Yukarı Çık




71   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   73 


           
14 Şubat (Pazar) – Asamura Yuuta





Sabah oldu. Daha doğrusu, saat 08:07 olmuştu. Pazar olduğu için her zamankinden biraz daha fazla uyuyabilirdim. Pencereden içeri süzülen güneş ışığı, banyodaki musluğu aydınlatıyordu. Yalın ayak zeminin soğukluğunu hissettiğimde esnememi bastırarak musluğun kolunu “ılık“ tarafa çevirdim ve yüzümü ılık suyla yıkadım. Ardından oturma odasının kapısını açarak, “Günaydın,“ dedim.

“Günaydın, Yuuta.“

“Günaydın… Yawn(esneme)… Yuuta-kun.“

Babam ve Akiko-san çoktan uyanmıştı. Akiko-san oldukça uykulu görünüyordu. Kahvaltılarını bitirmiş olmalılar ki yemek masasına baktığımda, plastikle sarılmış iki tabak kahvaltı gördüm. Hafta sonu menümüz genellikle aynıydı: jambonlu yumurta, salata ve miso çorbası. Normalde bu tarz bir kahvaltıya tost eşlik ederdi ama babam, Akiko-san’ın miso çorbasına tamamen bağlandığı için ortaya böyle alışılmadık bir kombinasyon çıkmıştı. Yine de alışınca gayet güzel oluyordu.

“…Hm? Ayase-san nerede?“

“Hâlâ uyuyor.“

“Belki yine geç saate kadar ders çalışmıştır…“

Onu beklemeliyim, yalnız başıma yemek yemenin bir anlamı yok sonuçta.

“Ne zaman uyanacağını bilmiyoruz, o yüzden onu bekleme, ye yemeğini.“

“Şey… Peki, öyle yapayım.“

“Miso çorbanı ısıtayım.“

“Teşekkür ederim,“ dedim ve tost ekmeklerini ekmek kızartma makinesine yerleştirdim.

Ardından jambonlu yumurtayı mikrodalgaya koyup ısıttım, plastiği çıkardım, tostları aldım ve masaya oturdum. Birkaç dakika sonra, Akiko-san miso çorbamı getirdi.

“Oturma odasında uyuyakalmış. Üstelik kulaklıkları takılıydı. Eve geldiğimi bile duymadı.“

Tostu ısırırken Akiko-san bana dün geceden bahsetmeye başladı. İşinden erken çıkmış olsa bile en erken sabah üç gibi gelmiş olmalı. Gerçekten o saate kadar ders mi çalışmıştı? Akiko-san’a göre, kulaklıkları takılıydı ve önünde İngilizce metinler vardı. Yaklaşan okul gezisi yüzünden ders çalışmaya fazla vakit ayıramayacağını biliyorum ama yine de bu azmi etkileyici.

Ayase-san’ın oturma odasında uyuması pek alışıldık bir şey değil. Genelde evde bile gardını düşürmemeye dikkat ederdi. Belki de bize daha çok güvenmeye başladığının bir işaretidir. Babam ve Akiko-san Ağustos ayında evlenip bizimle yaşamaya başladılar. Eğer gerçekten bizi ailesi gibi görmeye başladıysa, bu beni mutlu eder. Neyse, nasıl olsa birazdan uyanır.

“Hadi başlayalım.”

Jambonlu yumurtanın üzerine biraz soya sosu döktüm, ardından yemek çubuklarımla yumurtayı tostun üzerine yerleştirdim. Burada en önemli şey, yumurta sarısını temiz tutup tostun tam ortasına yerleştirmekti. Mükemmel bir denge sağlanmalıydı. Isırdım. Tostun ortasına yaklaştıkça her lokmada daha fazla yumurta sarısı tadı alıyordum. Yumurtanın akışkan dokusu ile tostu kaplayan çıtır doku ağzımda mükemmel bir tat uyumu yaratıyordu. Yumurta sarısını hiç dökmeden böyle yemek işin gerçek zevkiydi ve—

“Gerçekten de Taichi-san gibi yiyorsun, Yuuta-kun.”

“Pffft! Öhö! Öhö!”

“Aman… Al, biraz su iç.” Bana bir bardak su uzattı.

“Te-Teşekkür ederim…”

“Rica ederim. Yavaş ye, acele etme,” dedi Akiko-san gülümseyerek. Karşıma oturdu, yanağını avcuna dayayarak bana baktı. “Ama gerçekten, ikiniz tıpatıp aynısınız.”

“G-Gerçekten mi?”

Bunu hiç fark etmemiştim ama mantıklıydı. Ayrıca babamın yemek yerken nasıl göründüğüne pek dikkat ettiğim de söylenemezdi. Tam o sırada, Akiko-san ellerini birbirine vurdu.

“Bugün Sevgililer Günü, değil mi?”

“Uhm… Evet?”

