“Eğer buralarda haydut varsa, işte şuralarda çıkarlar,” dedi rehberleri; öyle kalın bir şivesi vardı ki neredeyse bilerek yapıyor gibiydi. Keçi derisinden yapılmış haritada, iki dağ sırası arasındaki bir geçidi işaret etti—çevrelenmek için adeta biçilmiş kaftan olan bir yerdi. “Salak değiller, canlarını tehlikeye atmazlar. Yükünüzün yarısını bırakırsanız, genelde geçmenize izin verirler. Zaten her üç geçişin birinde anca karşılaşıyoruz onlarla.”
İlginçti—bu oranla tüccarlar hâlâ bu rotayı kullanmayı göze alıyorlardı demek. Her seferinde saldırıya uğramadıklarını bildiklerinden, daha uzun ve masraflı alternatif yollar yerine bu geçidi tercih ediyorlardı.
“Bunu biraz pahalı bir yol ücreti gibi düşünün, beyim,” dedi rehber. “Zaten bu haydutlar, ne derler… doğru düzgün tiplerdendir.”
“Doğru düzgün haydut mu?” diye sordu Basen, sesine istemsizce sinirli bir ton kaçırarak. Maomao, haydutlarla karşılaşırlarsa Basen’in kendini tutup tutamayacağından endişelenmeye başladı.
Jinshi, kurak arazilere alışık bu yöre atlarına bayılmış gibiydi; arabada gitmek yerine binmeyi tercih ediyordu. Bu da Basen’in de mecburen ata binmesini gerektiriyordu. Sonuç olarak Maomao geniş arabada yapayalnız kalmıştı. Bazı çantaları kenara itip yere yatabileceği bir yer hazırladı. Sürekli oturmak poposunu ağrıtıyordu; biraz uzanmanın iyi geleceğini düşündü.
Maomao, olup olmayacağı belli olmayan şeyleri dert etmek zaman kaybıdır ilkesine sıkı sıkıya bağlıydı. Bu yüzden uyumaya karar verdi. Şansı yaver giderse, uyandığında haydut geçidini çoktan geçmiş olurlardı.
Ama ne yazık ki... şansı yaver gitmedi.
Dağların yarısına bile ulaşamadan, Maomao kendini arabanın içinde oradan oraya yuvarlanırken buldu. Atlar kişnedi ve araç aniden durdu. Uykulu gözlerini açık tutmaya çalışırken sırtını ovuşturdu; az önce bir yere çarpmıştı. Dışarı baktığında baskın yapan haydutlar görünmüyordu ama rehberleri Basen’e bir şeyler açıklıyor gibiydi.
“Ne oluyor?” diye sordu Maomao, arabacının yanına yaklaşarak.
“Ah, bizim önümüzdeki arabaya haydutlar saldırmış gibi görünüyor. Bir süre burada beklemek en iyisi,” dedi adam. Yani birkaç dakika burada oyalandıklarında kendilerine bir şey olmayacağını umuyorlardı. Saldırıyı atlatmış biri Basen’den yardım istiyordu. Maomao adamın ne dediğini duyamasa da, Basen’in öfkesini zor da olsa bastırabildiği belliydi.
Ta ki o adam Jinshi ve Basen’e bir şey gösterene dek. İkisi de bir anda bembeyaz kesildi. Jinshi, gösterilen şeyi eline alıp dikkatle inceledi.
Merakı ağır basan Maomao, hala saçları darmadağın halde olmasına aldırmadan arabadan indi. (Gerçi bu durumda “yatak saçı“ değil, “yer saçı“ mı demeliydi?) Daha Jinshi’nin yanına gidemeden, Basen atını şaha kaldırıp dört nala uzaklaştı. Jinshi birkaç korumaya Basen’in peşinden gitmelerini emretti ama o daha ağzını açamadan Basen gözden kaybolmuştu bile.
“Uyuyordun,” dedi Jinshi kısık bir sesle.
“Ne dediğinizi hiç anlamadım efendim,” diye karşılık verdi Maomao, masum bir ifadeyle.
“Yanağında tuhaf bir desen var.”
“Her neyse, neler oluyor?” diye sordu Maomao, yanağını eliyle ovalayarak. Jinshi sessizce, yardım istemeye gelen adamın getirdiği şeyi ona gösterdi: üzerine çiçek biçimli bir arma işlenmiş ahşap bir plaka. Maomao bunu tanımıştı; iç saraydaki her cariyeye özel bir arma verilirdi. Ama bu hangisine aitti?
