oluşuyordu. En küçük arsasından en büyüğüne kadar bölgedeki arazi fiyatları oldukça yüksekti; dolayısıyla burada bir villaya sahip olmak, başlı başına bir servet göstergesiydi.  

Şehir, turistler için açılmış dükkânlarla dolup taşardı. Tatil günlerinde, bu dükkânlara bağlanan ana cadde kalabalıklaşır; arkada çalan neşeli melodiler havaya karışırdı. Bu çeşitlilikle kimse, burası bir taşra kasabası olsa da, alay edemezdi. İnsanlar genellikle konfor için villalarını şehir içinde yaptırır, bunun dışında bir yerde villa inşa edenler ise eksantrik birer yabancı olarak görülürdü.  

Şimdilerdeyse, sonbaharın o puslu gökyüzü ve süzülen bulutları hüküm sürüyordu. Dağ eteğinden uzakta, pek de gözde sayılmayan bir gölün kenarında tek başına duran bir kulübe vardı. Gelir sahibi birine ait olduğunu belli edercesine gösterişli özelliklere sahip, geleneksel tarzda bir evdi bu. Fakat aynı zamanda umursamaz birinin elinde kalmışçasına bakımsızdı; terk edilmiş bir havası vardı.  

Akarak solmuş beyaz boyalı kemerli kapısının ardında, yabani otlarla ve isimsiz çiçeklerle dolu bir bahçe, bir de tamir görmeyeceği belli çürümüş kırmızı tuğlalardan bir duvar uzanıyordu. Çatıdaki kiremitlerin bazı yerleri kırılmış, bir zamanlar düzgün dizilmişken acımasızca dağıtılmış gibiydi. Evin girişinin yanında sarmaşıklar tarafından sarılıp sarmalanmış, artık hareket edemeyecek durumda bir salıncak duruyordu. Bu, bir zamanlar burada çocukların olduğunun, ama artık olmadığının bir kanıtıydı.  

Evin sahibi, Oscar adında orta yaşlı bir adamdı. Bu isimle, yazarlık sektöründe bir oyun yazarı olarak kendini kanıtlamıştı. Kızıla çalan saçları ve kalın çerçeveli gözlükleriyle türlü tuhaflıkları olan biriydi.
Çocuksu bir yüzü ve hafif öne eğik duruşuyla, aslında olduğundan daha genç gösteriyordu. Üşümeye yatkın olduğundan, her daim kazak giyen bu adam, herhangi bir hikâyenin başkahramanı olabileceğine dair en ufak bir iz taşımayan, sıradan bir insandı.

Bu ev, Oscar’ın yazlık villası değildi; burada bir ömür geçirme arzusuyla, samimi bir şekilde inşa edilmişti. Yalnızca kendisi için değil, eşi ve küçük kızı için de... Üçüne yetecek kadar geniş olan bu evde şimdi yalnızca Oscar yaşıyordu. Diğer ikisi çoktan bu dünyadan göçüp gitmişti.

Oscar’ın eşinin ölüm nedeni bir hastalıktı. Adı o kadar uzun ve karmaşıktı ki, telaffuz etmeye çalışanlar en baştan vazgeçerdi. Basitçe ifade etmek gerekirse, kan damarlarının hızla pıhtılaşması ve tıkanarak ölüme yol açmasıydı. Üstelik bu hastalık kalıtsaldı ve eşi, bunu babasından miras almıştı. Ailesindeki yüksek ölüm oranı yüzünden yetim kalan eşinin, akrabası olmadığı için hep yalnız hissettiği gerçeğini ise Oscar, onu kaybettikten sonra öğrenecekti.

“Bilseydin hasta bir kadınla evlenmek istemeyebilirsin diye korktuğundan, bunu hep gizli tuttu.“

Bu sözleri ona, eşinin en yakın arkadaşı söylemişti. Cenaze töreninde bu gerçeği öğrendiği andan itibaren, Oscar’ın kafasında tek bir soru yankılanıp durdu:

“Neden? Neden? Neden?“

Eğer bana önceden söyleseydi, ne kadar pahalı olursa olsun birlikte bir çare arardık. Biriktirdiğimiz tüm paraları, masraf ne olursa olsun harcardık...

Oscar’ın eşinin onunla para için evlenmediği aşikardı. Tanıştıklarında Oscar henüz bir oyun yazarı değildi. Sık sık gittiği bir kütüphanede karşılaşmışlardı ve o eski kütüphanecinin -o güzel insanın- farkına varan ilk kişi Oscar’ın kendisiydi.

――Onun... çok güzel biri olduğunu düşünmüştüm. Sorumlu olduğu yeni kitaplar köşesi her zaman ilgi çekiciydi. O kitaplara aşık olurken, bir yandan da ona aşık oldum.

“Neden?“ sorusu milyonlarca kez tekrarlandı zihninde. Başka her şey silinip gitmişti.

Eşinin en yakın arkadaşı, hayırlı bir insandı. Karısının ölümüyle içine kapanan Oscar ve küçük kızıyla bizzat ilgileniyor, tüm enerjisiyle onlara destek oluyordu. Kendini unutup bütün gün aç kalan Oscar’a sıcak yemekler hazırlıyor, annesinin ördüğü saçları artık kimsenin örmediği ağlayan küçük kızın saçlarını örüyordu. Belki de bu çabada biraz da tek taraflı bir aşk vardı.

Bir keresinde, Oscar yüksek ateşle yatarken, defalarca kusan kızını hastaneye götüren de o olmuştu. Kızının annesiyle aynı hastalığa yakalandığını ilk fark eden de babası değil, annesinin bu en yakın arkadaşıydı.

Sonrasında yaşananlar yavaş ilerlemişti ama Oscar’ın gözünde bir anda olup bitivermişti. Karısının hastalığı sırasındakinin aksine, bu sefer sadece en ünlü ve rakipsiz doktorlara başvurdular. Bir büyük hastaneden diğerine koşuyor, yeni ilaç denemeleri için bilgi topluyor, insanlara yalvarırcasına yardım istiyorlardı.
İlaçlar ve yan etkileri aynı madalyonun iki yüzüydü. Kızı her ilaç içişinde ağlıyordu. Sevdiklerinin çektiği acıyı görmek Oscar’ın zaten yıpranmış kalbini daha da kemiriyordu.

Ne kadar yeni tedavi denerse denesin, kızının durumu düzelmiyordu. Sonunda tüm kaynaklar tükenince doktorlar pes etti ve onu “tedavisi imkansız“ olarak ilan ettiler.

“Acaba karım öteki dünyada yalnız mı hissediyor kendini...“ gibi saçma düşünceler zihninde dönüp duruyordu. “Lütfen onu da yanına alma“ diye yalvardı mezarı başında, ama ölülerin cevap verecek ağzı yoktu.