“O halde… Al bakalım!”

Bana paketlenmiş bir kutu uzattı. Kahvaltımı hazırlarken masanın üzerindeki o kutunun ne olduğunu merak etmiştim. Daha yakından bakınca etrafına sarılmış bir kurdele fark ettim; yani bu bir hediyeydi. Bir an tereddüt ettim ama sonra teşekkür ettim. Sanırım bu, zorunlu çikolatanın son aşaması—“Anne çikolatası.“ Bu küçük şey, bana artık bir annem olduğunu fark ettirdi ve tam duygusallaşmaya başlamışken, babamın kanepeden gelen sesiyle irkildim.

“Peki ya bana…?”

Görünüşe göre henüz hediyesini almamıştı. Ama… masada gördüğüm tek hediye buydu. Akiko-san ise babamın boş sandalyesine, ardından ona baktı ve şaşkın bir şekilde, “Haa?“ diye mırıldandı.

“Yok artık…” Babam hayal kırıklığı içinde iç geçirdi, Akiko-san ise dilini çıkarıp gülümsedi.

“Hee hee. Şaka yapıyorum, senin için de bir şeyim var,” dedi ve buzdolabını açtı.

Beyaz, dikdörtgen bir kutu çıkardı ve babama uzattı. Babam kutuyu kucağına alıp açtığında içinden çikolata renkli bir kek çıktı.

“Çikolatalı şifon kek.”

(chiffon cake olarak bilinen, yumuşak, süngerimsi kek.)

“Bunu benim için mi yaptın?”

“Özel bir gün, öyle değil mi? Unutulmaz bir anı olmalı. Şeker oranını da olabildiğince düşük tuttum, böylece yerken miden konusunda endişelenmene gerek kalmaz.”

“H-Haha… Ah be, bunu söylemesen olmazdı sanki,” diye homurdandı babam, mahcup bir şekilde burnunu kaşıyarak.

Gerçekten de, Akiko-san öz annemin tam zıttı bir insan. Annem, insanların karşısında tamamen değişen, uyumsuz biriydi. Bana göre öz annem tam anlamıyla bir başarısızlıktı. Ama Akiko-san anlayışlı bir kadın. Yine de, bize bilerek kendini sevdirmeye çalıştığını düşünmüyorum. Bu, insan ilişkilerinin nasıl yürüdüğünü gösteriyor sanırım.

Ama babamı mutlu etmek için özellikle kek yapmış olması dikkat çekici bir şey. Bunu düzenli olarak yapan biri daha var: Ayase-san. Sanırım gerçekten de anne-kız gibiler.

“Ben biraz daha kahve yapayım. Bir de bıçak, çatal ve tabak getireyim.”

“Onu ben hallederim, merak etme.”

“Teşekkür ederim, Taichi-san.”

“Bu benim repliğim olmalı. Mutlu Sevgililer Günü, Akiko-san.”

“Evet. Mutlu Sevgililer Günü.”

İkisi birbirine baktı, bakışları adeta eriyen çikolata gibiydi. Bu sahne bana Maru’nun söylediği bir şeyi hatırlattı: İnsanların yanında flört etmenin normal olduğunu varsayıyorum. Ve söylemeliyim ki, bu konudaki düşüncem kesinlikle doğruymuş. En azından ailelerinin yanında, bu ikisi kendilerini hiç sakınmıyorlar. Ben ise mutfağa bakmamaya çalışarak sakince tostumu yemeye devam ettim.

Dershanede ki sabah dersleri bitmiş, öğle arasına girmiştik. Okul binasından çıkıp en yakın markete öğle yemeği almak için yola koyuldum. Otomatik kapıdan içeri girer girmez, kırmızı bir dalgayla karşılaştım. Sol, sağ, yukarı, aşağı… Her yer Sevgililer Günü çikolatalarıyla doluydu. En üst raflarda, ünlü bir mağazanın özel koleksiyonuna ait çikolatalar sergileniyordu ve benim yaşlarımdaki kızlar hayranlıkla onları inceliyordu. Biraz ileride, bir beyaz yakalı en ucuz çikolata paketlerinden birkaç tane aldı. İçlerinde 50’ye yakın küçük çikolata vardı—muhtemelen iş yerinde dağıtmak içindi.

Rafların arasından geçerek dükkânın derinliklerine doğru ilerledim ve ne yiyeceğimi düşünmeye başladım. Haftaya yapılacak okul gezisi için harçlığımdan biraz biriktirmek istediğim için çok da savurgan olmamalıyım. O halde… Bu işimi görür. Raflardan bir paket tuzlu onigiri aldım ve kasaya yöneldim. Kendi kendine ödeme yapılan kasada, önümde uzun boylu bir kadın duruyordu.

“Ah, yeni bitirdim, buyur… Ah, ne tesadüf.”

Arkasını dönen kişi, dershaneden iyi tanıdığım biriydi.