“Baskına uğrayan araba, Lady Ah-Duo’nunmuş,” dedi Jinshi.
O burada ne arıyor? diye düşündü Maomao, ama bu soru için zamanı değildi. Ah-Duo gibi biri, haydutlara rüşvet vermenin yolunu elbette bilirdi. Gereksiz yere onları kızdıracak biri değildi.
“Cariye Lishu da onunla birlikteymiş,” dedi Jinshi. Bu, Maomao’nun bazı sorularını cevaplamıştı, ama aynı zamanda onu daha da endişelendirmişti. Doğuştan talihsiz olan Lishu’nun, prensipte iç sarayın dışına çıkmasına izin verilmemeliydi—ama bunu da sonra sorabilirdi.
“Gerçekten emin misiniz, efendim?” diye sordu yardım istemeye gelen adam. Maomao şöyle bir bakınca, onu Ah-Duo’nun villasından tanıyor gibiydi. Büyük ihtimalle Jinshi’nin kim olduğunu bilmiyordu. Sanırım korumalar hakkında bir şey soruyordu—haydutların kaç kişi olduğunu bilmek mümkün değildi ama Basen ve peşinden giden birkaç koruma toplamda beş kişiden fazlası değildi. Jinshi’nin elinden gelen en fazlası buydu; kendini de savunmasız bırakmamalıydı. Ama Basen’i neden öne yollamıştı? Ah-Duo’nun durumunu kontrol etmesi için belki. Umarım bir şey olmamıştır.
Jinshi, şaşırtıcı bir rahatlıkla, “Tek başına da idare ederdi,” dedi. “Eğer zamanında yetişebilirse.”
“Ha?”
Maomao, bunun ne anlama geldiğini çok geçmeden anlayacaktı.
Onlara yetiştiklerinde, bağlanıp domuz gibi yere serilmiş bir grup haydutla karşılaştılar. Ortada ciddi bir mücadele yaşandığı belliydi. Adamların pis kokan giysileri yırtılmış, deri yüzeylerinde taze kesikler görünüyordu. Ama kesikler, yaşananların en hafif kısmıydı—bazılarının kol ve bacakları tuhaf yönlere kıvrılmıştı. Ne tür bir çatışma yaşanmıştı ki böyle bir hâle gelmişlerdi?
Muhafızların bileklerine kirli bezler bağlanmıştı. Maomao içinden, “Bu da neyin nesi?“ diye geçirdi. Ne anlama geliyordu bu? Olan biteni uzaktan izledi; haydutlara fazla yaklaşmak istememişti, çünkü bazılarının ağzı köpürüyordu.
Ah-Duo’nun muhafızları da pek iyi durumda değildi. Neyse ki kimse hayatını kaybetmemişti ama adamlardan birinin kolunun büyük kısmı kesilmişti. Maomao hemen arabadan inip yaralının yanına koştu.
“Ne oluyor burada böyle?” diye sordu Basen’in tuttuğu rehber, dehşet içinde. Güneşten kararmış yüzü bembeyaz kesilmişti.
“Paranın yeteceğini sanmıştım,” dedi Basen, sesi öfkeyle doluydu. Onun arkasında dimdik duran zarif ve vakur bir silüet vardı. Erkek giysileri giymişti ama bu kişi, eski cariye Ah-Duo’dan başkası değildi. En azından o yara almamış görünüyordu.
“Teklif ettim,” dedi Ah-Duo, “ama kadını satacaklarını söylediler. Yanımdaki ise bana ödünç verilmiş biri sadece.”
Ah-Duo’nun sözlerini dinlerken Maomao, muhafızın kolunu inceledi. Yaralanmanın üzerinden fazla zaman geçmemişti ama kesik oldukça kötüydü. Eğer kesik düzgün olsaydı, Luomen belki kolu yerine dikebilirdi. Fakat Maomao’nun böyle bir yeteneği yoktu. Kolu dikmeye kalkarsa, sadece çürüyüp düşerdi. Dişlerini sıkarak elinden geleni yaptı. Yanında yeterince bitkisel ilaç da yoktu. Biraz daha ilaç almak üzere arabaya yöneldiğinde tanıdık bir yüzle karşılaştı.
“Uğramayı düşünmüştüm ama bir türlü fırsat bulamadım,” dedi gelen kişi. O da erkek kıyafetleri giymişti ve oldukça alımlıydı—Suirei’ydi. Elinde sargı bezi ve tıbbi bitkiler taşıyordu.