Oscar ruhen tükenmişti ama asıl çöküş, o güne kadar onlarla birlikte hastane hastane gezen karısının arkadaşında geldi. Durumu gittikçe kötüleşen kızla ilgilenmekten bitap düşen kadın, yavaş yavaş hastaneden uzaklaştı ve sonunda Oscar ile kızı tamamen yalnız kaldılar.

Günlük ilaç rejimi yüzünden, bir zamanlar beyaz süt üzerindeki gül yapraklarını andıran kızının yanakları sararıp çirkin bir şekilde çökmüştü. Bal gibi kokan, altın rengi saçları ise hızla dökülmüştü. O halini görmeye dayanamıyordu. Gerçekten de bakmaya tahammül edemediği bir manzaraydı bu. 
Sonunda Oscar doktorlardan biriyle tartışarak kızına sadece ağrı kesici verilmesini sağladı. Kalan kısa ömrünün tamamen ıstırapla geçmesini istemiyordu.

O günden sonra küçük bir huzur dönemi başladı. Sakin günler... Uzun zamandır ilk kez kızının gülümsemesini görmek... Eski mutlu günlerin son kırıntıları böyle devam etti. 
Öldüğü gün hava çok güzeldi - her şeyin rengini ortaya çıkaran bir sonbahar günü. Gökyüzü pırıl pırıldı. Pencereden kırmızı ve sarıya boyanmış ağaçlar görünüyordu.

Hastane bahçesinde vaha gibi bir çeşme vardı ve suyun yüzeyinde çevreden düşen yapraklar usulca süzülüyordu. Suya düştüklerinde, bir mıknatıs tarafından çekilircesine birikerek hafifçe dalgalanıyorlardı.

Kızı, yaprakların ne kadar güzel olduğunu söylemişti. 
“Yaprakların sarısıyla suyun mavisinin karışımı çok güzel. Baba, acaba ben bunların üstünde yürüyebilir miyim? Düşmeden?“  

Çocukça bir fikirdi bu. Yaprakların kısa sürede yerçekimi ve onun ağırlığına yenik düşerek batacağı ortadaydı. Yine de Oscar bunu söylemedi.  

“Bir şemsiyen olsaydı, rüzgarı da kullanarak belki başarabilirdin,“ diye şakayla karışık cevap verdi. Kurtarılamayacak olan bu çocuğu, azıcık da olsa şımartmak istiyordu.
Cevabını duyan kızı, gözleri ışıldayarak gülümsedi.  
“Bana bir gün gösterirsin, değil mi? Evimize yakın olan gölde, sonbaharda dökülen yapraklar suyun üstünde toplandığında...“  

Bir gün.
Bir gün mutlaka gösterecekti ona.
Sonrasında kızı bir öksürük krizine tutuldu ve aniden öldü.  

Cansız bedenini kollarına aldığında ne kadar hafif olduğunu fark etti. Ruhu çoktan uçup gitmiş bir ceset için bile fazla hafifti. Hıçkırıklara boğulan Oscar, acaba gerçekten yaşamış mıydı yoksa uzun bir rüya mı görmüştü diye kendine sordu.  

Kızını, karısının yanına defnetti ve bir zamanlar üçünün birlikte yaşadığı eve dönerek sessizce hayatına devam etti. Oscar’ın, yazdığı senaryolar her yerde kullanıldığı için, açlıktan ölmesini imkansız kılacak kadar birikmiş bir serveti vardı.  

Kızı ve karısı için yıllarca yas tuttuktan sonra, eski meslektaşlarından biri ona tekrar bir senaryo yazıp yazamayacağını sordu. Sektörde sadece ismi kalmış, varlığı silinmiş Oscar için, herkesin saygı duyduğu bir tiyatro topluluğundan gelen bu teklif bir onurdu.  Tembel, savruk, kederle yoğrulmuş günler... İnsan, üzüntüden de mutluluktan da çabucak sıkılan ve sonsuza dek bunlardan birine bağlı kalamayan bir varlıktı. Doğası buydu. Oscar teklifi anında kabul ederek bir kez daha kalemi eline almaya karar verdi. Ancak sorunları tam da bu noktada başladı.

Çirkin gerçeklerden kaçmak için içkiye başlamıştı. Aynı zamanda güzel rüyalar görebilmesini sağlayan bir ilaçtı bu. Bir doktorun yardımıyla alkol ve uyuşturucuyu bırakmayı başarmış ama elinde bir titreme kalıcı olmuştu. İster kağıda yazsın, ister daktilo kullansın, bir türlü düzgün ilerleyemiyordu. Ancak yazma arzusu hâlâ göğsünde duruyordu. Tek yapması gereken, bunu kelimelere dökebileceği bir yol bulmaktı.  

Kendisine bu teklifi yapan eski meslektaşına danıştığında, adam ona şu cevabı verdi:  
“İşe yarayabilecek bir şey var. Bir Otomatik Anı Bebeği kullanmalısın.“  

“O da ne?“  

“Dünyadan bu kadar kopuk olman... hayır, daha çok dünyaya bu kadar kapanmış olman endişe verici. Çok meşhurlar. Bugünlerde oldukça uygun fiyata kiralanabiliyorlar. Evet, bir tane sipariş etmelisin.“  

“Bir bebek... bana yardım edebilir mi?“

“Onlar profesyonel yazıcılar,“ dedi meslektaşı.

Oscar, daha yeni öğrendiği bu aletin adını zihninde tekrarladı: ’Otomatik Anı Bebeği’. İşte onunla tanışması böyle başlamıştı.

Dağ yolunda ilerleyen bir kadın belirdi. Yumuşak, örgülü saçları koyu kırmızı bir kurdeleyle toplanmış, narin bedeni ise kar beyazı kurdeleli bir elbiseyle sarılıydı. Yürüdükçe ipek pileli eteği zarifçe dalgalanıyor, göğsündeki zümrüt broş ışıkla dans ediyordu. Elbisenin üzerine giydiği ceket ise ona tezat oluşturan Prusya mavisiydi. Pratiklik için giydiği uzun deri botları ise derin bir kakaolu kahverengiydi.

Ağır görünümlü tekerlekli çantasını çekiştirerek Oscar’ın evinin beyaz kemerli kapısından içeri girdi. Tam ön bahçeye adım attığı anda, gürültülü bir sonbahar rüzgarı esti. Kırmızı, sarı ve kahverengi ölü yapraklar, onun etrafında dans etmeye başladı.

Belki de bu yaprak perdesi yüzünden görüş alanı bir anlığına bulanıklaştı. Kadın göğsündeki broşa sıkıca yapıştı. Fısıltıdan bile alçak bir sesle bir şeyler mırıldandı - yaprak yağmurunun hışırtısından daha sessiz, kimsenin duyamayacağı şekilde havada eriyen bir mırıltı.