“Ah, Fujinami-san.”

“Şuna bak sen. Neyse, kusura bakma, hemen çekiliyorum.”

“Önemli değil.”

Barkodu okutup ödemeyi telefonumla tamamladım, ancak onigirimi çantama koyacakken bir an duraksadım. Bunu fark eden Fujinami-san hemen konuştu.

“Eğer dershanede yiyeceksen, onu taşıyabilirim,” dedi ve market poşetini açtı.

İçinde birkaç sandviç, biraz ekmek ve bir şişe cafe au lait vardı.

(Café au lait sıcak süt eklenmiş kahvedir. Soğuk süt ya da başka bir beyazlatıcı eklenen beyaz kahveden farklıdır.)

“Hmm… Teşekkürler. Dilersen ben de poşeti taşıyabilirim.”

“Tek bir onigiri o kadar ağır değil ama madem öyle söylüyorsun, teklifini kabul edeyim.”

Onigirimi poşetin içine koydum ve poşeti Fujinami-san’dan teslim aldım. Ardından marketten çıkıp dershanenin yemek alanına doğru yürüdük. Öğrencilerin çoğu burayı kullandığı için içerisi epey kalabalıktı. Boş iki koltuk bulup yan yana oturduk. Onigirimi çıkardıktan sonra plastik poşeti Fujinami-san’a geri uzattım.

“Teşekkürler.“

“Önemli değil. Poşeti taşıdığın için ben teşekkür ederim.“ Fujinami-san alışveriş poşetindeki her şeyi çıkardı, ardından poşeti katlayarak bir bento gibi kullandı ve yiyeceklerini, cafe au lait’ini üzerine yerleştirdi.

Baktığımı fark etmiş olmalı ki gözlerini bana çevirdi.

“Bu benim kişisel bir alışkanlığım. Yemeğimi bitirdikten sonra çöp poşeti olarak kullanmayı planlıyorum.“

“Anladım. Kusura bakma, biraz fazla baktım.“

“Önemli değil. Madem merak üzerine konuşuyoruz, benim de bir sorum var. Ama eğer cevap vermek istemezsen hiç sorun değil. Pirinç onigirini kendi çantana koymaktan neden kaçındın? Diğer eşyalarınla temas etmesini istemediğin için mi?“

“Ahh… Aslında pek öyle değil. Belki biraz garip gelebilir ama yemek sonrası bir kitapçıda yarı zamanlı çalışacağım.“

“Tamam?“

Yüz ifadesi açıkça “Bunun konuyla ne alakası var?“ diyordu.

“Ve iş sırasında oldukça stresli olabiliyorum.“

“Müşterilerin stresini sana yansıtması gibi mi?“

“O da var ama beni en çok yoran şey hırsızlar. Ne kadar dikkatli olursan ol, ne yaparsan yap, her zaman bir şeyler çalmaya çalışan insanlar oluyor.“

“Mağazanın içine güvenlik kameraları koymak bunu çözmez mi?“

“Müşterilere olan güvensizlik, işin stresli hale gelmesine sebep oluyor. Normalde onlar işimiz için çok önemli ama böyle yerlerde çalıştığında, insanlara güvenmemen gerektiğini öğreniyorsun.“

“Bunun olabileceğini hiç düşünmemiştim.“

“Bana sadece işteki kıdemlim söyledi, yani ne kadar yaygın bir şey bilmiyorum ama özellikle büyük çantalarla içeri giren müşterileri gözünden kaçırmaman gerektiğini söylemişti. Özellikle de çantaları açıksa.“

“Mesela spor çantası gibi mi?“ Fujinami-san ayaklarımın yanında duran çantaya baktı.

“Aynen öyle. Eğer bir alışveriş poşeti taşıyorlarsa, içindekileri görebiliyorsun ve şekli değişiyor.“

Buna kıyasla, Boston çantası gibi sert yapılı çantalar içlerine bir-iki kitap sığdırmanı ve dışarıdan fark edilmemesini sağlıyor. Fermuarı kapatıldığında ise tamamen görünmez hale geliyorlar. Bu yüzden içeri böyle çantalarla giren müşterilere daha fazla dikkat etmek gerekiyor fakat insanlara karşı sürekli bu kadar şüpheci olmak, zamanla ruhsal olarak çok yorucu hale geliyor ve insanın psikolojisini kemiriyor.

“Ah, anladım. Yani ödemiş olsan bile çalışanlar bunu bilemez. Ve kötü bir niyetin olmasa bile, insanların sana nasıl baktığını fark etmeden edemezsin.“

Başımla onayladım.

“Çantama bir şey koymamaya karşı doğal bir direnç geliştirdim diyebilirim ama aynı zamanda, kasaya tek bir onigiriyle gitmek de tuhaf hissettiriyor.“

Ancak Fujinami-san’ın bu kısa tereddüdümü bu kadar kolay fark etmesini beklemiyordum. Eğer onun teklifi olmasaydı, muhtemelen marketten çıkarken fişi elimde tutarak onigiriyle birlikte taşırdım.