“Sen de mi buradasın?”
“Evet, gerçi o villayı terk etmem ne kadar doğruydu, hâlâ emin değilim.”
Onu burada görmek gerçekten şaşırtıcıydı—ama bu, belli ki ortada başka işler döndüğü anlamına geliyordu.
“Dikişte iyi misin?” diye sordu Suirei, bir iğneyi alevde ısıtırken.
“Diğer genç hanımlardan pek farkım yok. Özellikle anestezik ya da sakinleştirici olmamasına üzülüyorum.” Ardından dezenfekte işlemine geçti.
Adam acıdan kıvranırken, Suirei onu tutup titreyen bedenini bastırarak dilini ısırmaması için ağzına bir bez parçası tıkadı. Bu tür şeylerde ne kadar deneyimli olduğu her hâlinden belliydi.
Haydutlarla yaşanan bu olay, ciddi bir yanlış hesaplamayı temsil ediyor gibiydi. Jinshi ve diğerleri, bir tüccar kafilesi gibi görünemeyeceklerini biliyorlardı; bu yüzden zengin bir asilzadenin taşraya sürüldüğü hikâyesini uydurmuşlardı. Ama haydutlar, bu yolcuların göründüklerinden çok daha önemli kişiler olduğunu sezmiş olmalıydı.
Bu kadar kişi yanımızdayken... Maomao, nöbetçinin kanıyla lekelenmiş giysisini değiştirdi ve Jinshi’nin isteği üzerine Ah-Duo’nun çadırına yöneldi. Hikâyeyi doğrudan ondan dinlemesi istenmişti.
İçeri girdiğinde, orada cariye Lishu’yu da buldu. Ah-Duo’nun elini sımsıkı tutmuştu ve bırakacak gibi de görünmüyordu. Bedeninin titremesi durmak bilmiyordu. Bu genç kadının neden burada olduğu, Maomao’nun aklını en çok kurcalayan soruydu.
Yeni kıyafetlerini giymiş olan Suirei de çadırdaydı. Onun bu yolculukta neden yer aldığı en azından açıktı: Tıbbi bilgi ve becerisi, uzun bir seferde bir doktor gibi hizmet verebilmesine olanak tanıyordu. Yine de onun da varlığı kendi içinde bazı sorular doğuruyordu.
Haremden dışarı çıkması yasak olan bir cariyenin, özellikle de böyle bir yolculukta burada bulunması son derece garipti. Ancak Jinshi’nin tutumuna bakılırsa, bu işin ardında geçerli bir neden olduğu kesindi.
“Bu cariyenin neden bizimle olduğunu merak ettiğini tahmin ediyorum,” dedi Ah-Duo. Keskin sezgileri gerçekten de büyük bir avantajdı.
“Evet, efendim,” dedi Maomao.
“Sir Basen’in neden batıya gittiğini duydun mu?” Jinshi kılık değiştirmiş olduğu için, Ah-Duo da buna uygun şekilde konuşuyordu.
“Bölgedeki önemli görüşmelere katılacakları söylendi bana.” Jinshi’nin, hükümeti temsilen oraya gidecek tek önemli kişi olmadığını da duymuştu. Gözlemde bulunacakları gibi, kendi gündemlerini de takip edecekleri söylenmişti.
“Biz de o görüşmelere katılacağız. Cariyenin varlığı sebebiyle yanımıza kalabalık bir maiyet almanın uygun olmayacağını düşündük. Açıkçası, bize fazlalık muamelesi yapılacağını bile hesaba kattık.”
Bu kulağa pek de iç açıcı gelmiyordu. Maomao hâlâ cariye Lishu’nun bu toplantıda ne gibi bir rol üstleneceğini anlayabilmiş değildi. Bölgeden gelen İmparatoriçe Gyokuyou ya da İmparator’un kanından olan cariye Lihua gibi biri daha mantıklı bir tercih olurdu.
Ah-Duo, Maomao’nun yüzündeki kafa karışıklığını fark etmiş ve bundan keyif alıyor gibiydi. Bu hâliyle bir anlığına Maomao’ya Gyokuyou’yu anımsattı. Majesteleri’nin bu tarz kadınlardan hoşlandığı açık gibiydi.
“Bu yolculukta üstleneceğimiz görevlerden biri de,” dedi Ah-Duo, “İmparator’un küçük kardeşine bir eş bulmak.”
O anda Maomao, Ah-Duo’nun neden bu kadar keyifli olduğunu anlamıştı.
Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.