Yaramaz rüzgar dinip de yapraklar yerleşince, kadının tedbirli havası da dağıldı. Hiç tereddüt etmeden, siyah eldivenli parmağıyla kapı ziline bastı. İnleyen zil, cehennemin derinliklerinden gelen bir çığlık gibi yankılandı. Kısa bir süre sonra kapı açıldı. Evin sahibi, kızıl saçlı Oscar, ya yeni uyanmış ya da hiç uyumamış gibi dağınık kıyafetleriyle misafirin karşısına çıktı.

Kadına bakan Oscar hafifçe şaşkınlığa uğramıştı. Acaba bu tuhaf kıyafeti yüzünden miydi, yoksa fazla mı etkileyiciydi? Hangisi olursa olsun, derin bir nefes alması gerekti.

“Siz... Otomatik Anı Bebeği misiniz?“

“Kesinlikle. Müşterilerin dilediği her hizmet için her yere koşarım. Otomatik Bebekler Servisi’nden, Violet Evergarden.“ Masallardan fırlamışçasına güzel olan bu sarışın, mavi gözlü kadın, yapay bir gülümseme takınmadan, monoton bir sesle cevap verdi.

Violet Evergarden adındaki bu kadın, sıradan bir bebek gibi ketum ama bir o kadar da büyüleyici bir görünüme sahipti. Altın sarısı saçlarının arasından görünen okyanus mavisi gözleri, süt beyazı teni üzerinde pembemsi çiçek tomurcuklarını andıran yanakları ve parlak, alımlı kiraz kırmızısı dudaklarıyla adeta dolunay gibi kusursuz bir güzelliği vardı. Göz kırpmasaydı, herhangi bir galeride sergilenen nadide bir sanat eseri sanılabilirdi.

Oscar’ın Otomatik Anı Bebekleri hakkında hiçbir bilgisi yoktu, bu yüzden her şeyi eski iş arkadaşının ayarlamasını istemişti. 
“Birkaç gün içinde gönderilecek,“ denmişti ve bekleyişin ardından karşısında Violet belirmişti.

Postacının küçük, robotik bir bebek getireceğini sanmıştım... İnsana bu kadar benzeyen bir android olacağını hiç düşünmemiştim... Kendimi buraya kapattığımdan beri medeniyet ne kadar da ilerlemiş?

Oscar dünyayla bağlarını oldukça koparmıştı. Gazete ya da dergi okumuyor, neredeyse hiç kimseyle görüşmüyordu. Arkadaşları dışında iletişim kurduğu tek insanlar marketteki kasiyer ve ara sıra paket getiren kuryelerdi.

Araştırma yapmayıp her şeyi başkasının ayarlamasına izin verdiği için şimdi pişman oluyordu. Bir zamanlar üç kişilik bir aileye ev sahipliği yapan bu yerde, insana benzeyen bir varlığın bulunması tuhaf bir uyumsuzluk yaratıyor ve acı bir tat bırakıyordu içinde.

――Sanki aileme ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum...

Violet, Oscar’ın bu iç hesaplaşmalarını anlamaya çalışmadan, kendisine gösterilen geniş salon koltuğuna oturdu. İkram edilen siyah çayı usulca içti ki bu, günümüz makinelerinin ne kadar geliştiğinin bir göstergesiydi.

“İçtiğin çaya ne oluyor?“

Soruya hafifçe kafasını eğdi. “Zamanla vücudumdan atılacak... ve toprağa karışacak?“ diye yanıtladı. Oldukça makine bebeğine yakışır bir cevaptı bu.

“Dürüst olmak gerekirse... şaşırdım. Hmm, hayal ettiğimden biraz farklısın.“

Violet bir an kendi görünümüne şöyle bir baktı, ardından hâlâ ayakta duran ve kendisini izleyen Oscar’a döndü.  

“Beklentilerinize uymadıysam, ek ücret talep edebilir miyim?“  

“Hayır... ’beklenti’ denemez...“  

“Efendim bekleyebilirse, Şirket’ten başka bir bebek göndermelerini isteyebilirim.“  

“Öyle demek istemedim... unutun gitsin. Çalışabildiğin sürece sorun yok. Zaten gürültücü bir tip gibi durmuyorsun.“  

“İsterseniz, daha sessiz nefes de alabilirim.“  

“O kadarını... yapmana gerek yok.“  

“Buraya Efendimin asistanı olarak geldim. Otomatik Anı Bebekleri’nin adını lekelememek için sizi memnun etmek adına çalışacağım. Kullanacağım araçlar ister kalem kağıt, ister daktilo olsun fark etmez. Lütfen beni dilediğiniz gibi kullanın.“  

O devasa, elmas kesimli mavi gözleriyle ona dik dik bakarken bu sözleri söylemesi, Oscar’ın kalbini bir an hızlandırdı. “Peki,“ diyerek başını salladı.  

Kiralama süresi iki haftaydı. Bu süre zarfında ne olursa olsun bir hikâyeyi tamamlamaları gerekiyordu. Oscar iradesini toplayarak onu çalışma odasına götürdü ve hemen işe koyulmayı planladı. Ancak işler öyle yürümedi - Violet’ın ilk yaptığı şey yazmak değil, odayı temizlemek oldu.  

Aynı zamanda yatak odası olan bu çalışma alanı, Oscar’ın kirli giysileri ve son yemeğinden kalan artıklarla dolu bir tava ile berbat bir haldeydi. Açıkçası, içeri adım atacak bir karış boş alan bile yoktu.  

Violet iri göz bebekleriyle ona baktı. “Beni böyle bir yerin ortasına mı çağırdın?“ der gibiydi bakışları.  

“Üzgünüm...“  

Burası açıkça çalışılacak bir oda değildi. Tek başına kaldığından beri oturma odasını kullanmayı bırakmıştı, bu yüzden orası hâlâ temizdi. Ancak sürekli girip çıktığı yatak odası ile mutfak ve banyo feci durumdaydı.  

Oscar Violet’ın mekanik bir bebek olmasına şükretti. Görünüşteki yaşı 10’lu ya da 20’li yaşların ortalarında gibiydi; böyle utanç verici bir manzarayı gerçek bir genç kadına göstermek istemezdi. Yaşı ilerlemiş olsa da, bir erkek için bu durum içler acısıydı.  

“Efendim, ben bir yazıcıyım, hizmetçi değil,“ dedi Violet, ancak çelişkili bir şekilde çantasından beyaz fırfırlı bir önlük çıkarıp gönüllü olarak her şeyi toplamaya başladı.  

İlk gün böylece sona erdi.  

İkinci gün, ikisi çalışma odasına oturup işe koyuldular. Oscar yatağına uzanmış, Violet ise masadaki daktilonun başında oturuyordu.  