“Mantıklı. Bu arada, öğle yemeğin için sadece bu kadar mı yeterli oluyor? Pek fazla yemek yemediğini varsayabilirim.“

“Aslında, haftaya okul gezimiz var, bu yüzden para biriktirmek istiyorum.“

“Bu soğuk mevsimde okul gezisi mi?“

“Bilmiyorum, ancak bizim okul her yıl yapıyor en azından.“

Bunun yaygın olup olmadığını bilmiyorum ama genelde ortaokul üçüncü sınıfta, yaz başında bir okul gezisi olur. Suisei Lisesi bir hazırlık okulu olduğu için, öğrencilerin son senelerinde sınavlarına odaklanmalarını istediklerinden gezileri üçüncü sınıfa bırakmamış olmalılar.

“Nereye gidiyorsunuz? Kyoto falan mı?“

“Singapur.“

“Yurt dışına mı? Bu şaşırtıcı,“ diye mırıldandı, etkilenmiş bir ses tonuyla ama bizim okul gibi bir yerin yurt dışını seçmesi bana çok da garip gelmiyordu.

“Biraz kıskandım,“ diye ekledi.

Anlaşılan onun okulunda böyle bir gezi düzenlenmiyordu.

“Olsaydı bile katılıp katılmayacağım konusunda emin olmazdım. Üstelik, o para okul harçlarına ayrılabilir.“

Ona birkaç teselli edici söz söylemek gibi bir hataya düşecek kadar düşüncesiz değildim. Muhtemelen böyle bir şey duymak onu mutlu etmezdi bile. Bu yönüyle, Ayase-san’a oldukça benziyordu.

“Bu yüzden, üniversitede maddi olarak kendimi rahat hissettiğimde bol bol yurt dışına seyahat edeceğim. Şuraya gideceğim, buraya gideceğim, farklı insanlarla tanışacağım.“

“Onlarla iletişim kurabilirsen epey eğlenceli olur.“

“İngilizcem fena sayılmaz, o yüzden idare ederim. Peki ya sen, Asamura-kun? Yabancı dillerde iyi misin?“

“Sanırım İngilizce konuşmada pek iyi değilim.“

“Gerçekten mi? Bu şaşırtıcı. Notların oldukça iyi, değil mi?“

Sınavlar için iletişimsel İngilizce pratiği yapıyor olmam, doğrudan konuşma becerisine dönüşmüyor tabii. Ayrıca düzenli olarak dinleme pratiği de yapmıyorum. Bunu düşününce, Ayase-san’ın dün gece İngilizce çalışırken geç saate kadar uyumadığını hatırladım.

“Peki sen, Fujinami-san? İngilizceyi akıcı konuşabiliyor musun?“

“Biraz, evet.“

“Bu harika.“

“Yaşadığım ortamın bir getirisi ama her şey o kadar da kolay olmuyor.“

Daha önce bahsettiğine göre, teyze dediği bir koruyucu aileyle yaşıyordu. Ve anladığım kadarıyla, onun ilgilendiği insanlardan biri Güney Asya kökenliydi, İngilizceyi sıkça ve oldukça iyi konuşuyordu. Ayrıca, Fujinami-san’ın düzenli olarak gittiği bir restoranın sahibiydi.

“Başlarda ne dediklerini hiç anlamıyordum fakat onlarla konuşmaya çalışırken, farkında olmadan bu beceriyi kazandım.“

“Çevrenden farkında olmadan öğreniyorsun, öyle mi?“

“Bence bu, öğrenmekten çok alışmakla ilgili. Yurt dışına seyahat ettiğinde, dili konuşmadan deneyimleyemeyeceğin şeyler var. Ama tabii bu benim görüşüm. Yine de, bir konuşmayı sürdürebilsen bile, düşüncelerini ve hislerini tam olarak aktarmak tamamen başka bir konu. Eğer sadece konuşmaya odaklanırsan, bazı şeyleri kaybetmen çok kolay olur.“

“Mesela?“

“Mesela zamanın nasıl geçtiğini unutabilirsin,“ dedi Fujinami-san. Çöpünü plastik poşetin içine koyup ağzını bağladı.

O anda, dinlenme alanında neredeyse kimsenin kalmadığını fark ettim. Saatime baktığımda panikledim. Öğleden sonraki derslerin başlamasına yalnızca iki dakikam kalmıştı.

“Mantıklı.“

“A-Acele etmeliyiz. Dersleri kaçırarak dershane ücretini boşa harcamak istemem.“

Koridorda hızla ilerlerken, bu tür sohbetlerden öğrenilecek hâlâ çok şey olduğunu düşündüm.