“O... dedi ki,“ diye dikte ederken Oscar, Violet korkutucu bir hızla körleme yazı yöntemiyle her harfi sessizce yazıyordu. Şaşkınlıkla izledi onu. “Epey... hızlısın ha.“  

Övgüyü duyunca, Violet dirseklere kadar uzanan siyah eldivenlerinden birini çıkardı ve kolunu gösterdi. Metalikti. Parmaklar diğer bölgelerden daha sert ve robotik görünüyordu.

“Pratikliği ön planda tutan bir ajans tarafından istihdam ediliyorum. Esterk Şirketi’nin standartlarına göre dayanıklılık seviyem yüksek ve normal bir insan vücudunun yapamayacağı hareketleri gerçekleştirebiliyorum ki bu oldukça etkileyici. Efendimin söylediği her kelimeyi eksiksiz kaydedebilirim.“

“Öyle mi? Ah, hey, az önce söylediklerimi yazmana gerek yok, sadece senaryo için olan kısımları yaz.“

Oscar dikte etmeye devam etti. Süreç içinde birçok kez mola verdiler ama ilk gün için işler iyi gidiyordu. Sonuçta, hikâyenin konsepti sadece onun zihninde saklıydı ve şimdiye kadar hiçbir yere kaydedememişti.

Oscar konuştukça, Violet’ın hem iyi bir hikâye dinleyicisi hem de mükemmel bir yazıcı olduğunu fark etti. Başından beri sakin bir izlenim veriyordu ve çalışırken bu daha da belirginleşmişti. Talep etmediği halde, gerçekten de nefes sesini bile duymuyor, sadece daktilonun tıkırtılarını işitiyordu. Gözlerini kaçırdığında, daktilonun kendi kendine yazıyormuş hissine kapılıyordu. Ne kadarını yazdığını sorduğunda ise, ölçülü ses tonuyla okuduğu metinler dinlemesi keyifli bir deneyimdi. Onun anlatımıyla her şey ciddi bir kurgu hikâyesi gibi geliyordu kulağa.  

“Efendim, yazdıklarınızın karakterlerin duygularını yansıtmakta biraz zayıf kaldığını düşünüyorum. İzin verirseniz, bazı küçük edebi dokunuşlar yapabilirim.“

Oscar şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı. Bir makinenin edebi eleştiri yapması beklenmedik bir durumdu.  

“Yani... sen sadece yazmakla kalmayıp, düzeltebiliyor musun da?“

“Esterk Şirketi’nin en gelişmiş modeliyim. Duygusal analiz algoritmalarım ve 87.456 edebi eserin stil veritabanı sayesinde, insan yazarların bile gözden kaçırabileceği nüansları yakalayabiliyorum.“

Violet’ın mekanik parmakları daktilonun tuşları üzerinde zarif bir dansa devam ederken, Oscar kendisini sadece bir hikâye anlatıcısı değil, aynı zamanda bir öğrenci gibi hissetmeye başladı. Bu metalik sanatçı, kelimelere onun hiç beceremediği bir şiirsellik katıyordu.  
“Şu an yazdığımız sahnede, ana karakterin kayıp karısına duyduğu özlemi daha iyi yansıtmak için ’gökyüzüne bakarken’ yerine ’solgun ayın altında, bir zamanlar onunla paylaştığı yıldızlara boş gözlerle bakarken’ ifadesini öneriyorum.“

Oscar’ın gözleri nemlendi. Violet tam da hissettiği ama ifade edemediği duyguyu kelimelere dökmüştü. Belki de bu mekanik varlık, onun yıllardır içine gömdüğü acıyı kendisinden daha iyi anlıyordu.  

“Evet... evet, kesinlikle daha iyi oldu,“ diye fısıldadı boğazı düğümlenerek.  

Akşam olduğunda, normalde bir haftada zar zor tamamlayabildiği sayfa sayısını tek bir günde bitirmişlerdi. Üstelik bu, Oscar’ın kariyerindeki en dokunaklı yazılarından biri olmuştu. Violet masanın başından kalkarken, Oscar ona daha önce hiçbir asistanına söylemediği bir cümle kurdu:  

“Yarın... yine aynı saatte başlayalım mı?“  

Violet başını hafifçe eğdi. “Elbette, Efendim. Ben her zaman hazırım.“

O gece, Oscar yıllar sonra ilk kez huzurlu bir uyku çekti. Rüyasında, karısı ve kızı ona gülümsüyor, Violet ise arka planda durmaksızın güzel hikâyeler yazıyordu. Belki de, sonunda acısını paylaşabileceği birini bulmuştu - üstelik bu bir insan bile değildi.

Anlıyorum... tabii ki böyle bir şey popüler olurdu.
Oscar, Otomatik Anı Bebekleri’nin olağanüstülüğünü bizzat deneyimleme fırsatı bulmuştu. Ancak üçüncü güne kadar sorunsuz ilerleyen işler, dördüncü günden itibaren bir yazar tıkanıklığına dönüştü. Bu, yazarlar arasında yaygın bir durumdu: Zihinde canlanan sahneleri doğru kelimelere dökmenin imkansızlaştığı o lanet anlar.  

Yılların deneyimiyle Oscar, yazamadığı zamanlarla başa çıkmanın bir yolunu bulmuştu: Yazmaktan kaçınmak. Zorla yazdığı hiçbir şeyin iyi olmayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden Violet’a üzülse de onu beklemek zorunda kaldı. Boş oturmaması için temizlik, çamaşır ve yemek yapma gibi işleri üstlendi. Doğal olarak, Violet çalışkan yapısıyla bu görevleri büyük bir özenle yerine getirdi.  

Oscar’ın başkası tarafından pişirilmiş sıcak bir yemeği yemesi uzun zaman olmuştu. Sipariş veriyor ya da dışarıda yiyordu elbette, ama işten yorgun argın kendi hazırladığı alelacele yemekler çok farklıydı.  

Ağzında kremsi bir şekilde dağılan omlet pirinci. Doğu’dan bir tofu köftesi tarifi. Baharatlı sosla harmanlanmış renkli sebzeli birinci sınıf bir pilav. Dağlarla çevrili bu bölgede bulunması zor deniz ürünleriyle yapılmış bir graten. Yanında her zaman, içindekileri sormaktan kendini alamadığı salatalar ve çorbalar... Tüm bunlar karşısında içi hafifçe kıpır kıpır olmuştu.  

Oscar yemek yerken, Violet hiçbir şey tatmadan sadece izliyordu. Yemek saatlerinde kıpırdamadan oturuyor, sonra yiyeceğini söylüyordu. Sıvı tüketebildiği doğrulanmıştı ama katı yiyecekleri yiyemiyor olabilirdi. Öyleyse, gözünün önünde olmadığında yağ mı içiyordu? Bunu düşünürken aklına sur gerçeküstü bir görüntü geldi.  

―Birlikte yemek yesek... bir sakıncası olmazdı herhalde.