Dershanede ki dersler bitmişti ve binadan çıktığımda güneş çoktan batmıştı. Ayase-san’ın bana hediye ettiği boyunluğumu taktım ve bisikletime atlayarak Shibuya tren istasyonu yakınlarındaki kitapçıya doğru yola koyuldum. Yüzüme çarpan rüzgar o kadar soğuktu ki sadece göz kırpmak bile gözlerimi yaşartıyordu. Vardiyam bittikten sonra havanın ne kadar soğuyacağını düşünmek bile istemiyordum. Belki de en azından bu soğuk günlerde işe bisikletle gitmekten vazgeçmeliyim.

Bisikletimi her zamanki park alanına bıraktım ve içeri girdim. İç mekandaki o müthiş ısıtma sistemi beni o kadar rahatlattı ki derin bir nefes alıp iç çektim. Ardından çalışanlar için ayrılan bölüme doğru ilerledim. Üniformamı değiştirdikten sonra, rafların ve kitap masalarının nasıl göründüğünü kontrol etmek için satış alanına çıktım.

“Ah, Junior-kun!“

İşimde kıdemli olan Yomiuri Shiori—ya da benim ona hitap ettiğim şekliyle Yomiuri-senpai, bana seslendi. Henüz üniformasını değiştirmediğine göre muhtemelen o da yeni gelmişti.

“İyi akş—Hayır, günaydın mı demeliyim?“

“Bu kadar geç bir saatte neden günaydın diyorsun?“

“Daha önce bu sektörde böyle selamlaşmanın yaygın olduğunu söylememiş miydin?“

“…Evet, söylemiştim. Çalışkan birisin, Phelps-kun.“

“…O da kim?“

Yomiuri-senpai’yi tanıyorsam, muhtemelen bir romandaki karakterden bahsediyordur qma keşke rastgele referanslar yapmadan önce benim o karakteri bilip bilmediğimi bir kontrol etseydi.

“Kim olabilir ki? Bu anılar otomatik olarak silindi.“

“Bunu yapmaman gerektiğini düşünüyorum.“

Başka bir deyişle, hatırlamak için hiç zahmet etmiyordu bile.

“Heh heh heh… Oh? Küçük kız kardeşin nerede?“

“Vardiyası yeni bitti.“

Ayase-san bugün sabah 10’dan akşam 6’ya kadar çalıştı ve ben de ondan sonraki vardiya için buradayım. Şu an kıyafetlerini değiştiriyor olmalı, her an çıkabilir. Gezi için biriktirdiği paranın bir kısmını harcayacağı için, ocak ayının ikinci yarısında hafta sonları daha uzun vardiyalar aldı. Bu yüzden normalden daha erken çıkıyor ve ikimizin aynı vardiyada çalıştığı günler azaldı. Ofise doğru yürürken bunları Yomiuri-senpai’ye açıkladım.

“Oho, okul gezisi mi? Güzelmiş. Kıskandım.“

“Bu yüzden Ayase-san’la ben haftaya vardiyaya girmiyoruz.“

“Bu, eksik personel açığını telafi etmemiz gerektiği anlamına geliyor ama şubat ayları genellikle sakin geçer. Yine de güzel bir şey. Ben iş bulma kaygısıyla yanarken, sen geziyorsun. Haksızlık bu!“

“Bunun benim elimde olan bir şey olduğunu sanmıyorum ama sen bile gelecekteki işin konusunda endişeleniyor musun?“

“Ne ima ediyorsun?“

“İş ve hobilerini birbirinden ayırabilen biri gibi duruyorsun, bu yüzden her yerde rahat edebileceğini düşündüm.“

“Tabii ki. Sonuçta hangi işi yaparsam yapayım, kitap okuyabilirim.“

Tam düşündüğüm gibi.

“Yine de, kitap bağımlılığımı finanse edecek kadar iyi para kazandıran bir iş bulmam lazım. Bu kesin. Peki, Junior-kun, sence bana hangi iş yakışır?“ dedi ve burnunu işaret etti.

“Seni tanıyorsam, ne iş yaparsan yap başarılı olacağını düşünüyorum.“

“Boş övgülerle benden bir şey koparamazsın, biliyorsun değil mi?“

“Peki, bir tercihin var mı?“

“Hmm… Bir kitapçıda çalışmak, bir yayınevine geçmek, belki bir yayıncı ya da ünlü olmak… Aslında, kolay para kazandıracak her şey olabilir.“

Ciddi bir başlangıç yapmıştı ama sonu… çok da düşündüğüm gibi değildi.

“Bence bunların hepsini başarabilirsin,“ dedim dürüstçe.

Düzenli olarak aşk itirafları alan biri kadar çekici ve Tsukinomiya Kadın Üniversitesi’nden mezun olacak kadar yetenekli bir öğrenci. Ünlü olma ihtimali bile düşündüğümde mantıklı geliyordu.