İçinden geçirdiği bu düşünceyi sesli söylemedi. Karısına hiç benzemiyordu belki ama mutfakta yemek yaparken sırtının silueti ona tanıdık bir duygu getiriyordu. Onu izlerken, nedensiz bir şekilde aşırı bir hüzün dalgasına kapıldı ve gözlerinin kenarları yanmaya başladı. İşte o an, bir yabancının günlük rutinine dahil olmasının ne demek olduğunu acı bir şekilde anladı.

Demek ki... şu anki yaşamım gerçekten de çok yalnızmış.

Violet’ın bir iş için evden çıkıp geri dönüşünü görmenin verdiği sevinç. Geceleri uykuya dalarken yalnız olmadığını bilmenin huzuru. Gözlerini açtığında, hiçbir şey yapmasa bile orada olacağı gerçeği... Tüm bunlar Oscar’a ne kadar yalnız bir insan olduğunu acımasızca hatırlatıyordu.  

“Efendim, yarın için alışveriş listesi hazırladım. Eksik bir şey var mı?“

Violet’ın o berrak sesiyle irkildi. Masanın üzerine bıraktığı kağıtta mükemmel bir el yazısıyla yazılmış malzemeler sıralanıyordu. Oscar listeye şöyle bir baktı, sonra ona doğru başını kaldırdı.  

“Hayır, gayet iyi görünüyor. Ama...“ Duraksadı. Yarın biraz dışarı çıkmak ister misin? Birlikte. Hava güzelse, belki o göl kenarına gidebiliriz.“
Violet’ın mavi gözleri bir an genişledi. Sonra her zamanki o ölçülü ifadesine geri döndü.  

“Elbette, Efendim. Eğer istediğiniz buysa.“

Oscar, bu basit diyaloğun ardından kalbinin nasıl da hızla çarptığını fark etti. Belki de yalnızlığın en kötü yanı, onu fark etmek için önce birinin varlığına ihtiyaç duymaktı. Ve şimdi, metal parmaklarıyla hayatına dokunan bu mekanik varlık, ona unuttuğu bir şeyi hatırlatıyordu:  

İnsan, yalnız yaşayacak şekilde yaratılmamıştı.
Parasız pulsuz değildi hayatında Oscar. Ama bu, sadece gerçekleri şeker kaplamayla örtbas eden ve kalbinin daha da katılaşmasını engelleyen psikolojik bir kalkandı. Hiçbir yarasını iyileştirmiyordu bu. Huyundan başka bir şey bilmediği bu varlığın bu kadar yakınında olması, uyandığında onu bıraktığı yerde duruyor olması, uzun süredir yalnız yaşayan Oscar’ın kapanmış kalbine işlemişti.

Violet’ın hayatına girişi, durgun bir göldeki küçük bir dalgalanma gibiydi. Bu akıntıya kapılanlar sadece önemsiz çakıl taşlarıydı belki, ama onun tatsız hayatı için rüzgarsız bir göle göre büyük bir değişimdi bu.

İyi miydi kötü mü? Karar vermesi gerekirse, iyi olduğunu söylerdi. En azından, Violet varken hissettiği hüzünden taşan gözyaşları, şimdiye kadar döktüklerinden çok daha sıcaktı.
Violet’la geçirdiği üç günün ardından Oscar yeniden ayağa kalktı. İlham aldığı şey belirli bir sahneydi.

Violet’a yazdırdığı hikaye, yalnız bir kızın maceralarıydı. Evini terk eden bu kız, birçok diyar geziyor, birçok insanla tanışıyor ve birçok olaya tanık olarak büyüyordu. Kızın ilham kaynağı, ölen kızıydı.

Hikayenin sonunda kız, ayrıldığı eve dönüyordu. Babası onu bekliyordu ama kız o kadar değişmişti ki tanıyamıyordu. Üzgün kız, ona geçmişte yaptıkları bir sözü hatırlatarak yakarıyordu - evlerine yakın gölde, suyun üstüne düşen çürük yaprakların üzerinde yürümeyi deneyeceklerdi.

“İnsanlar suda yürüyemez.“

“Sadece imgelemek istiyorum. Macerası sırasında bir su ruhunun lütfunu kazandığı için başaracak.“

“Yine de buna uygun değilim. Hikayedeki kız canlı ve sevimli derecede saf. Bu ise benimle hiçbir ortak yanı olmayan bir şey.“ diye itiraz etti Otomatik Anı Bebeği.

Oscar, Violet’tan ana karakterini taklit eden kıyafetler giymesini ve göl kıyısında biraz oynamasını istedi. Zaten temizlik, çamaşır ve diğer ev işlerini yaptırmıştı, şimdi de böyle bir lütuf istiyordu. Sanki her işi yapabilen biriydi Violet.

Violet gibi bir profesyonel bile şaşkınlıkla mırıldandı: “Ne zahmetli bir insan...“

“Saç rengin... biraz farklı belki ama kızım gibi sarı. Tek parça bir elbise giyersen mutlaka...“

“Efendim, ben sadece bir yazıcıyım. Bir Otomatik Anı Bebeği. Ne karınızım ne de metresiniz. Bir yedek de olamam.“

“B-Biliyorum! Senin gibi bir kıza öyle bir ilgim olamaz zaten. Sadece... görünüşün... eğer kızım yaşasaydı, sanırım... senin gibi birine dönüşürdü.“

Violet’ın sert reddi bu sözler karşısında gevşedi. “Gerçekten çok inatçı olduğunuzu düşünmüştüm... Demek küçük hanımınızı kaybettiniz?“ Hafifçe dudağını ısırdı. Yüz ifadesi, vicdanının sıkıştığını gösteriyordu.

Bu birkaç gün içinde Oscar onun hakkında bir şeyi anlamıştı: Violet, iyi ile kötü arasında kaldığında her zaman ’doğru’ olarak kabul edilene bağlı kalıyordu.

“Ben bir Otomatik Anı Bebeğiyim... Müşterilerimin isteklerini yerine getirmek istiyorum... ama bu iş kurallarımı ihlal ediyor...“

İçinde bir savaş veriyormuş gibi davranıyordu. Oscar suçluluk hissetse de son bir kez denedi: “Eğer eve dönen ve sözünü yerine getirmeye hazır, büyümüş kızın imgesini canlandırabilirsen, yazma isteğim geri gelecek. Bu doğru. Eğer bir ödül istersen, sana her şeyi verebilirim. Normal ücretinin iki katını ödeyebilirim. Bu hikaye benim için çok değerli. Yazmayı bitirmek ve hayatımın dönüm noktası yapmak istiyorum. Lütfen.“

“Ama... ben... bir giydirme bebeği değilim...“

“O zaman fotoğraf falan çekmeyeceğim.“

“Çekmeyi mi düşünüyordunuz?“

“Hafızama kazıyacağım ve sadece onunla yazacağım. Lütfen.“

Violet biraz daha somurtarak düşündü ve sonunda Oscar’ın ısrarına yenik düşerek kabul etti. Baskı altında zayıf düşen türden biri olabilirdi.

Oscar sonra kendini eve kapatma hayatını bir kenara bıraktı, dışarı çıktı ve Violet için şık kıyafetler ile bir şemsiye satın aldı. Kıyafet, mavi tek parçanın üzerine kurdele kemerli beyaz dantel bluzdu. Şemsiye ise bol fırfırlı, camgöbeği ve beyaz çizgiliydi. Violet’ın ilgisini çekmiş gibiydi, defalarca açıp kapattıktan sonra onu çevirdi.

“Şemsiye garip mi?“

“İlk kez bu kadar sevimli bir şemsiye görüyorum.“

“Kendin de sevimli kıyafetler giymiyor musun? Zevkine uymuyor mu?“

“Şirketin üstlerinin önerdiği kıyafetleri giyeriz. Ben pek moda mağazalarına gitmem.“

Sanki bir çocuk, annesinin söylediği gibi giyinmişti.

—Belki de... düşündüğünden çok daha gençtir.

Böyle düşününce, yetişkin görünümüne rağmen hafiften bir kız çocuğunu andırıyordu. Violet hâlâ fikrini değiştirmemişken, Oscar alışverişini bitirir bitirmez ondan üstünü değiştirmesini istedi.

Akşamüstüydü, dışarısı biraz bulutluydu. Yağmur yağacak gibi durmuyordu ama hava öyle hissettiriyordu. Sonbaharın geldiğini haber veren serin hava, henüz tenine işleyecek kadar soğuk değildi.

Önce dışarı çıkan Oscar oldu. Gölün yakınındaki tahta bir sandalyeye oturup piposunu yaktı. Violet geldiğinden beri kendine biraz çeki düzen verdiği ve sigara içmediği için, dumanın karnına işleme hissi dağılmıştı. Birkaç dakika havada uçuşan dumanlar...

Sonra, gıcırtılı bir sesle, giderek kötüleşen sarsıntıyla ön kapı açıldı. “Beklettiğim için özür dilerim.“ O, duygusuz sese doğru sadece başını çevirdi. “Sen...“  
“...beni fazla bekletmedin“ diyecekti ama nefesi bir an kesildiği için kelimeler boğazında düğümlendi. Şaşkınlıktan bir ünlem yutkundu, tıpkı Violet’ı ilk gördüğü andaki gibi. Saçlarını dağıtmış haliyle fazla muhteşemdi - öyle bir güzellik ki, başka hiçbir şeyi takdir etme fırsatı bırakmıyordu. Örgülü olan saçları şimdi yumuşakça omuzlarına dağılmış, uçları hafifçe kıvrılmıştı. Tahmin ettiğinden çok daha uzundu. Ve en önemlisi...  

―Eğer... kızım büyüyebilseydi... böyle olurdu.

Acaba süslenmiş halini göstermek için mi gelmişti? Bunu düşünürken göğsünde bir sıcaklık belirdi.  

“Efendim, verdiğiniz kıyafetleri giymiş halim yeterince iyi bir imge oldu mu?“ Sonbahar renklerinin dünyasında, insanüstü güzellikteki bu kız eteğini tutup bir kez dönmeyi denedi. “Bununla, o gölü geçiyormuş gibi poz vermem yeterli, değil mi? Ama Efendim, gerçekten yazmak istediğiniz sahne bu mu? Böyle etrafta dolanmaktansa, birkaç saniyeliğine bile olsa gölün üstünde koşmam daha iyi olmaz mı? Bana bırakın. Fiziksel aktivitelerde uzmanım ve kısa bir süreliğine de olsa beklentilerinizi karşılayabilirim.“

Violet her zamanki gibi ifadesiz ve kayıtsız bir şekilde açıklıyordu, aynı anda çok fazla duyguya boğulmuş ve ’aah’ ile ’uuh’ dışında cevap veremeyen Oscar’a hiç aldırmadan.  

Önünde duran, kızının tam zıttıydı. Aynı altın sarısı saçlara sahip olsa da, gözlerinde o tatlı parıltı yoktu.  

Violet, sıkıca tuttuğu kapalı şemsiyesini omzuna yasladı. Gölden geniş bir mesafede durmuş, su yüzeyini inceler gibi bakıyordu. Solmuş sonbahar renklerine bürünmüş dökülmüş yapraklar suyun üzerinde yüzüyordu.

Rüzgâr kararsızdı, bir esiyor bir dinliyordu. Oscar endişeyle, Violet’ın mekanik parmağının ucunu diliyle hafifçe yalayarak rüzgârın yönünü tespit etmeye çalışmasını izledi. Sarsılmaz bir kararlılıkla geri adım atarken, Oscar’a küçük bir tebessümle baktı.

“Endişelenmeyin. Her şey... Efendim’in arzusu doğrultusunda gerçekleşecektir.“

Bal rengi sıcaklık taşıyan bu güven verici sözlerin ardından, Violet geniş bir sıçrayış yaptı. Bir an önce hâlâ Oscar’dan uzaktayken, bir sonraki anda gözlerinin önünden bir rüzgâr hızıyla geçip gitmişti.

Göle adım atmadan önce, bu olağanüstü hızlı Otomatik Anı Bebeği toprağı öyle güçlü tekmeledi ki, etkisiyle zemin sarsıldı. O çelik gibi bacakları, insanı ürperten bir yüksekliğe sıçramayı mümkün kılıyordu. Sanki cennetin merdivenlerini tırmanacakmış gibi görünüyordu. Oscar’ın ağzı bu insanüstü hareket karşısında açık kalmıştı.

O andan itibaren her şey ağır çekimde gerçekleşiyor gibiydi. Kritik noktaya ulaştığında Violet, yanında taşıdığı şemsiyeyi kaldırdı ve göz alıcı bir hareketle açtı.
Bu, bir çiçeğin açılışı gibiydi. Şemsiyenin fırfırları zarifçe dalgalandı ve rüzgar, mükemmel zamanlamayı bilmişçesine onu ileri doğru itti. Eteği ve şemsiyesi havada yumuşak kavisler çiziyor, iç eteği hafifçe görünüyordu. Uzun örgü botları, suyun yüzeyindeki çürümüş yaprakların üzerine usulca bastı.

O an. O saniye. O kare. Bu sahne Oscar’ın hafızasına bir fotoğraf netliğinde kazındı. Şemsiyesi sallanan, eteği uçuşan bir kız, tam bir büyücü edasıyla gölün yüzeyine basıyordu.

Kızının kalbi durduğu günkü sözleri zihninde yankılandı:

“Bir gün...“

“Bana bir gün göstereceksin, değil mi? Evimize yakın o gölde, sonbaharda suyun üstüne dökülen yapraklar toplandığında.“ “Bir gün... Sana bir gün göstereceğim, baba.“

Bir ses... Unutmak zorunda kaldığı o kızın sesi zihninde çınladı.