“Bunların hepsini başarabilirim, ha?“ Hafif bir iç çekti, sesi biraz derin düşüncelere dalmış gibiydi. “Neyse, bunu sonra düşünürüm. Ama şimdilik, küçük kız kardeşin olmadığı için kasada sadece sen ve ben olacağız bugün. Gerçi…“

Yomiuri-senpai mağazanın içine göz gezdirdi.

“Şu an için, büyük ihtimalle çoğu zamanı sıkılarak geçireceğiz gibi görünüyor.“

“Kesinlikle.“

Pazar günü olmasına rağmen kitapçı pek kalabalık değildi. Japonya’da şubat ayı, mevsimin en sert olduğu dönemlerden biri. Hava buz gibi soğuyunca, talepler de azalıyor ve genel olarak daha az ürün satılıyor. Kitaplar da bundan nasibini alıyor; manga dergileri, çok popüler eserler ve yazarların en yeni kitapları dışında, satışlar ciddi şekilde düşüyor. Kitap kurtları için de durum pek farklı değil. Sınav günlerinde bile okuyan çılgınlar dışında, genellikle insanlar okumayı biraz erteliyor.

“Neyse, bugünlük işimizi bitirelim, Junior-kun,“ dedi Yomiuri-senpai, elini sallayarak soyunma odasına doğru ilerledi.

Ben de ofise gidip mağaza müdürüne selam verdim. Eğer o an yapmamı istediği bir şey varsa, genelde bana söylerdi. Nitekim öyle de oldu; kasaya bakarken fırsat bulduğumda iade edilecek kitapları taşımama yardım etmemi istedi. Toptancıdan yapılan teslimatlar ve iadeler hafta sonları durduğu için, iadeler genellikle haftanın başına yığılırdı. Şu anda da mağazanın içinde iade edilecek kitaplarla dolu karton kutular vardı.

Kısacası, beni bolca fiziksel iş bekliyordu. Talebini kabul ettim ve mağaza alanına geri döndüm. Daha bir saat bile geçmemişti ki mağaza neredeyse tamamen boşalmış, öğrenciler ve beyaz yakalılar gitmişti. Ortalık epey sıkıcı hale gelmişti. İade kitapların işini de halletmiştik, bu yüzden kasada durarak müşterilerin gelmesini beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Saatime baktım; vardiyamın bitmesine hâlâ bir saat vardı. Sonunda, Yomiuri-senpai ile ikimiz de öylece duruyorduk.

“Çok sıkıldım!“

“Bugün gerçekten durgun bir gün, evet.“

“Hey, Junior-kun? Okul geziniz nerede olacak bu arada?“

Fujinami-san’a anlattıklarımın aynısını Yomiuri-senpai’ye de söyledim. Singapur’a gideceğimizi, bu yüzden harçlığımı biriktirdiğimi anlattım. Yerel halkla konuşmanın eğlenceli olacağını düşündüğümü ama konuşma becerilerime çok güvenmediğimi de ekledim. Elbette, bunları sessiz bir şekilde konuşuyorduk ve ara sıra gelen müşterilere yardımcı oluyorduk. Günün bu kadar sakin geçmesiyle, bu tür sohbetler kaçınılmazdı.

“Okul gezisi ve Sevgililer Günü… Gençlik kokusu alıyorum!“

“Sevgililer Günü konusuna nasıl geldik?“

“Shibuya çiftlerle dolup taşıyor, bu da konuyu açmak için yeterli bir sebep bence.“

“Ne kadar çok önyargılı…“

“Çikolata aldın mı, Küçük Junior-kun?“

“Hah? Ah, yani… Sadece aileden, o kadar.“

Ayase-san ve Akiko-san aileden sayıldıkları için pek sayılmazdı, Narasaka-san ise çikolatasının tamamen zorunlu olduğunu özellikle vurgulamıştı. Şimdi düşününce, Fujinami-san Sevgililer Günü konusunu hiç açmamıştı ama muhtemelen bu, mesafeyi rahat bir seviyede tutma şekliydi. Ne olursa olsun, Yomiuri-senpai’nin her zamanki gibi benimle dalga geçmesini istemediğim için konuyu fazla açmadan geçiştirdim.

Sonunda vardiyam bitti ve ofise döndüm. Yomiuri-senpai de benimle aynı zamanlarda molaya çıkıyordu, soyunma odasından elinde küçük bir çanta ile çıktı. Çantasından küçük, kırmızı bir kutu çıkardı ve müdüre uzattı.

“Müdürüm, iş çikolatanız burada.“

“Oh, teşekkürler, Yomiuri-kun.“

İş çikolatası? Zorunlu değil mi? Kafam karışmış bir şekilde başımı yana eğdim. Tam o sırada Yomiuri-senpai bana yaklaşıp küçük, kırmızı bir kutu uzattı.