—Hiç anlamamıştın, değil mi? Senin tarafından çağırılmaya devam etmek istiyordum, yüzlerce kez daha.

“Bana bir gün göstereceksin, değil mi?“

“Baba,“ diye kekeledi o tatlı ses, “Sana bir gün göstereceğim, baba.“

—Senin sesini duymak herkesten daha huzur vericiydi.

“Sana bir gün göstereceğim.“

—Ah, doğru. O sesinle bana safça eşlik ederdin. Bunu söylemiştin, değil mi? Bir söz vermiştik. Unutmuşum. Hepsin unutmuşum. Uzun zamandır seni doğru düzgün hatırlamaya cesaret edemedim, bu yüzden yeniden karşılaştığımıza sevindim. Bir illüzyon olsa bile seni gördüğüme sevindim. Benim zarif küçük hanımım. Benim, benim olan. En değerli insanımla paylaştığım hazinem. Biliyordum... ki bu asla gerçekleşemezdi. Yine de söz vermiştik. O sözün, senin ölümün... beni paramparça ederken, aynı zamanda bugüne kadar yaşamaya devam etmemi sağladı. Ve bugüne dek, kendimi sürükleyerek yaşadım. Senin izlerini arayarak, dağınık bir hayat sürdüm. Buna içerliyordum ama bu an... sen olmayan birinin sana benzemesi... bir an, bir tesadüf, bir karşılaşma ve bir kucaklaşmaydı. Bunu görmek istemiştim, gerçekten yeniden yaşama isteği uyandıracağını düşünerek. Adını hüzünden fısıldayamadığım sen. Ben... hep o zarif halini bir kez daha görmek istemiştim. Geride kalan son ailem. Hep, hep... seni görmek istedim durdum. Seni sevdim.

O kadar mutluydu ki gerçekten gülümsemek istedi, ama...

“Hıç... hıh... hıh...“

...sadece hıçkırıklar çıktı. Gözyaşları, Oscar’ın donmuş zamanını yeniden harekete geçirmek istercesine akıyordu.

“Ah... Tanrım...“

Bir saatin tik tak sesini duyuyordu. Daha önce donmuş olan kalbinin yeniden attığının sesiydi bu.

“Gerçekten, gerçekten...“

Elleriyle yüzünü kapattığında, ellerinin ne kadar çirkin şekilde kırıştığını fark etti. O ikisi öleli beri zamanı tam olarak ne kadar durmuştu?

“...ölmemeni... istemiştim...“ Yüzü buruşmuş, gözyaşları içinde mırıldandı, “Yaşamanı istemiştim... büyüyüp... serpilmeni...“

—...ve ne kadar güzelleşeceğini bana göstermeni. Seni öyle görmek istemiştim. O halini gördükten sonra, senden önce ölmek isterdim. Senden önce, senin elinden bakım görerek – böyle ölmek isterdim. Senin yerine... benim bakmamı gerektiren... o korkunç şekilde değil.

“Seni görmek istiyorum...“

Oscar’ın gözyaşları yanaklarından süzülüp yere damladı. Violet’ın gölün üzerinde yürüyüş sesi, onun ağlama dünyasında yankılandı. O parıltılı an gitmiş, nihayet hatırladığı kızının sesi yeniden unutulmuştu. Gülümseyen yüzün illüzyonu da, sabun köpükleri gibi yok oldu.

Oscar, ellerinin yanı sıra gözlerini de kapatarak görüş alanını kapattı. Artık ait olmadığı bu dünyayı reddediyordu.

—Ah, şu an ölseydim hiç fark etmezdi. Ne kadar yas tutarsam tutayım, geri gelmeyecekler. Kalbim, nefesim, lütfen dur. Karım ve kızım öldüğünden beri, zaten ölü sayılırdım. İşte bu yüzden, şimdi... tam da bu saniyede... vurulmuş gibi yere yığılıp kalmak istiyorum. Tıpkı yaprakları döküldüğünde nefes alamayan çiçekler gibi.

Yalvardı ama bu dileği milyonlarca kez tekrarlasa bile hiçbir şey değişmeyecekti. Zaten milyonlarca kez dilemiş olan o, bunu çok iyi biliyordu.

――Öleyim, ne olur öleyim… Eğer yalnız yaşamaktan başka çarem yoksa, bırakın ben de onlarla birlikte öleyim.
Ne kadar yalvarsa da, hiçbir dileği kabul olunmadı. Hiçbiri gerçekleşmedi. Ama yine de…
“Efendim!”
Onun ihmal ettiği dünyadan, zamanı kendisiyle birlikte durmuş olan bir varlığın sesi ulaştı kulağına. Soluk soluğa, zorlukla ona doğru ilerliyordu.
――Ben… hâlâ hayattayım.
Hâlâ yaşıyordu. Ve yaşarken, sevdiği ölülerin ardından silinip gitmek için çabalıyordu. Bu, sözle dile getirilerek kabul olunacak bir dua değildi; güneş ışığının dahi ulaşamadığı bir karanlığa gömülmüş gözlerinin önünde, yine de yalvardı.
“Tanrım… lütfen…”
――Eğer ölmeme daha vakit varsa, en azından kızım mutlu olsun o hikâyenin içinde. O hikâyede doyuma ersin. Ve benim yanımda olsun. Hep… yanımda kalsın. Sadece bir masalda bile olsa. Hayali bir kız çocuğu bile olsa… yanımda olsun.
Böyle dilemeden edemedi. Zira hayatı, kaldığı yerden devam edecekti.

Ağlamaktan yaşını başını unutan Oscar’ın önünde, gölden sırılsıklam çıkmış Violet belirdi. Üzerindeki giysiler perişan bir hâlde, her yanı su damlacıklarıyla kaplıydı. Ama yüzünde, şimdiye kadar hiç göstermediği kadar içten bir ifade vardı—bir tebessüm bile denebilirdi.
“Gördünüz mü? Üç adım yürüyebildim.”
Gözyaşları yüzünden hiçbir şey göremediğini belli etmeden, Oscar burun çekerek cevap verdi:
“Hm… Gördüm. Teşekkür ederim, Violet Evergarden.”
Sözlerine yalnızca bir teşekkür değil, aynı zamanda saygısını da sığdırmıştı.
――Teşekkür ederim, bunu mümkün kıldığın için.
Teşekkür ederim. Bu, gerçekten bir mucize gibiydi.
Her ne kadar bir Tanrı’nın varlığına inanmadığını söylese de, eğer varsa… kesinlikle oydu.
Violet ise ne Tanrı’yı yalanladı ne de doğruladı. Sadece şu yanıtı verdi:
“Ben bir Anı-Hatıra Bebeği’yim, Efendim.”

Ardından, Oscar gölden çıkınca sırılsıklam olmuş Violet için bir banyo hazırladı.
Yemeklere hiç katılmasa da, her gün tuvalete gidiyor ve kendisine verilen odada dinleniyordu. Gerçekten de insana çok benzeyen bir mekanik bebekti.
―Gerçekten, medeniyet ne kadar da ilerlemiş. Bilimin geldiği nokta hayret verici.

Makine bir kız olsa bile, ıslak giysilerle kalamazdı. Bu nedenle, sözde kusursuz vücudunun üzerine bir bornoz geçirdi ve banyoya yöneldi. Banyoyu düzenli olarak Violet’ten başka kimse kullanmadığı için, Oscar bir anlık dalgınlıkla kapıyı çalmadan içeri girdi… ve onun henüz hiçbir şey giymemiş hâlini gördü.
“Ah, af… affedersin… eeh?”
Şaşkınlıktan nefesi boğazında düğümlendi.
“EEEH?!”

Oscar’ın gözlerine yansıyan manzara, herhangi bir çıplak kadından çok daha büyüleyiciydi.
Altın sarısı saçları damla damla süzülüyordu. Tabloya konsa yumuşamayacak kadar derin ve güzel mavi gözleri… hemen altında zarifçe biçimlenmiş dudaklar… İnce bir boyun, belirgin bir köprücük kemiği, dolgun göğüsler ve zarif kıvrımlar… tümüyle dişi bir bedendi bu.

Omuzlardan parmak uçlarına kadar uzanan metal parçalar onun yapay kollarını oluşturuyordu. Ancak yalnızca kolları öyleydi. Üzerlerinde pek çok çizik olsa da, kollar dışında kalan tüm bedeninde şaşırtıcı biçimde gerçek bir ten vardı. Böylesine narin bir vücuda sahip biri, mekanik bir kukladan ziyade oldukça normal bir insan gibi görünüyordu.

O ana dek inandığı her şeyin, bu şok edici gerçek karşısında yerle bir olduğunu hisseden Oscar, gördüklerini tekrar tekrar teyit etmeye çalıştı.

“Efendi.” Violet, hayretle gözlerini dikmiş halde kendisine bakan adama sanki yargılar gibi bir ses tonuyla seslendi.

“UAAAAAAH! UAAAAAH! UAAAAAHAAAAAH!”

O olayın iki sonucu vardı: Biri Oscar’ın haykırarak attığı çığlık, diğeri ise yüzü pancar gibi kıpkırmızı kesilmiş halde, gözyaşları içinde, “Sen… sen gerçekten insan mısın?!” diye paniğe kapılarak bağırmasıydı.

Violet ise, üzerine bir havlu sararak gayet sade bir ifadeyle şöyle dedi: “Efendi gerçekten de başa bela bir insansınız.” Yanakları pembeleşmişti, başını biraz eğerek mırıldanmıştı bu sözleri.

‘Otomatik Anı Bebeği’. Bu isim artık uzun süredir herkesin bildiği bir şeye dönüşmüştü.

Onun yaratıcısı, mekanik bebekler üzerine çalışan bir araştırmacı olan Profesör Orlando’ydu. Eşi Molly ise bir romancıydı ve her şey onun görme yetisini yitirmesiyle başlamıştı. Molly görme yetisini kaybettikten sonra, hayatı boyunca yaptığı tek şey olan roman yazma becerisinden de mahrum kalmıştı ve bu durum onu giderek zayıflatan derin bir depresyona sürüklemişti. Eşinin bu haline daha fazla dayanamayan Profesör Orlando, ilk Otomatik Anı Bebeği’ni inşa etti. Bu bebek, bir insan sesiyle söylenen her şeyi kayıt altına alacak şekilde tasarlanmıştı—başka bir deyişle, bir “katip makinesi”ydi.

Ardından Molly’nin bazı eserleri dünya çapında edebiyat ödülleri kazanmış ve Profesör Orlando’nun icadı, tarihin akışında vazgeçilmez bir şey olarak anılmaya başlamıştı. Aslında bu bebeği yalnızca sevdiği eşi için yapmıştı ama zamanla birçok insanın desteğiyle yaygınlık kazanmıştı. Günümüzde Otomatik Hatıra Bebekleri makul bir fiyata satılmakta, hatta kiralanabilir ve ödünç alınabilir türleri de bulunmaktaydı. Ancak bu kiralık ya da ödünç alınan modeller yalnızca Otomatik Anı Bebeği’ne benzer özellikler taşıyan katip makineleriydi ve onlara da halk arasında aynı isimle hitap edilmekteydi.

Violet’e veda ettikten sonra, Oscar arkadaşından onun sektörde ne kadar meşhur olduğunu öğrendi. Arkadaşı, Oscar’ın başta onu gerçek bir Otomatik Anı Bebeği sanmasına çok gülmüş ve alaycı bir kahkaha patlatmıştı:
“Vay be, ne kadar da cahilsin! Böyle güzel bir makinenin var olabileceğine gerçekten mi inanıyordun?”
“Sen, onun mekanik bir bebek olduğunu söylemiştin…”
“Şimdiki insan uygarlığının teknolojisi henüz o seviyeye ulaşmadı. Gerçek mekanik bebekler var tabii, bazıları tatlı da olabilir. Ama ben sadece… içine kapanık, insanlarla pek iletişim kurmayan biri için iyi bir ilaç olacağını düşündüm. O kız… çok konuşmaz ama insanları iyileştirme gücüne sahip. Amacımıza hizmet etti, değil mi?”
“Evet.”
Violet gerçekten sessizdi, ama evet, gerçekten iyi bir kızdı.
“Violet Evergarden ile kıyaslanamazlar ama, bir dahaki sefere sana kalıcı bir asistan lazım olursa, yarı-insan olmayan bir katip makinesi gönderirim.”
Sonunda, Oscar’ın evine bir paket ulaştı. İçinde Violet Evergarden’dan tamamen farklı küçük bir bebek vardı. O, onun daktilosuyla söylediklerini kaydeden mekanik bir bebekti ve genellikle masasının üzerinde, sevimli bir elbise giymiş olarak duracaktı.
――Anladım. Kesinlikle olağanüstü bir şey bu.
“Ama onun yanında hiç değil…” Oscar, artık yanında olmayan kıza verdiği odaya bakarak acı bir gülümseme kondurdu. Eğer yalnız olduğunu söyleseydi, Violet’in ona ne diyeceğini çok iyi biliyordu.
“Efendi, gerçekten… başa bela bir insansınız.” Tatlı bir ses yankılandı odada. Sahibi, ifadesizdi ama sadece dudaklarının kenarları hafifçe yukarı kıvrılıyordu.
Yanında olmasa bile, bu sözü duyabileceğini hissediyordu.


Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


0   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   2