“Al, zorunlu çikolata.“

Müdüre verdiğiyle aynı çikolataydı. Şaşkınlık içinde kutuya baktım.

https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZO4gBA1o9SJEM3EMA49mRxG3Ot28qJNV-mO-j3KPcZS0i1O1_ZeUCIWjQ98kbnP_ElgZBK6BlDanq0By2uEM84HtGALbnpJboRbDvxKP53tXAjVboboGjoMz3HbGh7dn555r1x_JhqAAe62lWUA1s2lCEzPGaFmJ8xCgypjxy8yvfAqwT9TusTrKtCg/s2048/Chapter%201.jpeg

“İş çikolatası ile zorunlu çikolata arasındaki fark ne?“

“İçine konan duygular?“

“Neden bu bir soru cümlesi gibi geliyor?“ ( Kanjiyle alakalı sanırım)

“Demek istediğim, çikolatanın içine konan duyguların türü farklı!“

Bunun nasıl mantıklı bir açıklama olduğunu gerçekten anlayamıyordum. Sonuçta içine ne koyabilirsin ki?

“Sevgi?“

“Yine bir soru cümlesi…“

“’Zorunlu’ kanjisiyle yazıp ’Aşk’ olarak okuduğunu düşün.“

“Bu ikisinin arasında hiçbir bağlantı yok.“

“Ben sadece iş stresimi hafifletmek için iyi bir kıdemli olup çıraklarımı desteklemeye çalışıyorum.“

“Bu, güç tacizinin ilk aşaması, biliyorsun değil mi? Ayrıca, stres atmak için çıraklarını kullanmamalısın.“

“Ama ben de yurt dışına gitmek istiyorum! Hıçkırık, hıçkırık… Hey, Junior-kun… Okul gezisinde bana rehberlik işi versene?“

“Eğer dil becerine o kadar güveniyorsan, bunun için resmi bir şirkete başvurmalısın.“

“O kadar iyi değilim açıkçası. Zaten benim bölümümde de İngilizceyi akıcı konuşabilen pek fazla kişi yok. Ama en azından metinleri okuyup anlayabiliyorlar.“

“Gerçekten mi?“

“Modern akademik makalelerin çoğu İngilizce yazılıyor, evet. Bu yüzden özetler—yani makalelerin kısa özet bölümlerini—hazırlamamız gerekiyor. Kısacası, araştırma yaparken önce özetleri okuyup işimize yarayabilecek bir makale olup olmadığına bakıyoruz.“

“Anladım… sanırım?“

“Ve bu özetler de genellikle İngilizce oluyor. Sonra bu İngilizce özetleri okuyup, ilgili makalenin tamamını da yine İngilizce okumak zorunda kalıyorsun. İşte bu yüzden—“

Bu kadar “özet“ kelimesi üst üste gelince başım dönmeye başladı, dürüst olmak gerekirse.

“Normal makaleleri ve uzun metinleri okuyabilen birçok öğrencimiz var. Ayrıca, yüksek lisansa gidenler genellikle günlük konuşmaları düzgünce yapabiliyor ama sıradan öğrenciler genellikle o seviyeye ulaşamıyor. En azından Kudou-sensei tüm gün İngilizce konuşabilir. Hepimizin bundan nefret ettiğini bildiği için seminerleri tamamen İngilizce yapmaya çalışıyor. Geçenlerde, düzenlenen sınavları tamamen İngilizce okuma ve sorularla doldurma fikrinden bahsederken kendi kendine sırıtıyordu…“

Üniversite zor gibi görünüyor. Ya da belki de o profesör biraz fazla takıntılı. Tam karar veremedim. Ona biraz acıyarak İngilizce konuşma konusunda bazı ipuçları istedim.

“Bu iyi bir soru. Sonuçta, pratik yapmak her şeyi mükemmelleştirir sanırım.“

Temelde Fujinami-san’ın söylediğiyle aynı şeyi söylüyordu.

“Yabancı sermayeli üst düzey şirketlerin yazılı sınavları genellikle tamamen İngilizce oluyor. Hem okuma hem de yanıt verme kısmı!“

“Cidden mi?“

“Bu yüzden bence biraz dil pratiği yapman iyi olur. Ayrıca, bir yabancı dili okuyabiliyorsan, çevirileri beklemeden okumak istediğin çeşitli kitap ve metinleri anlayabilirsin. Hollywood onları filme çekmeden önce tüm o harika bilim kurgu romanlarını okuyabilirsin!“

“Ooo!“

“Ve eğer düzgün bir konuşma seviyesine ulaşırsan…“

“Eğer ulaşırsam…?“

“Dünyanın dört bir yanındaki diğer izleyicilerle birlikte filmi eş zamanlı olarak izleyebilirsin!“

“Oooo!“

“Ve iş hayatında da sana yardımcı olur! Yani… muhtemelen?“

“O-Ohh…?“

Son kısım pek de ikna edici gelmemişti. Ama yine de, tavsiyesini memnuniyetle kabul ettim ve dinlemeye devam ettim. Bir süre sonra, Yomiuri-senpai tekrar işine döndü. Ben de kitapçıdan ayrılıp eve doğru yola koyuldum.

Bisikletimi park ettikten sonra apartmana girdim. Pazar gecesi olduğu için özellikle bir sebebim yoktu ama alışkanlıktan yine de posta kutusunu kontrol ettim. Boş olduğunu görünce fazla oyalanmadan asansöre binip daireye çıktım. Sessizce “Geldim,” diyerek kapıyı açtım.

“Hoş geldin.“

“Huh? Ayase-san, burada mı ders çalışıyordun?“

Oturma odasında, önünde İngilizce metinlerle oturan Ayase-san beni karşıladı.

“Mekân değiştirmenin iyi bir değişiklik olabileceğini söylemiştin, değil mi? Biraz odaklanmakta zorlanıyordum, bu yüzden burada çalışmaya karar verdim.“

“Sana verdiğim tavsiyenin işe yaramasına sevindim.“

“Evet.“ Ayase-san kulaklıklarını çıkardı.“Akşam yemeği ister misin?”

Başımla onayladım ve teşekkür ettim. Her zamanki gibi babam çoktan uyumuş, Akiko-san ise işteydi. Spor çantamı odama bırakırken bir şeyi hatırladım. Yomiuri-senpai’den aldığım zorunlu çikolatayı çıkardım ve buzdolabına koydum. Hava hâlâ soğuk olabilir ama çikolatayı sıcak bir odada fazla bırakmak erimesine sebep olabilirdi.

“O…“ diye mırıldandı Ayase-san, ellerime bakarak.

“Ah, evet. Bunu Yomiuri-senpai’den aldım. Zorunlu çikolata,“ dedim ve kutuyu gösterdim.

“Ah.“

“Hm?“

“Yok, bir şey değil. Sadece bir üniversite öğrencisinin marka çikolata alabilecek durumda olmasına şaşırdım… Bu, zorunlu çikolata değil mi?“

“En azından iş çikolatası değil.“

“Ne demek şimdi bu?“

“Bana sorarsan, muhtemelen yine bir Yomiuri Şakası.“

Ayase-san en az benim kadar şaşkın görünüyordu, ama Yomiuri-senpai’nin ne düşündüğünü düzenli olarak açıklayabilecek kadar kendime güvenmiyorum. Onun mantığı genellikle karmaşık bir bulmacanın cevabını, en az o kadar karmaşık bir şakayla karıştırmak gibi bir şey. Yani anlamaya çalışmanın pek bir faydası yok. Neyse, spor çantamı odamda bıraktıktan sonra yemek masasına geri döndüm.

“Neredeyse hazır. Sadece biraz ısıtmam gerekiyor.“

“Sorun değil.“

Ayase-san, öğleden kalan beyaz güveci ısıtmakla meşguldü. Ben de sofrayı hazırladım ve küçük bir kaseye pirinç koydum.

Tam zamanında, Ayase-san ana yemeği masaya koyarken ben de pirinç kasemi alıp oturdum.

“Teşekkürler.“

“Rica ederim. Bir saniye, bir şey daha var.“

“Hm?“ Yemeklere göz attım.

Önümde, beyaz güveçte pişmiş sebzeler ve tavuk, yanında pirinç ve haşlanmış deniz yosunu vardı. Gece geç saatte yenecek bir yemek için fazlasıyla yeterliydi. Ama beni esas şaşırtan, küçük bir şişenin önüme konması oldu.

“…Shichimi?“

“Evet. İşte hepsi bu kadar.“

“…Ha?“

Daha da kafam karışmıştı. Ben soya sosu tarafındayım, yani deniz yosununa tat vermek için tek ihtiyacım olan şey soya sosuydu.

“Tatlı biraz şekerli olacak, o yüzden biraz baharatın dengeli olacağını düşündüm.“

“Bence… olduğu haliyle gayet iyi?“

“İstediğin gibi kullanabilirsin. Neyse, ben ders çalışmaya dönüyorum,“ dedi, sırtını dönüp eşyalarını aldı ve odasına gitti.

Bu, beni düşünmeye itti. Acaba shichimi beyaz güveçle gerçekten iyi mi gidiyordu? Merakla bir lokma aldım, ama tadı beklediğim gibi bir fark yaratmadı. Sonuç olarak, bu günüm neden böyle bittiğini anlayamadan sona erdi.

Bu bölümde emeği geçen; çevirmen ve düzenleyici arkadaşların
emeklerinin karşılığı olarak basit bir minnet ifadesi yani teşekkür etmeyi ihmal etmeyelim.


71   Önceki Bölüm  Sonraki Bölüm   73